02-15-2024, 06:40 PM
(This post was last modified: 02-15-2024, 06:41 PM by RasitTunca.)
“Mevlânâ düşüncesi, insanlara mağaralarından dışarı çıkmayı öğretir.”
Öncelikle Hazret’in hayatıyla başlayalım Hocam. Belh şehrinde dünyaya gelen ve Anadolu’da Konya’ya yerleşen Hz. Mevlânâ’nın orada büyük bir ocak kurduğunu görüyoruz. Fakat XIII. yüzyılda genel olarak İslam dünyasında İbn Arabi, Sadreddin Konevi, Seyyid Burhaneddin, Şems-i Tebrizi gibi Mevlânâ’nın da tanıştığı isimlerin yaşadığını görüyoruz. Hz. Mevlânâ’yı hangi şartlar, birikim ve kültürel atmosfer doğurdu sizce? Bu bir iklim işi miydi?
Öncelikle Mevlânâ’nın tarihsel olarak yaşadığı dönem, İslam düşüncesi bakımından müteahhirin dönemi diye isimlendirilir. Yani kelam, felsefe ve tasavvufun yeni bir evreye girdiği, bir bakıma önce krizleri sonra ikinci klasikleri ortaya çıkaran bir süreç yaşandı düşünce tarihinde. Onun önemli isimleri vardı, mesela kelam geleneğinde Fahreddin Razi vardır. Onun takip ettiği kişiler Sadettin Taftazani, Cürcani gibi önemli isimler ondan daha sonra geliyor. Tasavvuf içerisinde İbn Arabi, Sadreddin Konevi gibi isimler var. Onun biraz öncesinde büyük tarikatlar ortaya çıkıyor. İran düşüncesi şekilleniyor. Siyasi olarak Abbasilerin zayıflamasıyla birlikte Selçuklular daha ön planda. Türklerin İslam dünyasına güçlü bir şekilde girdiği bir dönem ortaya çıkıyor. Şii devletleri güçleniyor vs. Kısaca İslam dünyasının yeni bir ivme yaşadığı, kazandığı dönem ortaya çıkıyor. Ama siyasi olarak başka bir şey daha yaşanıyor. O da Moğol baskını. Onun biraz öncesinde Haçlı Savaşları, Haçlı baskınları oluyor. Dolayısıyla İslam dünyası bir yerden yapılanırken bir yerden yıkılıyor ve muazzam bir kültürel hareketlilik, muazzam bir entelektüel hareketlilik yaşanıyor o dönemde. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, hicri VII. yüzyılda yaşayan bir kişi olarak bütün bu hareketliliğin içerisinde doğuyor. Dolayısıyla onun bir ürünü olarak kabul edilmesi gerekiyor. Burada yine birkaç hususa işaret etmek lazım. Bunlardan birincisi: İslam düşüncesinin kurucu dili olarak Arapça oldukça yetkinleşmiş bir dönemdeydi. Mevlânâ’nın bu dili de takip ettiğini düşünüyoruz. Farsça artık büyük klasiklerini verecek bir hâle gelmişti. Türkçe ise yeni yeni ortaya çıkıyordu ve Mevlânâ’dan biraz daha sonra olmak üzere büyük eserlerini vermeye başlamıştı. Fars iklimi, Türkler ve Araplar olmak üzere böyle üçlü sacayağı oluşmuştu. Mevlânâ’yı bu çerçevede düşünmek lazım. Bu iklim, düşüncenin hazırlanmasında ve oluşmasında önemli bir faktördür ama Mevlânâ’daki bireysel özellikleri de dikkate almak lazım. Yani aynı iklim olabilir ama Mevlânâ gibi birisi çıkmayabilirdi. Dolayısıyla kendi bireysel kabiliyeti ile içinde yetiştiği kültürel iklimin bir imtizacı olarak Mevlânâ ortaya çıkıyor. O yüzden bu tarz meseleleri ele alırken sadece sosyolojik ya da tarihsel hadiselere atıf yaparsak o zaman bireysel yetenekleri, kabiliyetleri tam izah edemeyiz. Çünkü bazen aynı durumlar ya da aynı hadiseler yaşanmasına rağmen büyük bir kurucu ya da büyük bir düşünür çıkmıyor. Demek ki bireysel kabiliyetin de burada çok önemli bir rolü var. Örneğin Sadreddin Konevi’nin çıktığı ortam yüz sene sonra da vardı ama bir Konevi ya da bir İbn Arabi çıkmadı. Kısacası bireysel kabiliyeti, yeteneği reddederek sadece tarihsel hadiselerle bir büyük düşünürün çıkması söz konusu edilemez.
