Thread Rating:
  • 8 Vote(s) - 3.13 Average
  • 1
  • 2
  • 3
  • 4
  • 5
MEŞHURLARIN SON SÖZLERİ - II
#1
Oku-1 
MEŞHURLARIN SON SÖZLERİ - II

Hz. Sa’d Bin Ebi Vakkâs’ın son sözleri
Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden ve İran’ı fetheden ordunun kumandanıdır. Sağlığında Cennetle müjdelenen on sahabîden biridir. Nebesi hem baba tarafından, hem de anne tarafından Peygamber efendimizle birleşir.
Hazret-i Sa’d, heybetli, orta boyda, esmer tenli, cesur, sözü, özü doğru büyük bir zattı. Çok cömert olup, sadeliği severdi.
Hazret-i Sa’d, Veda Haccı’ndan sonra hastalandığında, Peygamber Efendimiz kendisini ziyarete gelmişti. Sa’d hazretleri hastalığı şiddetlendiğinden duâ almak için Peygamberimize “Yâ Resûlallah siz Medine’ye döneceksiniz de ben burada ölüp dostlarımdan geriye mi kalacağım?” dedi.
Peygamber efendimiz de “Hayır! Sen bizden geri kalamazsın! Burada kalırda Sâlih ameller işlersen, elbette onunla derecan artar, merteben yükselir. Umarım ki: Sen uzun zaman yaşayacaksın! Öyleki senden, bir takım kavimler faydalanacak, bir takımları da mahrum kalacak” dedi. Ve “Yâ Rab! Eshâbımın Mekke’den Medine’ye dönüşünü tamamla!” diyerek duâ etti. Bunun üzerine iyileşti, şifâ buldu. Medine’ye döndü.
Ömrünün sonlarına doğru, gözleri görmez olmuştu. Bu halde iken Mekke’ye gelmişti. Mekke halkı etrafına toplanıp, “Bana duâ et, bana duâ et” deyince hepsine duâ ediyordu. Abdullah bin es-Sâib anlatır: “Ben genç idim, bir ara O’na yaklaştım ve kendimi tanıtmağa çalıştım. Beni tanıdı ve “Ben Mekke’nin en iyi okurlarından birisin” dedi. Ben de “Evet” dedikten sonra bir ara: “Amca senin duân makbul, herkese duâ edip duruyorsun, kendin için duâ etsen de gözlerin acılsa olmaz mı?” dedim. Sa’d gülümseyerek “Oğlum Allahü teâlânın benim hakkımdaki takdiri (gözümün görmemesi), gözümün görmesinden daha güzeldir” buyurdu.
Hayatının sonlarına doğru, Medine’ye yakın Akik denilen yerde hastalandı ve orada 675 yılında vefat etti. Mübarek cesedi Medine-i Münevvere’ye götürüldü. Namazını Medine Valisi Mervan kıldırdı. Son arzusu, “ Bedir Harbinde giymiş olduğum elbisesi ile defnedin” oldu. Sa’d bin Ebî Vakkas hazretleri, Cennetle müjdelenen on sahâbiden (aşere-i mübeşşereden) en son vefât edendir.
“Ey Anne, senin yüz canın olsa..”
Sa’d bin Ebî Vakkas hazretleri ilk Müslüman olanların yedincisidir. Annesi oğlunun Müslüman olduğunu duyunca ok sinirlenip, Onu İslâm dîninden döndürebilmek için çeşitli yollara müracaat etti. Oğlu Sa’d’ın kendisine karşı saygısını ve bağlılığını bildiğinden İslâm dîninden döndürebilmek için;
“Allahın, sana hısım ve akraba ile ilgilenmeyi, anne babaya daima iyilik etmeyi emrettiğini söyleyen sen değilmisin?” dedi. Hazret-i Sa’d da “Evet” dedi. Bunun üzerine annesi asıl maksadını bildirmek için şöyle söyledi:
“Yâ Sa’d! Vallahi, sen Muhammed’in getirdiklerini inkâr etmedikçe, ben açlık ve susuzluktan helâk oluncaya kadar ağzıma bir şey almayacağım. Sen de bu yüzden anne kâtili olarak insanlarca ayıplanacaksın.”
O güne kadar annesinin her isteğine boyun eğmiş, bir dediğini iki etmemişti. Allahü teâlâ ve Resûlüne bütün kalbiyle inanmış ve bağlanmış olduğundan bu îmân kuvveti üstün geldi, annesinin isteğini kabul etmedi. Annesinin yiyip içmediğini ve bunda inat ettiğini görünce, şöyle dedi:
“Ey Anne, senin yüz canın olsa ve her birini İslâmiyeti bırakmam için versen, ben yine dînimden vaz geçmem. Artık ister ye, ister yeme.”
Annesi Hazret-i Sa’d’ın dînine bağlılığını, îmânındaki sebâtını görünce şaşırdı, çaresiz kaldı. Yemeye ve içmeye tekrar başladı.
Sa’d bin Ebi Vakkas hazretleri ile annesi arasında geçen bu hâdiseden sonra Allahü teâlâ evladın anne ve babaya hangi hallerde tâbi olacağını, hangi hallerde tâbi olmayacağını bildiren Ankebût sûresi, sekizinci âyeti kerimesini göndererek;
“Biz insana, ana ve babasına iyilikte bulunmasını tavsiye ettik. Bununla beraber, hakkında bilgi sahibi olmadığın (ilah tanımadığın) bir şeyi bana ortak koşmak için sana emrederlerse, artık onlara (bu hususta) itaat etme! Dönüşünüz ancak banadır. Ben de yaptığınızı (amellerinizin karşılığını) size vereceğim” buyurdu.
“Anam, babam sana fedâ olsun!”
Hazret-i Sa’d bütün gazâlarda bulundu. Savaşlarda çok kahramanlıklar gösterdi. Uhud Harbinde de, müslümanların sıkışık durumlarında büyük bir metanetle çarpışmış, Peygamberimizin yanından hiç ayrılmayıp, düşmana karşı savaşmıştır.
Hazret-i Sa’d ok atmakta çok maharetliydi. Her attıağı ok isabet ediyordu. İslâmiyette, Allah yolunda ilk ok atan sahâbi olup, okçuların (kemankeşlerin) reisiydi. Uhud Harbinde, 1000’den fazla ok attı. Peygamberimiz tarafından, büyük iltifatlara ve duâlara mazhar oldu.
Peygamberimiz ok atarken Ona, “At ya Sa’d! Anam, babam sana fedâ olsun!” diye duâ etmiş, her ok atışında “İlahî bu senin okundur. Atışını doğrult.” “Allahım sana duâ ettiğinde Sa’d’ın duâsını kabul eyle” diye duâ etmiştir.
Peygamber efendimiz, hayatında “Anam, babam sana fedâ olsun” diye sadece Hazret-i Sa’d için duâ etmiş, bunun dışında hiçbir kimseye böyle duâ etmemiştir.
Hazret-i Âişe anlatır: Resûlullah gazvelerin birinde, geceleyin Medine’ye dönüp geldiğinde “Ne olurdu, sâlih bir kimse beni korumağı üzerine alsaydı!” buyurdu. Birden bir silâh sesi duyduk. “Bu kimdir?” buyurdu. “Benim, Sa’d bin Ebî Vakkas” dedi. Peygamberiniz “Seni buraya hangi şey getirdi” yâni buraya niçin geldin? buyurdu. Hazret-i Sa’d: “İçimden bir ses Resûlullah yalnızdır, korkarım ki, din düşmanları ona bir sıkıntı ve eziyet verirler dedi. Bunun için O’nu korumağa ve hizmetine geldim.” Bunun üzerine Resûlullah ona duâ etti ve uyudu.
Sa’d bin Ebî Vakkas hazretleri, Peygamberimize annesi tarafından dayı olurdu. Bunun için Peygamberimiz ona “Bu benim dayımdır. Böyle bir dayısı olan varsa bana göstersin” diyerek iltifatlarda bulunurdu.
Resûlullah her namazın ardından; “Allahım, korkaklıktan, cimrilikten sana sığınıyorum. Rezil bir hayata düşmekten, dünyanın ve kabrin imtihanınından sana sığınıyorum.” diye dua ettiğini bildirmiştir. “Duâ kabûl olmak için helâl lokma yiyin” hadis-i şerifini de rivayet etmiştir.
Peygamberimiz Sa’d bin Ebî Vakkas hazretlerine duâsı kabul olması için dua ettiğinden müslümanlar O’nun duasını almaya çalışırlardı. Düşmanlar da, her attığı ok isabet ettiğinden, çok korkarlardı.
Sa’d bin Ebî Vakkas hazretleri buyurdu ki: Hayatımda üç gün ağladım. Bunlardan biri, Resûl-i ekrem’in vefât ettiği zaman, ikincisi Hazret-i Osman’ın şehid edildiği zaman, üçüncüsü de Hakka sığınırken ağladım.” Yine buyurdular ki: “Bir kimse gündüz hatim okursa, melekler ona akşama kadar duâ eder. Gece okursa sabaha kadar duâ eder.”
Hz. Talha bin Ubeydullah’ın son anları
Hz. Talha bin Ubeydullah, İlk îmâna gelenlerden ve aşere-i mübeşşeredendir. “Talha, ile Zübeyr, Cennette komşularımdır” hadîs-i şerîfi ile medhedildi.
Son derece sevimli idi. Orta boylu, geniş göğüslü, yakışıklı bir zattı. İsraf ve aşırılığa kaçmadan iyi giyinirdi. Onun ahlâkının güzelliğine bir misâl olarak şu hadise anlatılır: Eshâb-ı kirâmdan bir çok zât Ümmi Ebân hatunla evlenmek için teklifte bulunmuşlardı. Fakat O hiç birisini kabul etmedi. Talha bin Ubeydullah teklifte bulununca kabul etti. Sebebi sorulduğu zaman: “Onun ahlâkını bilirim. Evine girerken güler yüzle girer, evinden çıkarken mütebessim olarak çıkar. Kendisinden istenildiğinde verir, kendisine bir iyilik yapıldığı zaman teşekkür eder. Bir kusur görünce affeder.” diye cevap vermiş ve Hz. Talha ile evlenmişti.
Hz. Talha çok büyük bir zenginliğin içinde bulunmasına rağmen gayet az yer, son derece sade giyinirdi. İsraf etmez ve israf edenleri sevmezdi. Bazen de çok güzel elbiseler giyerdi.
Hz. Talha ahlâk, edep ve fazilet bakımından çok yüksek idi. Kalbi Allahü teâlâ’nın korkusuyla ve Resûlünün muhabbetiyle doluydu. Bu muhabbeti aşk derecesinden de çok ötelerde idi. O bu aşkının en güzel isbâtını Uhud ve diğer gazâlarda göstermiştir.
Uhud savaşında aldığı ağır yaralar sesebiyle komoya girdi, Resulullahın duasıyla iyileşip, Resulullahla birlikte Medine’ye döndü. Resulullahın vefatından sonra da çok üzülüp tenha bir köşeye çekildi. Yıllar sonra Cemel vakası şehid oldu. Hz. Ali hap meydanını gezerken Hz. Talha’yı maktüller (ölenler) arasında görünce çok üzüldü, çok pek çok ağladı. Kucağına aldı. Yüzündeki toprakları sildi ve “Ey Ebû Muhammed (Talha) semânın yıldızları altında seni toprağın üzerinde serilmiş olarak görmek bana pek ağır geldi, beni kalbimden vurdu. Keşke yirmi yıl önce ölseydim” buyurdu. Hz. Ali, Hz. Talha’nın namazını kendi kıldırdı.
