Thread Rating:
  • 135 Vote(s) - 3.11 Average
  • 1
  • 2
  • 3
  • 4
  • 5
Nisbet Nedir? Nakşilikte Nisbet Nedir?
#1
Oku-1 
Nisbet Nedir? Nakşilikte Nisbet Nedir?

İmam Rabbanî hazretleri müritlerine yazdığı mektuplarında Nakşîliğin esasları hakkında detaylı bilgiler verir. Zaman zaman Nakşîliğin diğer sufi metotlara üstünlüğünü de ele alan bu mektuplar, Nakşîliğin tanınması için çok önemlidir. Zira İmam hem ilmî hem de tasavvufî tecrübesi ile bu konuda muktedir bir şahsiyettir. Ayrıca o Nakşîler arasında sıkça geçen ve mânâsı çok açık olmayan bazı kavram ve sözleri de açıklar. Bu kavramlar arasında nisbet kelimesi önemli bir konudur. Nakşilikte nisbet; Hakk ile sâlik arasındaki sevgi ve alâkaya verilen isimdir. Hâce Ammek adlı bir yakınına yazdığı mektupta İmam, Nakşî nisbetini şöyle anlatır:

Muhterem Oğlum! Bu yüce silsilenin büyükleri (k.s)  buyuruyorlar ki; Bizim nisbetimiz bütün nisbetlerin üstündedir. Burada anlatılan nisbet tabiri ile huzur ve şuur kastedilmektedir. Bu büyüklere göre makbul olan huzur; kendisinde gaiplik hali olmayan huzurdur. Böyle devamlı olan huzura ise (Yâd Dâşt) demişlerdir. Bu büyüklerin nisbeti, yâd dâşt olmaktadır.

İmam’ın sözlerinden anlaşıldığına göre onun Hakk ile özel bağ olarak tabir edebileceğimiz nisbet kelimesini en iyi anlatan Nakşî prensibi Yâd Daşt kavramıdır. Nakşî nisbetinin üstünlüğü bu kavramda aranmalıdır ona göre:

Bu fakirin anladığına göre, yâd dâşt’ın tafsilatı şudur: Allah Teâlâ’nın isimleri, sıfatları fiilleri ve itibârları düşünülmeksizin, yalnız Zât-ı ilâhînin zuhûr etmesine yani kalbe, ruha görünmesine “Tecellî-i Zât” denir. Bu tecelliye; Tecellî-i Berkî, şimşek tecellisi demişlerdir. Yani, şü’ûn ve itibâr perdelerinin aradan kalkmasıyla zâtın görünmesi, şimşek çakar gibi bir an gelip geçer. Sonra bu perdeler hemen araya girerek örtülür. Böyle olunca, gaybsız, devamlı huzur düşünülemez. Bilakis huzur bir anlık olup gaybet hali sürekli olmakta ve sufinin çoğu vaktini işgal etmektedir. İşte Nakşî büyükleri böyle olan nisbete kıymet vermemiştir.

İmam’a göre Nakşîlikte muteber olmayan bu tür berkî tecellîyi diğer tarikatlar sonun sonu yani en üstün mertebe olarak görürler. Nakşî büyükleri ise aksine bununla yetinmezler ve daimi tecelliyi terviç ederler. Onlara göre söz konusu huzur hali devamlı olup asla perdelenme olmaz; isim, sıfat, şuun itibarlarının perdesi olmaksızın Hakk Teala devamlı tecelli ederse gaybetsiz huzur gerçekleşir. Bu durum Nakşî meşayihini diğer tarikatların şeyhlerinden ayırıcı bir özelliktir. İmam bu durumun o dönemde fazla bilinmediğini hatta Nakşî silsilesinde olan bazı kimselerin bile bunu unuttuğunu söyler:

Bu yüksek nisbet, öyle garip oldu ki, bu silsilenin erbabına durumu anlatsam çoğunun bunu inkâr etmesi muhtemeldir. Şimdi, bu büyüklerin yolunda bulunanlara göre nisbet demek, Allah Teâlâ’nın huzuru ve anlaşılamayacak bir şühûdudur ve cihetsiz olarak Ona teveccüh etmektedir. Yukarıda olmak hayale gelirse de, cihetsizdir ve görünüşte devamlıdır. Bu nisbet yalnız cezbe makamında hâsıl olur. Böyle nisbetin başka tarikatlardaki nisbetlerden yüksek bir tarafı yoktur. Hâlbuki yukarıda bildirdiğimiz Yâd dâşt, cezbe tamamlandıktan ve sülûk makamları aşıldıktan sonra hâsıl olur. Bunun derecesinin yüksekliğini bilmeyen kimse yoktur. Eğer gizli kalmışsa, elde edilememesindendir. Bir kimse haset ederek inanmazsa ve aşağı bir kimse kendi kusurundan dolayı inat ederse ona bir diyeceğimiz yoktur. (27. Mektup)

İmam’a göre bu nisbeti yani mânevi hali elde etmek için halis bir niyetle mürşidin sohbetinde bulunmak gerekir. Bu nisbeti söz veya yazı ile açıklamak mümkün değildir. Zira nisbet ancak hal transferi ile elde edilebilir, tecrübe edilmeden anlaşılamaz. Zira her makamın kendine has bilgi, vecd ve halleri vardır. Bir makamda zikir ve teveccüh uygun iken diğer bir makamda Kur’an okumak ve namaz kılmak münasip olur. Bazı makamlar sadece cezbe yoluna mahsustur, bazıları da seyr u süluka özgüdür. Bazı makamlar ise her ikisiyle yani süluk ve cezbe ile iç içedir. Makam vardır ki her ikisinden de uzaktır, yani ne cezbeyle ne de süluk ile bir alâkası vardır. İşte en yüksek makam bu olup Allah Resulü’nün sahabesi bu makamla insanlar arasında mümtaz bir yer kazanmıştır. İmam’a göre Ashab-ı Kirâm tasavvufi metotların üstünde bir yer alır, onlar cezbe ve süluka girmeden sırf Hazret-i Peygamberi görmenin şerefi ile en üstün kemâlâta ermişlerdir. Başka bir deyişle onların nisbeti bütün tasavvufi nisbetlerin üstündedir. (32. Mektup)

İmama göre tasavvufî nisbetlerde de asıl olan ilerlemedir. Bir önceki şeyhe göre sonra gelen zamanına uygun içtihatlar yapabilir, değişik uygulamalarla nisbeti zenginleştirip güçlendirebilir. İmam geçmişin aşırı şekilde idealleştirilerek değişime ve gelişime kapalı bir tasavvuf anlayışı sergilemesini kabul etmez ve bu konuda halifelerini uyarır:

Mektubunuzda Şeyhimizin nisbetlerinin hala devam ettiğini, ne kadar zaman geçerse geçsin bu nisbette artma ve azalma olmayacağını yazmışsınız. Ey saygıdeğer kardeşim! Bir sanatın kemale ermesi ancak fikirlerin ve düşüncelerin birbirine eklenmesi ile olur. Öyle değil mi? Sibeveyh’in kurduğu Nahiv ilmi sonradan gelen nahivcilerin katkılarıyla onlarca kat gelişmiştir. Aslında bir ilmin çoğalmadan aynı kalması noksanlık olur. Nitekim Bahauddin Nakşibend hazretlerinin zamanında bulunan nisbet, Abduhâlik Gucdüvani Hazretlerinin zamanında yoktur. Her zaman da böyle olmuştur. Bundan başka, kıymetli hocamız Bâkî-billah hazretleri, bu nisbeti daha da olgunlaştırmak istiyordu. Eğer daha yaşasaydı, Allah Teâlâ’nın iradesi ile, bu nisbeti kim bilir nereye kadar yükseltecekti. Bunun yükseltilmemesi için uğraşmak doğru değildir.

İmam Rabbanî hazretleri bu sözleri ile durağan bir tasavvufu değil de, aksine zaman ve zeminin şartlarına uygun bir tasavvufi terbiyeyi savunmaktadır. Bu açıdan bir mürşidin vefatı ile onun yerine irşad ile vazifelenen mürşid arasındaki terbiye metotlarındaki farklılık normal, hatta gereklidir. Eğer böyle olmasaydı tasavvuf bir araç değil amaç olur, ruhbanlıkta olduğu gibi hiçbir şekilde değişmediği için insanlığa rehberlik edemezdi.

Bu sebeple özellikle sâlikler, mürşid değişikliğinde önceki dönemleri aşırı idealize ederek değişime kapalı olmamalı, hayattaki mürşidin tavsiyelerine can u gönülden kulak verme konusunda ihmal göstermemelidirler.

Arapça’da nisbet sözcüğü iki kişi arasındaki yakınlık ya da bağlılık anlamına gelir. Sufi terminolojisinde ise Allah ile insanlar arasında gelişen yakınlık demektir. Sufizm’in özüne göre bir insan bir nitelik ya da erdemi o kadar geliştirmeli ki tüm varlığına yayılabilsin.

Böylesine bir nitelik kişinin varlığının esas özelliğini oluşturduğu zaman, manevi yakınlık olarak adlandırılabilir. Sufilik arayışının amacı bu manevi yakınlığa ulaşabilmektir.

Yakınlığın farklı çeşitleri vardır: güzel olanı yapmanın yakınlığı, arı olmanın yakınlığı, yoğun sevginin yakınlığı, manevi düzlemde kendinden geçme halinin yakınlığı, birliğin yakınlığı, huzurun yakınlığı, ve anmanın yakınlığı gibi daha birçok yakınlık hali vardır.

Bu yakınlıkların ancak Sufi uygulamaları yoluyla edinilebileceğini düşünmek yanlış olur. Alıştırmalar sadece bunlara ulaşmak için birer araçtır. Aslında bunlar Allah’ın, manevi silsileleri ne olursa olsun, istediği kişilere sunduğu hediyeleridir. Bu anlamda Hazreti Hoca Bahaeddin Nakşibend’in (r.a.) ifadesi en kapsamlı olandır.

Birisi ona silsilesinin evliyaları hakkında soru sormuştur. O da şöyle yanıtlamıştır: Ben Allah’a silsilemdeki evliyalar yoluyla ulaşmadım. Allah’a yakınlık bana sunulmuştu ve beni Allah’a götüren bu oldu.

Peygamber’in (s.a.v.) sahabeleri (r.a.) ve sonradan ortaya çıkan takipçileri manevi yakınlığa farklı yollarla ulaşıyorlardı. Farz olan beş vakit namazın ve nafil namazların kılınması, Allah’ı sürekli anmak, Kuran-ı Kerim’in okunması, ölümü hatırlamak, ve kıyamet gününden korkmak gibi eylemlerin tutarlılığı ve düzenliliği, bunları uygulayanların kalplerine işleyen Allah’a yakınlık niteliğine götürür. Bu kişiler ömürlerinin sonuna kadar bu yakınlığı korurlar


“Sevgili dostum, iyi bil ki Allah sevdiği ve razı olduğu için seni başarıya ulaştırdı. Murad ve mürîd O’nun nurudur.Allah hiçbir kimseyi karanlıkta bırakmamış, hiç kimseye zulmetmemiştir. Çünkü hepsinde kendisinden bir ruh, bir akıl bulunduğu gibi hepsi için de “kulak, göz ve gönüller” (Ahkaf, 46/26) yaratmıştır.”  (S.93)

“Zikir ateşi, “herşeyi yakıp yok eden”, (Müddessir, 74/28) bir ateştir. Girdiği evde (kalbde) şöyle der: “Ben varım artık benimle başka hiçbir şey olmayacak”. Bu ise “La ilâhe illellah” (Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur) anlamındadır.Evde odun varsa onu yakar, odun ateş olur.Şayet ev karanlık ise zikir nur olur, karanlığı yok eder, evi nura boğar. Evde nur olunca ona zıt ve rakip olamaz, aksine zikir, zâkir (zikreden kişi), meşkur (zikredilen, Allah) dost olurlar ”Nur üstüne nur” (Nur, 24/35) olur o zaman.”  (S.95)

“Meleklerin gelişi umumiyetle insanın arkasından, bazan da üstündendir. Melekler topluluğundan ibaret olan sekînette (Bakara, 2/248; Tevbe, 9/26) böyledir. Sekînet kalbe iner. O zaman kalpte bir rahatlık, doygunluk ve tatmin bulursun.” “Bunda Peygamberin seninle beraber olduğunun alâmet ve işareti ise gayr-ı ihtiyarî olarak dil ile O’na olan salat ve selâmın devam etmesidir.” (S.99)

“Yine bir gün seher vakti halvette zikrederken meleklerin tesbihini işitmiştim. Hakk Teâlâ sanki dünya semâsına inmiş, melekler de; babası kızıp kendisini döveceğini anlayan çocuğun “tevbe, tevbe” deyip korktuğu gibi korkan ve kurtuluşu taleb ve arzu eden hallerle sözlerini süratle söylemeye başlamışlardı. Korku halleri şiddetlenen meleklerin “Ya Kadîr, Ya Kadîr, Ya Kadîr, Ya Muktedir”, diye yalvarmalarını duydum.” (S.99-100)

“Saf hâtır-ı Hakk ise ilhamla olur, ilham sahihtir. Gelen ilhama akıl, nefs, şeytan, kalp ve melek itiraz edemez, onu reddedemez. Bu ilhâm bazen gaybet hâlinde iken gelir. O zaman daha net bir şekilde hissedilir ve zevk hâline daha yakın olur. Bundaki sır ve incelik, Hakkânî havâtırın ilm-i ledünn (marifet, keşf, ilham...) olmasıdır. Yani ilham gerçekte hâtır değildir,Allah’ın ruhlara “elest bezmi”nde “Ben sizin Rabbınız değil miyim?” diye hitab ettiği (A’raf, 7/172) ve “Allah Adem’e bütün isimleri öğretti...” (Bakara, 2/31), âyetinin işaret ettiği ezelî ilimdir. Ruhlar da bunu böyle öğrendi. Ruhlar, ilm-i ledünnîyi şu anda da öğrenmek durumundadırlar. Ancak bu ilim, bazan vücut ve varlık karanlığı ile örtülür.” (S.100)

“Bir kere gaybet hâlinde iken Hz.Peygamberi -yanında Hz. Ali olduğu halde- gördüm. Hemen koşup Ali’nin elini tutup musafaha ettim. O anda bana ilham geldi: Resûlullah’tan gelen haberlerde şöyle bir şey işitir gibi oldum: “Kim Ali ile musafaha ederse Cennete gider” Döndüm Hz.Ali’ye “Bu hadis sahih midir?” diye sormaya başladım. “Evet Resûlullah (s.a) doğru söylemiştir. Benimle musafaha eden Cennete girer”, dedi.” (S.100-101)

“Tâbi ve uydu ruhlar şerefli ruhlardan bilgi alırlar. Bu öğrenme şu anda da devam etmektedir. Fakat bu şehadet âleminde değil gayb âlemindedir. Velîlerin ruhlarının peygamberlerin ruhları karşısındaki durumu gibi.”

“Ebu Hasan Harakani (öl. 425/1033) şöyle diyor: “Bir gün öğle üzeri arşa yükseldim, tavaf etmeye başladım. Bin veya bine yakın tavaf ettim. Bu esnada arşın etrafında, tavaflarını beğenmediğim halde benim tavaflarımın süratinden şaşıran sakin ve mutmain bir topluluk gördüm ve sordum:

– Kimsiniz, tavafınızdaki bu soğukluk ve ağırlık nedir?

– Biz meleğiz dediler, biz nuruz, tabiatımız böyledir.

Bundan daha farklı bir şey yapmaya gücümüz yetmez, dediler.

Bu defa onlar:

– Sen kimsin, tavafındaki bu sürat ve hareket nedir?