“Canım tenimde oldukça Kur’an’ın kölesiyim ben. Muhammed Mustafa’nın (seçilmiş) yolunun toprağıyım ...” diyen Mevlânâ’nın dünya görüşünün temelinde Kur’an ve sünnet olduğunu görüyoruz. Bu iki kaynağa getirdiği yorum farkından bahseder misiniz? Mesnevi için dinin asıllarının asıllarının asılları denmesinin sebebi nedir? Ve bu bağlamda Mevlânâ’yı diğer İslam düşünürlerinden ayıran hususiyetler hangileridir?
Başından beri Kur’an-ı Kerim ve sünnet birkaç gelenek tarafından yorumlanıyor. Dinle olan ilişkiyi sadece yükümlülük üzerinden ele alınca fıkıh yorumu; bu yükümlülüğü ya da inancı müdafaa etmek açısından ele alınca da kelam yorumu ortaya çıkıyor. Kelamla fıkıh sünni düşüncenin bir kısmında bir terkip oluşturuyor. Bu durum, dinin ana omurgasını teşkil ediyor, en azından bunu iddia ediyorlar. Günümüzde de bu, birçok kişi tarafından böyle düşünülüyor ki bence bu düşünce eksiktir. Bir de tasavvufun ortaya çıkarttığı yorum geleneği vardır. Tasavvufun bu yorumunda fıkıh ve kelam geleneğinin ihmal ettiği insanı eklediğini görürüz. Çünkü insan sadece yap ya da yapma ikilemi içerisinde ele alınabilecek bir varlık değil. İnsanın bir ruh dünyası ve zihin dünyası var, insanın gelgitleri, korkuları, umutları var. Kısaca insanın dünyayla kurduğu ilişki var. İslam geleneği içerisinde esaslı bir şekilde insana odaklanan bütün olarak insana, insanın dünyasına, insanın estetik algısına, insanın zihin dünyasına, insanın ahlak dünyasına odaklanan aslında tasavvuf olur. Odaklanınca da başından beri Kur’an-ı Kerim ve sünnetin o veçhedeki yaklaşımlarını daha öne çıkarttı, onlara daha fazla yorumlar getirdi. Tasavvuf; fıkıh ve kelama göre ufku daha geniş alarak evrene bakışı getirdi. Mesela doğaya bir bakış getirdi. Gökyüzüyle, yeryüzüyle ve yeryüzündeki varlıklarla ilişkimizi yeniden tanzim etti. Dolayısıyla insan merkezci bir yorumlama alışkanlığı ortaya çıktı. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî aslında bunu sürdürdü. Bizim Mesnevi’de ilk gördüğümüz “Ney’in hikâyesi” diye insanın hikâyesini anlatmak, o estetik terakkinin bir parçası. Dolayısıyla tasavvuf Mevlânâ dilinde büyük bir akışın bir parçası olarak insanı ele almaya başlıyor. Fakat o metinlerde fark ediyoruz ki insan; doğaya, doğadaki varlıklara benziyor, yeryüzüyle, gökyüzüyle ilişkili, yeryüzündeki tikel varlıklarla ilişkili ama onlardan daha fazla ve daha farklı bir şey. Bunlar da işte o zaman hadislere ayet-i kerimelere bakışı değiştiriyor ve eşref-i mahlûkat olarak insan görüşü ortaya çıkıyor. İnsan eşref-i mahlûkat ise o zaman yeryüzüyle ilişkisi bir ahlak ilişkisine dönüşüyor. İşte bütün bunlar düşünen ve ahlaki bir varlık olarak insana odaklanmaya gerektiriyor. Mevlânâ Celeleddin’in asıl yapmak istediği de budur zaten.
Allah’ı bilmenin kişiye yetmeyeceğini, bu bilginin ahlakla tamamlanması gerektiğini, Hz. Mevlânâ’nın ahlakın dayanağı bağlamında “bilgimizi marifete çıkardığını” söylüyorsunuz. Bu konuyu biraz açar mısınız?