Vefâtından yirmi yıl sonra kızı Âişe bir gece rüyâsında Hz. Talha’yı gördü ve Ona “Yâ Âişe kabrimin bir tarafından sızan su bana eziyyet veriyor, beni buradan çıkar da başka yere defnet”, diye tenbih buyurdu
Bunun üzerine kızı Âişe çok üzüldü ve akrabalarından bazılarını alarak kabr-i şeriflerini açtılar. Sızan sudan dolayı vücûdunun bir tarafı hafif yeşillenmiş ise de, diğer yerleri yeni defnedilmiş ve bir kılına dahi zarar gelmemiş olduğu halde buldular. Başka bir kabre naklettiler.
Gelen oka karşı elini kalkan etti
Hz. Talha bin Ubeydullah Uhud savaşında üstün gayretler, kahmanlıklar göstermişti. Savaş anına kendisi şöyle anlatır:
“Gördüm ki, Eshâb-ı kirâm dağıldı. Müşrikler hücûm ettiler ve Resûlullahı her taraftan kuşattılar. Resûlullahın önünden mi, arkasından mı, sağından mı, yoksa solundan mı gelen taarruzlara karşı duracağımı bilemiyordum. Bir önden gelenlere bir arkadan gelenlere koştum onları uzaklaştırdım. Nihayet dağıldılar.”
Hz. Talhanın, Uhud’un bu anında vücûdunun her yeri heyecandan ve Resûlullaha bir zarar gelir korkusundan tirtir titriyordu. O Uhud günü Resûlullah’a bir zarar gelmemesi için en çok uğraşan en fazla canını hiçe sayanlardan idi. Eshâb-ı kirâmdan birçoğu bazı anlar Resûlullahın yanından ayrıldıkları halde Hz. Talha bir an ayrılmamış idi.
Sa’d bin Ebî Vakkas bu hali haber verdikten sonra; “Biz Resûlullahın yanına döndüğümüz zamanlar Hz. Talha’yı hep O’nun etrafında dönerek çarpıştığını ve kendisini Resûlullaha kalkan yapıp koruduğunu gördüm.” buyurmuştur.
Müşriklerden çok keskin nişancı, attığını vuran bir okcu vardı. Bu Malik bin Zübeyr idi. Bu hain Peygamberimize nişan alıp bir ok attı. Resûlullahın başına doğru gelen bu oka başka hiçbir
şekilde karşı koyamıyacağını anlayan Hz.Talha elini açarak oka karşı tuttu. Ok elini parçaladı. Parmaklarının bütün sinirleri kesildi. Elinin kemikleri kırıldı. Atılan oka elini tutması, candan çok ötelere yükselmiş bir aşkın, kemâle gelmiş bir imânın, muhabbet ile yanan, anlatılamayan hakikî bir sevginin fiili olarak ortaya çıkmasıdır.
Hz. Peygamber “Eğer Talha oka elini beni korumak için tutarken Bismillah deseydi, insanların gözü önünde Cennete giderdi.” Başka bir rivâyette ise Talha’ya “Eğer Bismillah deseydin insanlar sana bakışırken, melekler seni göklere yükseltirdi.” buyurmuşlardır. Yine “Uhud günü yer yüzünde sağımda Cebrâil solumda Talha bin Ubeydullah’dan başka bana yakın bir kimse bulunmadığını gördüm” buyurmuşlardır.
Hz. Talha, “Müminlerden öyle yiğitler vardır ki, Allah ile olan ahidlerine (harp meydanlarında sebat) gösterirler. Onların bir kısmı ahdini yerine getirdi (şehid oldu), bir kısmı ise şehid olmayı bekliyor” (Ahzab 23) âyet-i kerîmesine muhatap olmakla şereflendi.
“Allahım ona şifâ ver kuvvet ver!”
Uhud savaşında, Hz. Talha bin Ubeydullah’ın her yeri kılıç ve ok darbeleriyle delik deşik olmuş, vücûdunda yaralanmayan ve kana bulanmayan bir yer kalmamış idi. O gün vücûdunda altmışaltı büyük yara açılmıştı. Küçükler ise vücûdunda sayılamıyacak kadar çoktu.
Bu haliyle dahi savaşa devam ediyordu. Sonunda, başından aldığı şiddetli iki kılıç darbesi kendinden geçerek bayıldı. Bunu gören Peygamberimiz yanına gelen Hz. Ebû Bekir’e hemen Hz. Talha’ya yardıma koşmasını emrettiler. Hz. Ebû Bekir onu baygın bir vaziyette buldu. Hemen başını kaldırdı ve yüzüne su serpti. Hz. Talha ayıldı. Ayılır ayılmaz ilk sorduğu soru “Resûlullah nasıl, ne yapıyor?” olmuştur.
Böylece sevgi ve bağlılığın en güzelini göstermiştir. Eshâb-ı kirâmda bu aşk, bu muhabbet, bu imân olduğu için, Resûlullaha böyle gönül verdikleri için Peygamberlerden sonra insanların en en üstünü olmuşlar, onun için onların verdiği bir avuç arpa sadaka, onlardan olmayanların verdiği Uhud Dağı kadar altın sadakadan daha kıymetli olmuştur.
Hz. Ebû Bekir, “Resûlullah iyidir. Beni sana O gönderdi.” deyince Hz.Talha “Allahü teâlâya sonsuz şükürler olsun. O sağ olduktan sonra her musibet hiçtir.” buyurdu.
İşte bu sırada âlemlerin efendisi, iki cihanın sultanı Hz. Muhammed Mustafa oraya teşrif ettiler. Hz. Talha’nın bütün vücûdunu mübârek elleriyle mesh ettiler, sıvazladılar ve ellerini açıp “Allahım ona şifâ ver, Ona kuvvet ver” diye duâ buyurdular.
Hz.Talha biraz sonra sapa sağlam kalktı ve düşmanla yine harbetmeye başladı. Müşriklerden Ebû Zâtülyed, bir ata binmiş “Ben Ebû Zâtülyed’im. Bana Muhammed’i gösteriniz” diye bağırarak Resûlullah’a doğru geliyordu. Hz.Talha onun önünü kesti, mızrağını bu müşrikin göz bebeğine sapladı ve onu bağırtarak öldürdü.
Resûlullahı sırtına alarak Uhud kayalığına taşıdı. Hz. Talha işte bu Uhud günü Talhat-ül Hayr (hayırlı Talha) lâkabı ile şereflendi ki ona bu lâkabı Resûlullah vermiştir. Kayalıklara gelince Peygamberimiz bir kayanın üzerine çıkmak istedi. Fakat gayet zayıflamış ve üst üste iki zırh giymiş ve kendisine yetmişten ziyade kılıç vurulmuş olduğundan takat getiremedi. Bunun üzerine Talha oturdu ve Resûlullah omuzuna basarak taşın üzerine çıktı. O zaman Resûlullah efendimiz “Talha Resûlullaha yardım ettiği zaman Cennet ona vacib oldu” buyurdular.
Hazret-i Fatıma’nın son anları
Hazret-i Fâtıma, Resûlullah efendimizin mübarek kızıdır. Hz. Meryem’den sonra, bütün kadınların en üstünüdür. Aklı, zekâsı, hüsnü cemâli (güzelliği) zühdü (dünyaya düşkün olmaması) takvası ve güzel ahlâkı ile bütün insanlara çok güzel bir örnektir.
Yüzü pek beyaz ve nurlu olduğundan “Zehrâ” denildi. Zühd ve dünyadan kesilmekte en ileri olduğu için de, “Betül” çok temiz denilmiştir. Âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfler ile medhedilmiştir.
Resûlullahın efendimizin vefâtından sonra güldüğü hiç görülmedi. Ayrılık ateşi ile daima yanmış ve Resûlullah efendimizin verdiği müjde zamanını bekler olmuştur. Bu, Resûlullahın, vefatları esnasında kızları Hazret-i Fatıma’ya: “Ehl-i beytimden en önce bana sen kavuşursun” müjdesiydi. Gerçekten altı ay sonra Hazret-i fatıma da vefat etti.
Ömrünü, gündüzleri oruç tutarak geceleri diğer ibâdetlerle geçirmiştir. Vefât edeceğine yakın: “Ölünce beni erkekler arasına perdesiz çıkaracaklarını düşünerek çok utanıyorum” buyurmuştu. Esma binti Ümeyr şöyle anlatır:
Habeşistan’da iken hurma dallarını çadır gibi ördüklerini görmüştüm, bu üzüntüsünü görünce, Hz. Fâtıma’ya bunu anlattım. “Bunu yanımda yap da göreyim” dedi. Yapıp gösterdim,
çok hoşuna gitti ve duâ etti. “Öldükten sonra beni sen yıka, Ali de bulunsun. Başka kimse içeri girmesin!” diye vasiyet etti. İşte bunun için de Hz. Ali cenazesine kimseyi çağırmadı. Ehl-i beytden birkaç kişi ile cenaze namazını kılıp, gece defin ettiler.
Ertesi gün Ebû Bekri Sıddîk, Ömer Farûk ve bir çok sahâbi hasta ziyareti için, Hz. Ali’nin evine geldiler. Vefat edip defnedildiğini öğrenince,”Bize niçin haber vermedin? Namazını kılardık. Hizmetini görürdük” diyerek üzüldüklerini bildirdiler. Hz. Ali kendisini erkeklerin görmemesi için, gece defin olunmasını vasiyet ettiğini, vasiyeti yerine getirmek için böyle yapıldığını söyliyerek özür diledi.
Ebû Bekr Sıddîk , “Allahü teâlâ, ey Cennet! Senin dört köşeni, dört kimse ile süslerim. Biri Peygamberlerin üstünü Muhammed’dir (aleyhisselâm), Biri Allah’tan korkanların üstünü Ali’dir. Üçüncüsü kadınların üstünü, Fâtıma-tüz Zehra’dır. Dördüncü köşedeki de temizlerin üstünü Hasan ve Hüseyin’dir” buyurduğunu bildirmiştir.
Hz. Fâtıma, Resûlullahın vefâtından altı ay sonra, Ramazan-ı şerîfin 3. Salı gecesi akşam ile yatsı arasında vefât etmiştir. Vefâtında yirmidört yaşında idi.
“Ben de hanımlara şefâat edeyim!”
Hazret-i Fatıma’nın evlenmesi şöyle oldu: Cebrail aleyhisselam gelip; “Ya Resulallah, Hak teâlâ selam etti. “ Ben habibimin kızı Fatıma’yı Ali’ye verdim. Arş-ı a’zamda nikah ettim. Habibim de Eshab-ı Arasında nikah etsin. Cennet elbiselerini de giydirsin!” emrini getirince, Resûlullah şükür secdesi etti. Eshâb-ı kirâmın toplanmasını emir buyurdu. Cebrâil aleyhisselâma:“Kızım benim hatırımı kırmaz. Bu Cennet elbiselerini dünyada giymeğe değmez. Bunları tekrar Cennete geri götür.” buyurdu.
Eshâb-ı kirâm toplanmış kimlerin vekil olacağını merak ediyorlardı. Bir duraklama olmuştu. Derhal Cebrâil aleyhisselâm geldi. “Yâ Resûlallah Hak teâlâ sana selâm ediyor. Hazreti Ali’nin yerine hiç kimsenin vekil olmamasını, nikâhda bizzat kendisinin bulunmasını emir buyurdu.” dedi.
Dört yüz akça mehr ile nikâh yapıldı. Müjdeciler, Hazreti Fâtıma’ya müjde götürdüler. Fâtüma-tüz Zehra râzı olmadı. Hemen Cebrâil aleyhisselâm geldi. “Yâ Resûlallah! Fâtıma dörtyüz akçeye razı olmuyorsa, dörtbin akçe olsun.” dedi.
