08-09-2020, 07:34 PM
Fıkıh Ansiklopedisi H ile Başlayanlar
HAC
İslâm`ın temel ibadetlerinden biri. Arafat`ta belirli vakitte bir süre durmaktan, daha sonra Kâbe-i Muazzama`yı usûlüne göre ziyaret etmekten ibaret olan ve İslâm`ın şartlarından birisini teşkil eden ibadet.
Hac, HCC kökünden bir mastar olup; müslümanlara göre, bir farzın edası, hristiyanlara göre ise ibadet ve teberrük amacıyla mukaddes toprakları ziyaret etmek, demektir. Kur`an-ı Kerîm`in 22. suresinin adı da "Hac Suresi"dir.
Hac ibadeti maksadıyla ziyaret edilecek olan yerler; Kâbe, Arafat ve çevresidir. Zamanı ise hac ayları diye isimlendirilen; Şevval, Zilkâde ve Zilhicce aylarıdır. Hac`da her fiil için özel zamanlar vardır. Ziyaret tavafının, kurban bayramı sabahından, ömrün sonuna; Arafat`ta vakfenin ise, arefe günü zevalden, kurban bayramı sabahı şafak sökünceye kadar yapılabilmesi gibi. Diğer yandan bu büyük ziyarete hac niyetiyle ve ihramlı olarak yönelmek de gereklidir.
Ebû Hureyre`den (ö. 58/677) şöyle dediği nakledilmiştir: "Allah elçisine hangi amelin daha faziletli olduğu sorulunca şöyle buyurdu: Allaha ve Resullüne iman`. Sonra hangisi? denildi. Allah yolunda cihad`, buyurdu. Sonra hangisi sorusuna ise; "mebrûr hac", cevabını verdi" (Buhârî, Cihad l; Hac, 4, 34, 102; Umre, 1; Müslim, İman,135,140; Tirmizî, Mevâkît, 13, Hac, 6,14, 88; Dârimî, menâsik, 8, Salât, 24, 135).
"Umre, ikinci bir umreye kadar olan günâhlara keffârettir. Mebrûr haccın karşılığı ise ancak cennettir" (Nesaî, Hac, 3, Zekat, 49, İmân, 1; Dârimî, Menâsik, 7, Salât, 135; Tirmizî, Hac, 6; Ahmed b. Hanbel, I, 387, III,114, 412, IV, 342). Mebrûr hac; kendisine hiçbir günâh karışmayan, eksiksiz olarak ifa edilen makbul hac, anlamına gelir.
eş-Şevkânî (ö. 1255/1839) amellerin fazileti ile ilgili birbirinden farklı olan hadisleri, Hz. Peygamber`e soru soran muhatabın durumuna göre verilmiş cevaplar olarak değerlendirir (eş-Şevkânî, Neylü`l-Evtâr, el-Matbaatü`l-Osmâniyye, Mısır (F.Y), IV, 282 vd.). İmam Mâlik (ö.179/795)`e göre, farz hatta nafile hac düşman korkusu olmadıkça cihaddan daha üstündür. Ancak düşman korkusu olursa, cihad, nafile hactan önde gelir (ez-Zühaylî, el-Fıkhu`l-İslâmî ve Edilletüh, Dimaşk 1985, III, 11).
Hac ve umre ile, her yıl Kabe`nin ihyâsı gerçekleşir. Umre`yi bir yılın veya ömrün herhangi bir gününde ifa imkânı vardır. Umre, belirli günlerde yapılabilen hac ibadetinden daha kolaydır. Hac küçük günâhlara keffâret olur ve ruhu ma`siyet kirlerinden temizler. Hatta bazı Hanefi bilginlerine göre, büyük günâhları da örter. Mebrûr hac yapanın cennete gireceğini bildiren hadisle, yine Hz. Peygamber`in şu hadisleri bu konuda önemli delil teşkil eder. " Kim hac yapar, bu esnada cinsî temastan korunur, çirkin söz ve davranışlardan uzak durursa, annesinden doğduğu gündeki gibi günâhlarından kurtulur" (Buhârî, Muhsar, 9,10; Nesaî, Hac, 4; İbn Mâce, Menâsik, 3; Dârimî, Menâsik, 7; Ahmed b. Hanbel, II, 229, 410, 484, 494). "Hac ve Umre yapanlar Allah`ın misafirleridir. O`ndan birşey isterlerse, onlara cevap verir. Af isterlerse, onları affeder. " (İbn Mâce, Menâsik, 5). "Allah`ım, hac yapanı ve hacının kendisine dua ettiği kimseleri mağfiret et" (İbn Huzeyme, Sahîh; el-Hâkim).
Kâdî Iyâz (ö. 544/1149) şöyle demiştir: Ehli sünnet, haccın büyük günâhlara, ancak tövbe edilirse keffâret olacağı konusunda görüş birliği içindedir. Namaz ve zekât gibi Allah`a ait veya para borcu gibi kula ait bir borcun düştüğünü söyleyen bilgin yoktur. Kul hakları zimmette devam eder. Allahu Teâlâ kıyamet günü hak sahiplerini, haklarını almak üzere toplar. Ancak yüce yaratıcının bu alacaklılara vereceği birtakım nimetlerle onları razı etmesi ve bir ikram olmak üzere borçlulara müsamaha göstermesi de mümkündür (ez-Zühaylî, a.g.e., III, 12).