Bilgi ve marifet aynı kavramlar olduğundan bilgimizi marifete çıkartmak tabiri eksik kalır. O yüzden zanlarımızı marifete taşımak demek lazım. Niyazi Mısri, tasavvufta bu büyük değişimi anlatırken bir mürşide bağlanmaktan söz eder ve der ki: “İnsan-ı kâmil olunca insan görür ki aslında bildikleri güman imiş.” İnsan bilgisini gerçek bir bilgi olarak düşünür ta ki ona biri bildiklerinin güman yani zan olduğunu gösterinceye dek. Dolayısıyla tasavvuf işte bu ihtiyaca binaen kuruldu. İnsan aslında hep öğrenme sürecindedir ve öğrenmeye devam eder. Ahlaklanmayla öğrenme esaslı bir yola giriyor yani ahlaklanma bir öğrenme biçimidir. Mesela cömertlik, adalet, doğru sözlü olmak bir öğrenme biçimidir. Çünkü insan orada hakikatte en sahici ilişkiyi kurmuş oluyor ve o sahici ilişkiyi kurmadığında kişi aslında onu öğrenmiş olmuyor. Zihnimizde bir kelime ya da bir cümle olarak bulunanın bizim için bir bilgi olup olmadığı onu benimsemiş ve davranışa dönüştürmüş olmamıza ilgilidir. Davranışa dönüştüğünde de tecrübi bir bilgi ortaya çıkıyor ve davranış yeni bir bilgiye dönüşüyor. Ancak bilgi aynı olduğuna göre o zaman biz bir öncekine artık bilgi demeyeceğiz zan diyeceğiz. Dolayısıyla Mevlânâ’nın yaklaşımına göre kabul edilmemiş yani inanılmayan bir bilgi aslında bilgi değildir. Mesela bir adam hem doğruluğu bilip hem yalan söyleyemez ya da hem adaleti bilip hem zalim olamaz. Kişi adaleti öyle bilmeli ki zulme imkân kalmamalı. Bu da ancak uygulamayla yani amelle ve ahlakla ortaya çıkabilir. İşte o zaman kişinin zanları bilgiye dönüşmüş olur. Tasavvuf diyor ki bir adam bir şeyi ya tam olarak bilir ya da zan olarak bilir. Mesela çölde susamış bir adam serabı su zannediyor. O adama denilse ki “O, su değil sadece bir serap.”, adam bu söze kesinlikle inanmaz. Ne zamana kadar? Ta ki o suyun yanına varıncaya kadar. O serabın başına gidince kişi “Bilgim yanlışmış.” demiyor; “Zannım yanlışmış.” diyor. Dolayısıyla tasavvuf yolunun böyle bir iddiası var. İnsanların daha iddiasız daha dogmatik olmayan bir dille konuşabilmeleri lazım. Tasavvufun iddiaları, modern dünyadaki modern düşüncede dile getirilen bildiğimizi zannetmemizden kuşkuya kapılmak yani dogmalarımızı, âdet ve alışkanlıklarımızı eleştirebilmek, mağara içinde yaşıyor olabileceğimizi kabul etmek. Mağaranın dışına çıktığımızı söylerken bile mağarada bulunabiliriz ya da insanları mağarada olmakla suçlarken bile biz de bir başka mağarada olabiliriz. Dolayısıyla bulunduğumuz her kamp, her sosyal sınıf, her tarihsel bağlam bir mağaraya dönüşebilir. Mevlânâ’nın düşüncesi aslında bunu bize göstermiş ve ispatlamış oluyor. Mağaralarımızdan çıkmak, dogmalarımızdan kurtulmak, kesin kabul ettiklerimizin zan olabileceğini düşünmek. Kısaca tüm mesele bunun üzerine kurulu.
Belki bu noktada bir konuya değinmek gerekiyor Hocam: Mevlânâ istismarı. Hem yayın hem söylem bağlamında Mevlânâ ve eserlerinin bazen seyreltilerek bazen değiştirilerek bazen anakronik bir şekilde kullanıldığına, amacından saptırılarak ticari bir metaya dönüştürüldüğüne üzülerek şahit oluyoruz. Belki buna Ahmet Haşim’in ifadesiyle “bülbülü eti için katletmek” denebilir. Neler söylemek istersiniz?