Hazreti Fâtıma bunu kabul etmedi. Yine razı olmadı. Cebrâil aleyhisselâm tekrar geldi. “Dörtbin altın” olsun dedi. Fâtıma-tüz Zehra dörtbin altına da râzı olmadı. Cebrâil aleyhisselâm bir daha nâzil oldu. “Yâ Resûlallah! Hak teâlâ bu sefer senin bizzat gidip Fâtıma’nın maksadının ne olduğunu öğrenmeni emir buyurdu.” dedi.
Resûl-i ekrem temiz kerîmesinin yanına vardı, maksadını sordu. Hazreti Fâtıma “Babacığım, kıyâmet günü sen, mü’minlerin günâhkârlarından ne kadar kimseye şefâat edersen, ben de onların hanımlarına şefâat etmek istiyorum. Muradım budur.” dedi.
Resûl-i Ekrem kızının isteğini Cebrâil aleyhisselâma söyledi. Cebrâil aleyhisselâm, Hak teâlânın, Hz. Fâtıma’nın arzusunu kabul ettiğini, onun da hesap günü şefâat edeceğini bildirdiğini söyledi. Fâtıma-tüz Zehra: “Babacığım! Senin âhirette şefâat edeceğine Kur’ân-ı kerîmin âyet-i kerîmeleri delildir. Benim şefâat edeceğimin delili nerede?” diye sordu.
Resûlullah “Ey Ciğerpârem! Cenâb-ı Hakka murâdını arz edeyim. Ne ferman buyurursa, sana söylerim” buyurdu. Dışarı çıkıp Cebrâil aleyhisselâma, Hz.Fâtıma’nın istediğini bildirdi.” Cebrâil aleyhisselâm, tekrar geldiğinde elinde bir beyaz ipek vardı. Burada “Kıyâmet günü günahkâr mü’min kadınlara Fâtıma kulumu şefâatçi tayin ettim. Bu huccet elinde bâki kalsın” yazılı idi. Hzret-i Fâtıma bu senedi görünce, nikâha râzı oldu. Bu senedi vefatına kadar sakladı.
“Bu Cennet yemeklerindendir!”
Hazret-i Fatıma’nın, diğer Ehl-i beytin fazilet ve üstünlüğü pek çoktur. Saymakla bitmez. Onları anlatmağa, medh etmeğe insan gücü yetişmez. Onların kıymetleri ve büyükleri, ancak âyet-i kerîme ile anlaşılmaktadır. Ehl-i beyti sevmek her mü’mine farzdır. Son nefeste imân ile gitmeğe sebep olur.
İmâm-ı Şâfiî bunu çok güzel bildiriyor, diyor ki: “Ey! Ehl-i beyti Resûl, sizi sevmeği, Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde emr ediyor. Namazlarında size duâ etmeyenlerin namazlarının kabul olmaması, kıymetinizi, yüksek derecenizi gösteriyor.”
Bir gün, Resûlullah efendimiz Hz. Ali’ye: “Yâ Ali! Allahü teâlâ hazretlerini sever misin?” diye sordu. Hz. Ali “Evet severim” dedi. “Beni sever misin?” buyurdu. Hz. Ali de: “Evet” dedi. “Hasan ve Hüseyin’i sever misin?” buyurdu. Hz. Ali yine: “Evet severim” dedi.
Habib-i Ekrem: “Yâ Ali! Bu kadar sevgiyi bir kalbe nasıl sığdırıyorsun?” buyurdu. Hz. Ali buna bir cevap veremiyeceğini söyledi. Hz. Fâtıma’ya durumu anlatınca: “Bunda düşünecek ve üzülecek ne var? Hak teâlâyı ve Resûlünü sevmen imândandır. Beni sevmen nefsin içindir.
Hasan ve Hüseyin’i sevmen tabiatındandır.” dedi. Hazreti Ali bu cevabı Resûlullaha söyledi. Resûl-i ekrem “Bu meyve ancak Peygamberlik ağacından alınmıştır” buyurdular. Yani bu cevap senden değil Fâtıma’dandır,demek istediler.
Hz. Osman, Resûlullaha ziyafet vermişti: Hz. Ali ziyafetten çıkıp eve geldi. Hz. Fâtıma, Hz. Ali’yi üzüntülü gördü. Sebebini sordu. Hz. Ali “Yâ Fâtıma! Biz de biraz zengin olup da, Resûlullahı davet etseydik. Fâtüma-tüz Zehrâ : “Biz de davet edelim. O, Allahü teâlânın sevgilisidir. Hak teâlâ Ona yemek verir” dedi.
Hz. Ali, Resûlullahın huzuruna vardı: “Yâ Resûlallah! Kerimeniz Fâtıma, sizi evine davet ediyor”, dedi. Resûlullah Eshâb-ı ile kalkıp, Hazreti Fâtıma’nın evine teşrif ettiler. Fâtüma-tüz Zehra, “Yâ Rabbi! Biliyorsun, Habîbin ve Eshâbı bu miskinin evini şereflendirdiler. Onlara ikrâm edecek bir şeyim yok. Sen onlara ihsân, ikrâm et, ni’metler ver!” diye duâ etti.
Bir tenceresi vardı. Ocağa koydu. Hak teâlâ, lütfederek tencereyi yemekle doldurdu. Hazreti Fâtıma bu yemeği Resûlullahın huzuruna götürdü. Eshâb-ı kirâm ile beraber yediler.Az bir yemek olmasına rağmen herkese yetti. Resûlullah, “Bu Cennet yemeklerindendir.” buyurdu.
“Ey Abdullah! Böyle yapma!”
Abdullah bin Amr bin Âs, Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden olan Amr bin As’ın oğludur. Babasından önce iman etmiştir. İlim, ibâdet ve zühdü çok olan bir zâttı. Kur’ân-ı kerîm’in tamamını ezberleyen hâfızlardandı. Resûlullah efendimizden çok hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir.
Ömrünün tamamını ibâdet yapmakla geçirmişti. Gündüzleri oruç tutardı. Gece de sabahlara kadar namaz kılardı. Hatta o kadar ki, geceleri lâmbayı söndürür, daima ağlardı. Ağlamaktan gözleri hastalanmış, ömrünün sonuna doğru görmez olmuştu. Annesi, Abdullah bin Amr için göz ilâcı ve sürme yapar, ona verirdi.
Abdullah bin Amr bin Âs hazretleri, çok ibâdet yapardı. Bütün hayatını ibâdet etmeye vakfetmişti. Zühd ve takvâsı çoktu. Hatta bu hâli sebebiyle evlendiği zaman, günlerce hanımının yanına varmadı.
Babası Hz. Amr bin Âs, bu durumu Resûlullah’a arz ederek, evlilikten de nasibini almasını istemişti. O kadar ibâdet yapma arzusu vardı ki, hayatta bulundukça her gün oruç tutmak ve her gece namaz kılmak üzere Allah’a yemin ederek nezirde (adakta) bulundu. Onun bu halini Resûlullah efendimize haber verdiklerinde, Ona:
“Ey Abdullah! Böyle yapma! Bazı günlerde oruç tut, bazı günlerde iftar et, oruç tutma! Gecenin bir kısmında uyu, bir kısmında da namaz kıl! Çünkü şu bedeninin senin üzerinde hakkı vardır; gözünün de bir hakkı vardır, hanımının bir hakkı vardır, komşunun da bir hakkı vardır. Binâenaleyh, bu hakların hepsini yerine getirerek her ayda üç gün oruç tutmak sana kâfidir. Her yapılan iyiliğe ve her hayır ve ibadete karşılık olarak on misli sevap ve mükâfat verileceğine göre, her ayın üç gün orucu, bütün sene orucu demektir” buyurdu.
Hz. Abdullah da: “Yâ Resûlallah! Ben bundan daha fazla ibâdet etmek için kendimde kuvvet buluyorum” dedi. Resûlallah, “Öyle ise Davud aleyhisselâmın orucu gibi oruç tut, fazla tutma!” buyurdu. O da: “Davud peygamberin orucu ne kadardır?” diye sordu.
Resûlullah efendimiz cevabında buyurdu ki: “En makbul oruç, kardeşim Davud aleyhisselâmın orucudur. Bir gün yer, bir gün tutardı.” Allahü teâlâya yemin vererek adak verdiği için ömrünün sonuna kadar böyle ibâdet yapmıştır.
Yaklışık 100 yaşındalken, 684 yılırda Şam’da vefat etmiştir. Vefat tarihi ve yeri hakkında değişik rivayetler vardır.
“Müslümanın hangisi hayırlıdır?
Eshab-ı kiramdan, en çok hadis-i şerif ezberleğenlerden biri de Abdullah bin Amr bin Âs hazretleridir. Bizzat Peygamber efendimizin mübârek ağızlarından işiterek çok ilim öğrenmiştir. Bizzat Peygamberimizden birçok ilimleri öğrenmeye aşırı derecede meraklı idi. O’ndan işittiği her şeyi yazmak için izin istemiş ve aldığı müsâade üzerine pekçok hadîs-i şerîf yazmıştır.
Eshâb-ı kirâmdan ençok hadîs-i şerîf rivâyet eden Hz.Ebû Hüreyre Onun ilminin çokluğunu itiraf buyurarak: “Resûlullah’ın hadîs-i şerîflerini, benden çok ezberleyen ve rivâyet eden olmamıştır. Fakat Abdullah bin Amr, benden daha çok ezberlemiştir. Çünkü o, yazıyordu. Ben yazmamıştım” dedi.
Abdullah bin Amr’ın, Resûlullah’tan her işittiğini yazdığını gören Eshâb-ı kirâmın ileri gelenleri, O’na: “Sen Resûlullah’tan her şeyi yazıyorsun. Halbuki Resûl-i Ekrem bazan gazab, kızgınlık halinde, bazan da sevinçlilik halinde bulunup söz söyleyebilir.” dediler.
Bunun üzerine Hz. Abdullah, işittiklerini yazı ile kaydetmek hususunda tereddütte kalmış ve meseleyi Resûl-i Ekrem’e arzetmişti. Resûlullah efendimiz, Onu dinledikten sonra, buyurdu
ki: “Yazmaya devam et! Çünkü, Allahü tealâya yemin edeim ki, ağzımdan hak (yani doğru, gerçek) Olandan başka bir şey çıkmamıştır.”
Resûlullah’tan işittiği bütün hadîs-i şerîfleri, “Sahife-i Sâdıka” adı verilen bir kitapta toplamıştır. Bu eserinde, bizzat Resûlullah’dan işiterek aldığı hadîs-i şerîfler mevcuttur. Kendisine bir suâl sorulduğunda, yazdıklarına bakararak cevap verirdi
Bir gün kendisine, Kostantiniyye (İstanbul) ve Roma şehirlerinden hangisinin daha evvel fethedileceği soruldu.
Hz. Abdullah suâli dinledikten sonra bir sandık getirtmiş ve şu cevabı vermişti: “Bir gün Resûlullah’ın etrafında oturmuş, hadîs-i şerîf yazıyorduk. Derken Resûl-i Ekrem’e şöyle soruldu: Kostantiniyye veya Roma şehirlerinden hangisi daha evvel feth edilecek? Resûlullah buyurdu ki: “En önce Herakliyus’ün şehri olan Kostantiniyye (İstanbul) feth olunacaktır.”
Birgün kendisine, “Şerrin en fenası ve hayrın en iyisi hangisidir?” dediler. Buyurdu ki: “Hayrın en iyisi doğru söz, kötülüğü düşünmeyen kalb ve itaat eden hanımdır. Şerlerin de en fenası yalan söz, fena kalb ve itaat etmiyen hanımdır.”
Kendisi şöyle bildiriyor: “Bir gün Resûl-i Ekrem’e, “Yâ Resûlallah! Müslümanın hangisi hayırlıdır?” diye sordum. Buyurdular ki: “Fakirleri doyuran, tanıyıp tanımadığı her müslümana iltifat eden.”