– Ben dedim, insanoğluyum. Bende nur ve nâr özelliği vardır. Süratim ise şevk ateşinin sonucudur.” (S.101)

“Yüce Allah bazan, işindeki incelik ve hikmetin gereği olarak şeytan vasıtası ile kullarını kurb makâmına ulaştırır. Bu şöyle olur: Şeytan halka karşı riya gayesi ile o kulların kalplerine ibadet sevgisini yerleştirir.Böylece onlar da halkın iltifatı için ibadet ederler. Halkın onlara iltifatı ve ilgisi arttıkça ibadete olan rağbetleri de artar. Bunun tadını aldıktan sonra gerçek kulluğun deryasına dalarlar. Diğer taraftan ibadet sadece Hak için olmak ister, başka türlü olmaktan imtina eder. İşte bu şekilde zikirlerle Hakk’a ibadet etmenin lezzetini tadarlar.” (S.102)

“Birgün halvette yalnız olarak zikirle meşgul olurken şeytan geldi. Halvet ve zikir hayatımı karıştırıp bozmak için hile ve tuzaklarını artırdı. O anda elimde bir himmet kılıcı hasıl oldu. Ucundan kabzasına kadar üzerinde: “Allah”, “Allah” kelimeleri yazılı idi. O kılıçla, insanı meşgul eden ve Allah’ı zikirden alıkoyan hâtıraları kovuyordum. O anda kalbime “Hıyelu’l-merîd ale’l-mürîd” (Azgın şeytanın mürid için kurduğu tuzaklar) ismi ile halvette bir kitap yazmak hatırıma geldi, (kalb hâtırı). Şeyhim izin vermeden böyle bir eser yazmam sahih olmaz, dedim. Benim şeyhim arasındaki rabıtanın sıhhatli olması sebebiyle sesini işittim. Şöyle diyordu: “Bu hâtırı bırak.. Şeyhime gaibte (rabıta yolu ile) danıştım. Allah bundan uzaktır bu hâtır şeytandandır. Şeytan, kendisine merid (azgın ve inatçı gibi çirkin ve kötü) bir isim verdi. Böylece şeytan kendine sövmez (kötü isim vermez) zannettin onun böyle yapacağını uzak bir ihtimal saydın. Gayesi seni (kitap yazmakla) meşgul edip Hakk’ı zikirden alıkoymak ve işini sarpa sarmaktır.” “Gönlünün fezasında veya kalbinde bir hâtır hissettiğin zaman hemen şeyhinle müşavere et. O, bu hâtır-ı Hakk’tır derse, bil ki, o öyledir. Bu hâtır-ı nefsdir ve şudur, budur dediği zaman iyi bil ki onun söylediği doğrudur. İşte zevke ulaşıncaya kadar senin için kaide bu yol ve usûldür.” (S.103)

“Tasavvufî hayatın başlangıcı sonuna nisbetle böyledir. Şüphesiz ki onun da başı hastalık sonu sıhattır. Zira başlangıçta kalp hastadır. Hassas ve titiz tabib durumunda olan şeyh tarafından tedavi edildiğinde sıhhate ve selâmete kavuşur. Bu sebeple (ibtida halindeki sâlik) başlangıçta ibadetteki lezzeti acı, günahtaki acılığı da tatlı bulur.” “Velayet mertebesine ulaşan havvastan (namaz ve oruç gibi) günlük ibadet yapma sorumluluğu kalkar mı? Teklifin, meşakkat mânasına gelen külfetten alınmış olması mânasında evet, düşer. Zira velîler külfet ve meşakkat söz konusu olmaksızın ibadet ederler, tersine ibâdetten zevk alır, bundan hoşlanırlar. (Bu anlamda teklif düşer)” (S.104)

“Şüphesiz ki namaz bir münacaattır. Lâkin âbid şeytana muvafık, Rahman’a muhalif olduğu sürece münacaatın lezzetini tadamaz, aksine ona yük olur, meşakkat verir. Zira muhalifin münacaatı beden için zor ve güçtür. Fakat âbid Rahman’a muvafakat, Şeytan’a düşmanlık etti mi, onun hakkında münacaattır. Lezzetlerin en iyisi de budur. Namaz, sevgili ile sohbet halini alır. En lezzetli şey işte budur.”

“Hadramî’nin şöyle dediği rivayet edilir: “Bir kısım insanlar ‘benim hululî’ olduğumu söylüyorlar. Ben ise kullardan tekliflerin düşeceğini söylüyorum. Peki Allah’tan başka bir varlık görmediğim halde nasıl ‘ben hululî’ olabiliyorum?Çocukluğumdan bugüne kadar hiç kaçırmadığım virdim ve zikrim olduğu halde teklifin düştüğünü nasıl söyleyebilirim? Evet ama ben şunu demek istiyorum: Allah’ın has kullarının ibadetinde külfet yoktur.” “İnsan uyuduğu, az da olsa vücudun ağırlıklarından kurtulduğu ve vücut denizi ile duyguları kapandığı zaman, göz, kulak, tatma, ağız, el, ayak ve diğer bir beden nevinden, gayb âlemine başka duyu organları açılır. (O bu organlarla) görür ve işitir. Gaybdan yemek alır ve yer. Bazen yemekten sonra uykudan kalktıktan sonra bile ağzındaki bu yemeğin tadını bulur. Konuşur, yürür, tutar, uzak yerlere gider, uzaklık onun için engel teşkil etmez. Ve o vücut, bu vücudumuzdan daha mükemmeldir.” (S.105)

“Muhayyile gücü bir mânayı, o mânaya lâyık bir kıyafet içinde tahayyül eder, tasavvur gücü o mânaya sûret ve şekil verir, Meselâ adî bir düşman köpek suretinde, haysiyetli bir düşman aslan şeklinde, büyük bir adam dağ biçiminde, padişah deniz tarzında , faydalı bir adam meyveli ağaç şeklinde, faydasız adam meyvesiz ağaç biçiminde, fayda ve rızık yemek halinde, dünya necaset ve koca karı vaziyetinde... tasavvur edilir, böyle suretlerde görülür. Tabir ilmindeki sır işte budur.” (S.106)

“İlk İstiğrak, ziriden vücudun istiğrakıdır. Bu da sadece vücut ve varlıktaki habis ve pis parçaların yok edildiği, (:::) ve iyilerinin bırakıldığı zaman vukua gelir. O zaman varlığın zikrini işitirsin. Her parça ve zerreden, borazanın üflemesi veya davulun sesi gibi zikir sesini duyarsın. Bunların zikri tam düzgün olunca, bu ses bal arısının vızıltısı haline gelir.” (S.107-108)

“Düzgün hale gelmeden (istikâmet elde etmeden) evvel, zikir baş dairesinde vukua gelir. Çünkü baş yüksek yerdedir. Oradan, kös, boru ve debdebe sesleri işitirsin. Zikir bir sultan ve kraldır. Debdebe ve şaşaası her gittiği yerde kendisiyle beraberdir. Nice kereler bu durum, delirme ve ölüm tehlikesi oluncaya kadar devam eder. Fakat sâdık kimselere böyle durumlar zarar vermez.” “Yine halvette zikrederken, şiddetli bir baş ağrısı ile beraber, bu tip sesler duydum. Halbuki ben, bu hususta sâdık ve samimi idim, o huzurdaki ayakların toprağına kendimi feda etmiştim. Bu ses ve sıkıntıları şeyhime anlattım. “Ölmeden ve aklını oynatmadan önce hemen halvetten çık, zikri bırak”, dedi. Ben, “Yolda iken ölmem, herhangi bir (tasavvufî makâmda ve) konakta iken ölmemden daha iyidir”, dedim. Bunun üzerine şeyh: “Ben şu andaki iç durumumdan haber veriyorum. Yok eğer bu yolda canını feda etmeye samimi olarak azmetmiş isen, bu gibi şeylere neden aldırıyorsun”, şeklinde karşılık verdi. Bu durum ve sıkıntılar-Allah bu düğmeyi çözünceye kadar- bir hafta devam etti. Zikir tekrar başıma doğru indi, yerleşti. Mutluluk, nefsin istekleri, ruhların lezzetleri ve kalplerin güzellikleri zuhûr etti.” (S.108)

“Bu davul ve boru seslerini müteakip çeşitli tonlarda sesler duyarsın. Su şırıltısı, rüzgâr sesi, yanmak üzere olan ateşin çatırtısı, geyik sesi, at ve yavrusunun uyurken çıkardığı ses, fırtınalı havalarda rüzgârın salladığı ağaç yapraklarının çıkardığı ses... vs. gibi.”

“Yer, gök ve ikisi arasındaki şeyler bu unsurlardandır. İşte bütün bu sesler, söz konusu cevherlerin, unsurların zikirlerinden ibarettir. Bu sesleri işiten kimse Allah’ı her lisanla (bütün varlıkların çıkardıkları seslerle) tesbih ve takdis etmiştir.” (S.108)

“İkinci İstiğrak. Bundan sonra zikir, başın yan tarafından daireye benzer yuvarlak bir kapı açar. Buraya yukardan önce bir karanlık, sonra bir ateş daha sonra bir ateş daha sonra da bir yeşillik iner. Karanlık vücudun karanlığı, ateş zikrin ateşi, yeşillik ise kalbin yeşilliğidir.” (S.109)

“Kalp bu esnada ferahlık hisseder (bağlarından çözülür). Sıhhatli olması halinde Rabb (c.c)a rağbet eder. Bu istiğrak fenâ anlamındaki istiğrak değil, kalpte meydana gelen zikrin istiğrakıdır. Kalp, bir kuyu, zikir ise içindeki suya sarkıtılan ve su çıkarılan, boşaltan bir kova gibi hissedilir. Bu anda organlarda uçma (hissi) meydana gelir, alışılmışın dışında zaruri hareketler görülür, titreyen kişinin (refleks) hareketleri gibi.”

“Sen ne zaman zikirden susarsan, sükût haline geçersen, göğüsteki kalp zikir taleb etmek için harekete geçer. Tıpkı ana karnındaki çocuğun hareketi gibi.”

“Kalbin zikri, arı vızıltısına benzer. Ne çok yüksek perdeden karışık bir ses ne de aşırı derecede alçak ve gizli bir ses!” (S.109)

“Kalbte meydana gelen zikrin alâmet ve işareti, önünde süratli bir şekilde nur saçan bir memba müşâhede etmendir.” (S.109)

“Bir başka alâmet ve işareti şudur: Zikir sağ tarafı, açar ve orayı damgalar. Tıpkı sende bir çıban çıktığı zaman bıraktığı iz gibi bir işaret bırakır. Ve oradan zikir nurları fışkırır. Sonra bu iz döne döne kalpteki zikir işinin yanına varır, zikirle beraber kalp hizasına varır. Oradan yandan arkaya doğru bir dönüş yapar.” (S.109)

“Üçüncü İstiğrak. Zikrin sırra düşmesidir Bu da Mezkûra (Allah’a) ulaşan zâkirin zikirden gayb oluşudur. Onda gark, olması ve aşk şaşkınlığı içinde bulunmasıdır. Bunun alâmetlerinden biri, sen zikri bıraksan bile zikrin seni bırakmamasıdır. Bu sana gaybet hâlinden huzûr haline geçişini hatırlatmak için zikrin sende, iç dünyanda uçmasıdır. Bir başka alâmeti de zikrin başını ve diğer organlarını bağlamasıdır.”

“Şu halde huzûr hâli olmaksızın harflerle yapılan zikre, dilin zikri; kalpteki huzûrun zikrine kalbin zikri; mezkûrda huzûrdan gaybet zikrine sırrın zikri denir.” (S.110)

“Zikrin –sadece dil ile söylense bile – büyük bir saltanatı (ve kudreti) vardır. Fakat vücut ve varlığın perdeleri, zikir saltanatının perdelerinden daha kalın ve kuvvetli olduğu için onun yanında zuhûr etmesi mümkün değildir. İşte Seyyar, uyku veya gaybet hâli ile vücudu söz konusu perdelerden soyununca vücudun bu zayıf halinden istifade ile zikir sultanı ortaya çıkar.” (S.110)

“İyi bil ki, seyr ü sülûkun sonunda yüzde zuhûr eden bir takım daireler vardır. Her sağa ve sola bakanda görülen nurdan yapılmış iki göz dairesi bunlardandır. İki göz ile iki kaş arasından zuhûr eden Hakk’ın nuru dairesi de bunlardandır. Yalnız bu dairenin – gözde olduğu gibi- ortasında nokta yoktur.” (S.111-112)

“Birgün halvette iken gaybet hâline girdim. Sonra yükseltildim, doğan bir güneşin önüne kadar getirildim. Onun şiddetli ve büyük kuvvetine göğüs gerdikten sonra güneşe sokuldum. Sonra bunu şeyhim Ammar Yasir’e (Öl.582/1186) sordum. “Allah’a hamdolsun” dedi. “Ben de bu gece ikimiz birlikte Mekke’ye gittiğimizi gördüm. Güneş göğün tam ortasında olduğu bir sırada Mekke’de Harem-i Şerifte bana şöyle dedin:

– ‘Ey Şeyh ben kimim?’ ‘Beni tanıyor musun?’

– ‘Sen kimsin’, dedim. Bunun üzerine sen:

– ‘Ben gökteki şu güneşim’ diye karşılık verdin.”

“Kudsî ruh latîftîr, semavîdir. Himmet kuvveti ile dolup taştığı zaman, semâya bitişir ve semâ onda gark olur.” (S.112)

“Gaybet hâlinde iken müşâhede ettiğin gökyüzünü; semâyı şu gördüğün semâ zannetme. Gayb âleminde daha latîf daha yeşil, daha saf daha parlak sayısız ve hesapsız gökler vardır. Kendi iç saflığını artırdıkça ve ilerlettikçe gökyüzü de sana daha açık, güzel ve saf görünür. Bu durumun Allah’ın safasını seyredinceye kadar devam eder. Allah’ın safasında seyr, seyr-ü sülûkun sonudur. Aslında Allah’ın safasının sonu yoktur.” “İyi bil ki Allah’ın bir takım mahdarları (mazhar, meclâ ve tecelligâhları) vardır. Bunlar sıfatların tecelli ettiği yerlerdir. Bir mahdarı, öbür mahdardan hâlinle ayırd edebilirsin. Bu makâma yükseldiğin zaman, elinde olmaksızın dilinden o mahdarın ve mazharın onunla ismi ve sıfatı çıkıverir. Sonra mahdarı ve mahdarın sıfatına ulaşırsın.” (S.113)

“Hakk’ın her sıfatından da kalbin bir hissesi vardır. Dolayısıyla bu sıfat kalpteki nasip ve bölümü vasıtasıyla tecellî eder. Bu suretle sıfatlar sıfatlar için, zâtlar zâtlar için tecellî eder.” (S.114)

“Yüz dairesi saf ve temiz hâle gelince- su kaynağının parlaklığı ve berraklığı gibi-nur saçar. İki kaş ve iki göz arasında olan bu nur kaynağı sebebiyle Seyyar nur kaynağını kendi yüzünde hisseder. Daha sonra yüz tamamen nura gark olur, önünden yüzünün hizasına kadar olan kısmı böylece nurdan bir yüz olur.”

“Daha sonra bu saflık ve safiyet bütün bedeni kaplar ve önünde kendisinden nurlar çıkan bir şahıs müşâhede edersin. Seyyar bu anda, vücudunun her yerinden bu şekilde nurlar fışkırdığını hisseder. Nice kereler olur ki bütün benlik perdeleri ortadan kalkar. İşte o zaman bütün bedeninle bütünü ve küllü görürsün.”

“Basiretin açılışı gözden başlar. Sonra sırayla yüz, göğüs, daha sonra ise bütün vücutta ortaya çıkar. Önündeki bu nuranî şahıs sûfilerce “mukaddem”, “şeyhu’l-gayb”, ya da “mizanu’l-gayb” diye isimlendirilir.” (S.115)

“İyi bil ki, melek, nefis ve şeytan senden ayrı ve senin dışında bir varlık değil, aksine sen onlarsın. Bunun gibi, yer, gök, Kürsî, Cennet,Cehennem, hayat, ölüm...de senin dışında olan şeyler değil, sende bulunan şeylerdir. Seyredip saflaştığın zaman bu (sır) sana açıklanacak inşaallah.”

“İyi bil ki “Allah yerin ve göklerin nurudur” (Nur, 24/35). Peygamberin nuru O’nun izzet nurundan, velîlerin ve müminlerin nuru ise peygamberin nurundandır. Demek ki nur ancak Allah’ındır. Şu iki âyetin sırrı da budur: “İzzet isteyen kimse bilsin ki izzet (şeref, kuvvet) Allah’ındır” (Fatır, 35/10); “... Şeref Allah’ındır, Peygamberlerinindir, müminlerindir” (Münafikûn, 63/8)”

“Alın hizası bu noktaların görülmesine tahsis edildiği için ancak orada görülebilir. Çünkü görüş buradan yapılmaktadır.” (S.116)

“Gayb âleminde Allah Teâlâ’nın yazdığı kitaplar vardır. Bir kısmı noktalarla, bir kısmı hareketlerle, bir kısmı da harflerle yazılmıştır.” “Seyyar önce -Kur’ân gibi- yazılan, anlaşılan ve idrâk edilen kitaplar görür. Sonra sır vaki olur. Onu bazan da vücut ve varlığın unutturucu karanlığından dolayı onu anlayamaz. Sonra kare ve daha başka şekilde hareketlerle yazılan kitaplar görür. Onları anlar ve okur, böylece ilm-i ledünnîyi öğrenir. Tekrar vücuduna döndüğü zaman hepsini unutur. Fakat kalbindeki bu anlayışın tatlılığı devam eder.” (S.117)

“İyi bil ki, Seyyarlardan herbirine ism-i âzamlardan bir tane verilmiştir. İsm-i âzam kalplerden fışkırır. İsm-i âzam âyetlerin bütününün bir araya gelmesiyle hasıl olur. Âlem-i gayb ve âlem-i şahadetteki bütün delillerin ortaya çıkış nisbetine göre ism-i âzamın harflerinden biridir.” “Mahabbet marifetin (irfân bilgisinin) meyvasıdır, çünkü bilmeyen sevemez. O’nun bize olan muhabbeti bizim O’na olan muhabbetimizden daha öncedir. Kişi sevdiği şeyi sık sık zikreder ve anar.” (S.118)

“Zât tevellî edince heybetiyle tecellî eder. Bunun üzerine Seyyar ufalır, yok olur. Küçülür ve ölecek gibi olur. O anda şöyle bir ses işitir: “Ahad, Ahad.... (“Bir,Bir!.). Zâtından fânî olunca O’nunla bâkî olur ve O’nunla yaşar.”