Maalesef insan bunu yapıyor. Bunu sadece Mevlânâ’yı okurken değil Kur’an-ı Kerim’i ve hadis-i şerifleri okurken de yapıyor. Çünkü insan kendi konforu için iş yapar. Kendi gücünü tahkim etmek için ilişki kurar. Tabii ki bu Mevlânâ’nın çok memnun olacağı bir okuma biçimi değildir ve Mevlânâ da böyle okunmaz. Eğer Mevlânâ’yı okuyacaksak bence okumanın temel gereksinimleri neyse onun üzerine okumalı. Ben ona hep yazmayı ekliyorum. Yani bir yazı amacı varsa Mevlânâ ile doğru bir ilişki kurulabilir. Yoksa metin üzerinden okuduğunda sizin hâlihazırda bir ahvaliniz var ve ona dönüyor. Aslında Mevlânâ Mesnevi’nin girişinde de bunu söylüyor zaten. “Her mecliste oturdum kalktım, hiç kimse benden bir şey anlamadı, herkes beni kendince yorumladı.” diyor. Dolayısıyla şimdi bu bir kader ama sadece Mevlânâ kaderi gibi düşünmemek lazım. Yunus için de İbn Arabi için de bunun geçerli olduğunu düşünüyorum. Ancak bence daha temelde insanın Allah’la, kutsal kitapla, peygamberle ilişkisi de böyle gerçekleşiyor.
Bugünün Müslümanları Mevlânâ’dan ne öğrenir, nasıl öğrenir? Onunla ve görüşleriyle ünsiyet kurmanın yolu nerden geçer?
Bugünkü Müslümanlar kendi düşünürlerini çıkartmadan Mevlânâ’dan bir şey öğrenemezler. Mevlânâ gelip 21. yüzyılın sorunlarını, toplumsal meselelerini, düşünce problemlerini çözemez. Mevlânâ’nın çağındaki sorunları ve toplumsal meseleleri bir önceki çağda yaşayan büyükler çözemediği için zaten Mevlânâ çıkıyor. Her yüzyıl kendi düşünürlerini çıkartacak ve kendi düşünce meselesini çözecek. İşte bu başarıldığı zaman görülecektir ki Mevlânâ o düşünürlerle birlikte başka bir katkı sağlayacaktır. Ancak bugün Müslüman toplumun tarihle kurduğu ilişki patolojik bir ilişkiden ibarettir. İnsanlar birçok hususu tarihe kaçarak çözmek istiyor, tarihe sığınmaya çalışıyor ve moralini tarihle değiştirmeye çalışıyor. Bu, behemehâl terk edilmesi gereken büyük bir hatadır. Yaşadığımız çağın, mekânın sorumluluğu bireysel olarak her birimizin üzerindedir. Bu çağda yaşıyoruz ve bu çağı bize soracaklar. Dolayısıyla Mevlânâ da bütün düşünce ekollerinde olduğu gibi tarihsel bir figür ve örnek olarak düşünürlerce yorumlanacak. İşte o zaman edebiyatımıza, düşüncemize, hayatın çeşitli anlamlarına intikal edecek. Ancak bunu gerçek anlamda anlayamadığımız zaman biz Mevlânâ’dan sadece ziyaret edilen bir yer çıkartırız.
Öz Geçmiş
Prof. Dr. Ekrem Demirli, 1969’da Rize İkizdere’de doğdu. 1993’te Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesinden mezun oldu. Aynı üniversitede 1995’te “Abdullah-ı İlâhî’nin Keşfü’l-Varidat İsimli Eserinin Tahkik ve Analizi” konulu teziyle yüksek lisansını; 2003’te “Sadreddin Konevi’de Mârifet ve Vücûd” konulu teziyle doktorasını tamamladı ve bu süreçte Konevi’nin bütün eserlerini Türkçeye kazandırdı. İbn Arabi’nin, tasavvuf düşüncesinin en önemli kitabı kabul edilen Fususu’l-Hikem’ini şerh etti ve onun kapsamlı eseri Fütuhat-ı Mekkiyye’yi on sekiz cilt hâlinde tercüme etti. Bu tercümesiyle TYB 2006 Yılın Tercüme Ödülü’ne layık görüldü. 2009’da “İslam Metafiziğinde Tanrı ve İnsan” başlıklı çalışmasıyla doçent ünvanı aldı. TASAM 2011 Vizyon Ödülleri’nde “Stratejik Vizyon Sahibi Bilim İnsanı Ödülü”nü kazandı. 2016 yılında bir grup akademisyenle birlikte Klasik Düşünce Okulu’nu kurdu ve bu okul bünyesinde tasavvuf, kelam ve felsefe geleneğinin pek çok klasiği üzerine müstakil ve mukayeseli okumalar gerçekleştirdi. Arapça, Farsça ve İngilizce bilen Demirli hâlen İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Tasavvuf anabilim dalında öğretim üyeliği görevini sürdürmektedir.