“Eğer gerçeği bilseydiniz çok ağlardınız!”
Eshab-ı kiramın meşhurlarından Abdullah bin Amr hazretleri son derece cömert idi. Eline geçen herşeyi hemen dağıtırdı. İlme de çok önem verir, Resulullahtan öğrendiği bilgileri yayardı. Bunun için dinin öğrenilmesinde önemli bir görevi ifa etmiştir. İbadete çok önem verirdi. “Çok ağlayın! Ağlayamazsanız, ağlamaklı bir halde bulunun. Eğer hakikatı bilseydiniz, sesiniz kesilinceye kadar ağlar ve beliniz kırılıncaya kadar namaz kılardınız.” buyururdu.
Anne baba hakkının önemi ile ilgili şunları anlattı:
Bir gün birisi Resûl-i Ekrem’e geldi ve: “ Geride ana ve babamı ağlar bıraktım, sana geldim” dedi. Resûl-i Ekrem ona “Geri dön, onları ağlattığın gibi güldür.” buyurmuştur.
Birisi de Resûl-i Ekrem’e gelip, cihad için müsâade istemişti. Resûl-i Ekrem sordu: “Senin ebeveynin (anne, baban) hayatta mı?” Gelen adamı: “Evet”, dedi. Resûl-i Ekrem emretti: “Gön ve onlara bak.”
Abdullah bin Amr hazretleri bunlar gibi çok hadis-i şerif bildirmiştir. Bildirdiği diğer hadis-i şeriflerden bazıları da şunlardır:
“İlmin azalması, âlimlerin azalması ile olur. Cahil din adamları, kendi görüşleri ile fetva vererek fitne çıkarırlar. İnsanları doğru yoldan saptırırlar.”
“Cebrâil bana komşu haklarından o kadar çok bahsetti ki, komşunun komşuya mirasçı olacağını zannettim.”
“Namazı şartlarına uygun olarak kılanlara, o namaz kıyâmet günü delil ve kurtuluş olur. O’na devam etmeyenler kıyâmet günü perişan olurlar.”
“Cemâatle namaz kılmak için yola çıkan kimsenin, attığı her adımda bir günahı silinir ve amel defterine bir sevâb yazılır.”
“Allaha ve âhiret gününe imân eden, misafirine ikram etsin. Allaha ve âhiret gününe inanan, komşusuna hürmet etsin. Allaha ve âhiret gününe imân eden, hayrı söylesin, yahut sussun.”
“Cehennemden uzaklaşıp, Cennet’e girmek isteyen kendisine yapılmasını arzu ettiği şeyleri başkasına yapsın.”
“Dört sıfata sahip olduktan sonra dünyadan başka bir şey kazanamadığına ehemmiyet verme! Bunlar, emaneti muhafaza etmek, sözün doğrusunu söylemek, güzel huylu olmak, afif olmak.”
Abdullah bin Mes’ud’un son sözleri
Abdullah bin Mes’ud hazretleri, Eshâb-ı kirâmın meşhurlarından ve İslâma gelenlerin altıncısıdır. Genç iken imân etti. Kur’ân-ı kerîmi ve hadîs-i şerîf ezberlerdi. İki kerre Habeşistan’a ve Medine’ye hicret etti. Bütün gazâlarda ve Yermük muhârebesinde bulundu. Cennetle müjdelendi.
Abdullah ibni Mes’ud, Peygamberimizin müşaviri olup, her zaman Peygamberimizin huzuruna hatta evine girmeye izin verilmiş, eshâbın seçilmişlerinden idi. Her zaman Resûlullahın yanında bulunarak Kur’ân-ı kerîmi iyi öğrendiği gibi pek çok hadîs-i şerîf de dinlemiş ve ezberlemiştir.
Abdullah bin Mes’ud, Resûlullahın sünnetine tamamen uyardı. Son derece misafirperverdi. Çok namaz kılardı. “Ben nafile oruç tutunca namaza zayıf kalıyorum. Halbuki namaz benim için nafile oruçtan daha kıymetlidir.” Derdi. Adalete çok dikkat ederdi. Buyururdu
ki: “Zalimi seven kimse, Kâbe’den 70 yıl ibâdet etse, yine de kıyamet günü Allahü teâlâ onu o zalim ile beraber bulunduracaktır.”
Bir gün kendisine: “Ey İbn-i Mes’ud! Emr bil-mâ’rûf ve nehy ani’l-münker’e riâyet etmeyenler helâk olur” demişlerdi. O da “Hayır, kalbini ma’rûf ile doldurmayanlar helâk olur” cevabını vermişlerdir.
İbn-i Mes’ud Hazreti Osman’ın hilâfetine kadar Kûfe’de kalıp, O’nun da’veti üzerine Medine-i Münevvere’ye döndü. Altmış yaşları civarında hastalandı. Rüyasında Peygamberimizi görmüş, Resûlullah onu kendi tarafına davet etmiş, o da bu daveti büyük bir şevkle kabul etmişti. Bundan çok az bir zaman sonra da vefat etti. Bakî’ mezarlığına defnolundu. Abdullah bin Zübeyr ve oğlu Abdullah techiz ve tekfin etmişler ve bütün vasiyyetlerini yerine getirmişlerdir. Cenaze namazını Hz. Osman kıldırmış, Osman bin Mazun da kabre koymuştur.
Hastalandıkları zaman Hazreti Osman hususî olarak yanına gelip, “Allahü teâlâya kavuşma halin yakın; bir sıkıntın, şikâyetin, isteğin var mıdır?” dedi.
Cevâben: “Günahımdan şikâyet ediyorum, rahmet-i ilahiyyeyi isterim” buyurdular. “Bir tabib getirelim mi?” deyince “Hacet yok, beni hasta eden Tabîbdir” cevâbında bulunmuştur.
Abdullah ibn-i Mes’ud hazretlerinin kız evlâdı çoktu. Hazreti Osman’ın; “Kızlarınıza ne bıraktınız? Onların geçimleri dardır.” Demesiyle “Ben onlara Vâkıa’ sûresini öğrettim. Ben Cenâb-ı Peygamberden işittim ki: “Her kim geceleri, akşamdan sonra, Vâkıa’sûresini tilâvet ederse fakirliğe, darlığa düçâr olmaz.” cevabını vermiştir.
“Sen muallim olacak bir gençsin!”
Abdullah bin Mes’ud hazretleri, Resûlullahın huzurunda, meclislerinde sık sık bulunurdu. O derece ki Resûl-i Ekrem’in Ehl-i Beyt’inden olduğu sanılırdı. Resûlullahın eşyalarını taşırdı. Onlara hürmetinden çok güzel giyinirdi. Resûlullahın hususi hizmetinden ve O’na yakınlığından meclisine müsâdesiz girerdi. Her emrini yerine getirirdi.
Resûlullah Onun için, “Sen muallim olacak bir gençsin” buyurmuştur. 70 sûreyi Resûlullahın mübarek ağızlarından işiterek ezberlemiştir. Âsım, Hamza, Kısâi, Halef, A’meş gibi meşhur kıraat imamlarının silsilesi İbni Mes’ud’da son bulmaktadır. Peygamber efendimiz, Abdullah bin Mes’ud’u Kur’ân-ı kerîm öğretenlerin başında sayardı. “Kur’an-ı kerîm’i, İbni Mes’ud, Sâlim, Ubey bin Ka’b ve Muaz bin Cebel’den öğrenin!” buyururdu.
Resûl-i Ekrem Kur’ân-ı kerîm’i ondan dinlemeyi çok severdi. Sesi çok güzel idi. Birgün, “Nisa sûresini oku, Dinleyelim” buyurdu. İbni Mes’ud, “Kur’ân-ı kerîm size indi. Biz onu sizden okuduk ve sizden öğrendik” dedi. Resûl-i Ekrem, “Evet öyledir. Fakat ben Kur’ân-ı kerîmi başkasından dinlemeyi severim” buyurdu.
İbni Mes’ud okumaya başladı. 41. Âyet-i kerîme olan, “Halleri ne olacak! Her ümmetten şahid getireceğimiz. Seni de onların üzerine şâhid getireceğimiz zaman...” âyet-i kerîmesine gelince, Resûlullah’ın mübarek gözlerinden yaşlar boşandı.
İbni Mes’ud gençliğinde fakir idi. Bundan dolayı Ukbe bin Ebi Huayf’ın koyunlarını güderdi. Bir gün koyun güderken Peygamberimiz ve Hz. Ebû Bekir ile karşılaştı. Peygamberimiz “Ey genç, içmemiz için sütün var mı?” diye sordular.
Olmadığı cevabını alınca; Peygamber efendimiz hiç yavrulamamış bir koyunun memesini mübarek elleri ile sıvazladı ve bir duâ okudu. Koyunun memeleri derhal süt ile doldu. Hz. Ebû Bekir derince bir toprak çanak getirdi. Peygamberimiz onun içerisine süt sağdı. Kendisi içti, sonra Hz. Ebû Bekir içti, sonra İbni Mes’ud içti.
Sonra Peygamberimiz “Çekil, büzül” buyurdular. Koyunun memeleri büzüldü, eski halini aldı. Bundan sonra Abdullah bin Mes’ud Resûlullahın yanına geldi. “Yâ Muhammed o söylediğin sözden bana da öğretir misin?” dedi. Resûlullah İbni Mes’ud’un başını sıvazladı ve “Allahü teâlâ sana rahmet etsin. Sen (hakkı) öğrenebilecek bir çocuksun” buyurdu. Abdullah ibni Mes’ud hemen orada müslüman oldu. Böylece altınca olarak imân etmiş ve Sâbikûn-el evvelîn (ilk müslüman olanlardan) olmuştur.
“İktisâda riayet eden fakir olmaz.”
Abdullah ibn-i Mes’ud hazretlerine Resûlullah sorulduğu zaman tir tir titrer ve ter içinde kalırdı. Çünkü O’nun hakkında yanlış bir şey söylemekten korkardı. Konuşurken gayet yavaş, ihtiyatlı, ağır ağır ve sözlerini düşünüp tartarak konuşurdu.
Vücudları çok zayıf, bacakları ince idi. Resûl-i Ekrem, birgün eshâba hitâben: “Siz İbn-i Mes’ud’un vücutca zayıf olduğuna bakmayın, mizânda hepinizden ağırdır” buyurdular.
Hikmetli veciz sözleri çoktur. Bunlardan bazıları:
“İnsana helaldan olan fakirlik hali, haramdan gelen zenginlikten hayırlı olmadıkça, imânın hakikatına vâsıl olamaz.”
“Kâmil insan, övüldüğü veya kötülendiği vakit hali değişmeyendir”
“Hayır eken büyük mahsül alır. Şer eken nedâmet biçer.
“Dünyada büyük fenâlık şirret-i lisandır (kötü dilli olmak) “
“Sıkıntısı olan kimse, çok istiğfâr okusun.”
“Bir gün Peygamber efendimiz bize bir doğru çizgi çizdi ve “Bu insanı Allahü teâlânın rızâsına kavuşturan doğru yoldur” buyurdu. Sonra, bu hattın iki tarafına, balık kılçığı gibi, eğik çizgiler çizip, “Bunlar da, şeytanların saptırdığı yollardır” buyurdu. O halde, bir kimse Peygamberlere, sünnete tabi’ olmadan, doğru yolda yürümek isterse, muhakkak eğri yola sapar. Eğer eline bir şeyler geçerse istidracdır. Ya’nî sonu zarar ve ziyandır.
Peygamber efendimizden bizzat işiterek bildirdiği hadîs-i şerîflerden bazıları da şunlardır:
“İktisâda riayet eden fakir olmaz.”