“Bazan Seyyar gaybet hâline girer, o zaman Hakk O’nu kendisine yükseltir. O’da kendinde rubûbiyeti tadar. Bu zevk bir anda olur. Allah’ın (azze ismuhu) bu zevki kuluna taddırması makâmların ve kerâmetlerin en yükseğidir.” (S.119)

“İstihlâk mahabbetin eseridir. Mahabbette ilk adım nefs için mahbûbun arzu edimesidir. Sonra nefsin kendisine fedâ edilmesidir. Daha sonra ikiliği unutmasıdır. En son merhale ise vahdaniyyette fenâ bulmasıdır. Mahluklarda kesintisiz ve sürekli bir hâl olmak üzere bir hâl olarak biz işte bunu tattık.” (S.120) “Mahabbetin sonu aşkın başlangıcıdır. Muhabbet kalp için, aşk ise ruh içindir.”

“Bu işin sonu nedir? Cevabı şudur: Bu işin sonu baş tarafa dönmektir. Ve bu işin başlangıcı cinsin kendi cinsini taleb ve arzu etmesidir. Bu ise o cinsten (O’ndan) bir nur ve lutufdur. Bu da şehvete temennî, yüreğe (fuâda) irâde, kalbe (gönüle) sevgi, ruha aşk, sırra vuslat, himmete tasarruf, sıfata saflık, zatta fenâ ve onunla bekâ, hâlini meydana getirir.” (S.121)

“Güç, kuvvet ve takat sûfilere göre mal ve hâl ile olur. Hâl, şehvetin nefsin, kalbin veya ruhun kuvvetidir. Mal ise bilindiği gibi sadece nefis ve şehveti takviye eden bir şeydir.”

“Nefis ve şehvetin de bâkî olma özelliği var mı ki bunu aynı tasnife soktunuz? Cevap olarak deriz ki: Nefis bu gayeyi kendisine gaye edinirse, tezkiye edilir, temize çıkar. Temizlenen kendini kınar (nefs-i levvâme), kınayan zikreder, tatmin olur ve kalbe dönüşür. Şehvet te bunun gibidir. Fânîden bâkîye indiği sürece kalbte şevk, özlem ve rağbet hâline gelir. O zaman kalbten at iniltisine benzer bir ses işitir. Bu nefse takvanın ilham edilmesinin ve şeytanın müslüman oluşunun sırrıdır.” (S.122)

“Kalp ve ruh, ikisi sadece Hakk’ı arayan, O’na âsi olmayan ve O’nun emrettiğinin dışında bir şey yapmayan Hakk’ı talebte cehd sarf eden iki haktır.”

“Hâl, yolculuğun sebepleri, (âlet ve edevatı) makâm ise yoldaki konaklar gibidir.”

“İşe yeni başlayan kimse yol çocuğudur. Ortada olan olgun kişidir. Sonra olan ise şeyhtir, ihtiyardır.”

“Yavrunun kanadı, orta yaşlının kanadı gibi, orta yaşlının kanadı da müntehinin kanadı gibi değildir.”

“Yavrunun kanatları havf-recâ, orta yaşlının kanatları kabz-bast,ihtiyarın kanatları ise üns ve heybettir.” (S.123)

“Onlardan sonra marifet, muhabbet fenâ-bekâ, vasl fasl, sahv-sekr, mahv-isbat kanatlarına yükselir (ve bu kanatlarla uçar)” (S.123-124)

“Çocukların âdetî böyledir. Bir müddet karakışa benzeyen havfta, bir müddet cehenneme benzeyen recânın sıcaklığında, kalırlar bir müddet orada müstakim ve düzgün hale gelirler. Bu onların zaaf ve eksikliklerinden ileri gelir.” (S.124)

“Kabz ve bast orta yaşlı kimsenin iki kanadı haline gelmiş ve onun işlerini dengeleyen bir terazi gibi olmuş, ikisi arasında bir yol teşkil etmiş ondan sağa veya sola sapmak Seyyar için bir sıcaklık veya soğukluk halini atmıştır. Zira bunun sebebi her ikisinde yani kabz ve bastın havf ve recâdan, -derece yönünden-bir mertebe üstün oluşudur.Sebebi de şudur: Havf ve recânın sebebi ilimdir, kabz ve bastın sebebi ise Seyyardaki kadîm kudretin tasarrufudur.” (S.124-125)

“Bu meydana girişin ilk günlerinde kalp bazan -iz ve eseri yüzde görülecek şekilde- bast hâlinde, bazan da yine izleri yüzde tezahür edecek şekilde kabz hâlinde olur. Bu, kabz ve bast meydanındaki telvîn makâmıdır. Müstakîm olan kimse burada hem kabz hem de bast hâli içinde olur. Fakat cahil bir kimse onu gördüğünde sadece kabz hâlinde olduğunu, hâlden anlayan bir kimse onu gördüğünde hemen onun içinde bast cevheri bulunan bir kabz hali dolabı olduğunu alnından okur.”

“Ceberut ve kibriya sıfatları onları yüceltir onlar ise, cemâl ve rahmet sıfatlarını gizlerler. Sanki hatırlama, ağır davranma ve vakardaki şiddetten dolayı zincirle bağlanmış gibi bedenleriyle kabz halindedirler. Rüzgârın estiği bir yerde güzel koku satan kimse gibi de ruhlariyle bast halindedirler.” (S.125)

“Cemâl sıfatların celâl sıfatlara nisbeti sûret ve dış güzellikleri yönünden kadın-erkek arasındaki güzelliğe benzer. Mâna itibariyle ise, durum bunun tersidir, (Erkek kadından, celâl cemâlden daha güzeldir).”

“Cüneyd Bağdadî şöyle diyor: “İçinde olduğumuz durumu sultanlar bilseydi, o hali elde etmek için muhakkak bize kılıçlarıyla savaş açarlardı”. (S.126)

“Orta yaşlı zat bu iki kanatla şeyh meydanına doğru uçar. Ve orada kabz bast, heybet üns ile yer değiştirir. Heybet ve üns kabz ve bastın bir üst derecesidir.”

“Şeyh olan kimse dahi bu iki kanatla sırat-ı müstakîm ve istikametten sapabilir, sağa sola kayar. Bu onun telvini ve temkînidir. Telvîn bazan, kerem, lutuf, rahmet ve fazl gibi cemâl sıfatlarının tecellisi ile olur. Bu halde şeyh ünse gark olur. Bazan da kuvvetli bir tutuş, satvet, izzet, büyüklük, yücelik, güç, kudret gibi celâl sıfatlarının tecelli etmesiyle olur. O zaman da şeyh heybet hâline gark olur.”

“Hem korkan (hâif) hem ümid eden (râci) İslâm makâmındadır. Kabz ve bast hâlinde olan iman ikân makâmındadır. Üns ve heybet sahibi muttaki bir âriftir.”

“Heybet ve ünsten, mahabbet ve marifet kanatlarına ve fenâ-bekâ kanatlarına yükselir.”

“Kabz ve bast ise sıfatların meyvesidir. Onun için bu noktada Seyyar orta yaşlı bir kimse durumundadır. Zira sıfatlara vâsıl olmuştur.” (S.127)

“Havfın tam ve mükemmel oluşu devamlı ilimle, kabz ve bastın tamamlılığı ise devamlı olarak yapılan sabır ve şükre bağlıdır. Üns ve heybetin mükemmel oluşunun sebebi de devamlı 'rızâ ve tefvîz'dir.”

“Marifet ve muhabbet kanatları aynı yerde ve aynı hizada beraberce bulunmazlar. Daima marifet kanadı muhabbet kanadından öndedir.” (S.128)

“Her irfan kendi gücü oranında muhabbet ve şevki beraberinde getirir.”

“Seven kimse sevgide fâni olunca, sevgisi, sevgilisinin sevgisi ile birleşecek ve bütünleşecektir. Artık o zaman ne kuş ne de kanat vardır. Bu takdirde onun uçuşu ve sevgisi –kulun Allah’a olan mahabbeti ile değil- Hakk’ın kendisine olan mahabbeti ile Hakk’a aittir.”

“Hâl seni bir makâmdan diğer bir makâma nakleden şeydir. Makâm ise yorulduğun zaman oturduğun ve dinlendiğin yerdir.” (S.129)

“Vakit keskin bir kılıçtır. Şayet keskin olmasaydı düşünüp taşınıncaya kadar seni beklerdi. Halbuki zaman keskin bir kılıç gibi geçip gidiyor, hükmünü icra ediyor. Sûfî 'ibnu’l-vakt'tır, vaktin oğludur. Çünkü onunla beraber döner. O, geçmişe de bakmaz geleceğe de. Çünkü onun maziye veya müstakbele bakması geçmişi veya geleceği düşünmesi şu andaki vaktinin boşa harcanması demektir.”

“Murâkebe sevgili olan Hakk ile sûfînin karşılıklı birbirini gözetlemesi demektir.”

“Hayır, şer, başkasına kulak verme ve yönelme nevinden kulun yaptığı her şeyi Hakk Taâlâ gözetlemekte ve denetlemektedir. O Rakîbdir.”

“Sûfî de belâ ve dostluk nevinden üzerime ne gelecek diye Hakk’ı gözetlemekte onun rakîbi olmaktadır. Bunları, yolun başında sabır ve şükürle, yolun ortasında şükür ve isâr ile, başka bir zaman da bütün bunları tek bir hal olarak karşılar (ve lutfun da kahrın da hoştur, der).” (S.130)

“Allah kendisine dönenlerin kalblerini, kendisinden gelen bir nur ile bağlar, o zaman Seyyar kendisi ile gökyüzü arasındaki rabıtayı, sanki ikisi bir şeymiş gibi tadar.”

“Küçükken ıssız bir evdeki bir kısım eşyayı beklemek için orda tek başına gecelemiştim. Eve hırsız girecek, diye durmadan şeytan vesvese, nefsim ise vehim veriyordu. Halbuki kapılar da kapalı idi. Ben de gaybî duyguların ortaya çıkışı, hislerin yanılması ve korkunun şiddetinde olacak ki hırsızın var olduğunu zannettim. Sanki adamın tıkırtısını duyuyordum. Kapının yanına geldi, kapıyı çaldı, kapalı olduğunu anladı, sonra sürgü ile oynamaya başladı, nihayet kapıyı açtı ve içeri girdi. Aklım başımdan uçtu, bayıldım. Ertesi gün öğleyin aklım başıma geldiği zaman kendi kendime “bana ne oldu”, dedim. O anda gece hırsızı eve girişini ve bazı eşyayı alışını hatırladım. Hemen eşyaya baktım. Hepsi yerli yerinde. Kapıya koştum o da kapalı. O zaman bunu himmetimin yaptığını anladım. Çok korkulduğu zaman, (hayalî) korkunç şahısların zuhur etmesinin ve görünmesinin sırrı, bu sır (ve vehim)dir.”

“Cem’iyet kalbin Arşa ulaşması, başka bir ifade ile Arşın kalbe kavuşmasıdır. Veyahut da yolun ortasında ikisinin karşılaşmasıdır. (Cem’iyetu’l cemiyet). Cemu’l-cem ise kalp ve arşın Hakk’ta yok olmasıdır. Bu ise Hakk’ın her ikisi üzerine istiva etmesidir.”

“Allah’ın Arşı istiva etmesi (Bk. Furkan, 25/59; Taha 20/5) kalpleri istiva etmesine göredir. Şu kadar var ki Arşı istiva etmesi celâlî, kalpleri istiva etmesi ise cemâlîdir.” (S.131)

“Bu da “Rahman ve Rahîm”in mânasıdır. Rahman Arşa istiva eden, Rahîm kalpte tecellî edendir.” (S.131-132)

“Rahman kelimesini söylediğin ve bir başkasından işittiğin zaman, büyüklük, yücelik,kudret, azamet, kuvvetlice yakalama ve tutma gibi bütün celâl sıfatlarının toplamını o kelimede bulur ve hissedersin. Aynı şekilde rahîm kelimesini söylediğin veya başkasından duyduğun zaman ise, nimet, selâmet, âtıfet, kerem, lutuf, rahmet gibi cemâl sıfatlarının tümünü tadar ve hissedersin.” “Ruhlar, sırların mahalleri ve halk ile Hakk arasındaki alâkalar ve bağlar haline getirilmişlerdir. Bu kâinat ile onu meydana getiren (mükevvin ile mükevven) arasındaki bir iştir.” “Bu söylediğim mânayı Allah’ın şu ifadesi sana daha iyi açıklar: “...Sana ruhun mahiyetinden sorarlar. De ki, o Rabb’imin emrinden ibarettir....” (İsrâ, 17/85) Bu ifade, ruhun mânası konusunda bir sükût ve susma değil, aksine onu bir tefsirdir. Fakat Allah, ile peygamber ve müminler arasındaki sırdan dolayı cevap vermekten susmaya benzer.” (S.132)

“Bu makâma ulaştığım ruh levhimde yazılan ilk yazı şu idi: “Bismillahirrahmanirrahim” Besmeledeki “Allah” kelimesinin mânası “Rahman ve Rahim” diye açıklanıyordu. Yani marûf (bilinen) cemâl ve celâl sıfatlarıyla mevsuftur.” “Birgün gaybet halinde iken Resûlüllah ve ashabını görür gibi oldum. Sordum: “Ya Resûlallah Rahman’ın anlamı nedir?” Resûlüllah cevaben: “O Arşa istiva edendir” (Taha 20/5; Furkan, 25/59) dedi. Bu defa: “Peki Rahîm ne demektir?” buna karşılıkta: “O müminler için Rahîmdir” (Ahzab, 33/43) diye bana âyetlerle karşılık verdi.” “Bazan şiddetten sonra ferahlık, heybetten sonra üns, kabzdan sonra bast, fetretten sonra rağbet, hâllerinden sonra, Allah’a yönelen kimse için vech i kerimin bütün daireleri sanki tesbih imiş ve tesbih ediyormuş gibi ortaya çıkarlar. O zaman Allah’ın mübarek vechinin nûrları tecelli eder.” (S.133)

“Halvette bulunan zâkir, zikre başlar ve zikri de kalbe ulaşır basireti ve kalb gözü açılır, halvetle ünsiyet eder sadece zaruri ihtiyaçları için halvetten çıkar, sonra tekrar halvete girer ve zikre başlarsa çekirge sürüsü gibi zikir orduları Seyyara hücum ederler. Bunlar, arı vızıltısına benzer bir ses çıkarırlar. Ordu, Seyyarın arkasından dolanarak onu sarar, çepeçevre kuşatır. Tıpkı ateşin odunu kuşattığı gibi.” “Bir gün ona giden yoldaki engelleri ve perdeleri kendi irâdem olmadan aşıp geçtim. Daha doğru bir ifade ile, bu perdeler ötesi âleme geçirildim ve orada ölümün tadını tattım.” (S.134)

“Sonra tekrar vücuda (normal hâle) döndüm. Bütün yorgunlukları atmış müsterihtim. Şevk, yakîn kulluk ve hayret ile dolu idim.”

“Kalb ve ruh toprağa ait parça (ve ağırlıklardan) kurtulduğu ve ruhî kuvvetlerle takviye edildiği müddetçe Seyyar da oturma, uykusuz kalma ve zikir yapma hâline devam eder. Uyumak için yanını yere koyup yattığı zaman bile, kesinlikle bilir ki, yerde yatmış olmakla beraber Aziz ve Celîl olan Allah’ın zikri ile oturmaktadır. Bu hale son derece taaccüb eder.”

“İşte bunun gibi kim zikir için ayakta durmayı âdet haline getirir, sonra oturursa, kendisini devamlı ayakta hisseder. İşte o zaman Hay ve Kayyûm (Bk. Âl-i İmran 3/2; Bakara, 2/255) olan, kendisini bir uyku ve uyuklamanın olmadığı (Bakara, 2/255) Zât ona tecellî eder. İşte “daimâ kâim olan” “kıyamı dâim olan” da böyledir. (Seyyar, Allah’ın Kayyûm, daimâ kaim, Hay ve uyumayan vasıflarının mazharı olur).”