Hac ibadeti, dünyanın çeşitli yörelerinden, renk, dil ve ülke ayırımı gözetilmeksizin, milyonlarca müslümanı bir araya getirir. Tanışıp, görüşmelerine, ekonomik bakımdan bütünleşmelerine, düşmanları karşısında tek saf hâlinde yardımlaşmalarına zemin hazırlar. Böylece, şu ayetlerdeki mana tecelli eder. "İnsanları hacca davet et ki, gerek yaya olarak ve gerekse uzak yollardan gelen çeşitli vasıtalarla sana varsınlar. Böylece onlar dünyevî ve uhrevî menfaatlerini görsünler ve belli günlerde, Allah`ın kendilerine rızık olarak verdiği hayvanları kurban ederken, Allah`ın adını ansınlar. Siz de onlardan yeyin, yoksula ve fakire yedirin " (el Hac, 22/27, 28).
Hac, dünyanın çeşitli bölgelerinde yaşayan müminler arasındaki kardeşlik bağlarını güçlendirir. İnsanlar, gerçekten eşit olduklarını birlikte yaşayarak gösterirler. Arap olanla olmayanın, beyazla siyahın takva dışında bir üstünlüğünün bulunmadığı inancı vicdanlara yerleşir.
HAC FARİZASINI İFA ETMEYEN KİMSE BAŞKASININ YERİNE HACCA GİDEBİLİR MI?
Hac farızasını ifa etmeyen kimsenin başkasının yerine hacca gitmesi doğru değildir. Bununla beraber hanefi mezhebinde böyle bir hac yapılırsa sahihtir, batıl değildir. Şafii mezhebine göre ise hacca gitmeyen kimsenin başkasının yerine hacca gitmesi sahih değildir (İrşadü`s-Sarı).
HAC VE UMRE İBADETİ SIRASINDA, İHRAMLI İKEN İŞLENEN CİNAYETLERİN KEFFÂRETİ
Hem hacc, hem umre ibadetinin sadece Allahü Teala`nın rızası için edâ edilmesi esastır. Mükellef; niyet ederek ve telbiye yaparak ihrama girmek durumundadır. Ihram`a bürünen kimse, bazı hususlara riâyet etmek zorundadır. Ihramlının sakınması gereken şeyler âyet ve hadislerle belirlenmiştir. Meselâ; Ihrama giren mükellef; herhangi bir zaruret olmadan başını tıraş ederse, başka bir ceza değil, doğrudan doğruya kurban kesmesi gerekir. Zaruret hali bulununca ihramlıya bazı kolaylıklar getirilmiştir. Kur`an-ı Kerim`de şöyle buyurulur: "Artık içinizden kim hasta olur veya başından bir eziyeti bulunursa; ona oruçtan ya sadakadan ya kurbandan (birisiyle) fidye vacipolur" (el-Bakara, 2/196). Dolayısıyla dilerse üç gün oruç tutar dilerse altı fakire üç sa` (yaklaşık 10 kg) buğdayı sadaka olarak verir.
İhram:
Hac ve umre dışında yapılması mübah olan bazı şeyleri kendisine haram kılmak demektir. Hanefilere göre, ihram haccın rüknü değil şartıdır. Bu da niyet ve telbiye ile gerçekleşir. Hac veya umreye yahut her ikisine niyet etmek ve Allah için telbiye getirerek ihrama girmekle hac ibadeti başlamış olur.
İhrama girerken yapılması sünnet veya müstehap olan fiillerin başlıcaları şunlardır:
1. Abdest veya boy abdesti almak. Temizlenmek için abdest veya boy abdesti alınır. Hz. Peygamber ihram için boy abdesti almıştır (ez-Zeylaî, Nasbu'r-Râye, III,17). Bu, temizlenmek için olup, taharet (abdestlilik) için değildir. Bu yüzden, hayızlı ve nifaslı kadınlar da bunu yaparlar. İbn Abbâs'ın merfû olarak naklettiği bir hadiste şöyle buyurulur: "Nifaslı ve hayızlı kadınlar boy abdesti alır, ihrama girer, Beytullah'ı tavaf dışında, haccın bütün menâsikini ifa ederler" (Tirmizî, Hac, 98; Ahmed b. Hanbel, I, 364; Ebû Dâvûd, Menâsik, 9). Diğer yandan Hz. Peygamber (s.a.s), Esmâ binti Umeys'e nifaslı (lohusa) iken boy abdesti almasını emir buyurmuştur (Müslim, Hac, 109, 110).
İhrama girecek kimsenin tırnaklarını kesmesi, tıraş olup, bıyıklarını kısaltması, koltuk altlarını ve edep yerini tıraş etmesi müstehaptır..
2. Erkekler, dikişli elbiselerini çıkarır ve birisi göbekten aşağısını örtmek, diğerini omuzuna almak üzere iki temiz ve yeni peştemela bürünür. Başı açık, ayakları çıplak olup, terlik veya nalın giyebilir. Hadiste şöyle buyurulur: "Sizden biriniz, bir izâr (alt peştemal), bir ridâ (üst peştemal) ve iki nalınla ihrama girsin. Nalın bulamazsa, mest giysin, mestlerin topuklarından aşağısını ayırsın" (eş-Şevkânî, a.g.e, IV, 305). İbn Abbâs rivayetinde "topuklardan aşağısını ayırma" ifadesi yoktur (Buhârî, Hac, 21; Müslim; Hac, 1-3; Dârimî, Menâsik, 31; Tirmizî, Hac, 19; Ahmed b. Hanbel, I, 215, 221, 228, 279, II, 3, 4, 8, 34, 47).
İhrama giren kadınlar, elbiselerini çıkarmazlar başlarını ve ayaklarını açık bulundurmazlar. Yalnız yüzleri açık bulunur, telbiye ederken seslerini yükseltmezler.