“Said olan kimse başkalarından nasihat alandır.”
“Dünyayı âhirete tercih eden kimseye Allahü teâlâ üç tane belâ verir: Kalbinden hiç çıkmayan sıkıntı, hiç kurtulamayacağı fakirlik ve doymak bilmeyen hırs.”
“Allahü teâlâ dünyayı, sevdiğine de sevmediğine de verir. Âhireti ise ancak sevdiğine verir.”
“İki şeyden birine kavuşan insana gıbta etmek, buna imrenmek yerinde olur. Allahü teâlâ bir kimseye İslâm ilimlerini ihsan eder ve bu da her hareketini, bilgisine uygun yapar. İkincisi, Allahü teâlâ, birine çok mal verir. Bu kimse de malını Allahü teâlânın razı olduğu, beğendiği yerlerde harçar.”
Abdullah bin Ömer hazretleri
Abdullah bin Ömer hazretleri, Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden ve fıkıh, tefsir, hadîs ilminde en üstün olanlarındandır. Müslümanların gözbebeği Hz. Ömerü’l-Faruk’un oğludur.
Abdullah bin Ömer, Peygamber efendimize çok bağlıydı. O’nun yolunda gitmek, ahlâkı ile ahlâklanmak tek arzusuydu. Huzur-u seâdetinden ayrılmak istemezdi. O’nu daima takib ederdi. Resulullah nerede namaz kılsa izini takip ederek oraya giderdi. Beraber namaz kılardı. Sünnet-i seniyeyi yerine getirmek için Resûlullah’ı daima taklid ederdi.
Pek çok hâdiseye şâhid olup, hadîs-i şerîf dinlemekle şereflendi. Eshâb-ı kirâm içinde en fazla hadîs-i şerîf rivâyet edenlerden oldu. İbâdet, sohbet ve gazâlarda, Vedâ Haccı’nda hep Resûlullah ile beraber bulundu.
Resûlullah’ı görmek, sohbetinde bulunmak, O’na hizmet etme şerefine nail olduğu ve fıtrâten üstün hâllere sahip olması sebebiyle bütün ilimlerde mahir üstad idi. Haram ve şüplelilerden sakınması, ilmi dünyâya düşkün olmaması örnek durumdaydı. Her işte çok araştırıcı, inceleyici ve dikkatliydi. Kur’ân-ı kerîmin tefsîri hususunda sahâbenin ileri gelenlerinden idi. Helala ve harama âit hadîs-i şerîflerin çoğunu O bildirmiştir. İşittiği hadîs-i şerîfleri yazardı.
Ali’den rivayet edildiğine göre, bir sohbetinde, “Kıyamet gününde aksaklar diye çağırılacak kişiler vardır” dedi. Cemaat, “Aksaklar kimlerdir?” diye sorduklarında, “Sağa sola bakmak ve hareketler yapmak suretiyle namazlarını eksilten ve aksatan kişilerdir” cevabını verdi.
İlk imâna gelenlerdendir. Babası İslâmiyetle şereflenince, çocuk yaşta müslüman oldu. Medine-i Münevvere’ye hicret etti. İslâm terbiyesiyle yetişti. Yaşı küçük olduğundan Bedir ve Uhud gazâlarına götürülmedi. Resûlullah ile diğer gazâlara katıldı. İlk önce Hendek gazasında bulundu. Mûte ve Yermük gazâlarıyla Mısır ve Kuzely Afrika’nın fethinde bulundu. Horasan ve Taberistan seferlerine katıldı. Devlet kadrosunda vazife almaktan uzak durdu. Babası şehadetinden önce kendisine veliahd olarak oğlunu göstermesini isteyenlere; “Bir evden bir şehid yeter” buyurdu. Seçilmemek şartıyla Şûra üyeliğinde bulundu.
Abdullah bin Ömer, Eshab-ı kiramın büyüklerinden ve Resulullahın kayın biraderi Hz. Muâviye’nin hilâfetinde Bizans seferine katıldı. Eyyüb Sultan hazretleriyle İstanbul surları önünde Bizanslılar ile savaştı.
Mekke-i Mükerreme’de hicretten ondört (m.608) sene önce doğup, aynı yerde 692 yılında vefat etti. Kabri Muhasseb’dedir.
“Veren el alan elden hayırlıdır!”
Abdullah bin Ömer, iyilik etmesini, hayrı, sadakayı, köle azad etmesini çok severdi. İyi ve güzel huylu olup, kötülükten uzaktı. Her işini ve her şeyini Allah için yapardı. Yüzüğünün taşında “Abede’l-lâhe lillah” (Allahü teâlâya Allah için, hâlis ibâdet etti) yazılı idi.
Dünya malına hiç gönül bağlamazdı. Câbir bin Abdullah der ki: “Hz. Ömer ve oğlu Abdullah’dan başka içimizde dünyaya meyli olmıyan kimse yoktur.”
Abdullah bin Ömer, “Müslümanlıkla şereflendikten sonra en büyük sevinç ve neş’em, gönlümün, herkesi peşinden koşturan bir takım istek ve arzûlara meyletmemiş olmasıdır” buyururdu.
Azadlılarından olan İmâm-ı Nâfî efendisi ile ilgili olarak buyurdular ki: “Abdullah bin Öber, bin kişi azâd etmeyince, ruhunu teslim etmedi. Bazan bir ay geçerdi de bir parça et yemezdi. Ancak, misafiri bulunduğu veya Ramazan-ı şerîfte yerdi.”
Allah rızâsı için, bir ihtiyacı olana verirdi. Bu meyanda Allahü teâlânın, “Beğendiklerinizden çıkarıp vermedikçe zinhâr iyilik mertebesine erişemezsiniz!” âyet-i celîlesiyle amel ederdi.
Birgün, Hz. Abdullah’ın canı balık istemişti. Kızartıp önüne koydular. Tam bu sırada bir fakir geldi ve Hz..Abdullah, balığı o fakire verdi.
Abdullah bin Ömer’in akşam yemeklerini yalnız yediği hiç vâki değildir. Mutlaka misafir arar, bulurdu. Bir yerde misafirliği üçgünü geçince, kendi parasını harcamaya başlardı.
Zamanının zenginlerinden Abdülaziz bin Hârûn, “Her ne ihtiyacın varsa bana bildir”, diye Abdullah bin Ömer’e mektup yazmıştı. Ona şu cevabî mektubu gönderdi: “Resûlullah’dan; “Önce geçindirmekle yükümlü olduğun kişilere ver; yüksek el, alçak elden hayırlıdır!” buyurduklarını işittim. Yüksek elin ancak veren el, alçak elin de ancak alan el olduğunu sanıyorum. Senden herhangi bir isteğim yoktur. Allahü teâlânın bana sevkettiği bir nimeti de geri çevirmem...”
Hz. Abdullah, temizliği seven ve bu konuda titizlik gösteren bir sahâbiydi.Cuma namazına gitmeden önce mutlaka yıkanır ve güzel kokular sürünürdü. Bayram namazları için de aynı şeyi yapardı.
İhram için, Mekke’ye giriş için ve Arafat’ta vakfe için de yıkanırdı. Günde iki defa güzel koku sürünürdü. Elbiselerinin daima tertemiz ve kokusunun güzel olmasına dikkat ederdi. Hz. Nâfî’e Hz. Abdullah’ın evindeki hayatı sorulduğunda şöyle anlattı: “Her namaz için abdest alır ve bunların arasında Kur’ân-ı kerîm okurdu.
“Allah için seni hiç sevmiyorum!”
Abdullah bin Ömer hazretleri gündüzleri çok namaz kılardı. Sonra geceleri de çok namaz kılmaya başladı. Gece namazına başlamasını kendisi şöyle anlatır: “Asr-ı seâdette bir rüya görmüştüm. Güyâ elimde ipekli bir kumaş parçası var ve ben Cennetden nereyi istiyorsam bu ipekli kumaş parçası sayesinde oraya uçuyorum. Derken iki kişi beni tutup Cehenneme götürmek istediler. Derhal karşılarına bir melek çıktı. Ve bana “Korkma!” dedi. Bunun üzerine beni bıraktılar. Hz. Hafsa benim bu rüyâmı Resûlullah’a anlattı. Cenâb-ı Peygamber, “Abdullah ne iyi insandır! Keşke geceleri de namaz kılsa!” buyurdular. O tarihten itibaren gece namazlarına da başladım. Geceleri sabahlara kadar namaz kıldım.
Takva sahibi idi haramlardan çok korkardı. Tâbiînin büyüklerinden ı Nâfî’ hazretleri anlatır:
“Abdullah bin Ömer ile beraber gidiyorduk. Ney sesi işittik. Abdullah kulaklarını parmakları ile kapadı. Oradan hızla uzaklaştık. “Ney sesi daha işitiliyor mu?” dedi. “Hayır işitilmiyor” dedim. Parmaklarını kulaklarından ayırdı. “Resûlullah de böyle yapmıştı” dedi.
Birisi İbni Ömer hazretlerinin yanına gelip, “Allah için, seni çok seviyorum” deyince. Ben de “Allah için, seni hiç sevmiyorum. Çünkü sen, ezânı, tegannî ederek, şarkı söyler gibi okuyorsun” buyurdu.
Allah’tan başka kimseden korkmazdı. Bir günde yolculukta önlerine bir yırtıcı hayvan çıktı. Yanındakiler çekinerek yürümediler. Abdullah bin Ömer hayvanın yanından korkmadan yürüyüp geçti. Sonra da yanındakilere, “Resûlullah’tan işittim. İnsanoğlu Allah’dan başkasından korkmazsa Allahü teâlâ ona hiçbir şeyi musallat etmez.” buyurdu.
Dostlarından birisi ona bir ilâç hediye ederek. “Bu önemli bir ilâçtır! Sana Irak’tan getirdim” dedi. “Bu ilâç neye kullanılır?” diye sordu. O kimse, “Hazmı kolaylaştırır” deyince, İbni Ömer gülümsedi ve dostuna şu mukâbelede bulundu: “Hazmı kolaylaştırır mı? Ben hiçbir yemekten karnımı doyururcasına yemedim. Benim hazım ilâcına ihtiyacım olacağını zannetmiyorum.” Yani çok az yerdi. Acıkmayınca da bir şey yemezdi.
Hz. Abdullah kötülüğe karşı iyilikle mukâbele ederdi. Zeyd bin Eslem’den rivâyet edilmiştir. Bir kimse yolda Abdullah bin Ömer’e sövüp saymaya başladı. Hz. Abdullah evinin kapısına varıncaya kadar onu dinledikten sonra adama dönerek. “Ben ve kardeşim Âsım kimseye sövmeyiz” buyurdu.
Adam çok mahcub olup özür dileyip yanlarından ayrıldı.
“İnananların en akıllısı kimdir?”
Abdullah bin Ömer hazretleri Eshab-ı kiramın en çok hadis-i şerif rivayet edenlerindendir. Rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden ve Peygamberimizden gördüklerinin bazıları şunlardır:
Sa’d bin Ebî Vakkâsı abdest alırken, Resûlullah gördü. “Yâ Sa’d! Suyu niçin isrâf ediyorsun?” buyurdu. “Abdest alırken de israf olur mu?” dedik de, “Büyük nehirde de olsa, abdestde fazla su kullanmak israf olur.” buyurdu.
Bir genç ayağa kalktı ve “Yâ Resûlallah” dedi. “İnananların en akıllısı kimdir?” Peygamber efendimiz şöyle buyurdular: “Ölümü en çok hatırlayan ve gelmeden önce ona en iyi hazırlananlar; işte en akıllıları onlardır!..”