Kaynak
Türk Diyanet Dergisi
Prof. Dr. Ekrem DEMİRLİ:
Öncelikle Hazret’in hayatıyla başlayalım Hocam. Belh şehrinde dünyaya gelen ve Anadolu’da Konya’ya yerleşen Hz. Mevlânâ’nın orada büyük bir ocak kurduğunu görüyoruz. Fakat XIII. yüzyılda genel olarak İslam dünyasında İbn Arabi, Sadreddin Konevi, Seyyid Burhaneddin, Şems-i Tebrizi gibi Mevlânâ’nın da tanıştığı isimlerin yaşadığını görüyoruz. Hz. Mevlânâ’yı hangi şartlar, birikim ve kültürel atmosfer doğurdu sizce? Bu bir iklim işi miydi?
Öncelikle Mevlânâ’nın tarihsel olarak yaşadığı dönem, İslam düşüncesi bakımından müteahhirin dönemi diye isimlendirilir. Yani kelam, felsefe ve tasavvufun yeni bir evreye girdiği, bir bakıma önce krizleri sonra ikinci klasikleri ortaya çıkaran bir süreç yaşandı düşünce tarihinde. Onun önemli isimleri vardı, mesela kelam geleneğinde Fahreddin Razi vardır. Onun takip ettiği kişiler Sadettin Taftazani, Cürcani gibi önemli isimler ondan daha sonra geliyor. Tasavvuf içerisinde İbn Arabi, Sadreddin Konevi gibi isimler var. Onun biraz öncesinde büyük tarikatlar ortaya çıkıyor. İran düşüncesi şekilleniyor. Siyasi olarak Abbasilerin zayıflamasıyla birlikte Selçuklular daha ön planda. Türklerin İslam dünyasına güçlü bir şekilde girdiği bir dönem ortaya çıkıyor. Şii devletleri güçleniyor vs. Kısaca İslam dünyasının yeni bir ivme yaşadığı, kazandığı dönem ortaya çıkıyor. Ama siyasi olarak başka bir şey daha yaşanıyor. O da Moğol baskını. Onun biraz öncesinde Haçlı Savaşları, Haçlı baskınları oluyor. Dolayısıyla İslam dünyası bir yerden yapılanırken bir yerden yıkılıyor ve muazzam bir kültürel hareketlilik, muazzam bir entelektüel hareketlilik yaşanıyor o dönemde. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, hicri VII. yüzyılda yaşayan bir kişi olarak bütün bu hareketliliğin içerisinde doğuyor. Dolayısıyla onun bir ürünü olarak kabul edilmesi gerekiyor. Burada yine birkaç hususa işaret etmek lazım. Bunlardan birincisi: İslam düşüncesinin kurucu dili olarak Arapça oldukça yetkinleşmiş bir dönemdeydi. Mevlânâ’nın bu dili de takip ettiğini düşünüyoruz. Farsça artık büyük klasiklerini verecek bir hâle gelmişti. Türkçe ise yeni yeni ortaya çıkıyordu ve Mevlânâ’dan biraz daha sonra olmak üzere büyük eserlerini vermeye başlamıştı. Fars iklimi, Türkler ve Araplar olmak üzere böyle üçlü sacayağı oluşmuştu. Mevlânâ’yı bu çerçevede düşünmek lazım. Bu iklim, düşüncenin hazırlanmasında ve oluşmasında önemli bir faktördür ama Mevlânâ’daki bireysel özellikleri de dikkate almak lazım. Yani aynı iklim olabilir ama Mevlânâ gibi birisi çıkmayabilirdi. Dolayısıyla kendi bireysel kabiliyeti ile içinde yetiştiği kültürel iklimin bir imtizacı olarak Mevlânâ ortaya çıkıyor. O yüzden bu tarz meseleleri ele alırken sadece sosyolojik ya da tarihsel hadiselere atıf yaparsak o zaman bireysel yetenekleri, kabiliyetleri tam izah edemeyiz. Çünkü bazen aynı durumlar ya da aynı hadiseler yaşanmasına rağmen büyük bir kurucu ya da büyük bir düşünür çıkmıyor. Demek ki bireysel kabiliyetin de burada çok önemli bir rolü var. Örneğin Sadreddin Konevi’nin çıktığı ortam yüz sene sonra da vardı ama bir Konevi ya da bir İbn Arabi çıkmadı. Kısacası bireysel kabiliyeti, yeteneği reddederek sadece tarihsel hadiselerle bir büyük düşünürün çıkması söz konusu edilemez.