3. Çoğunluğa göre, ihramdan önce bedenini kokulamak caizdir. Hanefî ve Hanbelîlere göre, elbiseyi kokulamak caiz değildir. Şâfiîler elbise konusunda da aksi görüştedir. Delil, Hz. Âişe'den nakledilen şu hadistir: "Ben Nebî (s.a.s)'i, ihrama girerken bulabildiğim en güzel koku ile kokuluyordum"(Buhârî, Hac,18, Libâs, 79, 81; Müslim, Hac, 37; Dârimî, Menâsik, 10; Tirmizî, Hac, 77). Buna göre, kokunun eserinin ihramdan sonra devam etmesinde bir sakınca yoktur. Ancak artık ihram süresince yeniden kokulanmak, hatta kokulu sabun kullanmak caiz görülmemiştir.
4. İhram namazı. Boy abdesti veya abdest alındıktan ve ihramdan önce; ittifakla iki rekat ihram namazı kılınır. Delil şu hadistir: "Nebî (s.a.s) Zülhuleyfe'de iki rekât namaz kıldı, sonra ihrama girdi" (ez-Zeylaî, age, III, 30 vd.). Bu namazın birinci rekâtında Kâfirûn, ikinci rekâtında ise İhlâs suresini okumak sünnettir. Mâlikî ve Hanbelîlere göre, ihrama farz namazın arkasından girilir. Çünkü İbn Abbâs (r.a)'tan, Resulullah'ın böyle yaptığı nakledilmiştir.
5. Telbiye. Hanefîlere göre, ihram namazından sonra telbiye getirilir. Çünkü Hz. Peygamber böyle yapmıştır. Efdal olan da budur. Vasıtaya bindikten sonra telbiye getirip, sonra niyet edilebilir (ez-Zeylaî, age, III, 21). Telbiye şudur:
"Lebbeyke Allahumme Lebbeyk, Lebbeyke Lâ şerîke Leke Lebbeyk. Inne'l-hamde ve'n-ni'mete leke ve'l-mülke, Lâ şerîke leke" (Buharî, Hac, 26, Libâs, 69; Müslim, Hac,147, 269, 271; Dârimî. Menâsik, 22, Tirmizî, Hac, 97).
Hanefilere göre bir kimse mikatta niyet ederek telbiye getirince ihrama girmiş olur. Telbiye, yolda, iniş çıkışlarda, yol arkadaşlarıyla karşılaşmalarda namazların ardından tekrarlanır ve zaman zaman ses yükseltilir. Telbiye, Mâlikîler dışında çoğunluğa göre, Kurban bayramı günü Akabe cemresine ilk taşın atılmasıyla kesilir. Çünkü Hz. Peygamber böyle yapmıştır (Nesâî, Menâsik, 229, İbn Mâce, Menâsik, 69; Ebû Dâvud, Menâsîk, 27, 28; Tirmizî, Hac, 78, 79). Ancak taşlamadan önce tıraş olunursa, telbiye kesilir. Umre yapan ise tavafa başlamakla telbiyeyi keser.
Yemini bozmanın keffâreti:
Kur`ân-ı Kerim`de: "(Yeminin) Keffâreti ailenize yedirmekte olduğunuzun orta (derece) sinden, on yoksulu doyurmak, ya onları giydirmek, yahud bir köle azad etmektir. Fakat kim (bunları) bulamazsa, üç gün oruç tutması lâzımdır. Işte bu, and (yemin) ettiğiniz vakit (onları bozmanın) keffâretidir. Yeminlerinizi muhafaza ediniz. Allah âyetlerini size böylece açıklıyor. Ta ki şükredesiniz" (el-Mâide, 5/89) buyurulmuştur. Rasûl-i ekrem (s.a.s)`in döneminde, yemin keffareti için yoksula ne kadar verildığını izah için, Imâmu Buhâri "Kitabu`l Keffâret" adı altında, ayrı bir bölüm ayırmıştır. Keffâretlerde illet kesin olarak belli değildir. Bu yüzden kıyas yoluyla, hükmü benzer olaylara uygulamak imkanı bulunmaz, keffaretler kitap ve sünnetteki sıra gözetilerek yerine getirilir (Buhârî, Sahih, VII, 235-240).
HACAMAT (HICAMAT) kan aldırmak
Iki omuz arasından, sırttan, başın arka tarafından yahut vücudun herhangi bir yerinden tedavi maksadıyla bardak, şişe veya boynuzla kan aldırma. Peygamberimiz (s.a.s)`in sağlıkla ilgili tavsiyelerinden ve bizzat tatbik ettiği sünnetlerindendir.
Hacamat, sebebi belli bir hastalığın tedavisi olmaktan ziyade kan fazlalığının vücutta meydana getirdiği rahatsızlıkları gidermek için kullanılan genel bir tedavi usûlüdür.
Eskiden yaygın olarak "hacamat bıçağı" veya "hacamat zembereği" denilen bir aletle tatbik edilen bu usûl, bugün yerini enjektörle kan almaya bırakmıştır. Hacamat bıçağı, tarak biçiminde, vücutta bir sıra çizik meydana getiren bir alettir. Bir yüzünde birçok yarık bulunan bakır bir kutu içinde tetikli bir zembereğe bağlı olan bıçaklar, düğmesi basılınca zembereğin boşalmasıyla yarıklardan dışarı fırlar ve vücutta çizikler meydana getirir. Bardak vb. bir şeyle çizikler üzerinden kan çekilir. Bir cins sülük de bu iş için kullanılmaktadır. Sülük vücudun ağrıyan bölgelerine konularak kanı emmesi sağlanır.