“Allahü teâlâya karşı sorumluluğunun şuûruna varan nice akıllı kişiler var ki, halk katında densiz ve değersizdir, ama yarın kurtulacaktır! Halk nazarında nice tatlı dilli, giyimli kuşamlı da vardır ki, yarın kıyâmet gününde kurtulamıyacaktır!”
“İstediğini ye, istediğini giyin! Fakat isra etme! İnsanları yanlış yola götüren israf ve tekebbürdür.”
“Nasihat olarak ölüm yeter.” “Allahım Senden sıhhat, âfiyet ve güzel ahlâk isterim.”
“Ancak iki kişiyi gıbta edilir. Bunlardan birine Allah servet vermiş, o da bur serveti hak yolunda sarf etmiştir. Diğerine de ilim vermiş o da ilmiyle amel etmiş ve başkalarına da
“Allah için sev, Allah için darıl, Allah için anlaş, Allah için bozul, velîlik mertebesini ancak bununla elde edebilirsin. Namazı ve orucu çok olsa bile bu minvâl üzere olmayan kişi imânın tadını alamaz.”
“Abdullah! Sabahladığı zaman akşam için kendini kaygılandırma ve akşamladığın zaman, sabah için kendini kaygılandırma! Sağlında hastalığın ve hayatında ölümün için tedbir al...” “Abdullah! Dünyada bir yabancı veya yolcu gibi ol ve kendini kabir halkından say!”
Abdullah bin Ömer hazretlerinin hikmetli sözlerinin bazıları:
“Kambur oluncaya kadar namaz kılsanız ve kıl gibi oluncaya kadar oruç tutsanız, harâmdan kaçınmadıkça kabul olunmaz.”
“Hikmet ondur; dokuzu sükût, biri de az konuşmaktır.”
“İnsanın mahiyeti arkadaşından anlaşılır.”
“Kendinden üsttekine hased, aşağıdakine tahakküm eden ehl-i ilim sayılmaz.”
“Bana kesin söz vermelisiniz!”
Abdullah bin Revâhâ hazretleri, Peygamber efendimizin, eshâbı içinde çok sevdiği, şairlerdendir. Hz. Abdullah bin Revâha, ikinci büyük Akabe bîatında müslüman oldu. Peygamber efendimiz ikinci Akabe gecesinde, İslâm’a dâvet ve teşvik ettikten sonra iki şartını bildirdi: “Yüce Rabbim için şartım: O’na hiçbir şeyi eş ortak koşmaksızın ibâdet etmeniz, namazı kılmanız, zekâtı vermenizdir. Kendim için isteğim de: Allahü teâlâ’nın Resûlü olduğuma şehâdet etmeniz, kendinizi, çocuklarınızı ve kadınlarınızı koruduğunuz şeylerden beni de korumanızdır.” buyurdu.
Abdullah bin Revâha, “Böyle yaptığımız zaman bize ne var?” diye sordu. Peygamber efendimiz: “Cennet var”buyurdu. Orada bulunanlar bu dâveti kabul edip, “Yâ Resûlallah! Sana nasıl bîat edelim, söz verelim” dediler.
Peygamber efendimiz: “Allahü teâlâ’dan başka ilâh olmadığına ve benim Resûlullah olduğuma şehâdet getirerek, namazı kılacağınıza, mallarınızın zekâtını, sadakasını vereceğinize, neşeli ve neşesiz zamanlarınızda sözlerimi dinliyeceğinize, emirlerime tamamıyla boyun eğeceğinize, darlıkta da varlıkta da muhtaçlara yardımda bulunacağınıza, hiçbir kınayıcının kınamasından korkmaksızın, Allah yolunda Allah için hakkı söyliyeceğinize, iyiliği buyurup kötülüklerden sakındıracağınıza bîat etmeli, bana kesin söz vermelisiniz.” buyurdu.
Bunun üzerine, orada bulunanlar Peygamber efendimize bîat ettiler. Hz. Abdullah bin Revâha: “Biz, Allahü teâlâ’dan ve O’nun Resûlünden geleni kabul ettik...” dedi.
Ömrü boyunca bu sözünde durdu. Mute savaşında şehid olduğunda Resulullah efendimiz çok üzüldü. Mübârek gözlerinden yaşlar akarak; “Bende gördüğünüz üzüntü, beni hüzün içinde bırakan şey, Eshâbımın şehid olmaları idi. Bu hal, onları Cennette karşılıklı tahtlar üzerinde oturmuş kardeşler olarak görünceye kadar devam etti. Zeyd bin Hârise sancağı eline aldı. Nihayet şehid edildi. O şimdi Cennete girdi. Orada koşup duruyor. Sonra sancağı Cafer bin Ebî Talib aldı. Düşman ordularına saldırdı. Çarpıştı ve nihayet o da şehid oldu. O, şehid olarak Cennette girdi ve yâkuttan iki kanat ile dilediği gibi uçup duruyor. Câfer’den sonra sancğı Abdullah bin Revâha aldı. Elinde sancak olduğu halde düşmanlarla çarpıştı ve şehid oldu ve Cennete girdi. Onlar, Cennette altından tahtlar üzerinde bana gösterildi.” buyurdu.
“Yâ Ömer! O’na mâni olma!”
Hz. Abdullah bin Revâha, Hayber’in fethinde, Resûl-i Ekrem’in maiyetinde bulunmuş, daha sonra Hudeybiye andlaşmasının olduğu yıl yapılamıyan Umre haccını yapmak üzere Mekke’ye gitmişti. Peygamber efendimiz , Kusvâ adındaki devesinin üzerinde bulunduğu ve devenin yuları Hz. Abdullah bin Revâha’nın elinde olduğu halde en sadık arkadaşları da çevrelerinde, kılıçlarını kuşanmış bir şekilde, yürüyerek Mekke’ye girdiler.
Peygamber efendimiz umre için Mekke’ye gittiğinde, Müşriklerin ileri gelenleri; yürekleri kin, hınç ve kıskançlıkla dolu olarak, Peygamber efendimizi gözetlemek için Handeme, Kuaykıan dağına çıkmışlardı. Mekkeli erkek, kadın, çoluk çocuklar da, Peygamber efendimizle Eshâbını seyretmek için Darünnedve’de sıralanmışlardı.
Hz. Abdullah bin Revâha Kusvâ’nın yularını çekerek Peygamber efendimizin önlerinde yürümekte ve müşrikleri kötüleyen şiir söylemekte idi.
Hz. Ömer; “Ey İbn-i Revâha! Sen Resûlullah’ın önünde ve Harem-i Şerifte nasıl şiir okuyabiliyorsun” deyince, Peygamber efendimiz : “Yâ Ömer! O’na mâni olma. Allahü teâlâya yemin ederim ki, O’nun sözleri, bu Kureyş müşriklerine ok yağıdrmakdan daha çabuk, daha çok tesirlidir. Ey İbn-i Revâha devam et” buyurdu. Hz. Ömer sustu. Peygamber efendimiz biraz sonra Hz. Abdullah bin Revâha’ya:
“Allahü teâlâ’dan başka ilah yoktur! Bir olan O’dur. Va’dini gerçekleştiren O’dur! Bu kuluna yardım eden O’dur! Askerlerini güçlendiren O’dur! Toplanmış olan kabileleri, bozguna uğratan da yalnız O’dur!” de! buyurdu. Abdullah bin Revâha da şöyle devam etti:
“Allahü teâlâdan yoktur başka bir ilâh,/Yoktur O’nun şeriki, lâ ilâhe illallah./O’dur müslümanların, askerlerine güç veren,/Ve O’dur kâfirleri, dağıtan, mağlub eden.”
Peygamberimiz, Hz. Abdullah bin Revâha’yı çok sever, hastalandığı zaman hemen ziyaretine gider, hâl ve hatırını sorardı. Bedir’den başlı(Zeker), şehid olduğu Mûte savaşına kadar Peygamberimizin iştirak etmiş olduğu bütün savaşlarda bulunan Hz. Abdullah bin Revâha, Peygamber efendimizin şâir ve hatiplerindendi. Kendisi “Vahiy katibiydi.” Şâirlikteki kudreti herkes tarafından bilinir ve takdir edilirdi. Peygamber efendimiz , onun şiirlerini beğenirdi ve bu işirlerin düşmana ok atmadan daha tesiril olduğunu beyan ederdi. Peygamber efendimiz onunhakkında, “Cenâb-ı Hak, Hz. Abdullah bin Revâha’ya rahmet eylesin. Melâike onun meclisi ile iftihar ederlerdi” buyurdu.
“Kadınlara, çocuklara, yaşlılara dokunmayın!”
Hicretin sekizinci senesinde, Mûte savaşı oldu. Resûl-i Ekrem Busra reîsi olan Emîre bir mektup göndererek O’nu İslâmiyyete davet etmişti, bunlar, Resûl-i Ekrem’in elçisine hüsn-i kabûl göstereceklerine elçiyi katletmişler, müslümanlara karşı harp yapacaklarını ilân etmişlerdi. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem 3000 kişiden, meydana gelen bir kuvvet hazırlamış onu Zeyd bin Hârise’nin kumandasına vermişti.
Ordu gitmeğe hazırlandığı sırada, Hz. Abdullah bin Revâha, peygamber efendimizin yanına varıp vadalaştıktan sonra: “Yâ Resûlallah! Bana ezberliyeceğim ve aklımdan hiç çıkarmayacağım bir şeyi emir ve tavsiye buyurur musunuz? dedi.
Peygamber efendimiz O’na: “Sen, yarın Allah’a pek az secde edilen bir ülkeye varacaksın, orada secdeleri, namazları çoğalt!” buyurdu. Hz. Abdullah bin Revâha, “Yâ Resûlallah! Bana, nasihatini artırır mısınız? dedi.
Peygamberimiz : “Allahü teâlâyı dâima zikret, hatırla çünki, Allah’ı zikir, umduğuna ermende sana yardımcı olur” buyurdu.
Peygamber efendimiz , Seniyyet’ül Vedâ’da mücahidlerle vedalaştı. Onlar; “Haydi Allah’ın ismi ile gazâ ediniz. Allah’ın ve sizin Şam’da bulunan düşmanlarınızla çarpışınız! Orada nasrânîlerin kiliselerinde, halktan ayrılmış kendilerini ibâdete vermiş, bir takım kimseler bulacaksınız, sakın onlara dokunmayınız! Siz, ne bir kadını, ne süt emen bir çocuğu, ne yaşlanmış bir pîr-i fâni’yi öldürecek, ne bir ağaç yakacak veya kesecek, ne de bir ev yıkacaksınız.” buyurdu. Hz. Abdullah bu savaştan geri dönemedi, şehid oldu.
Hz. Abdullah bin Revâha, dinine son derece bağlı, dünya malına ve rütbesine kıymet vermezdi. Allahü teâlâya ibâdet etmekte ve Peygamber efendimizin emirlerini ölüm pahasına da olsa yerine getirmekte eşine az rastlanırdı. Şehid edildiği Mute savaşında bunu gösterdi; 3 bin kişilik asker ile 100 bin kişilik Rum askerin üzerine yürümekten çekinmedi. Tarihte eşine az rastlanır kahramanlıklar gösterdi.
Bir defasında, Peygamber efendimizin , hutbe okurken cemaate “oturunuz” buyurduğunda, Hz. Abdullah bin Revâha, mescidin dışında bir yerde bulunuyordu ve hemen olduğu yerde oturdu, hutbe bitinceye kadar, hiç kımıldamadan orada bekledi. Onun bu hareketi, Peygamberimize ulaştırılınca, Peygamber efendimiz, “Allahü tealâya ve Resûlüne gösterdiğin itaatde Allahü teâlâ hırsını artırsın” buyurdu.
“İnsanlar uykuda iken namaz kılınız!”