“Seyr hayatının başlangıç ve bitiş mertebeleri arasındaki Seyyarın durumuna gelince: Yatırılmaz ve çok uyutulmaz. Kendi irâde ve isteği ile yattığı zaman ise üstünden etrafını çepeçevre saran zikir askerlerini görür. Onların arı vızıltısına veya rüzgar sesine benzeyen seslerini işitir. Artık bu seslerden uykusu kaçtığı için uyuyamaz. Bu durum zâhirî duyguların zayıf, bâtınî hislerin, kalbî duyguların kuvvetli olduğu zaman meydana gelir.” (S.135)

“Bununla beraber şeyh bazan sadece müridin işini tamamlamak veya bazı faydalar için onu halvete sokar, bazan da herhangi bir fayda gözeterek halvete başlatır. Meselâ müridin içi kötü şeyle dolu olur, şeyh de bu gibi şeyleri, halvet sopasından başka bir vasıta ile söküp atmaya kâdir olamaz, onun için müridi halvete sokar.” “Halvete ilk olarak girdiğim zaman içimde bir nevi riyâ ve şöhret duygusu, bu tarikatı minberlerden insanlara anlatma ve aktarma arzusu vardı” “Sonra anlayabildiğim kadarıyla “Bu yol doğrudur” diye bende bir keşif meydana geldi. Fakat halvetin temeli bozuktu. Çünkü gayem sahih ve niyetim sadık değildi. Halvetin dışında bir miktar kitaplarım vardı, onları düşünür dururdum. Bu kitaplar on bir kere beni halvetten çıkardılar.” (S.136)

“Ruhumu ele aldım ve kendi kendime: ‘İşte o budur al onu’ dedim. Kitaplarımı vakfettim elbiselerimi hediye ettim. Paraları tasadduk edip dağıttım. Dünyayı arkama ittim kıyameti önüme getirdim. Ar ve namus elbiselerini çıkardım, insanlar hakkımda şöyle düşünsünler diye: “Perişan ve zelil oldu, boyun eğdi veya aklını yitirdi, olacağı bu idi zaten”. Kendimi şeyhin önünde teneşir tahtasındaki ölü gibi hissettim. Şöyle dedim: “Şimdi kabre gireceğim ve kıyamet kopmadan oradan çıkamayacağım”. Nihayet, geriye kalan üzerimdeki bu elbise benim kefenimdir. Şayet halvetten çıkmak için aklıma bir şeyler gelir ve bunlar da kuvvetlenirse-insanların yanına çıplak çıkmaktan haya edip çıkmamak için –şu üzerimdeki elbiseyi yırtar parça parça ederim. O zaman sadece halvethânenin duvarları benim için elbise vazifesini görür. Bütün bunlar kurtuluş ve necata karşı olan aşırı şevkimin neticesidir. İşte bu düşüncelerle girdiğim halvetten şeyhimin izin ve müsaadesi olmadan çıkmadım, ayrılmadım.” (S.136-137)

“Şeyhim Ammar Yasir, bana şöyle demişti: “Halvete girdiğin zaman sakın nefsinle konuşma. Kırk günlük halveti tamamlayıncaya kadar buna uy. Nefsiyle konuşan kimse daha ilk gün halvetten çıkarılır. Eğer konuşacaksa nefsine şöyle desin: ‘Burası kıyamet gününe kadar senin kabrindir. Bunu iyi bil’ ”

Sonra sözüne şunu ekledi: “Bu çok ince bir noktadır ve bununla ancak (Hakk’a) ulaşanlar ikaz olunur.”

“Halvete ısındığı zaman onun zıddı olan şeylerden sıkılır. Bundan sonra kendisi için halvete girdiği zatın zikri ile ünsiyet kurar. Bu Hakk Sübhanehu ve Teâlâ’nın zikridir. Bazan zikir ünsün önüne geçer. Fakat umumiyetle birlikte yarışır ve yekdiğerini takib ederler.” (S.137)

“Zikirle meşgul olan Seyyar kendisine şöyle seslenilen bir makâma ulaşır: Zikrin, seni nasıl zikrettiğini görmek için zikretme. Çünkü o mezkûrdur. Zâkir değildir. İnsan devamlı olarak Hakk’ın mezkûrüdür. Ancak Allah ile aralarındaki koyu karanlıklar ve kesif perdeler sebebi ile bunu işitememekte ve duyamamakta. Onlar işitmezler ve bu hâli hissetmezler.” “Mürid, zikirde istiğrak hâline ulaştığı zaman sülûku inkıtaa uğrayanların kaldıkları yerde kalmasın, diye zikri bırakmasını şeyh ona emreder.” “Seyyar dil ile yaptığı zikirle uzun bir zaman geçirdikten sonra, kalbin bu zikirden bıkıp usandığı bir noktaya ulaşır. Artık dil ile yapılan zikir.kalbi karıştırır, teşvişe uğratır. Onun için dili, zikretmekten alıkoyar, kalbteki huzuru devam eder senelerce dil ile zikredemez. Bu şahıs mü'min, mukîn ve mutkındır (imân eden, şüphesiz ve yakînen bilendir). Ancak, farz namazları kalp takvası ile fiilen edâ eder. Çünkü kalp, farzların terk edilmesi yolunda asla fetva vermez. Hiçbir zaman şüpheli konularda da fetva vermez.” (S.138)

“Biri semâya çıkan, diğeri oradan inen iki soğukla, dâhil ve bâtın serinler, harareti gider. O zaman Seyyar, soğukta donuk bir hale gelir. Bu af soğukluğu ve serinliğidir. Neşe, sevinç, hafiflik ve rahatlık içinde ve kötü olmayan, iyi olan bir şekilde Seyyar donar. Bu donukluğa elbiselerin çokluğu veya evin sıcaklığı fayda vermez. Hatta ateşe de girse durum değişmez.” “Namaz aydınlığı ve neşesi bu ateşin-tamamını değilse bile-bir kısmını söndürür öbürlerine kâfi gelmez. Onların sönmesi için kısas, had, keffaret ve hepsine tevbe etme soğutucularına ihtiyaç vardır.” (S.139)

“Yakıtı, taş kesilen kalpler ve insanlardan meydana gelen ateş tutuşturulunca, kalbin sahibi Rabbını unutur ve böylece ateş yiyeceğini ve yakıtını temin eder.(Bk. Tahrîm, 66/6). Ateş doyunca heyecanı sukûnet bulur, o zaman günahkâr olan durumunu hatırlar, bâtıldan yüz çevirip Hakk’a yönelmeye gayret eder.” (S.139-140) “Bu soğukluk da bir cüzdür, onun da yok olmayan bir küllü vardır. Ancak bu da külle katılır. O kül Cehennemdeki Zemherîr (soğuk yer) dir.” “Halvet, zikir, oruç, temizlik, susma, nefyu’l havâtır (hatıraları kovma, ve yok etme), râbıta ve arzuları tevhid etmekle kalbin aynası bu pastan temizlenip parlatılır.” “Zikir ateştir, törpüdür ve çekiçtir. Halvet, demirci ocağıdır. Oruç ise iç ve dış temizlik, cilalama âletidir. Susma ve nefyu’l-havâtır Seyyara gelen karanlık vâridleri yok etmektir. Rabıta talebedir, istekleri tevhîd etmek de öğretmendir.” (S.140)

“Bir defasında Mağrib’de iken birine âşık olmuştum. Himmetimi (ve manevi gücümü) onun üzerine musallat kıldım. Himmetim onu aldı, bağladı ve benim dışımdaki herşeyden menetti. Fakat başka râkibleri bulunduğu için sustu, açık açık konuşamadı. Bununla beraber lisan-ı hâl ile benimle konuşmaya başladı. Konuştuğunu anlıyordu. Aynı şekilde ben de onunla konuşuyor ve bunu anlıyordu. Bu iş, ben o, o ise ben oluncaya kadar devam etti. Ve aşk ruhun mutlak saflığına düşmüş oldu. Ruhu, bir seher vakti bana geldi, yüzü toprağa sürmekte idi. “Ey şeyh elamân, elamân! Beni öldürdün, yetiş!” diyordu. Ne istiyorsun, dedim. “Gelip ayağını öpmek için beni çağırmanı istiyorum” dedi. İzin verdim. İstediğini yaptı. Sonra yüzünü kaldırdı gönlümden kâm alıp rahatlayıncaya kadar kendisini öptüm!” (S.140- 141)

“İsteseler de istemeseler de canlıların nefislerindeki zikir, alıp verdikleri nefeslerdir. Çıkan ve giren her solukta Allah (c.c)ın ismi vardır. Bu da “he” sesidir. Çıkan “he” nin kaynağı kalptir, inen “he” nin kaynağı ise Arştır. “Hû” kelimesindeki vav ise ruhun ismidir.” “Şeyhlerden biri -Sehl b. Abdullah Tüsterî (Öl. 283/986) olduğunu zannediyorum- müridlerine şöyle demişti: “Size bir belâ ve musîbet geldiği zaman sakın oh! demeyin. Çünkü bu şeytanın ismidir ‘Âh’ deyin. Bu Allah’ın ismidir” “vah”, “vah” da böyledir. Çünkü bu, “Hû”nun ters dönmüş şeklidir.” “Dil bir harf ile zikretmek için kâfi gelmez. Çünkü lisan çift olan şeylerdendir (küçük dil, büyük dil). Kalb ise böyle değildir. Zikr için bir harf ona kâfidir. Çünkü kendisi de herkesin göğüs boşluğunda bir tanedir.”

“Allah kelimesindeki “he” bu “he” dir. Elif ile lâm harf-i tariftir. İkinci lâmın şeddesi tarifi kuvvetlendirmek içindir. Bu durumda sondaki “he” ile tarif lâm’ı sakindir. Arapça gramerine göre iki sâkin harf yan yana gelince birincisi kesre ile harekelenir. O zaman Elihe olur. Ama bu takdirde fiile benzer ve vezninden çıkar. Daha sonra bir “lâm” ilave edilir ve bu lâm kardeşi olan öbür lâm’a eklenir ve birinci aslına uygun olarak cezm edilmiş halde kalır, ikincisi harekelenir. Bütün bunlar İsm-i a’zamın “h” olduğuna dikkati çekmek içindir.” “”He” sakindir dedik, zira onun aslı kalbtendir. Kalp daire biçimindedir. “He” harfinin yazılıştaki şeklinin yuvarlak oluşu bu mânaya işaret etmektedir. Daire, merkezi ve aslı olan noktadan ayrılmaz, hareket etmez. Kalp dairesinin merkez noktası ise Hakk’tır” (S.141)

“Sözkonusu ettiğimiz “ha”, ağzımızla telaffuz ettiğimiz “he” değildir. Çünkü bu “he” “h” ve “elif”ten meydana gelen iki harftir. Bununla biz aslı itibariyle bir olanı, dilden değil kalbteki aslı yönünden tek olanı ve çiftler âlemine katiyyen çıkmayanı kasd ediyoruz. Çünkü kalp, birlerle çiftler arasında bir vasıtadır. Bununla ismi aziz olan Allah’ın şu büyük sırrı ortaya çıkıyor: “Herşeyden çift çift yarattık ki iyice düşünesiniz. O halde hemen Allah’a kaçınız” (Zariyat, 51/49,50). Yani ikiliklerden birliğe koşunuz.” “Kalp kelimesinin sözlük anlamı bir şeyin, şekil ve mâna yönünden ortası ve özü (adl) demektir. Burada “he” harfi de -ebced hesabıyla- beş rakamının ismidir. Beş ise tek rakamlı harflerin (1-9) tam ortasında yer alır. Beş vakit namazın sırrı da buradan zuhûr ediyor. “İslâm beş temel üzerine kurulmuştur” hadisi de öyle.”

“Hüviyet ikidir: O’nun hüviyeti, senin hüviyetin. Kendi hüviyet ve kişiliğini yok edersen O’nun zâtı ile bâkî olursun. “Lâ ilâhe illâllah” sözünün mânası da budur. Yani O’nun hüviyetinin dışında gerçek hüviyet yok.” “Kendi hüviyetini yok ettiğin oranda O’nun hüviyeti seni bürür. Böylece, önce –iyi olsun kötü olsun – kendi sıfatlarının hüviyetleri fâni olur. O zaman O’nun cemâl ve celâl sıfatları seni bürür.” (S.142)

“Allah’ın kelâm ve sözü, gayb âleminde elbiseden soyununca, Seyyar sanki kulağının zarı patlıyormuşçasına birtakım sesler işitir. Seyyar o anda- istese de istemese de-kendinden geçer ve secdeye kapanır. Sonra Hakk’ın cemâli ona ulaşır ve onu isbat eder, var kılar (mahv-isbat). Bu durum Seyyarın takati ve manevi gücü oranında olur. Allah, kelâmındaki tecrid halini devam ettirirse Seyyar ölür (ilâhî kitabı, çıplak bir şekilde dinlemeye takat getiremez). Hz.Musa (a.s)’ın durumu ona keşfen gösterilir. İsmi aziz olan Allah Hz. Musa’ya şöyle demişti: “Biz seninle on bin insanın kuvvetiyle konuşuruz. Bunu biraz daha çoğaltsaydık muhakkak ölürdün.” “Tusterî demişti ki: “Ah Allah’ın ismidir. Sebebini anlatmıştım. Oh şeytanın ismidir.” Çünkü hı’nın çıkış yeri kalp dediğiniz kurb makâmından uzaktır.” (S.143)

“Nefis rahatı bulunca istirahat eder, keyflenir ve: “Oh! der, yan gelip yatar. Çünkü şeytanın sevgilisi ve dostu bu kelimedir. Kadehleri kardeşinin ve dostunun ismi ile yudumlar. Kendisine musibet ve belâ oku isabet edince yine oh der. Halbuki nefs-i mutmainne ise bilakis darda kaldığı zaman “Allah, Allah” der.” “Bu isim, yani “ha”, İsm-i azam’a bitişecek kadar bir noktaya ulaşır. İsm-i azam’ın başlangıcı da Allah’tandır. Çünkü Allah kelimesi bütün cemâl ve celâl sıfatlarını içine alan zat ismidir. Fakat daha sonra keşfin artmasıyla mânası açıklık kazanır, Allah kelimesinin harfleri azalır ve o zaman sen “hû”dersin ve hû hazır, yakîn ve sabit olan Zat’a işarettir. (gâibe işaret değildir)” “Zaman zaman isim denizine düştüğü vakit Seyyarın kalbinden – kendi irâde ve isteğine bağlı olmadan – bir sayha ve ses çıkar. İlk zamanlar bu göğüsteki bir hıçkırık gibidir. Sonra (He harfi) kuvvetlenir ve İsrafil’in sûrunun nefesi gibi Seyyarı veya başkalarını öldürebilecek bir makâma yükselir.” (S.144)

“Cüneyd Bağdadî'ye (Kaddesellahu sırrehu) dervişlerin sayhalarından soruldu. Şöyle cevap verdi: “O İsm-i azam’dır. Onu kim inkâr eder veya kötü görürse kıyamet günündeki sayhanın lezzetini bulamaz.” (S.145)

“Hüzün mutlak susmadır. Onda sayha yok, sadece nefes darlığı hastalığına tutulan bir kimse gibi soluk alır-verir. Sadece korku sebebiyle uzun uzun nefes alıp vermeler vardır.” “Hüzün, arzu edilen bir şey elden kaçırıldığı zaman söz konusudur. Bunun hakikati kalbin sevgiliye özlem ve hasret duyması gibidir. Ancak o halinde, özlem duyduğuna vasıl olduğu için artık için özlem duymaz. Ama ayrıldığı zaman ayrılışı sebebiyle hüzünlenir. Hüzün elbisedir veya dış kabuktur. İç ve öz ise ya özlemdir veya özleyendir. Başka bir benzetişle hüzün lokmadır. Âşık o lokmayı yiyen kimsedir veya hüzün şarabtır. Aşk veya âşık bunu içen kimsedir.” “Özleyenin özlemi sürekli olarak hüznün lokma ve suyu ile kuvvetlenince hemen ülfet ve dostluğa adımını atar. Onun sayhası ve feryadı, kendi irâdesi dışında ona doğru adımını atmış olmasındandır. Bunun gibi bütün kuşlardan çıkan sesler göğüslerindeki özlemden kaynaklanır. Bu sesler, ya öncesinde hüzün bulunmayan bir zevk ve safânın eseridir, veya öncesinde güçlendirici bir hüzün bulunan haz ve zevkin neticesidir.” “Bu Allah ile üns ve bast hâlinin ondan da öte O’nunla olan ferah ve sevincin bir neticesi ve meyvesidir.” (S.146)

“Gaybet hâlinde iken bazı semâlar görülür, onlarda yıldızlar, güneşler,aylar vardır. Hepsi yakînin sebeplerindendir.” (S.147)

“Cesedlerden önce ruhların bir araya toplanması, yine cesedlerden önce birbirlerini ziyaret etmelerinin sırrı, ruhların cesede olan üstünlüğüdür. Bütün insanlar için durum böyledir. Ancak zevki bozulanlar bunu hissedemezler. Varlık hastalığının basirete çökmesi sebebiyle gözü kör olanlar da bunu göremezler. Bu ruhların meclisinden ancak gücü nisbetinde nasibini alır. Meğer ki, insanlardan her biri, ruhların birleşmesinden kendi miktarlarınca pay almış olsunlar.” (S.147-148)