“Canım tenimde oldukça Kur’an’ın kölesiyim ben. Muhammed Mustafa’nın (seçilmiş) yolunun toprağıyım ...” diyen Mevlânâ’nın dünya görüşünün temelinde Kur’an ve sünnet olduğunu görüyoruz. Bu iki kaynağa getirdiği yorum farkından bahseder misiniz? Mesnevi için dinin asıllarının asıllarının asılları denmesinin sebebi nedir? Ve bu bağlamda Mevlânâ’yı diğer İslam düşünürlerinden ayıran hususiyetler hangileridir?
Başından beri Kur’an-ı Kerim ve sünnet birkaç gelenek tarafından yorumlanıyor. Dinle olan ilişkiyi sadece yükümlülük üzerinden ele alınca fıkıh yorumu; bu yükümlülüğü ya da inancı müdafaa etmek açısından ele alınca da kelam yorumu ortaya çıkıyor. Kelamla fıkıh sünni düşüncenin bir kısmında bir terkip oluşturuyor. Bu durum, dinin ana omurgasını teşkil ediyor, en azından bunu iddia ediyorlar. Günümüzde de bu, birçok kişi tarafından böyle düşünülüyor ki bence bu düşünce eksiktir. Bir de tasavvufun ortaya çıkarttığı yorum geleneği vardır. Tasavvufun bu yorumunda fıkıh ve kelam geleneğinin ihmal ettiği insanı eklediğini görürüz. Çünkü insan sadece yap ya da yapma ikilemi içerisinde ele alınabilecek bir varlık değil. İnsanın bir ruh dünyası ve zihin dünyası var, insanın gelgitleri, korkuları, umutları var. Kısaca insanın dünyayla kurduğu ilişki var. İslam geleneği içerisinde esaslı bir şekilde insana odaklanan bütün olarak insana, insanın dünyasına, insanın estetik algısına, insanın zihin dünyasına, insanın ahlak dünyasına odaklanan aslında tasavvuf olur. Odaklanınca da başından beri Kur’an-ı Kerim ve sünnetin o veçhedeki yaklaşımlarını daha öne çıkarttı, onlara daha fazla yorumlar getirdi. Tasavvuf; fıkıh ve kelama göre ufku daha geniş alarak evrene bakışı getirdi. Mesela doğaya bir bakış getirdi. Gökyüzüyle, yeryüzüyle ve yeryüzündeki varlıklarla ilişkimizi yeniden tanzim etti. Dolayısıyla insan merkezci bir yorumlama alışkanlığı ortaya çıktı. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî aslında bunu sürdürdü. Bizim Mesnevi’de ilk gördüğümüz “Ney’in hikâyesi” diye insanın hikâyesini anlatmak, o estetik terakkinin bir parçası. Dolayısıyla tasavvuf Mevlânâ dilinde büyük bir akışın bir parçası olarak insanı ele almaya başlıyor. Fakat o metinlerde fark ediyoruz ki insan; doğaya, doğadaki varlıklara benziyor, yeryüzüyle, gökyüzüyle ilişkili, yeryüzündeki tikel varlıklarla ilişkili ama onlardan daha fazla ve daha farklı bir şey. Bunlar da işte o zaman hadislere ayet-i kerimelere bakışı değiştiriyor ve eşref-i mahlûkat olarak insan görüşü ortaya çıkıyor. İnsan eşref-i mahlûkat ise o zaman yeryüzüyle ilişkisi bir ahlak ilişkisine dönüşüyor. İşte bütün bunlar düşünen ve ahlaki bir varlık olarak insana odaklanmaya gerektiriyor. Mevlânâ Celeleddin’in asıl yapmak istediği de budur zaten.
Allah’ı bilmenin kişiye yetmeyeceğini, bu bilginin ahlakla tamamlanması gerektiğini, Hz. Mevlânâ’nın ahlakın dayanağı bağlamında “bilgimizi marifete çıkardığını” söylüyorsunuz. Bu konuyu biraz açar mısınız?