Cennetlik olduğu hadîs-i şerîfte bildirilen Hz. Abdullah bin Selâm, Hz.Yusuf’un soyundan ve Medine’deki Yahudi Benî Kaynuka kabilesinden idi. Cahiliyyet devrinde Husayn olan ismini Müslüman olunca Resûlullah “Abdullah” olarak değiştirdi.Tevrat ve İncil’i iyi bilen Hz. Abdullah bin Selâm iman etmeden önce Yahudi âlimlerindendi. Hz. Abdullah bin Selâm’ın müslüman oluşu ibretlidir.
Kendisi müslüman oluşunu şöyle anlatır: “Ben Tevrat’ı ve tefsirini babamdan okumuş, öğrenmiştim. Birgün âhir zamanda gelecek olan Peygamberin sıfatları, alâmetleri ve yapacağı işleri bana anlattı ve “Eğer o, Harun evlâdından gelecek olursa ona tabi olurum, yoksa tabi olmam!” dedi ve Resûlullah’ın Medine’ye gelişinden önce öldü.
Resûlullah’ın Mekke’de nübüvvetini ilân ettiğini işittiğim vakit onun sıfatlarını ismini ve geleceği vakti biliyordum. Bu sebeple O’nu gözleyip duruyordum. Resûlullah’ın Medine yakınında Kuba denilen yerdeki amr bin Avf oğullarının evinde misafir olduğnu birinden öğreninceye kadar bu halimi yahudilerden saklayıp sustum.
Birgün ben kendi hurma ağacımın üzerinde uğraşıp, yaş hurma toplarken, Nadir oğullarından birisinin “Bugün, Arapların adamı geldi” diye bağırdığını duydum. Beni bir titreme tuttu. Hemen “Allahü Ekber” diyerek tekbir getirdim. O anda halam Halide binti Hâris, hurma ağacının altında oturuyordu. Kendisi çok yaşlı bir kadındı. Tekbirimi işitince: “Allah seni umduğuna kavuşturmasın, elini boşa çıkarsın? Vallahi sen Musa bin İmran’ın geleceğin işitmiş olsaydın bundan fazla sevinmezdin!” diyerek bana çıkıştı. Ona dedim ki: “Ey hala! O, vallahi Musâ bin İmrân’ın kardeşidir ve O’nun gibi bir peygamberdir. Onun dininedir ve onun gönderildiği tevhid ile gönderilmiştir” dedim. Bunun üzerine bana: “Ey kardeşimin oğlu! Yoksa o kıyamete yakın gönderileceği bize bildirilen Peygamber midir?” dedi. “Evet” dedim. “Öyleyse haklısın” dedi.
Resûlullah Medine’ye hicret ettiği zaman halk etrafına toplandı. “Resûlullah geldi!” denilince O’nu görmek için hemen halkın arasına karıştım. O’nu görür görmez: “O’nun yüzü yalancı bir yüz olamaz!” dedim. Resûlullah toplanan insanlara İslâmiyeti anlatıyor, nasihatler veriyordu. Burada Resûlullah’tan işittiğim ilk hadîs-i şerîf şudur:
“Selâmı aranızda yayınız, aç kimseleri doyurunuz, sıla-i rahm yapınız (yakın akrabaları ziyaretediniz), insanlar uykuda iken namaz kılınız. Böylece Cennet’e selametle girersiniz.”
“Birinci şehâdetiniz bize kâfidir!”
Resulullah efendimiz, Hz. Abdullah bin Selam’ı daha ilk gördüğünde: “Sen Medine âlimi İbni Selâm değil misin?” diye sordu. O da: “Evet” deyince, Peygamberimiz: “Yaklaş” buyurarak, şu suâli sordu: “Ey Abdullah, Allah için söyle! Tevrat’ta benim vasıflarımı okuyup öğrenmedin mi?”
Abdullah dedi ki: “Allah’ın sıfatları nelerdir söyler misiniz?” Bu suâle karşılık Resûlullah biraz bekledi ve Cebrâil İhlâs sûresini indirdi: “De ki: O Allah birdir. Hiçbir şey O’nun dengi (ve benzeri) değildir.”
Abdullah bin Selâm bu âyet-i kerîmeleri işitince Peygamberimize hemen: “Evet yâ Resûlallah! Doğru söylüyorsun, şehâdet ederim ki Allah’tan başka ilâh yoktur. Sen O’nun kulu ve Resûlüsün” diye kelime-i şehâdet getirerek müslüman oldu.
Hz. Abdullah bin Selâm bundan sonrasını şöyle anlatır:, “Resûlullah ismimi sordu. Ben “Husayn bin Selâm” dedim. Hayır, Abdullah bin Selâm” buyurdu. Ben de “Evet, Abdullah bin Selâm, seni hak ile gönderen Zâta yemin ederim ki, bugünden sonra başka bir ismimin olmasını istemem” dedim. Bundan sonra devam ederek:
“Yâ Resûlallah! Yahudiler, insanı hayrete düşürecek kadar yalan söyleyen, asılsız isnad ve iftiralar eden, zâlim bir millettir. Eğer sen benim seciye ve her hâlimi onlardan sorup öğrenmeden önce, onlar benim müslüman olduğumu duyup öğrenirlerse, muhakkak sizin yanınızda bana, akla gelmeyen iftirâda bulunur! Siz önce beni onlardan sorunuz!” dedim ve evin bir tarafına saklandım. Onun peşinden bir grup yahudi ileri gelenleri içeri girdi. Bu esnâda Resûlullah yahudilere:
“Aranızdaki Husayn bin Selâm nasıl bir adamdır?” diye sordu. Yahudiler de: “O bizim en yüksek âlimimiz ve en büyük âlimimizin de oğludur! İbni Selâm bizim en hayırlımız ve en hayırlımızın da oğludur!” dediler. Bunun üzerine Yahudilere:
“Eğer o müslüman olduysa siz buna ne dersiniz?” diye sordu. Yahudiler: Allah onu böyle birşeyden korusun! diye karşılık verdiler.
O sırada Hz. Abdullah bin Selâm saklandığı yerden çıkıp, Müslüman olduğunu söyleyince, Yahudiler: “O bizim en kötümüzdür ve en kötümüzün de oğludur! dediler. Resûlullah yahudilere: “Birinci şehâdetiniz bize kâfidir, ikincisi ise lüzumsuzdur,” buyurdu. Hz.
Abdullah hemen evine döndü. Ailesini ve akrabalarını İslâmiyet’e davet etti. Halası da dahil hepsi müslüman oldular.
Kin beslemez, boş söz söylemezdi
Abdullah bin Selâm hazretleri anlatır: Hz. Peygamber zamanında bir rüya görmüştüm ve Resûlullah’a arzetmiştim. Dedim ki: “Ey Allah’ın Resûlü rüyamda kendimi sanki bir bahçede gördüm. O bahçenin bir tarafında demirden bir direk vardı. Bu direğin bir ucu yerde, bir ucu gökte idi. Yukarısında da tutacak bir kulp, bir çember vardı. Bana “Haydi bu direğe çık!” denildi. Ben de “Gücüm yetmez!” dedim. Bunun üzerine yanıma bir hizmetçi gelerek sırtımdaki elbisemi çıkardı. Bunun üzerine direğin tâ tepesine kadar çıktım. Kulpu tuttum. Bana “Halkayı iyi tut, bırakma!” diye tenbih edildi. Böylece direğin kulpu elimde olarak uyandım. Resûlullah’a rüyayı anlattım, dinledikten sonra buyurdular ki:
“Gördüğün bahçe İslâm dinidir. Direk de İslâm dininin direği (tevhid) dir. O kulp da çok sağlam olan (imân) dır. Sen ölünceye kadar İslâm dini üzerine yaşayacaksın (Cennetlik olacaksın!)”
Resûl-i ekrem bir defasında: “Şu kapıdan ilk girecek olan, Cennet ehlinden (Cennetliklerden) biridir” buyurdu. Biraz sorna Abdullah bin Selâm içeri girdi. Eshâb-ı kirâm Resûlullah’ın bu müjdeli haberini kendisine bildirdiler ve hangi ameli ile bu dereceye kavuştuğunu sordular. Hz. Abdullah, “Ben zayıf bir kimseyim. Benim en kuvvetli ümidim, kalb selâmeti, yani kimseye karşı içimde kötülük beslememem ve boş sözleri terketmemdir. Bundan başka (beni kurtaracağından ümitli olduğum) bir amelim (işim) yoktur” dedi.
O, nefsini kötü huylardan ve isteklerden tamamen temizleyip terbiye etmek için çalışırdı. Kendisi zengin olduğu halde bazan Medine çarşısında sırtında bir yük odunla dolaştığı görülürdü.
Yine birgün, onu bu halde görenler kendisine: “Çocukların ve hizmetçilerin var, onlar senin bu kadar işini göremiyorlar mı?” diye sorduklarında Hz. Abdullah “Evet var ve bu işimi yaparlar, fakat ben kendimi tecrübe etmek isedim. Acaba bu işi yapmak nefsime ağır gelecek mi? diye düşündüm. Eğer bende kibir varsa ondan kurtulmak istiyorum. Resûlullah’ın şöyle buyurduğunu işittim: “Kalbinde hardal tanesi kadar kibir bulunan kimse Cennete giremiyecektir” cevabını verdi. Başka bir zamanda: “Meyva veya herhangi birşeyi kendi eliyle evine götüren, kibirden uzaklaşmıştır” buyurmuştur.
Resulullahın müezzini Bilâl-i Habeşî
Bilâli Habeşî hazretleri, ilk imân edenlerden idi. Müşriklere karşı müslüman olduğunu açıkça bildiren yedi Sahâbiden biridir. Müslüman olmadan önce Mekke-i Mükerreme’de müşriklerin ileri gelenlerinden Ümeyye bin Halefin kölesi idi.
Bilâli Habeşî yine bir kervanla Ümeyye bin Halefin mallarını satmak üzere Şam’a gitmişti. Bu kervanda Hz. Ebû Bekir de vardı. Bu ticaret seferi, Hz. Ebû Bekir ile Bilâli Habeşi arasında dostluk krulmasına sebep oldu.
Hz. Ebû Bekir, Şam’da bulunduğu sırada bir rüyâ görmüştü. Bu rüyâsını tâbirettirmek üzere giderken yanında Bilâli Habeşi’yi de götürmüştü. Rüya tabircisi, Hz. Ebû Bekir’e “Senin rüyân sadık bir rüyâdır. Bir peygamber gönderilecek sen onun hayatında yardımcısı, vefâtından sonra da halifesi olacaksın,” dedi.
Bilâli Habeşi, bu sözleri ibret ve hayretle dinledikten sonra, “Putlar mı gönderecek?” dedi. Tabirci, “Hayır, semâvâtı, arzı ve herşeyi yaratan Allah önderecektir. O peygamber, eşi ve benzeri olmayan Allaha ibadet etmeyi ve putların kırılmasını emredecek” dedi. Bilâli Habeşi derin derin düşündükten sonra “Putların kırılacağı gün,” diye mırıldandı. Tabirci, “ evet onların hepsini kıracak!” dedi. Bu kervan Şam’dan Mekke-i Mükerremeye döndüğünde artık İslâmın nuru alemi aydınlatmıştı. İnsanlar birer ikişer müslüman oluyordu.
Bilâli Habeşî bir gece yarısından sonra kaldığı evin kapısının yavaş yavaş çılındığını ve “Bilâl! Bilâl!” diye fısıldayan bir ses duydu. Gecenin bu saatinde nedir bu ses diye doğruldu. Yine “Bilâl! Bilâl!” diye fısıldayan ses işitti. Karanlıkta ürpererek sesin geldiği yere yaklaştı. “Kimsin? “dedi. Ben Ebû Bekir deyince, “Bu saatte ne istiyorsun? Ne söyleyeceksen sabah söyleyemez miydin?” dedi. Hz. Ebû Bekir “Hayır ya Bilâl! Söyleyeceğimi, sâhibinin yanında sana açamam,” dedi.