“Avam akılla hatırlar ve dille zikreder. Avama mezkûr hücûm edince, şu atasözünü söylerler: Dostunu ve sevdiğini zikrettin, o halde kuru üzümü hazırla! Bunun mânası şudur: O seni ruhu ile ziyaret etmiştir veya sen onu ruhunla ziyaret etmişsindir, ziyaret yakında şahıslar ve bedenler arasında vaki olacaktır.” “Şeyh bizim olduğumuz şehre yaklaşınca onun vakar, bölge ve himmeti bir dağ gibi üzerime çöktü. Bu durum karşısında hiç kımıldayamadım. O anda bana bunun Şeyh olduğu, misafir olarak gittiği köyden dönmekte olduğu ve buraya yaklaştığı ilham edildi. Ve arkadaşlara: “Haydi geliniz, Şeyhimiz geliyor karşılayalım”, dedim. “Sana bunu kim haber verdi”, dediler. Ben de “O’nun vakarı üzerime düştü”, deyince alay edercesine güldüler. Benim ciddî olduğumu gördüklerinde ise bu söylediğimin gerçek olup olmadığını denemek için yola düştüler. Şehrin dışına çıkar çıkmaz ata binmiş olan Şeyh, güneş gibi bir tepeden üzerimize doğdu.” (S.148)

“Onun himmeti ile ruhlar-isteseler de istemeseler de- huzura gelirler. Sonra hâli ilerler ve ölülerle dirilerin ruhlarını ayırd eder. Nebîlerle şehidlerin ve diğer insanların ruhları arasındaki farkı görür.” “Gaybet hâlinde iken din âlimlerinden birini gördüm. Gökyüzü berrak ve yıldızlarla dolu idi. Âlim, “Bu güneş ve yıldızların mânasını anlıyor musun?” dedi. Buyurun söyleyin dedim. Şöyle dedi: “Allah gece ve gündüz kullarına bakar, O’nun gece bakışı yıldızlar, gündüz nazar etmesi ise güneştir”. (S.149)

“Bir başka gaybet hâlinde de gökyüzü Kur’an kitabı gibi ortaya çıktı. Dört köşe şekiller ve noktalarla şöyle yazılmıştı: Bu Taha suresinin şu âyeti idi: “...Gözümün önünde büyüyesin diye senin üzerine benden bir sevgi koydum...” (Taha, 20/39-40) Bunu anlıyor ve okuyordum. Bunun, tanıdığım bir kadına dair olduğu bana ilhâm edildi. Kadının ismi Benefşe (menekşe) idi. Gayb âlemindeki ismi ile, “İsteftiyn” idi.” (S.149-150)

“Seyyar makbul haline gelince gayb âleminde ona isim ve künye veririler. Şeytanın ismi ile Allah Taâlâ’nın ism-i azam’ı ona tarif edilir. Benim gaybtaki ismim Kanterûn’dur.” “Gaybet hâlinde olduğum bir sırada Resûlüllah’ı, yanında ikinin ikincisi (Hz. Ebu Bekir) olduğu halde (Bk. Tevbe, 9/40) benimle oturur bir vaziyette gördüm. O kadar ki dizi dizime değdi. O anda bana, her gün Kur’an-ı Kerîm’den O’nun için okuduğum çeşitli virdlerimin olduğu ilhâm edildi. Hemen virdimi okumaya başladım. Bitince, bunu çok iyi bulduğunu ifade ederek: “İşte böyle gündüzün hadis dinle ve gece Kur’an-ı Kerîm oku” dedi. Daha sonra kendisinden künyemi sormam ilham edildi ve sordum: “Ya Resûlallah, benim künyem Ebu’l-Cenâb mıdır, yoksa Ebu’l Cennâb mıdır? Benim nefsim Ebu’l-Cenâb (yücelik babası) şeklinde olmasını istiyor”. “Hayır” dedi. “Künyen Ebu’l-Cennâb (korkanların babası) dır”.dedi. O zaman yanındaki arkadaşı da, “Evet ya Resûlallah o Ebu’l-Cennâb’dır”. İşte bu iki isim dünya ve âhiretin sırrına sahiptir. Ebu’l-Cenâb deseydi ben dünyaya sahip olacaktım. Ebu’l-Cennâb dediği için, Allah’ın izni ile ikisinden de uzak kalıyorum.” (S.150)

“Şeytanın ismine gelince. Yine bir gaybet hâlinde iken şeytanı gördüm ve tanıdım. Fakat doğru söyleyip söylemediğini denemek için tanımamazlıktan geldim ve ona sordum: “Kimsin ve adın nedir?”. – Garip bir adamım, ismim de Yunak – Hayır sen Azâzilsin. Dediğim zaman derhal üzerime atıldı ve: – Evet ben Azâzîlim, ne yapacaksın?“ (S.150-151)

“Bu olay Peygamberin şu hadisi ile tefsir ve izah edilmiştir: “Şeytan, kan gibi,insan oğlunun damarlarında dolaşır. Dikkatli olunuz ve bu yolu oruçla daraltınız”. Şu hadisin mânası da bunu izah eder: “İman çıplak (bir insan gibi)dir. Elbisesi takvadır. Takva, şeytan çekişmesi karşısında gönüllere bir sığınaktır.” “Nefis ölmeyen bir yılandır. “Ef’â” denilen zehirli yılan buna güzel bir misâldir. Bu yılan kesilse, başı ezilse, yumuşak bir şekilde dövülse, sonra derisi bedeninden soyulsa, eti pişirilse, yense ve bu derisinin üzerinde birkaç yıl geçtikten sonra güneşin altına konsa hemen hareket etmeye başlar. Nefs de tıpkı bunun gibidir.” (S.151)

“Ölmüş olan nefse hevâ, şehvet ve şeytanlık ateşi vurduğunda hemen canlanıp, harekete geçer. Sonra nefs vücudun organlarına zulm etmeye devam eder, organlardaki gücünü ve gıdasını geri alır ve nihayet ayağa kalkar.” (S.151-152)

“Her şeyden sonra Allah’ı gördüm, sonra onu her şeyle beraber gördüm. Daha sonra ise herşeyden önce O’nu gördüm” (S.152)

“VELÎNİN ALÂMETLERİ”

“1. Allah tarafından mahfûz olması”

“2. Allah Teâlâ’nın çeşit çeşit lutuflarıyla onu talep etmesi ve araması.”

“Üzerinde kötü bir şey cereyan etmeden önce bahşedilen ikram mahiyetindeki bu nevi lutuflar hadsiz ve hesapsızdır.”

“Çoğu kere kötü işlerin neticesinde meydana gelen yakîn hâlî, iyi işlerin sonunda hasıl olan yakînden daha kuvvetli olmaktadır.”

“İşte bunun gibi, kendi uykusunda veya kardeşinin uykusunda Rabb’i bir Seyyarı azarlar veya kendisine bir uğursuzluk ve musibet isabet ederse Allah’ın ihsanında bulamayacağı yakîn derecesini bulur. Zira ihsan ve ikram O’nun sıfatlarındandır. Halbuki ceza onun sıfatı değildir.” (S.153)

“3. Duasının kabul edilmesi” “Bu konuda da Allah’ın velîleri kısım kısımdır. Kiminin duasına anında, kimininkine üç günde, bazısınınkine bir haftada, bir ayda, bir senede, bundan daha az veya daha uzun bir zaman içinde icâbet edilmiş olabilir. Bu zamanlama onların menzil ve makâmları ile ilgilidir. Buradaki “dua” dan kastımız da sadece, “Rabbım şunu, şunu yap” şeklinde olan dua değildir. Bu; sadece kalbindeki duaya delil teşkil eder.”

“4. Bir başka alâmeti kendisine İsm-i azam’ın (en büyük isim) verilmiş olmasıdır. “Velîlerden herbirine Allah’ın isimlerinden bir İsm-i azim (büyük isim) verilir. Velî de onunla O’na dua eder. O da kulunun duasına icabet eder.”

“Bağdat Şunuziyye Mescidinde halvette iken üzerinde “ifteh bihanin” kelimesinin yazılı olduğu bir kağıt gördüm. Hemen bu kelimeyi bir kağıda yazarak tekkenin hizmetçisine götürdüm ve “İşte Allah’ın en büyük ismi”, dedim. Başını önüne eğdi ve içinden bir şeyler fısıldamaya başladı. Bir müddet sonra evinin kapısını bir adam çaldı, izin verdik, girdi. Adamın nereden geldiğini anlayamadık. Yanımıza bir kağıt bıraktı ve gitti. Elimizle yokladığımızda bir de ne görelim, 10 dinar. Hizmetçi düştü bayıldı. Bir saat sonra hayrette ve şaşkın bir şekilde ayıldı “Ne oldu sana?”, dedim. “Az önce 'Bu Allah’ın en büyük ismidir' dediğin zaman şüphe etmiştim. Ve kendi kendime şöyle demiştim: Ya Rabbi, gerçekten bu İsm-i azam ise şu anda bana on dinar gönder, dervişlere dağıtayım”. Gerisi malum” (S.154)

“Tekke hizmetçisi bir müddet sonra bana şöyle bir şey anlatmıştı: Uykudaki adamın gördüğü gibi şahısları görmüşüm. Onların melekler olduklarını zannetmişim. “Biz filan kimseye İsm-i azam’ı verdik”, demişler ve benim ismimi vermişler. Hizmetçi daha sonra şöyle dedi: “Seni kıskanarak onlara şöyle dedim: İyi ama onu bana değil ona verdiniz”. Şöyle karşılık verdiler: “O pek çok müşâhede ve riyâzet yapmaktadır. Sen ise böyle bir şey yapmadın. Sen de Allah için mücâhede yoluna girersen ona verdiğimizi sana da veririz”.

Velîye İsm-i azam verildiği gibi gayb âlemindeki isim ve künyesi ile melek, cin gibi ruhanî varlıkların isimleri de tarif edilir.” (S.154-155)

“Bil ki Seyyar ancak kendisine “kün” (ol) emri verildiği zaman velâyetle vasıflanır.”  (S.155)

“Velî irâdesini Hakk’ın irâdesinde yok ettiği zaman kendisine “kün” emri verilir. Seyyar irâdesini Hakk’ın irâdesinde yok edince irâdesi Hakk’ın irâdesi olur. Artık Hakk’ın her istediği, kulun da istediği şey, kulun her istediği de Hakk’ın irâde ettiği şey hâline gelir.” (S.155-156)

“ “Kâf” ve “Nun”dan meydana gelen “kün” emrini Allah’ın telaffuz etmesi caiz değildir. Bu bir işi süratli olarak yapma anlamındadır. Ve bu kelimedeki “kâf” kevnin (dünyanın) kâf’ı; “nun”ise O’nun nûrudur.” “ “İftah bihanin”, “Yunak”, “Kanterûn”, “İsteftîyn” kelimelerinin anlaşılan bir takım mânaları vardır. Ancak bunu zevk, hâl ile işiten kimse bilir. Meselâ “İftah bihanin” “Yunak” hilede lutf ve latife yapan, mânasına, “Kanterûn”, vâridlerin kabulune düşkünlük gösteren mânasına “İsteftîyn” ise zamanın Aişe’si anlamına gelmektedir. “Diyorsun ki İfteh bihanîn İsm-i azam’dır. Peki o zaman iftah bihanin anlamına nasıl gelebiliyor? İsm-i azam’ın mânası olması nasıl sahih olur? Biz deriz ki: “Bunu bir zevk ve tadma yoluyla öğrendik.

Şöyle ki; Allah’ı zikir, kalbe vâki olana kadar Allah’ı zikrettik ve sustuğumuz zaman kalbten hıçkırık sesine benzer bir ses duyduk. Sonra azamet ve kibriya vâridleri, kalbin celâli ve cemâli tecellilere mazhar olması, zâhir ve bâtın âyetlerin ona zuhûr etmesi, sebebiyle kalb kuvvetlenince bu hal arttı.” “ “İftah bihanin” (inilti ve özlem ile aç) ifadesinin mânası işte budur.” “Herşeyin İsm-i azam’ı onun yakîni celâl sıfatlarının menzillerini ve cemâl sıfatlarının mazharlarını tanıması miktarınca olur.” (S.156)

“Tevekkül, Seyyarın va’d ve vaîd konusunda Allah’a güvenmesi, kendisine gelecek olan hiçbir şeyin elden kaçmayacağına inanmasıdır. Böylece onu üzmez. Elde ettiği şeyden dolayı da sevinmez.” “Seyyar kendisine kötülük yapan şahsı Allah’a havale eder. Çünkü hakettiği cezanın miktarını ancak O bilir. Kendisine iyilik yapıldığında da durum böyledir.” “Zikir, sırra (ruha) vaki olunca, Seyyarın sukût halindeki zikri, iğne batırılarak dilde yapılan nakışlar gibi olur veya bütün yüzü dil haline gelir ve ondan feyezan eden, taşan bir nur ile zikreder.” “Seyyar, saf hale gelip kendisi için himmet eli ortaya çıkınca, kaybettiği bu elden bedel başka eller bulur. Bu kalbin elidir. Orada (gönül âleminde) gaybta alır, gayba verir ve gaybtan yer.” (S.157)

“Sâdık, ihlâslı ve âşık olan Seyyarın, maksut ve matluba ulaşmasına hiçbir şey perde ve engel olamaz.” “Hakk Sübhanehu ve Taâlâ hazretleri şehadet ve gayb âlemlerinde delil ve âyetlerle perdelenmiştir: Gayb âleminde batınî âyetlerle, şehadet âleminde ise zafirî âyetlerle.” “Seyyar, marifetini gaybî âyetlerin zuhûru ile arttırır. Daha sonra azamet ve kibriyanın hücümlarında gaybî âyetlerin yok oluşu (fenâ) ile ve marifetini çoğaltır.” (S.158)

“Zat ve sıfatın tecellisi ise gaybî âyetlere oranla hârikulâde olur.”

“Artık zâhirî âyetlere baktığı zamanki hayreti, keşf âleminde gaybî âyetlere baktığı zamandaki hayreti nisbetinde olur. Zât ve sıfatlar tecellî edince de nisbet yine böyle olur.”

“Tarikatta sülûk etmeyen, gayb âleminde iyi ve kötü şeyleri görmeyen, heybet, ölüm ve fenânın büyük taarruzlarına göğüs germeyen kimsenin şeyh olması, insanları bu konuda terbiye etmesi asla doğru değildir. Meczûbun şeyhliği de doğru değildir.”

“Fakat maksuda giden yolu tadmamıştır. Dolayısıyla onun şeyhliği ve mürşidliği söz konusu olamaz. Çünkü şeyhlik yol bekçiliği ve yol göstericiliğidir.”

“Seyyar, zâhirî ve batınî âyetlerden hazzını alıp zat ve sıfatların tecellisine mazhar olduktan sonra hayret hâline ulaştığı ve O’na olan iştiyakı daha da arttığı zaman, artık yer ve gök, - kendisinin içinde mahkûm ve mahbus olarak kaldığı- bir hapishâne, bir zindan bir kuyu, bir hisar, bir kale hâline dönüşür.” (S.159)

“Başlangıcı uykudur, sonra -uyku ile uyanıklık arasında olan- vâkıadır. Bunu, hâlet, onu vecd ve vicdanın galebeleri, bunu kudreti müşahede ve sonra kudretle ittisaf, bütün bunlardan sonra da tekvin (yaratma) takib eder.” (S. 160)

“Allah Teâlâ’nın, kendisinden gelen elçilerinin ardı arkası kesilmez. Haşa ki böyle bir şey ola. Aksine her an ve her zaman elçi gönderir. Bunlar O’nun lütûfları, işaretleri, uyarmalarıdır.” (S.160-161)

“Bunlar Allah’a yönelenler için sadece bir misâldir, bununla bu zevki tadanların zevki, âşıkların âşkı, âriflerin nuru, sevenlerin ateşi, özlem duyanların sürati, vecd hâlini yaşayanların vecdi, mücâhede edenlerin, keşf ehlinin meyveleri, münacaat edenlerin sırları ve necâta erenlerin üslûbu bilinir.” (S.161)

Kar©glan Başağaçlı Raşit Tunca
Smileys-2
Reply
#2
Eriş kalb-i selim içre huzura

Seni mahv et erem dersen sürûra

Ölümden evvel öl gel gir kubura

“Mutu kalbe ente mutu1” “Ölümden evvel ölün” sırrına mazhar olursak, sefaya sürura ulaşır, ondan sonra da huzurlu olursunuz.

Zaten “Her kim ki tedbir-i kaydındadır bil fiil cehennemdedir, her kim ki Cenâb-ı Hakk’ın takdir-i mütalaasındadır bir fiil cennettedir.”

O zaman kalb-i selim neyle olunuyor? Allah’a teslim tevekkül olmakladır.