Hangi araç ve metodla olursa olsun önemli olan kan aldırmaktır. Uzman bir hekimin muayenesi ve tavsiyeşiyle yaptırılan hacamat faydalı ve Islâm`da caiz olan bir tedavi usûlüdür.
Ameller niyetlere göre değer kazanır. Sünnete uymak niyetiyle ve bize emanet olan vücudumuzun sağlığına kavuşması için yaptırdığımız hacamat bir ibadet değeri taşır. Çünkü ibadetlerimizi ve diğer görevlerimizi ancak sağlıklı bir bedenle tam olarak yerine getirebiliriz.
Peygamberimiz (s.a.s)`in yaptığı ve yapılmasını tavsiye ettiği işlerin şüphesiz bir anlamı ve hikmeti vardır. Onun hayatı bizim için örnektir: "Andolsun Allah`ın Resulu`nde sizin için Allah`ı ve ahireti arzu eden ve Allah`ı çok anan kimseler için (uyulacak) en güzel bir örnek vardır" (el-Ahzâb, 33/21).
Mirac gecesinde yanından geçtiği bir melek grubunun Peygamberimize: "ümmetine hacamatı emret!" diye söylediğini Abdullah b. Abbâs (r.a) rivayet etmektedir (Ali Nâsıf, et-Tâc, III, 203).
Hz. Peygamber (s.a.s) bizzat kendisi Ebû Taybe adında bir Haccâm`a hacamat yaptırmış ve başından kan aldırıp haccâma ücretini ödemiş ve şöyle buyurmuştur: "Kan aldırma yollarının en güzeli hacamattır. (yahut hacamat sizin en iyi tedavi yollarınızdır)"(Buhâri, Tıb 13; Müslim, Musakat 62, 63; Ebû Dâvûd Nikâh 26, Tıb 3).
Hz. Peygamber (s.a.s) ihramlı iken hacamat yaptırmıştır (Buhârî, Savm, 22; Müslim, Hac 87, 88; Ebû Dâvûd Menâsik 35). Ihramlı iken saç kestirmemek şartıyla hacamatın caiz olduğu hususunda âlimler arasında görüş birliği vardır. Aynı şekilde Hz. Peygamber (s.a.s) oruçlu iken de hacamat yaptırmıştır. Yani kan aldırmıştır (Buhârî, Tıb II; Ebû Davûd, Siyâm 29).
Nâfi (r.a)`den rivayet edildiğine göre Ibn Ömer (r.a) (Kendisine): Nâfi, kan (fazlalaşmak suretiyle) beni yedi. Bunun için sen bana bir hacamatçı getir ve genç bir hacamatçı seç. Ne yaşlı ne de çocuk hacamatçı seçme demiştir.
Nâfi der ki; Ibn Ömer (r.a) şöyle dedi: Ben, Resulullah (s.a.s)`den şu buyruğu işittim: "Hacamat olmak aç karnına daha faydalıdır. Hacamat olmak aklı ve hıfzetme (ezberleme) gücünü arttırır. Hâfız olanın da hıfzetmek kabıliyetini kuvvetlendirir. Artık kim hacamat olmak isterse Allah`ın ismini anarak perşembe günü hacamat olsun " (Ibn Mâce, Kitâbu`t-Tıb, 22).
Ibn Hacer Buhârî şerhindeki Hacamat bölümünde özetle şu bilgiyi verir: Buhârı, Sahîhinde "Hangi saat hacamat olur" başlığı altında bir bâb açmış ve burada Ebû Mûsa`nın geceleyin hacamat olduğuna dair bir eseri ile Hz. Peygamber (s.a.s)`in oruçlu iken hacamat olduğuna dair Ibn Abbâs (r.a)`ın bir hadîsini rivayet etmiştir.
Ibn Hacer bununla ilgili olarak şöyle der: Hacamat olmak için uygun vakitler hakkında birkaç hadis vârid olmuş ise de hiçbiri Buhârî`nin sözkonusu ettiği şarta uygun değildi. Bana öyle geliyor ki: Buhârî hacamat işinin ihtiyaç olduğu zaman yapılabileceğine ve bunun belirli bir vakte bağlı olmadığına işaret etmek istemiştir. Çünkü hacamat işinin geceleyin yapıldığını ve Hz. Peygamber (s.a.s)`in oruçlu iken hacamat olduğuna dair hadîsi rivayet etmiştir.
Hacamatın yani kan aldırmanın insan sağlığına birçok katkıda bulunduğu tıbbî bir gerçeğe dayanır. Özellikle bazı deri hastalıklarının tedavisinde hacamatın faydası görülmüştür.