Bilgi ve marifet aynı kavramlar olduğundan bilgimizi marifete çıkartmak tabiri eksik kalır. O yüzden zanlarımızı marifete taşımak demek lazım. Niyazi Mısri, tasavvufta bu büyük değişimi anlatırken bir mürşide bağlanmaktan söz eder ve der ki: “İnsan-ı kâmil olunca insan görür ki aslında bildikleri güman imiş.” İnsan bilgisini gerçek bir bilgi olarak düşünür ta ki ona biri bildiklerinin güman yani zan olduğunu gösterinceye dek. Dolayısıyla tasavvuf işte bu ihtiyaca binaen kuruldu. İnsan aslında hep öğrenme sürecindedir ve öğrenmeye devam eder. Ahlaklanmayla öğrenme esaslı bir yola giriyor yani ahlaklanma bir öğrenme biçimidir. Mesela cömertlik, adalet, doğru sözlü olmak bir öğrenme biçimidir. Çünkü insan orada hakikatte en sahici ilişkiyi kurmuş oluyor ve o sahici ilişkiyi kurmadığında kişi aslında onu öğrenmiş olmuyor. Zihnimizde bir kelime ya da bir cümle olarak bulunanın bizim için bir bilgi olup olmadığı onu benimsemiş ve davranışa dönüştürmüş olmamıza ilgilidir. Davranışa dönüştüğünde de tecrübi bir bilgi ortaya çıkıyor ve davranış yeni bir bilgiye dönüşüyor. Ancak bilgi aynı olduğuna göre o zaman biz bir öncekine artık bilgi demeyeceğiz zan diyeceğiz. Dolayısıyla Mevlânâ’nın yaklaşımına göre kabul edilmemiş yani inanılmayan bir bilgi aslında bilgi değildir. Mesela bir adam hem doğruluğu bilip hem yalan söyleyemez ya da hem adaleti bilip hem zalim olamaz. Kişi adaleti öyle bilmeli ki zulme imkân kalmamalı. Bu da ancak uygulamayla yani amelle ve ahlakla ortaya çıkabilir. İşte o zaman kişinin zanları bilgiye dönüşmüş olur. Tasavvuf diyor ki bir adam bir şeyi ya tam olarak bilir ya da zan olarak bilir. Mesela çölde susamış bir adam serabı su zannediyor. O adama denilse ki “O, su değil sadece bir serap.”, adam bu söze kesinlikle inanmaz. Ne zamana kadar? Ta ki o suyun yanına varıncaya kadar. O serabın başına gidince kişi “Bilgim yanlışmış.” demiyor; “Zannım yanlışmış.” diyor. Dolayısıyla tasavvuf yolunun böyle bir iddiası var. İnsanların daha iddiasız daha dogmatik olmayan bir dille konuşabilmeleri lazım. Tasavvufun iddiaları, modern dünyadaki modern düşüncede dile getirilen bildiğimizi zannetmemizden kuşkuya kapılmak yani dogmalarımızı, âdet ve alışkanlıklarımızı eleştirebilmek, mağara içinde yaşıyor olabileceğimizi kabul etmek. Mağaranın dışına çıktığımızı söylerken bile mağarada bulunabiliriz ya da insanları mağarada olmakla suçlarken bile biz de bir başka mağarada olabiliriz. Dolayısıyla bulunduğumuz her kamp, her sosyal sınıf, her tarihsel bağlam bir mağaraya dönüşebilir. Mevlânâ’nın düşüncesi aslında bunu bize göstermiş ve ispatlamış oluyor. Mağaralarımızdan çıkmak, dogmalarımızdan kurtulmak, kesin kabul ettiklerimizin zan olabileceğini düşünmek. Kısaca tüm mesele bunun üzerine kurulu.
Belki bu noktada bir konuya değinmek gerekiyor Hocam: Mevlânâ istismarı. Hem yayın hem söylem bağlamında Mevlânâ ve eserlerinin bazen seyreltilerek bazen değiştirilerek bazen anakronik bir şekilde kullanıldığına, amacından saptırılarak ticari bir metaya dönüştürüldüğüne üzülerek şahit oluyoruz. Belki buna Ahmet Haşim’in ifadesiyle “bülbülü eti için katletmek” denebilir. Neler söylemek istersiniz?