Allah’ı zikreden, Allah’ı anan kalp tabii ki kalb-i selimdir. Allah’ı anmayan, Allah’ı zikretmeyen kalbin sahibi de selim değildir.

Çünkü insanlara gelen bütün zahmeti kalp duyuyor. Vücudunda olan ağrı, sızı, yara, bere veyahut da yürek oynatması, üzüntüsü, sıkıntısı neyse zahirde bunların zahmetini kalp çekiyor, kalp duyuyor.

Sefayı da kalp duyuyor, cefayı da kalp duyuyor.

Ancak bir insan kalbini Allah’a verirse, onu Allah ile meşgul ederse oraya daha başka bir şey gelmez ve giremez. Cenâb-ı Hakk buyuruyor ki: “Biz insanlarda bir tane kalp halk ettik, iki tane halk etmedik2” ki birine dünyayı koysun birisine de bizi koysun. Eğer kalbine dünyayı koymuşsa biz orada olmayız.

İnsan dünyayı düşündüğü, dünyayı istediği, dünyayı sevdiği zaman ehl-i dünya oluyor. O zaman da ehl-i nâr oluyor.

Bir de ehl-i ahiret var. Ehl-i ahiret ehl-i dünyaya karşı haktır. Ahireti düşünmek, ahireti kazanmak için sa’y etmek tabii Allah’ın emridir.

Fakat ehl-i huzur ise başkadır. Ehl-i huzur, dünyayı da ahireti de gönlünden çıkarmıştır.

Dünyayı koy, ûkbayı koy

Var ol kuru davayı koy

Dünyayı düşünmek de ahireti düşünmek de kuru davadır, diyor. Fakat yanlış anlaşılmasın, ahireti düşünmek huzur sahibine göre kuru davadır. Yoksa ahireti ehl-i dünyaya karşı düşünmek ve ahirete çalışmak haktır.

Onun için insanlar kalbini daima Allah ile meşgul ederse o kalp selimdir, o kalp huzurludur. Çünkü Cenâbı Hakk bizi onu tanıyalım, ona ibadet edelim, onu zikredelim diye halk etti

İnsanların tarikattaki terakkisi ne ile oluyor?

Tarikatta olmazsa bir insan terakki edemez. Terakki ruhun yükselmesidir.

Bu terakkiye vesile üç vasıta üç şart vardır: şükür, fikir, zikirdir. Bir de insanlar hâli, fiili, ameliyle terakki ediyor.

Bir de insanlar daima vudu’ (abdestli olmak), lokmada ihtiyat, hıfz-ı nispet ile terakki ediyor. Bunlar hep birbirini takviye ediyor.

Cenâb-ı Hakk bizi Müslüman halk etmiş buna çok şükredeceğiz. Hatta her bir nimetin bir şükrü vardır. Her azanın bir şükrü vardır. Dilin şükrü, zekâtı olan hayır söylemektir.

Her azanın şükrü vardır ama bu her bir aza için şükrolsun demekle kâfi değildir. Bütün azaları yasaklardan korumaktır.

Mesela gözünü, dilini, kulağını, elini, ayağını hatta kalbini yasaklardan koruyacak ki bunların şükrünü eda etmiş olsun. Onun için:

Söz ile bir kalbe doğmaz ledünni

Bütün azaları dil olmayınca

Ledünni demek kalp ilmidir. İnsanların kalbinde söz ile ledünni ilmi doğmaz, diyor. Niye doğmazmış?

Bütün azaları dil olmayınca

Burada iki anlam vardır. Birinci manası zahir şeriatımıza göre bütün azaları yasaklardan korumaktır. Bütün azaları, kalbi de Allah’a yöneltmektir.

Bir de bunun diğer anlamı vardır. İnsanlarda kalp âlemi açılmasıdır.

İnsanlar bütün azalarını Allah’a yönelterek ibadetle, itaatle Allah’ın makbuliyetini kazanıyor, Allah’a yaklaşıyor. Bütün azalarını Allah’a itaat ettirmek, onları yasaklardan korumaktır. Bir de kalbi muhafaza etmek Allah ile meşgul etmektir.

Ama insanlar kalbini sürekli Allah ile meşgul edince ne oluyor? Cenâb-ı Hakk’ın azameti, zât nuru onun kalbinde tecelli ediyor, kalbi büyüyor. Ne zaman ki kalp âlemi açılıyorsa onda ledünni ilmi doğuyor.

Nefs-i emmarenin bilinmez fendi

Gönül şehri bahr-i Nil olmayınca

İnsanlar o zaman nefsini bilirmiş, nefsinden o zaman korunabilirmiş.

Biz şimdi nefsimizi bilemiyoruz. Nefis diyoruz ama nedir bu nefis? Nefis bizim cesedimiz, bütün isteklerimiz arzularımız.

Eğer Allah’ın isteklerine bizim isteklerimiz arzularımız ters geliyorsa işte bunlar nefsin arzularıdır.

Allah’ın bize göre isteklerine karşı nefsin istekleri arzularını da Cenâb-ı Hakk halk etmiş.

Fakat Cenâbı Hakk’ın bize emirleri var. Nefsin arzularından bu emirlerine ters düşenler var. Nefsin arzularından meşru olanı gayrimeşru olanı var.

Yasak olanlar gayrimeşrudur. Yasak olanlar insanlara ne yapar? Allah göstermesin, nefs-i emmareden geçirmez, hayvanî sıfattan insanı kurtarmaz.

Bir de yasak olan arzuları terk etmiş ama helal olan arzuları da var. Bunlar da insanların terakkisine mânidir.

Niçin? Mesela riyazet tarikatları var. Kendi nefsin için istediğini Müslüman kardeşin için de isteyeceksin. Kendi nefsin için istemediğini onun için de istemeyeceksin.

Mesela bir işten kâr kazanıyorsun. Maddi ibadetini de yapıp kazanıyorsun. Ama öbürü kazanmıyor. Onun için bir şey istiyor musun, onu hiç düşünüyor musun? Diyor musun ki ben bugün bu kadar kazandım, öbür arkadaşım hiç kazanmadı. Ben kazancımın yarısını da ona vereyim. Gelen müşteriye benim kazancım bugünlük yeter, git o efendiden al diyor muyuz?

Sonra her istediğimizi giyiyoruz, her istediğimizi yiyoruz. İnsanların arzu ederekten yemesi, arzu ederekten giymesi de nispetine, terakkisine manidir.

Evliyaullah’tan Malik bin Dinar varmış. Sahabe evlatlarındanmış, sahabe değil de sahabeyi gören Tabiin’den. Zamanının kâmil bir insanı, velisiymiş. Tabii onu bilenler var, bilmeyenler var. Onun nefsi incir istemiş, almamış, yedirmemiş. Ama ondan bu arzu gitmiyor, nefis istiyor. Kırk sene bu arzusu böyle devam ediyor ve bu arzu gittikçe çoğalıyor. O kadar zorlamış ki artık nefsine hitap ediyor:

Ey zalim, sen kırk senedir benim yakamı tuttun, bırakmıyorİlla incir incir diyorsun. Alayım da ye bakalım ne olacak, demiş.

İncir satan manava, bakkala gitmiş. Parası yok, tokyasını çıkarmış:

Şu tokyayı al da buna göre ne düşerse incir ver, üç tane mi beş tane mi, demiş.

Bakkal ne yapmış? Tokyayı almış terslemiş, bunu tenkit etmiş:

Paran yoksa Tokya ile incir mi alınır?

Tenkit etmiş, azarlamış, terliği de üstüne atmış. O bakkalın karşısında olan bir dükkân sahibi bunu görmüş. Fakat o terliği atan tenkit eden bakkal onu bilmiyor, tanımıyor. Ama karşısındaki dükkân sahibi Malik bin Dinar’ın evliya olduğunu biliyormuş, tanıyormuş.

Malik bin Dinar tenkit edilince o da nefsini suçlayaraktan, kınayaraktan, tenkit ederekten gitmiş. Demiş ki:

Şimdi hoşuna gitti mi? Neyin arttı, iyi mi oldu, şerefin mi yükseldi? Kırk senedir bana incir incir Ahirinde bir tenkit duydun, demiş.

Nefsini suçlayaraktan, kınayaraktan gitmiş. Karşıdaki adam görüyor, bu bakkala geliyor.

Ne yaptın?
Ne yaptım ki?
Niye o adamı tenkit ettin, tokyasını Sen hayır yapmaz mısın?
Tokya ile benden incir istiyor, ben de dedim paran yoksa
O benim dükkânıma gelse de dükkânı parasız götürse ben hepsini
Niye verirsin ki?
Çünkü o Malik bin
Eyvah, bilemedim diyor.

Bir kölesi varmış. Kölesine diyor ki:

Al şu incirleri götür şu efendiye, kabul ettirirsen ben seni azat edeceğim.

Adam incirleri alıyor. Kölelikten kurtuldum diye sevinerek gidiyor:

Efendi
Ne var oğlum?
Bu incirleri
Yok oğlum,
Efendi bu incirleri al ki beni kölelikten kurtarırsın. Eğer sen bu incirleri alırsan ağam beni azat edecek, kurtulacağım.
Oğlum sen kölelikten kurtulacaksın ama ben nefsime köle olacağım. Benim zararım seninkinden daha büyük olur, demiş almamış.

Şimdi böyle nefsin arzularını terk etmeyince insan terakki edebilir mi?

Yalnız bizim tarikatımız riyazet tarikatı değildir. Bizim tarikatımız da daima vûdû (abdestli olmak), lokmada ihtiyat, bir de hıfz-ı nispet var.

Bir müridin ruhunun terakkisi için daima vûdû abdestli olacak. Şeriatımızda da zaten daima abdestli olmak ibadete hazır yönelmiş demektir.

Mesela abdestli olan bir kimse bir cenaze var, namazı kılınıyor, abdestli olursa cenazeyi kılar. Ondan bir sevap alır, bir âmel işlemiş olur. Bir yere gitti Kur’an okunuyor, mevlit okunuyor, abdesti varsa hemen oturur, onu dinler. Abdestli olunca herhangi bir âmele hazır demektir. Daima vûdû abdestli olmak Müslümanın ma’nevî silahıdır.

Ondan sonra lokmada ihtiyat vardır. Helal kazanıp helal yiyecek, şüpehattan -şüpheli şeylerden dekaçınacak. Bir şey var biliyor ki helal, bir şeyi de biliyor ki haram. Helali yiyecek, haramı yemeyecek. Bir şey de var ki helal mi haram mı bilmiyor şüphe ediyor. Ondan da kaçınacak, onu yemeyecek.

Şimdi bu zamanımızda şüpehat değil de haramdan da kaçıp kurtulamıyoruz ama haramdan kaçacağız. Haramdan kaçmazsak o zaman günahtan korkmuyoruz demektir. Günahtan da korkmazsak Allah bize gadap eder.

Haramdan kaçıyorsak demek ki o zaman günahtan korkuyoruz.

Günahtan korkunca da Allah bize gadap etmez.

İtimat edin Cenâb-ı Hakk gadabını günahlar içerisinde gizlemiştir. Çok büyük günahlar işleyenler içerisinde onun havfini çekenler vardır.

Niye günah işliyor, niye havfini çekiyor? Mesleğinden işinden çevresinden dolayı kendisini günahtan kurtaramıyor. Bir memur arkadaşları, çevresi var, kendisini bundan kurtaramıyor.

Abdüssamet Bey isminde bir ihvan kardeşimiz vardı. Erzincan’da iskân şefi olarak çalışıyordu. Bu valiyle beraber şehirlere köylere birlikte gittiği zaman bunların masasında içki oluyormuş. Bu ne yapmış? Doktordan kendisine bir rapor almış. Mecbur onlarla birlikte toplantıya gidiyor, ona içki getirilince raporu ortaya koyuyor; “Ben raporluyum içemem.” diyor.

Ama şeriatta içkiyi kullanan da birdir, masasında bulunan da birdir. Aynı şekilde içkiyi getiren de bir, götüren de bir, imal eden de, satan da hatta içkinin maddesini veren de hep bir hükmünde kabul ediliyor. Ama bu zamana göre oluyor. Şimdi efendi ne yapsın? Ancak öyle raporla içkiyi içmekten kendisini kurtarıyor fakat masadan da ayrılamıyor.

Demek ki lokmada ihtiyat, sadece haramdan değil mümkün olduğu kadar şüpehattan kaçınmak, helal yemektir. Çünkü büyüklerimiz “İbadet on cüz, dokuzu helal lokmadır.3” buyurmuşlardır. Yani bütün ibadeti Allah’a olan itâatı on bölüm yapmışlar. Bunların dokuz bölümü helal lokmadır, diye kabul etmişler.

Bir de hıfz-ı nispet var yani talip muhabbetini muhafaza edecektir. Muhabbeti muhafaza etmek iki türlüdür: Birisi muhabbetini zamanına göre, tarikatı ve muhabbeti olmayanın yanlarında tarikatını muhabbetini gizleyecektir.

Derûnun derdini her yerde açma

Var ise gevherin meydana saçma

Ki her suyu hayâttır diye içme

Bu kelâm buyrulmuşsa, demek ki bu zamanımızda tarikatı olmayanın yanında tarikattan da bahsetmeyeceğiz. Muhabbetimizi de gizleyeceğiz. Nasıl ki kelâm-ı kibârda:

Köpürüp kapağını atma derviş

Sabreyle pişip kemale eriş

Şimdi bu cezbe her ne kadar ihvanlar arasında oluyor. Ama ihvan olmayan yerlerde diyelim ki camide cezbelenip bağırmayın, böyle bir şey yapmayın. Hiç bu elimizde mi?

Biraz sa’y edeceksiniz, çaba harcayacaksınız. Onunla da mücadele yapacaksınız. Yani gelen cezbeyle de mücadele yapacaksınız. Böyle kendi kendine bırakırsanız tabii patlar gelir. Ama onu anladınız ki size bir muhabbet sardı, ne yapacaksınız? Camide oturuyorsanız kalkar dışarı çıkarsınız veyahut da etrafınıza bakarsınız burada kimler var acaba diye onunla meşgul olup kendinizi dağıtmaya çalışırsınız. Demek ki hıfz-ı nispette insan muhabbetini gizleyecek hıfz edecek.

İşte bu nispeti muhafaza etmek iki kısım: Biri işte tarikatı olmayanların yanında tarikatını muhabbetini gizleyecektir. Biri de muhabbetine zarar veren şeylerden sakınacaktır. Muhabbeti de rabıta sahibi olmaktır. Onun için bir rabıta sahibi, bir ehl-i muhabbet bunu nasıl muhafaza edecek? Zaten lokması helal olacak ki nispetini muhafaza etsin, bir de nadanlara muhaliflere karşı muhabbetini gizleyecek. Niye bak buyuruyor ki:

Ârifin Hakk iledir, Hakk’tır özü

Anların kıblesidir şeyhin yüzü

Kavm-i Nemrudîler istemez bizi

Bakın tarikatı, cezbeyi, meşayihi tenkit edenler kimlerdir? Onlar Nemrut kavmindendir, diyor. Çünkü Hakk’ı inkâr eden ne olur? Münkir olur, inkârcı olur, küfre girer. Ama burada yanlış anlaşılmasın:

Ârifin Hakk iledir, Hakk’tır özü

Anların kıblesidir şeyhin yüzü

Demek bir müridin iki tane kıblesi vardır. Bir mürit rüyada, ruh masumdur, Beytullah’ı görür kıbleyi koyar da şeyhi ne tarafta ise şeyhinden tarafa namaz kılarsa, ne olur?

Âb u kilden, sudan topraktan yaratılmış bir ceset, sudan topraktan yapılmış bir Beytullah’a yönelmedikten sonra hiçbir ibadet kabul olur mu? Olmaz, namaz kılıyorsunuz kıble şarttır, kıbleye döneceksiniz. Her ibadette insan kıbleye yöneliyor.

Fakat insan gönül Kâbe’sine yönelmedikten sonra maksuduna ulaşılmaz. Bizim maksudumuz nedir? “İlahi ente maksudi ve rızake matlubi” “Yarabbi maksadımız sensin senin rızanı isterim.” Maksudumuz Allah’ın rızası, matlubumuz Allah’ın rızasını kazanmaktır. İşte gönül de gönül Kâbe’sine yönelmedikten sonra maksut elde edilmez.

Gönül Kâbe’si nedir? Gönül Kâbesi, Evliyaullah’ın kalbidir.

Kâbe inşâ-yı Halil'dir sendedir beyt-i Celîl

Amenna, işte onun için muhaliflerin yanında rabıtamızı, muhabbetimizi, tarikatımızı gizleyeceğiz. Çünkü bunları gizlemezsek dahlederler, alay ederler veya hakaret ederler.

Mürit rabıtasına Mecnun sıfatta olması gerekir.

Bir Leylâ’nın Mecnunuyam canan elinin canıdır

Bir dilberin meftunuyam bu can anın kurbanıdır

Dilber güzel, ona öyle gönül vermişim ki bu can onun kurbanıdır.