HACC-I EKBER
Hacc-ı Ekber, Arapça "E1-Haccü`1 Ekber" terkibinin Osmanlıca söylenişidir ve kelime olarak "En Büyük Hac" demektir, Kur`ân-ı Kerim Tevbe suresi 3. ayette söz konusu edilmektedir. Bu sûre, dolayısı ile bu ayet-i kerime Hicretin 9. senesi Medine`de nazil olmuştur. O yıl Rasulüllah (sav) Efendimiz kendileri hacca gidememiş, Hz. Ebubekir`i hac emiri olarak göndermişlerdir. Bu sûre, müşriklere karşı bir ültimatom olarak nazil olunca, bunu onlara duyurmak üzere Hz. Ali`yi görevlendirdi ve bizzat kendi devesine bindirerek Mekke`ye gönderdi. O da Kurban Bayramı`nın birinci günü, hala müslümanlarla beraber hac yapmakta olan müşriklere surenin ilk kırk (ya da otuz) ayetini ültimatom olarak okudu. Üçüncü ayette -mealen- şöyle deniyordu: "Ve bu, Hacc-ı Ekber günü Allah`ın ve Rasulünün bir ilânıdır ki, Allah ve Rasulü müşriklerden beridir..." Burada görüldüğü gibi "hacc-ı ekber günü" bilinen (marife) birgün olarak zikredilmekte ve Rasûlüllah`ın bulunmadığı, Hz.Ebu Bekir`in Hac emiri olduğu o yılki Hacca "hacc-ı ekber" denilmektedir. Çünkü ültimatomun ilâmi o yıl yapılmıştır. "Hacc-ı ekber günü bir ilamdir" dendiğine göre "hacc-ı ekber" o yılki hacdır.
Ancak niçin o yıla "hacc-ı ekber" denmiştir? O yıldan sonra da "hacc-ı ekber" var mıdır? Bu konudaki rivayetler tarandıgında çok değişik değerlendirmeler ortaya çıkar. Peşinen bunlara biz de şu nokta-i nazarımızı ilave edelim: Rasûlüllah da Kâbe`yi ertesi sene Hicri onuncu yılda haccetmişler ve Ebu Davud`un rivayetine göre, Kurban günü cemreler arasında durmus, "bu gün ne gündür?" diye sormuş. Kurban günüdür, demişler, O`da bunun üzerine, "bugün hacc-ı ekber günüdür" buyurmuşlardır (Ebu Davud, Menâsik, 66; Tirmizi`nin bir rivayeti de bu anlamdadır). Durum böyle olunca, Hz. Ebu Bekir`in haccı yaptığı bir önceki yıl haccına "hacc-ı ekber" dendiğini adı geçen ayetin işareti ile, Rasûlüllah`ın hac yaptığı yılın haccına "hacc-ı ekber" dendiğini de, mezkür hadisin ibaresiyle anladığımıza göre "hacc-ı ekber" hem Hz. Ebu Bekir`in haccına has değildir, hem de her yıl tekerür eden bir şeydir. Iki yıl peşpeşe kurbanın birinci günü cumaya rastlamayacağına göre hacc-ı ekberin cuma ile de ilgisi olmamalıdır. Gerçi Hâzin`in bir ifadesine göre: "Hacc-ı ekber Rasulüllah`ın veda haccıdır ve o gün bir cuma günü idi" denmişse de (bk. H.B. Çantay, I/271; Ibnü l-Kayyim`in aldığı bir rivayet de işaretiyle bunu destekler, bk. Zâd`ül-Me`âd, I/204. Aliyyu 1-Kâri nin bir ifadesi de bu anlamdadır) bu bir tarihi tevafuktan ibarettir (Faik Reşit Unat`in hesaplarına göre Hz. Ebubekir`in haccının arafesi Salı gününe, Rasulüllah (sav)`in veda haccının arafesi ise Cumartesi gününe denk gelmektedir ki, bu durumda tesbitlerinde bir yanılma olmalıdır bk. Hicrî Tarihleri Milâdî Tarihe Çevirme Kılavuzu, s. 2,3). Bu durumda "hacc-ı ekber", kurban bayramının birinci günüdür, şeklindeki değerlendirme ve rivayetlerin daha isabetli olması gerektiği ortaya çıkar. Zaten tefsircilerin çoğu da "hacc-ı ekber"in bayramın birinci günü olduğu görüşündedirler. Bu konuda ayrıca şu görüşler rivayet edilmiş ve serdedilmiştir:
1.Umreye "hacc-ı asgar" (küçük hac) denirdi. Ona nispetle hacca da "hacc-ı ekber" (büyük hac) dendi. Bu izaha göre "hacc-ı ekber" her yıl mevcuttur.
2.Herbir haccın en önemli nüsûküne diğer menasıkıne nisbetle, haccın en önemli yönü anlamında "hacc-ı ekber" denmiştir ki, bu da ya "hac Arafat demektir" hadis-i şerifine binaen arefe günüdür. Çünkü Arafat`ta o gün durulur. Ya da haccın şeytan taslama, kurban kesme, tavaf-ı ziyaret gibi en önemli işlerinin yapıldığı, bayramın birinci günüdür. Bu son izah da baştaki açıklamamızı desteklemektedir. Bu izaha göre de "hacc-ı ekber" her yıl vardır.
3.Müslümanlarla beraber Yahudiler, Nasraniler ve Müşriklerin bayramlarının hep aynı güne rastladığıve Hz. Ebu Bekir`in hac emirligi yaptığı hacdır. Çünkü geçmişte ve gelecekte ilk ve son olarak böyle bir hac yaşanmıştır (Begavî, NI/8; Ibnü`1-Cevzî, Zâdü`I-Mesîr; NI/396; Suyuti, ed-Dürrü`1-Mensur, IV/128; Zemasheri, Kessâf (Mustafa el-Bâbi 1-Halebi,1392), N/173). Ancak bu ismin verilme sebebi olarak böyle bir izahın yapılması bazı noktalardan ötürü isabetli olmasa gerektir. Çünkü hac, kâfirlerin ve müşriklerin katılması ile niçin "büyük" olmuş olsun? Ayrıca daha önce verdiğimiz Ebu Davûd rivayetinin de gösterdiği gibi, Rasulüllah`ın haccettiği ertesi yıl haccına da "hacc-ı ekber" denmiştir. Halbuki, önceki yıl verilen ültimatom gereğio yıl hac`da müşrikler ve diğer gayrı müslimler yoktur.