Maalesef insan bunu yapıyor. Bunu sadece Mevlânâ’yı okurken değil Kur’an-ı Kerim’i ve hadis-i şerifleri okurken de yapıyor. Çünkü insan kendi konforu için iş yapar. Kendi gücünü tahkim etmek için ilişki kurar. Tabii ki bu Mevlânâ’nın çok memnun olacağı bir okuma biçimi değildir ve Mevlânâ da böyle okunmaz. Eğer Mevlânâ’yı okuyacaksak bence okumanın temel gereksinimleri neyse onun üzerine okumalı. Ben ona hep yazmayı ekliyorum. Yani bir yazı amacı varsa Mevlânâ ile doğru bir ilişki kurulabilir. Yoksa metin üzerinden okuduğunda sizin hâlihazırda bir ahvaliniz var ve ona dönüyor. Aslında Mevlânâ Mesnevi’nin girişinde de bunu söylüyor zaten. “Her mecliste oturdum kalktım, hiç kimse benden bir şey anlamadı, herkes beni kendince yorumladı.” diyor. Dolayısıyla şimdi bu bir kader ama sadece Mevlânâ kaderi gibi düşünmemek lazım. Yunus için de İbn Arabi için de bunun geçerli olduğunu düşünüyorum. Ancak bence daha temelde insanın Allah’la, kutsal kitapla, peygamberle ilişkisi de böyle gerçekleşiyor.
Bugünün Müslümanları Mevlânâ’dan ne öğrenir, nasıl öğrenir? Onunla ve görüşleriyle ünsiyet kurmanın yolu nerden geçer?
Bugünkü Müslümanlar kendi düşünürlerini çıkartmadan Mevlânâ’dan bir şey öğrenemezler. Mevlânâ gelip 21. yüzyılın sorunlarını, toplumsal meselelerini, düşünce problemlerini çözemez. Mevlânâ’nın çağındaki sorunları ve toplumsal meseleleri bir önceki çağda yaşayan büyükler çözemediği için zaten Mevlânâ çıkıyor. Her yüzyıl kendi düşünürlerini çıkartacak ve kendi düşünce meselesini çözecek. İşte bu başarıldığı zaman görülecektir ki Mevlânâ o düşünürlerle birlikte başka bir katkı sağlayacaktır. Ancak bugün Müslüman toplumun tarihle kurduğu ilişki patolojik bir ilişkiden ibarettir. İnsanlar birçok hususu tarihe kaçarak çözmek istiyor, tarihe sığınmaya çalışıyor ve moralini tarihle değiştirmeye çalışıyor. Bu, behemehâl terk edilmesi gereken büyük bir hatadır. Yaşadığımız çağın, mekânın sorumluluğu bireysel olarak her birimizin üzerindedir. Bu çağda yaşıyoruz ve bu çağı bize soracaklar. Dolayısıyla Mevlânâ da bütün düşünce ekollerinde olduğu gibi tarihsel bir figür ve örnek olarak düşünürlerce yorumlanacak. İşte o zaman edebiyatımıza, düşüncemize, hayatın çeşitli anlamlarına intikal edecek. Ancak bunu gerçek anlamda anlayamadığımız zaman biz Mevlânâ’dan sadece ziyaret edilen bir yer çıkartırız.
Öz Geçmiş
Prof. Dr. Ekrem Demirli, 1969’da Rize İkizdere’de doğdu. 1993’te Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesinden mezun oldu. Aynı üniversitede 1995’te “Abdullah-ı İlâhî’nin Keşfü’l-Varidat İsimli Eserinin Tahkik ve Analizi” konulu teziyle yüksek lisansını; 2003’te “Sadreddin Konevi’de Mârifet ve Vücûd” konulu teziyle doktorasını tamamladı ve bu süreçte Konevi’nin bütün eserlerini Türkçeye kazandırdı. İbn Arabi’nin, tasavvuf düşüncesinin en önemli kitabı kabul edilen Fususu’l-Hikem’ini şerh etti ve onun kapsamlı eseri Fütuhat-ı Mekkiyye’yi on sekiz cilt hâlinde tercüme etti. Bu tercümesiyle TYB 2006 Yılın Tercüme Ödülü’ne layık görüldü. 2009’da “İslam Metafiziğinde Tanrı ve İnsan” başlıklı çalışmasıyla doçent ünvanı aldı. TASAM 2011 Vizyon Ödülleri’nde “Stratejik Vizyon Sahibi Bilim İnsanı Ödülü”nü kazandı. 2016 yılında bir grup akademisyenle birlikte Klasik Düşünce Okulu’nu kurdu ve bu okul bünyesinde tasavvuf, kelam ve felsefe geleneğinin pek çok klasiği üzerine müstakil ve mukayeseli okumalar gerçekleştirdi. Arapça, Farsça ve İngilizce bilen Demirli hâlen İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Tasavvuf anabilim dalında öğretim üyeliği görevini sürdürmektedir.
Kaynak
Türk Diyanet Dergisi
Prof. Dr. Ekrem DEMİRLİ:
Kar©glan Başağaçlı Raşit Tunca