Peki, öyle bir güzele gönül vermişsen, canını ona kurban ediyorsan muhaliflere niye söz söylettiriyorsun? Ona ya söylettirmeyeceksin ya konuşturmayacaksın ya da hakkından geleceksin.

Onun için zamanımıza göre muhaliflere karşı muhabbetinizi, rabıtanızı gizleyeceksiniz.

Bu işte ne oluyor? Hıfz-ı nispet.

Bir de muhabbetinize nereden zarar geliyorsa ondan da sakınacaksınız. Mesela bir hocanın vaizini dinlemeye gittin. Hoca da tarikata, şeyhe veriyor veriştiriyor, o hocanın vaizini dinleme. Veya herhangi bir dini toplantılara, dini sohbetlere gidiyorsun. Orada

tarikata yine dahlediliyorsa, meşayihe dahlediliyorsa oraya da gitme. Hangi kitap olursa olsun, kitap okuyorsun, o kitabı okuduğunda senin meşayihine olan sevgin azalıyorsa onu da okuma.

Bize yeteri kadar yapacağımız âmeli söylemişler. Salat-ı evvabin namazını kılıyorsun veya başka âmeller işliyorsun. Teheccüd namazını da kılıyorsun veya başka âmeller işliyorsun. Bunları kıldıktan sonra başka âmeller işlemekle yine senin muhabbetin çoğalıyorsa bunları işle; çoğalmıyorsa işleme. Hıfz-ı nispet de budur.

İşte demek ki daima vûdû, lokmada ihtiyat, hıfzı nispet. Bunlarla mürit terakki edecektir.

Bir de şükür, fikir, zikirle mürit terakki edecektir. Şükür nimetleredir, şükür olmazsa nimetimiz artmaz. Cenâb-ı Hakk’ın emri fermanı öyledir: “Kuluma vermiş olduğum sayısız nimetleri kulum için halk ettim, kulu da zatım için halk ettim.4”

Demek ki kulu zâtı için halk etmişse kulun ne yapması lazımdır? “Emr-i bil maruf nehy-i anil münker5” “Allah’ın emirlerini tutup yasaklarından kaçacak.” Şükretmek budur.

Sonra tabii şükür de yapacak, şükrün çok çeşitleri vardır. Aslında şükrün anlamı ibadet, itaat da değildir. İbadet, itaatta bir maksat vardır.

Bütün azaların zekâtları var. Dilin zekâtı hayır söylemektir. Kulağın zekâtı hak kelâmı dinlemektir. Gözün zekâtı yasaklardan korunmaktır. Elin zekâtı yine yasaklardan korunmaktır. Tüm azaların zekâtı azaları yasaklardan korunmaktır. İşte azaların şükrü de budur.

Ama esas bizim şükrümüz Allah bizi Müslüman halk etmiş, Allah bizi ehl-i tarik halk etmiştir. Mürşidimiz var buna şükredeceğiz. Bu nimetlerin karşısında milyonlarca şükür etsek yine şükür sayılmaz.

Ancak şükür acziyetimizi bilirsek olur. Her kim ki acziyetini bilirse şükre yönelmiş olur.

Nakşibendî Efendimiz on iki yaşındaymış. Tabii Nakşibendî Efendimiz daha doğmazdan evvel onun büyük bir insan olduğunu tespit etmişler. Çocukken onda büyük harikuladeler görülmüş. Molla İbrahim isminde ulemâdan birisi varmış. Bu ulemâ da zamanında toplanıp ilm-i din, din bahsine giriyorlarmış. Şükür bahsi için toplanmışlar, şükürden bahsedecekler. Ulemâ toplanmışlar fakat bahislerini bitirememişler, gün tayin etmişler, bir daha toplanalım demişler.

İkinci bir toplanma zamanı gelince Nakşibendî Efendimiz’e, dayısı olan Molla İbrahim demiş ki:

Ya iki gözümün nuru Muhammed Bizim şükür hakkında bir toplantımız var. Daha önce ulemâ toplandı fakat bir karara varamadık, bir daha toplanacağız gelir misin?
Götürürsen gelirim, demiş.

Yine ulemâ kul şöyle yaparsa şükreder, şu kadar ibadet yaparsa, şükreder, ahlâk-ı hamide sahibi olursa şükreder diye konuşmaya başlamışlar. Molla İbrahim Nakşibendî Efendimiz’i çocuk ama ilim ve kemal sahibi olduğunu biliyor. Onlara karşı sormuş:

Ya iki gözümün nuru Muhammed Bahaeddin, sen de şükür hakkında bir şey bahseder misin?

Mübarek hiç düşünmeden tereddüt etmeden demiş,

Şekertüm kefertüm.

Hep ulemâ orada bir tiksinmişler, o nasıl bir sözdür: “Her kim ki şükrettim derse kâfir olur.” Yani ben şükrettim, şükrümü eda ettim derse kâfir olur. Ulemâ hazmedememiş, anlayamamışlar.

O zaman demiş ki:

Kul nerede şükür etmek Cenâb-ı Hakk, kula sayısız nimet vermiştir. Kulun bütün Allah’a olan ibadeti, itaati en basit ağzında olan otuz iki dişinden bir dişinin karşılığı değildir.

Evliyaullah’tan Ahmed-i Bican Yazıcıoğulları’nın Envar’ül Âşıkin kitabında yazar. Zamanında eski insanlar iki yüz seneden çok yaşıyormuşlar. Âbidin bir tanesi iki yüz sene ömrünü bütün ibadetle geçirmiş. Bir çölde hiç dünyaya karışmıyor, evi yok, işi yok, hiç bir düşüncesi yok kendini ibadete vermiş. Aklınıza geliyor mu, ne yiyormuş? İnsanlar kendisini ibadete verince onların yemesi de mühim bir şey değil. Cenâb-ı Hakk onların rızkını da veriyor.

İbrahim aleyhisselam mübarek misafirsiz yemek yemezmiş. Misafir geliyorsa yemek yiyor, misafir gelmiyorsa yemiyormuş. Bir gün misafir gelmemiş yememiş, ikinci gün gelmemiş yememiş, üçüncü gün gelmemiş yememiş. Üç gün üst üste böyle oruç tutmuş. Gönlüne gelmiş ki bana üç gündür misafir gelmedi, ben üç gün üst üste oruç tuttum. Acaba benim gibi bir tane daha var mıdır?

O zaman Cenâb-ı Hakk: “Ya İbrahim sahile doğru git de hikmetlerimi gör.” diye emretmiş. Bu Altıparmak ismindeki Evliyaullah’ın Rûh’ul Beyan tefsirinde yazar. İbrahim aleyhisselam Cenâb-ı Hakk’ın emri ile bir hafta on gün bir ay neyse gitmiş, çölde bir abide rastlamış. Çölde hiç yeşil ot, canlı hayvan, su hiç bir şey yok. Toprak güneşten yanmış, taşlar kapkara olmuş. Abide selam veriyor. Abid nasıl İbrahim aleyhisselamı görüyorsa secdeye kapanıyor:

Rabbim’in ihsanına nihayetsiz şükürler Bugün benim orucumun iftar gününde Rabbim bana bir konuk gönderdi, diyor.

İbrahim aleyhisselamın ameli zaten konuksuz yemek yemiyordu. Üç gün konuksuz, misafirsiz yemek yememişti, orucunu açmadı bir amel olarak bu gözüne görünmüştü. O abid öyle deyince İbrahim aleyhisselamın dikkatini çekiyor, soruyor:

Sen kaç günde oruç açıyorsun?
Ben otuz günde oruç açıyorum. Bugün de orucumu açma günüm Rabbim seni bana misafir olarak gönderdi. Bugün otuzuncu günde iftarımın günüdür,

İbrahim aleyhisselam o zaman Allah’a karşı öyle bir nedamet, öyle bir hacalet, öyle bir sığınma ile yalvarıyor: “Ya Rabbi ben ne ettim, üç gün oruç tuttum diye sanki çok amel işlediğimi sandım. Bu abid otuz günde bir oruç açıyormuş. Benim amelim buna karşı nedir ki?” diyor. Allah’a yalvarıyor, sığınıyor, çok duygulanıyor, çok taaccüp ediyor.

Akşam oluyor, abidle iftarlarını açıyorlar. Abid ellerini kaldırıyor, gaibten bir maide, sofra geliyor. Buharlı gelen yemeği yiyorlar, şükrediyorlar, sohbet ediyorlar. İbrahim aleyhisselam sabahtan ayrılacakken, o abide soruyor:

Senden daha üstün bir abid var mı?
Bu cihete gidersen vardır. O benden çok üstün, iki ayda bir orucunu açar.

Neyse az gidiyor, çok gidiyor onu buluyor. Ona da selam veriyor o da secdeye kapanıyor.

Rabbim’in ihsanına nihayetsiz şükürler olsun, bugün iftarımın gününde Rabbim bana konuk gönderdi.

İbrahim aleyhisselam ona da soruyor:

Kaç günde sen oruç açıyorsun?
Ben altmış günde oruç açarım. Bugün altmışıncı günüm. İbrahim aleyhisselam daha çok taaccübü çoğalıyor ve Cenâb-ı

Hakk’a karşı mahcubiyeti, hacaleti, sığınması, yalvarması artıyor.

Orada akşam oluyor oruçlarını açacaklar. Ne yapıyor abid? Orada bir ahu, geyik varmış, o ahuya bir işaret ediyor, ahu büryan olup pişip geliyor, yiyorlar. Sonra ahunun kemikleri derisi birleşiyor, canlanıyor geviş getirmeye başlıyor. Sohbetleri oluyor, sabah oradan ayrılacakken diyor ki:

Senden daha üstün abid var mı?
Nerede?
İşte şu cihete gideceksin ki denizi bulacaksın (Kızıl Deniz olduğu rivayet ediliyor). Denizin kenarında bir abid var, o doksan günde bir orucunu açar.

Gidip abidi buluyor, selam veriyor. Üçüncü olan bu abid de secdeye kapanıyor.

Rabbim’in ihsanına nihayetsiz şükürler İftarımın gününde bana konuk gönderdi.
Ya abid sen kaç günde oruç açıyorsun?
Ben doksan günde açıyorum, bugün iftarımın günüdür.

Onun için kelâm-ı kibârlarda da vardır. İnsanların ruhunun gıdası ibadettir. Ruhunun gıdasını verince bir insanın nefsi nedir ki? Hiçtir. Eskiden öyle insanlar var ki ne yapıyorlarmış? Bir hurma ile yirmi dört saatini geçiriyorlarmış.

Necip Fazıl Kısakürek’in tercüme ettiği Reşahat vardır, onda yazar, Evliyaullah’tan Abdülkerim Yemenî Mekke-i Mükerreme’de mücavir kalıyormuş. Yıllar boyu her gün oruç tutuyor. Sadece senenin haram olan beş gününde oruç tutmuyor. Ramazan Bayramı’nda bir gün oruç haramdır, dört gün de Kurban Bayramı’nda oruç haramdır. Bu günlerde oruç tutmuyor, diğer günler hep oruç tutuyor.

Orucu neyle tutuyormuş? Topraktan çay tabağından biraz farklı bir çanağı varmış. İftar zamanı akşamüstü deriden yapma dağarcığında arpa kırmasından unu varmış. Üç parmağıyla ne alabiliyorsa ne gelirse unu alıyormuş, dördüncü parmağını almaya katmıyormuş. O toprak çanağa zemzemi koyuyormuş, arpa bulamasını ateş ve pişirme olmadan öyle karıştırıp içiyormuş. İftarı sahuru da buymuş, daha başka bir şey yok. Bu şekilde yıllarca oruç tutuyormuş.

Bir de iki yüz sene çölde ibadet yapan bir abid varmış. Bunun gönlüne gelmiş ki ben cenneti kazandım artık, bu kadar ibadetim var. Cenâb-ı Hakk hemen onun dişine öyle amansız bir ağrı vermiş. Cebrail aleyhisselam’a emrediyor:

Ya Cebrail’im filanca çölün, filanca yerinde bir abid kulum var, amel varlığına düştü. Git onun iki yüz senelik ibadetini al da onun dişini öyle çek.

Cebrail doktor suretinde gelip abidi buluyor.

Nedir senin bu hâlin?

Abidin dişini öyle bir ağrı sarmış ki kumlarda yuvarlanıyor, bağırıp dolanıyor.

Abid gözünü açıyor, kıyafetinden tanıyor ki doktor gelmiş.

Sen doktor musun?
Diş çeker misin?
Çekerim.
Bu dişim çok ağrıyor, durağım Aman bu dişimi al da beni kurtar.
Paran var mı? Parasız diş çekilir mi?
Param
Senin amelin vardır, paran yoksa amelinden ver, öyle dişini çekeyim.
Ne kadar vereceğim.
Ne kadar amelin var?
İki yüz senelik amelim
Hepsini ver, iki yüz senelik amelini ver ki ben de senin dişini alayım.
Aman doktor bey yapma, bu kadar da İki yüz senelik amelimin elli senesini rızamla vereyim, yalnız bu dişimi al da beni kurtar.

Bunun üzerine doktor yürüyüp gidiyor. Abid bakıyor ki doktor çekmiş gidiyor, dişini çekmeyecek. Peşine bağırıyor, aman doktor bey gitme, diyor. Onu tekrar döndürüyor.

Gel bu dişimi al kardeş payı bölelim. İki yüz senelik amelimin yüzü senin olsun yüzü de benim olsun.

Yine doktor hiç bakmıyor, iltifat etmiyor.

Hayır, iki yüz senelik amelini vermezsen ben bu dişi

Yine yürüyüp gidiyor. Abid düşünüyor: bu diş ağrısı benim imansız gitmeme sebep olacak. Ben bu iki yüz senelik ameli vereyim, bundan kurtulayım da ondan sonra Allah bana ne ömür vermişse yine ibadet yaparım diyor.

Gel doktor bey razı İki yüz senelik amelim senin olsun. Doktor dişini alıp avucuna koyuyor. Diyor ki:
Ben meleğim, ibadete ihtiyacım Sen iki yüz sene ibadetinle cennete gidiyordun, hâlbuki senin iki yüz senelik ibadetin ancak bir dişin ediyor.

İşte Nakşibendî Efendimiz Hazretleri de “Şekertüm kefertüm” “Her kim ki ben şükrettim derse kâfir olur.” buyurmuş. Kul nerede, şükür etmek nerededir?

Cenâb-ı Hakk, kula bu kadar sayısız nimet vermiş. Vücut sağlığı vermiş. Bir insanın, kulun şükrü en basit olan otuz iki tane dişinden bir tanesinin karşılığı değildir.

Demek ki şükür burada acziyettir.

Her kim ki acziyetini bilirse şükre yönelmiş olur.

Neyse yine de şükrolsun diyeceğiz. Çünkü şükür nimetimizi arttıracaktır.

Cenâb-ı Hakk: “Ben kuluma vermiş olduğum nimetlerin kıymetini bilirse ben onu büyütürüm, yükseltirim.6” buyuruyor. Bilmezse onun elinden alırım.

Demek ki şükür bizim nimetimizi arttıracaktır. Bizim nimetimizi nasıl arttıracaktır?

Allah bizi Müslüman halk etmiştir. Cenâb-ı Hakk şükredersek bize daha kuvvetli iman verir, daha gayret verir, amelimiz de olur. İnancımız âmelimizle birleşirse bizim için büyük nimet nedir? Cennettir.

Bizim için büyük nimet, artan nimet nedir? Cemâlullah’tır. Allah’ın Cemalullah’ını müşade etmektir. Bunlar şükre dayanıyor.

Müridin terakkisinde ikincisi, fikirdir. “Festakim kema ümirt7” “Doğru ol, doğruluktan ayrılma” ayet-i kerimesi var. Peygamber Efendimiz’e bu ayeti celile gelmeden evvel mübarek lihye-yi şerifinde hiç ak yokmuş, simsiyah karaymış. Bu ayet-i kerime nazil olup gelince Peygamber Efendimiz’e bir korku, havf düşmüş, üzerine bir ağırlık çökmüş, sakalında ak olmuş. Peygamber Efendimiz kimin korkusunu çekmiş?

Senin benim korkumu çekmiş. Benim ümmetim doğru olamazlar, istikamet üzerine olamazlar diye korkusunu çekmiş.

Öyleyse burada istikametten kaymamamız için bize ne lazımdır? Fikir lazım. Fikir olmazsa bu istikametten kayarız.

Fikirse düşünmek tefekkür etmektir.

Her sözümüzü düşünerekten ve şeriata tatbik ederekten, sünnete, Kitap’a uyuyor mu diye fikrederekten söyleyelim, uymuyorsa söylemeyelim. Ondan sonra her işimizi Kitap’a, sünnete tatbik edelim, uyuyorsa o işi işleyelim, o hareketi işleyelim; uymuyorsa işlemeyelim.