4."Hacc-i ekber" İslam`ın izzetini ve şirkin zilletini ortaya koyan hacdır (Elmalıli, NI/2450-54). Bu izaha göre Hz.Ebu Bekir`in haccına da, Rasulüllah`ın haccına da "hacc-ı ekber" denebilir. Daha sonra da böyle izzetli bir hac yapılabilir. Hatta her hac bir bakıma bu anlamı bir nebze taşır.
Pek güçlü görülmeyen diğer bazı izahlara göre de "haccı ekber"; Sa`bî`ye göre, Ramazan`da yapılan bir umredir (Suyutî, age, IV/129). Mücahid`e göre "hacc-ı ekber" "kıran" haccıdır, "hacc-ı asgar" ise "ifrad" haccıdır (Ibnül-Cevzî age, NI/396; Ibn Hacer, Fethu 1-Bâri, VNI/321). Ibn Sîizn`e göre Rasûlüllah`ın "Ehli Veber" ile beraber haccettiği hacdır (Ibn Kesîr, (Darül-kütübi`l-ilmiyye,1408), N/525). Süfyân es-Sevri`ye göre hacc-ı ekber bütün Mina günleridir. Kur`ân-ı Kerim`de "hacc-ı ekber günü" diye müfred (tekil) zikredilmesi tıpkı "Siffin günü", "Cemel günü", "Bu`âs günü" ... tabirlerinde olduğu gibi bir ifade biçimidir. Bu isimlerle zikredilen olaylar da tek günlük olay olmadıkları halde "ün" onlar için de müfred olarak kullanılmıştır ki, "zaman" anlamındadır (Begavî, NI/8).
Sonuç olarak ağırlık kazanan görüş şudur: Her hac ve özellikle de bayramın birinci günü bir "hacc-ı ekber"dir. Yeter ki, şuuruna varılsın, Allah`ı ziyaret ediyormusçasına yapılsın, mebrur ve makbul kılınabilsin. Arafesi cumaya rastlayan haccın faziletine dair rivayet edilen hadise gelince: "En faziletli gün cuma gününe rastlayan Arafe günüdür ki , cumaya rastlamayan yetmiş hacdan daha üstündür" mealinde, halk dilinde meşhur bir söz vardır (bk. Ibn Abidîn, N/178 (Amira); ayrıca, N/254) Ancak bazı alimler bu rivayeti doğru bulmazlar. (Ibn Kayyim (Zâdü`1-Mead, I/25-26 (Daru`1-Ihya)), el-Münavi(Feyzul-Kadîr, N/28) ve Elbanî (Elbanî, Silsiletü`1-Ehadis-ed-Daife, I/245 (H.207)
Değerli Imam, Aliyyül-Kâri`nin bu konu hakkında müstakil bir risalesine muttali oldum. "el-Hazzûl-evfer filhaccı-ekber" (Risalenin tain metni için bk. Huseyn el-Mekkî, Irâdü s-Sâri, 316-322) adlı bu risalesinde, "Hûlâsa; Haccı-ı ekber hakkında dört görüş vardır:
a. Arefe günüdür. b. Kurbanın birinci günüdür. c. Ifâda Tavafının yapıldığı gündür. d. Bütün hacc günleridir.
Bu görüşleri birbiriyle çelişiyor da değildir. Çünkü küçüklük büyüklük nisbî (görevli) kavramlardır. Buna göre cumaya rastlayan hac, rastlamayandan, haccı kıran ifraddan, mutlak hac umreden daha büyüktür. Bu itibarla hepsine "hacc-ı ekber" denebilir... Ama Arafe günü cumaya rastlayan hacca hacc-ı ekber denmesi ise sonradan ortaya çıkmış örfi bir kavramdır" (agr. 218) dedikten sonra bunu da bütün bütün reddetmeyip diyor ki: "Fakat halkın dili Hak`kın kalemidir; müslümanların güzel gördüğü şey Allah katında da güzeldir... Arafesi cumaya rastlayan haccın hacc-ı ekber olduğunu ve yetmiş hacca denk bulunduğunu bildiren hadise "mevzu" denmesi yersizdir. Zayıf olabilir. Ancak sahih olması halinde zarar vermeyecek böyle bir konuda zayıf hadisle de amel edilir. Bunu destekler mahiyette, arafenin ve cumanın ayrı ayrı faziletlerine dair çok rivayetler vardır. Ezcümle cuma haftanın, Arâfe ise senenin en faziletli günleridirler. Bu iki günün birleşmesi halinde "nur üstüne nur" olacağı açıktır..." (agr. 219-20).
İşte Aliyyül-Kâri`nin risalesinin özeti budur. Özellikle son açıklaması çok güzeldir. Cumaya rastlayan Arafede faziletlerin cuma, artı, Arafe diye katlanacağı muhakkaktır. ( Konu hakkında ayrıca iki risale ismine daha rastladık. Ancak henüz görmediğimizden mahiyetlerini bilemiyoruz. 1. el-meslekü`1-ezfer fi beyâni`1-haccı`1-ekber. Ibn Azûz (Kesfu`z-Zanûn Zeyli N/479). 2. el-haccul-ekber, kaside. Ibn Arabî. agk. N/632)
HACC-I İFRAD
Umreye niyet etmeksizin yapılan tek hac.
Mikat`ta Mekke`nin dışından gelen kimsenin yalnız hac niyetiyle ihrama girip, kudûm tavafını yaptıktan sonra hac ile ilgili menasik (ameller) bitinceye kadar Mekke`de ihramlı olarak kalmasıdır. Bu hacda umre bulunmayıp, tek bir hac yapılmış olduğundan, hacc ı müfrîd ve hacc-ı ifrat diye adlandırılır.