Bilâli Habeşi, “Nedir öyleyse o haber?” dedi. “Bu ümmetin Peygamberi geldi. Bilâli Habeşi bu ümmetin Peygamberi!” diye tekrar edince, “ evet Yâ Bilâl” dedi. “Kimdir o?” deyince Hz. Ebû Bekir, “Muhammed bin Abdullah”dır dedi. Bilâli Habeşî, “Nasıl bildin?” dedi. Ben kendisine sordum. Bana,” Evet Yâ Ebâ Bekir! Rabbim beni insanlara müjdeleyici ve korkutucu olarak, Hz. İbrahim’i gönderdiği gibi beni de bütün insanlara peygamber olarak gönderdi,” diye cevap verdi. Ben de, “Sen yüksek bir ahlâka sahipsin yalan söylemezsin”
dedim. Elini uzattı ben de elini tuttum ona tabi olup, müslüman oldum. Bilâli Habeşî başını eğip, bir müddet sessizce bekledi. Yolculuktaki rüyayı hatırladı. Sonra da Hz. Ebû Bekir’in bildirdiği gibi kelimeyi şehâdet getirerek müslüman oldu.
“Zengin olarak değil fakir olarak öl
Medine-i Münevvereye hicretten birmüddet sonra Mescid-i Nebi yapıldı. Peygamberimiz Eshâb-ı kirâma beş vakit namazı cemaatle bu mescidde kıldırıyordu. Namaz vakti gelince “Es-salâtü câmia” denilerek namaz vaktinin girdiği bildiriliyordu. Daha sonra ezan okunması bildirilince, Hz.Blâl, Resulullahın müezinini oldu.
Hz. Bilâli Habeşi’nin sesi gür çok güzel ve pek tesirliydi. O, ezan okumaya başlayınca, herkes büyük bir aşk ve vecd içinde dinler kendinden geçerdi. Ezan okurken herkesi ağlatırdı. Peygamberimizin vefâtına kadar müezzinliğe devam etti. Bilâli Habeşî’nin müezzinlikten başka bir vazifesi daha vardı. O da bayram namazlarında “Anaze” denilen mızrağı taşırdı. Bu âsâyı Peygamberimiz namaza veya duâya durunca önüne dikerdi.
Mekke’nin fethedildiği günde Peygamberimiz has müezzini Bilâli Habeşi’yi yanında bulundurmuştur. Mekke-i Mükerreme fethedilip, Ka’be putlardan temilenince Peygamberimiz Bilâli Habeşî’ye, Ka’be’de ilk ezanı okutturdu. Onun tatlı ve gür sesiyle tevhid sedaları dalga dalga Mekke semalarında yayıldı. Bunu işiten Eshâb-ı kirâm artık küfrün ortadan kaldırıldığını, hakkın gelip bâtılın silindiğini görerek sevinç gözyaşları döktüler.
Peygamberimizin vefâtından sonra Bilâli Habeşî ayrılık acısına tahammül edemez olmuş, artık bir daha ezan okumamıştır. Resûlullah’a olan muhabbetiyle hergün yanıp, tütüyor gözyaşı döküyordu. Sonra da Medine’de kalmaya tahammül edemediği için Şam’a gitmeye karar verdi. Hz. Ebû Bekir kalmasını arzu edince, “Yâ Ebâ Bekir sen beni âzad etmemişmiydin, eğer kendin için âzad etmişsen kalayım, Allah için âzad etmişsen müsâade et gideyim” dedi. Hz. Ebû Bekir “istediğin yere gidebilirsin” diyerek müsâade etti. Böylece Şam’a gidip orada yerleşti.
Hz. Ebû Bekir devrinde orada yapılan savaşlara katılıp cihad etti. Hz. Ebû Bekir’in vefâtından sonra da Şam’da kalıp, Hz. Ömer’in Şam taraflarında yaptığı savaşlara katıldı. Hicretin onaltıncı senesinde Hz. Ömer ordusuyla Şam’a gelmişti. Bilâli Habeşî de orduya katılıp Kudüs’e gitmişti. Burada Hz. Ömer, Peygamberimizin vefatından beri ezan okumayan Bilâli Habeşî’ye ezan okumasını rica etmişti. Hz. Ömer’in ısrarına dayanamayıp ezan okumaya başlamıştı. O ezan okumaya başlar başlamaz Hz. Ömer ve orada bulunan Eshâb-ı kirâm, Peygamberimizin zamanını hatırladılar. Hepsi kendinden geçmiş gözyaşı döküp ağlamışlardır.
Hz. Bilal, şu hadisleri rivayet etmiştir: “Gece badetine devam edin; zira bu, sizden önceki salihlerin ibadetidir. Çünkü, gece ibadeti, Allah’a yakınlık ve günahlara kefaret olup, insanın bedenini hastalıklardan korur ve günahlardan uzaklaştırır.” “Ey Bilâl, zenin olarak değil fakir olarak öl” buyurdu.
“Beni ziyaret etmeyecek misin Yâ Bilâl”
Bilâli Habeşî hazretleri, Şam’da iken bir gece rüyasında Peygamber efendimizi görmüştü. Peygamberimiz “Beni ziyaret etmeyecek misin Yâ Bilâl” buyurdu. Bunun üzerine hemen Medine yoluna düştü. Medine-i münevvere’ye gelince doğruca Peygamberimizin kabri şerifine gidip, Ravda-i mutahharaya yüzünü, gözünü sürerek ziyaret etti. Resûlullah ile geçirdiği günleri hatırlayıp, hasret ve muhabbet gözyaşları dökerek uzun müddet ağladı.
Bu sırada Peygamber efendimizin torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin onu görüp boynuna sarıldı. Bilâli Habeşî’nin Medine’ye bu gelişinde Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin bir ezan okuması için çok ısrar etti. Bilâli Habeşî bu ısrara dayanamayarak bir gün sabah namazı vaktinde ezan okumaya başladı. Peygamberimizin mescidinden Bilâli Habeşî’nin sesiyle yükselen ezanı duyan Eshab-ı kirâm yerlerinden fırlayıp, kadın, erkek, çoluk, çocuk hep sokaklara dökülmüşlerdi.
Hepsi Resûlullah ile yaşadıkları saâdetli günleri, Bilâli Habeş^ı’nin okuduğu ezan sedalarıyla hatırlayıp ağlaşmışlardı. Fakat Bilâli Habeşî ezanda “Eşhedü enne Muhammeden resûlullah” derken, Peygamber efendimizin mübârek ismi geçince hüngür hüngür ağlamaya başladı. Ezanı tamamlamak için kendini zorladı, gene gözyaşlarını tutamadı. Böylece ağlaya ağlaya ezanı bitirdi.
O gün Eshab-ı kirâm sanki Resûlullahın bulunduğu günlerden bir gün yaşadı. Peygamberimize olan hasretleri ve derin muhabbetleriyle ağlaştılar, o günleri yâd ettiler. Bu ezan Bilâli Habeşî’nin okuduğu son ezan oldu. Birkaç gün Medine’de kaldıktan sonra Şam’a döndü. Fakat yolda çok hastalanıp evine güçlükle varabildi. Bu hastalıkla ömrünün son günlerini geçirdi ve vefât etti.
Vefât edeceği sırada büyük bir sevinç içinde “Oh ne tatlı artık Resûlullah ve arkadaşları ile buluşacağım” demiştir.
Bilâli Habeşî bir gün Mescidi Nebîde iken büyük bir neş’e ile coşuyor, yerinde duramıyordu. Hz. Ömer bu halini görüp ne yapıyorsun Yâ Bilâl Mescidde böyle yapılır mı? Dedi. Bu sırada Peygamberimiz de Mescidde oturuyordu. Bilâli Habeşî Resûlullaha soralım Yâ Ömer dedi. İkisi birlikte Peygamberimizin yanına varıp oturdular. Durumu arzettikten sonra Peygamberimiz Bilâli Habeşî’ye bu halinin sebebini sordu. Bilâli Habeşî nasıl sevinip, neşelenmeyeyim Yâ Resûlallah , Allahü teâlâ bana hidayet nasib etti. Halbuki Kureyşin ileri gelenlerinden niceleri inadları sebebiyle bu hidayetten ve ebedi seadetten mahrum kaldılar. Onlara da hidayet nasib olmadı, dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz ona dokunulmamasını ve sevinip neşelenmesinde serbest olduğunu tasdik buyurdu.
İki kanatlı Ca’fer-i Tayyar hazretleri
Peygamber efendimiz, 36 yaşlarında bulundukları sırada Hicaz topraklarında şiddetli bir kuraklık ve açlık hüküm sürüyordu. Hemen herkes her geçen gün bunun ağırlığını daha çok, daha derinden hissediyordu.
Peygamber efendimizin amcası Ebû Tâlib, kalabalık bir ailenin reisiydi. Ailesini geçindirecek bir servete sahip değildi. Bunun için geçinmekte herkesten daha çok sıkıntı çekiyordu. Peygamber efendimiz, küçük yaşından beri yanında büyüdüğü ve iyiliğini gördüğü amcasına bu sıkıntılı zamanında bir yardım yapmak, onun geçim yükünü hafifletmek istiyordu.
Bu sebeple, amcalarının en zengini olan Hz. Abbas’a bir gün: “Ey amcam biliyorsun ki, kardeşin Ebû Tâlib’in çok çocuğu vardır. İnsanların uğradığı şu kıtlık ve açlığı da görüyorsun. Haydi, Ebû Tâlib’e gidelim, onun aile yükünü biraz hafifletelim. Bakıp, büyütmek üzere oğullarından birini ben yanıma alayım, birisini de sen yanına alırsın. Evlatlarından iki tanesini onun üzerinden almak kâfi gelir” diye buyurdu.
Hz. Abbâs: “Olur” deyince, kalktılar. Ebû Tâlib’in yanına vardılar. Ona; “Halkın, içinde bulunduğu kıtlık ve darlık kalkıncaya kadar, senin çocuklarından bir kısmını yanımıza alıp yükünü hafifletmek istiyoruz.” buyurdular. Ebû Tâlib, “Oğullarımdan Akâl’i ve Tâlib’i bana bırakıp, istediğinizi alabilirsiniz” dedi. Böylece Peygamber efendimiz Hz. Ali’yi, Hz. Abbâs da Hz. Câfer’i yanına aldı.
Birgün Ebû Tâlib, oğlu Câfer ile şehrin dışında yürürken Hz. Peygamberimizi gördü. Hz. Ali ile beraber namaz kılıyorlardı. Ebû Tâlib oğlu Cafer’e, “Git, sen de kardeşinin yanına dur, namaza başla” dedi.
Câfer gidip, Hz. Ali’nin yanında namaza durdu. Namazdan sonra, Peygamber efendimiz, Ona duâ etti. “Hak teâlâ, sana iki kanat versin. Cennette onlar ile uçarsın” buyurdu. Allahü teâlâ bu duâyı kabul etti. Hz. Câfer, Mü’te gazâsında, şehid olmakla şereflendi
Hicri 8. (m. 629) yılda, üçbin askerle, Şam civarında (Mû’te) denilen yerde Rumlarla harb ederken şehid olduğunda, 41 yaşındaydı Hz. Cafer. O gün yetmişden fazla yara almıştı.





Signing of RasitTunca
[Image: attachment.php?aid=107929]
Kar©glan Başağaçlı Raşit Tunca
Smileys-2
Reply


Forum Jump:


Users browsing this thread: 1 Guest(s)