Böyle olmazsa fikretmezsek her rastgeleni konuşursak, her rastgeleni yersek, her rastgelen işi yaparsak muhakkak biz de kayarız, Müslümanlıktan kayarız. Çünkü sünnetlerin yerini bidatler almış. İnsanlar eğer düşünmezse kayar.

Yalnız bid’at-ı hasene, bid’at-ı seyyie vardır. Bid’at-ı hasene; helale doğru olan, sevaba doğru kayandır. Bid’at-ı seyyie ise günah tarafına kayandır.

Bunları insan neyle seçecektir? İşte fikirle, düşünmekle seçecektir. Fikir demek tefekkür etmek, düşünmektir.

Her sözümüzü düşünerekten, şeriatımıza Kitap’a, sünnete tatbik ederekten, tarikatımıza, meşayihimizi kendimizi örnek ederekten söyleyeceğiz. Meşayihimizin böyle konuşur muydu? Biz böyle konuşursak acaba meşayihimizin hoşuna gider mi? Meşayihimiz bu işi yapar mıydı? Biz de yapsak onun hoşuna gider mi?

İşte fikir de budur. Fikir olmazsa istikametten kayarız.

İstikamet nedir? İstikamet Allah’a giden bir caddedir. Ondan kayarsa insan, sağa ve sola patika yollara ayrılıyor. O patika yollarda şeytanlar var. Her patika yolun başında bir şeytan vardır. Eğer insan Allah’a giden o büyük caddeden Kitap ve sünnetten ayrılınca patika yollara düşüyor. Bu patika yollara düşünce dereye, tepeye, batağa gidiyor, eşkıyanın kucağına, canavarın kucağına gidiyor, anarşiye soyunuyor, yok olup gidiyor. Demek ki fikir de bizi istikametten kaydırmaz.

Bir de zikir vardır. Zikir de Allah’ı unutmayacağız. Allah’ı unutursak eğer karanlıkta kalıyoruz. Allah’ı unutmazsak eğer aydınlıktayız.

Bugün mesela maddiyatta da aynıdır, karanlıkta olan bir kimse bir kâr sahibi olabilir mi? Karanlıkta olan bir kimse kendisini düşmandan koruyabilir mi? Koruyamaz.

Onun için çok ibret alacağımız yine kitapta yazılı olan bir misal vardır. Cenâb-ı Hakk Süleyman aleyhisselama ne yapmış? Bütün ne varsa ona müsahhar etmiş. Denizdekileri de havadakileri de kuşları, cinleri, perileri hizmetine vermiş. Cenâb-ı Hakk havada, denizde, karada ne kadar canlı varsa, Süleyman aleyhisselam’ın emrine vermiştir. Rüzgârları da onun emrine vermiştir.

Bir özel binek kuşu varmış. Bir gün bu kuşa biniyor. Diyor ki:

Ya kuş beni semaya yükselt.

Kuş bunu alıp birlikte semaya çıkıyorlar. Havaya çıktıkça yer toparlanıyor. Tabii bir cismin uzaktan büyük parçası görünür, küçüğü görünmez. Kürre-i arzın da su, kara topraklardan çok olduğu için öyle yükseliyorlar ki daha kara toprak parçası görünmüyor. Her taraf su görünüyor. Fakat kuş çıktıkça da yeri gözetliyor. Süleyman aleyhisselam kuşa soruyor:

Sen kara parçalarını, yeri görüyor musun?
Görüyorum.

Süleyman aleyhisselamın daima gözü yerde, bakıyor ki daha su da görünmüyor. Çıkıyorlar artık bir duman hâlini aldı, aşağıya bakıyor ve kuşa soruyor:

Sen yeri görüyor musun?
Görüyorum.
Allah

Süleyman aleyhisselam çıkıyorlar, bir bakıyor ki karanlığa girdiler. Aşağıya bakıyor karanlık, hiç ışık görünmüyor, her taraf karanlık, zulmet mahalline girdiler. Yine kuşa soruyor:

Sen yeri görüyor musun?
Görüyorum sultanım.
Nasıl görüyorsun?
Tam bizim bu alt istikametimizde bir çiftçi tarlasını sürüyor.

Öküzünün de belindeki kemerinin yarısı kara, yarısı alacadır.

Emrediyor:

Oraya beni

Kuş doksan derece yapıp oraya iniyor. Süleyman aleyhisselam kuşu tarlanın kenarına koyup çiftçiye doğru gidiyor. Çiftçiyle konuşacak, bu memleket neresidir diye soracak. Çiftçiye doğru giderken bir takırtı sesi geliyor. Çiftçi “ho” diyerek öküzlerini eğleyip tarlanın kıyısına doğru koşuyor. Süleyman aleyhisselam da ona doğru gidiyordu. Çiftçi tarlanın kenarına doğru koşunca çiftçiyi takip ediyor. Çiftçi, kuş tuzağa düşmüş onu tuzaktan çıkarmak istiyor.

Ne yapıyorsun?
Bu kuşu tuzaktan çıkaracağım. Süleyman aleyhisselam:
Bu kuş
Hayır, ben bu tuzağı çok zahmet çektim kurdum ki buna düşen benim Senin niye oluyor?

Daha ona bir şey diyemiyor. Diyor ki:

Ey kuş, sen zulmet mahallinde ben aşağıya baktım karanlık, yukarı baktım karanlık. Sağa sola, her tarafa baktım, bir ışık göreSen yeri gördün, yerde çiftçiyi gördün, çiftçinin öküzünün kemerini gördün. Sen bu tuzağı göremedin mi?
Affet beni ya Ben o zulmet mahallinde esma çekiyordum, Allah’ı zikrediyordum. Allah’ın vermiş olduğu nurla görüyordum. Burada Allah’ı unuttum, karanlıkta kaldım. Tuzağı göremedim, tuzağa düştüm.

İşte böyle Allah’tan gafil olanlar daima karanlıktadırlar, zulmettedirler ama Allah’tan ayık olanlar aydınlıktadırlar.

Onun için insanlarda noksanlık gaflettir. Çünkü her noksanlık gafletten doğar.

Demek ki bize lazım olan nedir?

Şükür nimetimizi yükseltecek. Cemalullah’a kadar yükseltene, vasıl edene kadar şükür lazımdır.

Fikir o yoldan, sırat-ı müstakimden bizi kaydırmayacak.

Zikir de bizi o yolda süratli götürecektir. Çünkü Cenâb-ı Hakk: “Fezkurûnî ezkurkum veşküru li ve la tekfurun8” “Kulum sen beni zikret ki ben de seni zikredeyim.” buyuruyor.

Allah kulunu nasıl zikreder? Hoş, kulum kulum mu der? Ama kul Allah’ı bin bir ismi ile zikreder.

Allah’ı zikreden kulu da Allah kayırır, esirger, korur, onu muhafaza eder.

Sonra mürit bir de hâli, fiili, ameli ile terakki eder.

Ameli şeriatın ve tarikatındaki ibadetleridir. Şeriattaki Allah’ın emirleri, Kitap’la, sünnetle kaim olan amelleridir.

Fakat tarikatın amelleri nedir? Tarikatın her ameli sünnettir. Tarikatta da almış olduğu hizmetlerdir. Nedir bizim hizmetlerimiz?

Yirmi dört saatte bir defa evrat çekiyoruz. Lafza-i Celâl dersimiz var. Dersinin adedine göre günde on beş, yirmi dakikalık ders çekiliyor. Letâif çekenlerin dersi bir saattir. Daha da bir buçuk iki saat dersi süren var. Mühim olan burada hizmettir.

Zikr ü fikr ile ibadetle varılmaz bu yola

Hizmetinde da’im ol şeyhin rızasını dile

Hubb-ı lillah âşık ol gönlüne girmeklik ile

Mevlâ’yı fehmeylemektir bil ki nefsinden garaz

Zikr ü fikr ile bu yola varılmaz, diyor. Zaten tasavvuf âlimleri kitapta yazmışlar. “Matlup azamettedir. Sa’y ile elde edilmez, sa’ysız da olmaz.” İnsanların matlubu isteği azamettedir. Bu sa’ysız elde edilmez. Sa’yla da ulaşılmaz.

Bu nasıl olacak? Kulun sa’yıyla Allah’ın fazl u tevfiki birleşecek. “Et tevfiki mesa’y” sa’ysız olmuyor.

Burada Allah’ın tevfiki olmazsa kulun sa’yı ne yapabilir?

Allah’ın tevfiki bir meşayihi tanımaktır. Bir meşayihi tanıyıp bildiysen eğer Allah’ın tevfiki sana ulaşmıştır.

“Baba himmet, oğul hizmet” kelâmı bunu ifade ediyor. Bu kelâmlar birbirini açıyor, birbirini anlaştırıyor.

Evliyaullah’ın himmeti ne ile oluyormuş? Müridin hizmeti iledir.

Babadan maksat Meşayihtir. Himmet isteyen ise mürittir.

Kelâm-ı kibârda da var:

Eğer himmet erişmezse sana bir şeyh-i kâmilden

Adûlar yıktılar seddin ne yatarsın gafil insan

Demek ki Meşayihi tanımayan gafilmiş, uykudaymış. Uykudaki insan kendisini âdulardan, düşmanlardan koruyamaz. Ama Evliyaullah’ın duası da onun muhafazası oluyor.

Pîrim İskender olup Yecüc seddin bağladı

Görmedim böyle cihangir Sami-i Mevlâ gibi

Bakın ne dedi?

Eğer himmet erişmezse sana bir şeyh-i kâmilden

Cenâb-ı Hakk ne buyuruyor? “Öyle bir ağızla dua edin günah işlememiş olsun.” Bunu ulemâ araştırıyor. Günah işlemeyen ağız Evliyaullah’ındır, Meşayihindir.

Sen onu tanı, onu sev, ona sevil, onun duasını al ki nimetine ulaşabilesin. İşte Allah’ın tevfiki budur. Senin de sa’yın olacak tabii. Ama:

Kabiliyet bizde olmazsa meşayih neylesin

İster ise Mürşidi olsun Muhammed Hazreti

Allahümme salli ala seyyidina Muhammed.

Demek ki insanlar hâli, fiili, ameli ile terakki ediyor. Ameliyeti şeriatı, tarikatıdır.

Fiiliyatı da sözü, tatbikatı, icraatı ve hareketidir. Bunlar kulun eline, iradesine verilmiştir.

Onun için “Hâlinizi düşünmeyin, fiilinizi düşünün.” buyruluyor.

Hâl nedir? Hâl de senin kalbinde tecelli eden, kalbine gelen iyi niyetler, kötü niyetlerdir.

Kalbinde çok zaman olur ki kabız hali, basıt hali vardır. Zaman olur ki kalbinde çok rahat, ferahsın, böyle muhabbetlisin, hiçbir şeyi dert etmiyorsun. Kimseyi hor görmüyorsun, kimseden incinmiyorsun, herkesi hoş görüyorsun, bağışlıyorsun.

Zaman da geliyor ki içinde bir sıkıntı var. Geçmişte, gelecekte lüzumsuz şeyler kalbine geliyor, seni sıkıyor. O sıkıntıdan dolayı insanlara karşı bir sertliğin var, insanları hor görüyorsun.

Bunlar işte hâldir. Bunun def’i için ne lazımdır?

“Gam gelmez dememişler, gam eğlenmez demişler.”

İnsanların kalbine kabız hâlinde kötü şeyler geliyor. Sıkıntılar, bunaltılar çeşitli çeşitli düşünceler geliyor. Sebepli sebepsiz, bilinen bilinmeyen sıkan bir şeyler var.

Ne geliyorsa kalbine bunları ne yapıyor? Eğer kalbine geleni atıyorsa o zaman onun kalbi bir cari nehir gibidir. Bazı şehirlerin içerisinden nehir geçer, mesela Çoruh Bayburt şehrinin içerisinden geçer. Amasya’nın içerisinden Yeşilırmak geçiyor. İşte daha başka şehirlerden nehirler geçiyorlar. O şehirlerde hiç pislik oluyor mu? Şehrin bütün sokak zibilini, ev zibilini her şeyini o nehre atıyorlar. Nehri kirlendirebiliyorlar mı? Kirlendiremezler.

İşte, “Gam gelmez dememişler, gam eğlenmez demişler.” Eğer senin kalbine kabız halinde böyle şeyler geliyorsa bunları at.

Neyle atacaksın? Rabıtayla atacaksın.

Neyle atacaksın? Allah’ı anaraktan, bunları zikirle atacaksın. Salavat-ı şerife, Estağfurullah, Kelime-i tevhid veyahut da kalbinden Allah Allah zikredeceksin. Allah’a sığınacaksın, Peygamber Efendimiz’e sığınacaksın, rabıtana sığınacaksın, bunları atacaksın.

İşte bu cihad-ı ekberdir. Kalbinden eğer bunları atıyorsan senin kalbin cari akan bir nehirdir, kirlenmez. Eğer kalbine geleni tutarsan bir çukura birikmiş bir göl suyu gibidir, kirlenir. Her kimse ne atarsa orada kalır, gitmez. Atıla atıla orada ne olur? O su suluğunu kaybeder, yosunlanır, paslanır, kirlenir berbat mülevves olur. Çünkü kabız hâlinde gaflet geliyor.

İşte demek ki zaman zaman, tedricen tedricen insanlar kabız halinde ne yapıyor? Gafleti azaltıyor, küçültüyor. Biri küçülünce birisi büyüyor, biri azalınca biri çoğalıyor. Nasıl ki mevsime göre geceler kısaldıkça gündüzler uzuyor. Mevsime göre gündüzler kısaldıkça geceler uzuyor. Hatta mevsim deyince öyle ülkeler var ki bir saat güneş doğuyor, gündüze düşüyor veya bir saat geceye düşüyor. Öyle ülkeler var ki altı ay hiç güneş doğmuyor veya altı ay hiç gece olmuyor.

Onun için işte kalbî cihadı yapmak lazımdır. Demek ki biz neyle terakki edeceğiz? Hâlimiz, fiilimiz, amelimizle.

Fiiliyatımız, ameliyetimiz irademize, elimize verilmiştir. Bir silah gibi onu kullanacağız.

Ama hâle gelince hâl iradenin dışında kalmıştır. Hâl sahibindendir fakat bunu makam edinceye kadar güzel şeyler de hâldir. Hâl sahibi mesela rüyalar görür, uyku ile uyanıklık arasında bir şeyler görür. Daha başka bir şeyler görür. Efendim, kalbinde çok acayip garaip şeyler tecelli eder. Nurlar, sıfatlar ne bileyim çok şeyler olur, görür. Sonra çok neşeli, keyifli olur bunlar hep nereden geliyor? Basıt hâlinden gelir. Bunlar hâl işte, geliyor, gidiyor.

Bunlar neticede ne oluyor? Hâli, makam oluyor. Makam olunca tamamen kabız halinden kesiliyor, basıt hâliyle tamamen kalıyor. O zaman ârif oluyor.

Ârif kimdir? Allah’ı hiç unutmayandır. Yatarken uykuda çalışırken, gezerken, otururken, kalkarken da Allah’ı zikredendir. Cenâb-ı Hakk: “Kıyamen ve kuûden ve ala cünübihim9” ”Ayakta da zikredin, otururken de zikredin, yatarken zikredin.” buyuruyor.

Cenâb-ı Hakk: “Amenüzkürüllahe zikren kesira10” buyuruyor. Kesir, burada rakam vermiyor “Çok zikredin.” buyuruyor. Hâlbuki bir insan gün boyu da zikir yapsa bir âdeti, sayısı vardır değil mi?

Ama bunun bir anlamı yirmi dört saatin içerisinde bir nefesini dahi boş geçirmeyecek ki zikrin çoğunluğunu elde edebilsin. Bunu böyle yapa yapa tamamen gafleti kendisinden attıktan sonra onda veled-i kalp meydana geliyor.

Onun kalbi bu sefer harekete geçiyor, canlanıyor. Canlanınca nasıl bir makinenin motoru çalıştığı zaman bütün ona bağlı olan parçaları esnetiyor. İşte o zaman da kalbin dirilmesiyle, kalbin harekete gelmesiyle böyle sultanî zikir meydana geliyor. Sultanî zikir meydana gelirse o insanda zikrin çoğunluğu meydana gelir.

Söz ile bir kalbe doğmaz ledünni

Bütün azaları dil olmayınca

Nefs-i emmârenin bilinmez fendi

Gönül şehri bahr-i Nil olmayınca

1 Ömer Dağıstani. Fetvalar, s. 149.
2 Ahzab, 33/4.
3 Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, III, 107/4062.
4 Fususül Hikem. Trc. s. 238.
5 Al-i İmran, 3/110.
6 İbrahim, 14/7.
7 Hûd, 11/112.
8 Bakara, 2/152.
9 Al-i İmran, 3/191.
10 Ahzab, 33/41.

Kar©glan Başağaçlı Raşit Tunca
Smileys-2
Reply


Forum Jump:


Users browsing this thread: 1 Guest(s)