Hace-ı ifrat yapmak isteyenler şöyle niyet ederler:
(Allahümme innî ürîdü`l-hacce feyessirhü lî ve tekabbelhü minnî)
"Allah`ım senin rızanı kazanmak için haccetmek istiyorum. O`nu ifa etmeyi benim için kolaylaştır ve benden kabul eyle" diyerek yalnız hacca niyet eder. Gerekli temizlik yapıldıktan sonra ihrama girer, sonra iki rekât namaz kılar. Birinci rekâtla Fatihadan sonra Kâfirûn: İkinci rekâtta ise Fatihadan sonra İhlas suresinin okunması efdaldır. İhrama girildikten sonra şöyle telbiye getirilir:
"Lebbeyk Allahümme lebbeyk, lebbeyke lâ şerîke leke lebbeyk İnne`lhamde ve`n-ni`mete leke ve`l-mülk. Lâ şerîke lek"
"Tekrar tekrar icabet sana yâ Rabbi, tekrar icâbet sana... tekrar icabet sana... senin ortağın yoktur. Tekrar icabet sana... Hiç şüphe yok ki hamd ve nimet sana mahsustur. Mülk de senindir, senin ortağın yoktur." Erkekler bunu yüksek sesle söylerler ve bu arada Peygamber (s.a.s)`e alçak sesle salâvat getirirler. Kadınlar ise, telbiye, diğer dua ve zikirlerde seslerini yükseltmezler, hafif sesli olarak yaparlar. Artık niyet ve telbiyenin yapılmasıyla ihrama girilmiş ve ihramın yasakları başlamış demektir. Bundan böyle ihramdan çıkıncaya kadar ihramlıya yasaklanmış olan fiil ve davranışlardan sakınmak gerekir.
İfrat veya Kırân haccı yapmak üzere Mekke`nin haricinden gelenler Kudûm tavafı yaparlar. Bu Mekke`ye varış tavafı demektir. Sadece umre veya temettû haccı yapanlar ile Mîkat sınırları içerisinde bulunanlar kudûm tavafında bulunmazlar. Bu, uzaktan gelenler için sünnet olup Mekke`lilere sünnet değildir. Hacc-ı ifrâd yapan kişinin kudûm tavafından sonra efdal olan hemen sa`y etmemesi, bunu ziyaret tavafından sonraya bırakmasıdır.
HACC-I KIRÂN
Hacc ile umrenin bir ihramla yerine getirilmesi.
Kırân, sözlükte iki şeyi biraraya getirmektir. Bir terim olarak; hacc ile umrenin ihramını birleştirmek, yani ikisi için birden ihrama girmek, demektir.
Kırân haccı yapacak kimse, mîkatta veya daha önce umre ile hacca birlikte niyet edip, iki rekât namaz kılar; sonra "Allah`ım, ben umre ile hacc yapmak istiyorum; bunları bana kolay kıl, bunları benden kabul buyur" diye dua eder, telbiyede bulunur ve ihram yasaklarına uyar. Mekke`ye girince, önce umresini yapar, Beytullah-ı tavaf eder, Safâ ile Merve arasında sa`y eder. Sonra ifrat haccı yapan kimse gibi farz haccın menâsikine başlar. Kudûm tavafı, Arafat`ta vakfe, ziyaret tavafı, sa`y ve veda tavafı gibi ibâdetlerle hacc ve umre tamamlanır. Kur`an-ı Kerîm`de, "Hacc ve umreyi Allah için tamamlayınız" buyurulur (el-Bakara, 2/ 196). Ayette, kırân haccı yapanla başkaları arasında bir ayırım yapılmaksızın, başlanan hacc ibadetinin tamamlanması istenmiştir. Sabiy b. Ma`bed iki tavaf ve iki sa`y ile hacc yapmış, Hz. Ömer kendisine, "Resulullah (s.a.s)`in sünnetine giden doğru yolu buldun" demiş (Zeylaî, Nasbu`r-Râye, III,109); Hz. Ali de kırân haccı yapan bir kimseye, "Hacc ve umre için yüksek sesle telbiyede bulunduğun zaman, ikisi için iki tavaf ve iki sa`y yap" diye açıklamada bulunmuştur (Zeylâî, a.g.e., III, 111).
Hanefiler dışındaki mezhep imamlarına göre ise, kırân haccı yapan kimseye her iki hacc için tek tavaf ve tek sa`y yeterlidir. "Kim hacc ve umre için ihrama girerse, ona bu ikisinden birlikte ihramdan çıkıncaya kadar tek tavaf ve tek sa`y yeterli olur" (Zeylâî, a.g.e., III,108). Fakat kırân haccı yapan kimse, ifrat haccı yapan gibi ifada tavafından önce kudûm tavâfı yapar; kudûm tavafından sonra sa`y yapmamışsa, ifada (ziyaret) tavafından sonra sa`y yapar.
Kırân haccı yapan, temettü haccında olduğu gibi bir şükür olarak cemreleri veya yalnız akabe cemresini taşladıktan sonra, saçlarını tıraştan veya kestirmeden önce bir kurban keser. Bunun hükmü vaciptir. Bu kurbanı bulup kesemeyecekse, Arefe gününde bitmek üzere üç gün oruç tutar; yedi gün de bayram günleri çıktıktan sonra dilediği vakitte tutar ki, toplam on gündür. Bunlar ayrı vakitlerde de tutulabilir. Kur`an`da şöyle buyurulur: "Hacc zamanına kadar umre yapana gücünün yettiği bir kurban gerekir. Kurban bulamayan kimseye hacc sırasında üç gün, döndüğünüzden sonra da yedi gün oruç tutması gerekir" (el-Bakara, 2/196). Eğer kurban bayramı günlerinden önce üç gün oruç tutmazsa, iki kurban kesmesi kesinleşir. Birisi şükür kurbanı, diğeri vaktinden önce ihramdan çıktığı için ceza kurbanı (İbn Kudâme, el-Muğnî, III, 469, 476-478; İbn Rüşd, Bidâyeti,i`l-Müctehid, I, 357; el-Kâsânî, Bedâyiu`s-Sanâyi`, II, 159; İbn-i Âbidin, Reddü`l-Muhtâr, Terc. A. Davudoğlu, İstanbul 1983, V, 33-46).
HACC-I KIRAN, HACCI-İ FRAD VE HACC-I TEMETTU NE DEMEKTIR?
Haccın üç çeşidi vardır.
1- Haccü`l-Kıran, hac ve umre niyetini getirerek her ikisini birlikte eda etmektir.
2- Haccü`l-İfrad, hacc niyetini getirip önce onun menasikini ifa etmektir. Bayram günlerinden sonra da umre menasiki eda edilir.
3- Temettü ise, önce umre niyetini getirip menasiki eda etmek. Bilahare Arafata çıkılacağı gün Mekke`de hacca niyet edip menasikini eda etmektir. Afaki yani mikat haricinden gelen kimse bunlardan istediğine niyet edebilir. Üçü de caizdir. Haccü`l-İfrad için kurban kesilmez. Temettü ve Kıran için kurban kesmek icab eder.
HACC-I TEMETTÜ
Hac mevsiminde hac ile umrenin iki ihramla ayrı ayrı yerine getirilmesi. Temettü; ihtiyacını giderecek şekilde bir şeyden faydalanma; Umreyi veya umrenin ekseri şartlarını hac aylarında eda etmektir. Kişi şartların bir kısmını hac aylarında yapar ve o senede haccını eda ederse hacc-ı temettü yapmış olur. Yani hac aylarında (ve aynı yıl içerisinde) iki ihramla umre ve haccı eda etmeye hacc-ı temettü denilir.
Temettü haccı yapan kimseye mütemetti denir. Kelime anlamından da anlaşılacağı üzere temettü yapan kimse hem umre yaparak onun sevabından faydalanmış olur, hem de umre yaptıktan sonra ihramdan çıkarak ihramın yasaklarından kurtulur. Böylece bazı kolaylıklardan faydalanmış olur. Temettü haccı hacc-ı ifraddan efdaldır (Fetâvây-i Hindiyye, Beyrut 1400, I, 238, Meydânî, el-Lübab, 1400, I, 199).
Hacc-ı Temettu yapmak isteyen kimse Mikat`ta ihrama girerken "Ya Rabbi, ben umre yapmak istiyorum, onu bana kolay kıl ve benden onu kabul et" diye niyet eder. "Lebbeyk..." duasını okur, iki rekât namaz kılar. Mekke`ye girince umre için Kâbe`yi usûlüne göre tavaf eder. Tavaftan sonra iki rekât namaz kılar. Sonra Safâ ile Merve arasında sa`y yapar. Saçlarını kestirdikten sonra ihramdan çıkar, günlük elbisesini giyer. Arafat`ta vakfe yapmak üzere Mekke`den ayrılıncaya kadar günlük elbisesiyle ibadetlerini yapar.
Zilhicce`nin sekızınci günü Mekke`de tekrar ihrama girer. "Ya Rabbi, ben hac yapmak istiyorum. Onu bana kolaylaştır ve onu benden kabul et" diye niyet eder. Yalnız hacca niyet etmiş olan kimse gibi hac menâsikini (hacla ilgili yapılması gereken işleri) yapar (bk. Hacc-ı İfrat). Hac ile Umreyi birlikte eda etmeye muvaffak olduğundan dolayı, şükür olmak üzere bir kurban keser. Bu kurbanı kesmek vacibtir, Akabe cemresi (halk dilinde şeytan) taşlandıktan sonra ve tıraştan önce Kurban bayramı günlerinden birisinde kesilir. Kurban kesmeye gücü yetmeyen kimse üç gün, Arefe gününde bitmek üzere, hac esnasında, yedi gün de bayram günleri çıktıktan sonra veya memleketine döndükten sonra oruç tutar. Bu da vacibtir.
Temettü Hacc-ı ile ilgili hükümler Kur`an-ı Kerîm`de Bakara suresinin 196. ayetinde bildirilmiştir:
"Allah için haccı ve umreyi tamamlayın. Eğer (düşman veya hastalık gibi bir engelle) çevrilmiş olursanız kolayınıza gelen kurbanı (gönderin). Kurban yerine varıncaya kadar başlarınızı tıraş etmeyin. İçinizden hasta olan, ya da başından bir rahatsızlığı bulunan (bundan ötürü tıraş olmak zorunda kalan) kimse, oruçtan, sadakadan veya kurbandan (biriyle) fidye (verir) güvene kavuştuğunuz zaman, hac (zamanın)a kadar umre ile faydalanmak isteyen kimse kolayına gelen kurbanı keser. Kurbanı bulamayan kimse üç gün Hacda, yedi gün de döndüğünüz zaman olmak üzere tam on üç gün oruç tutar. Bu, ailesi Mescid-i Haram (civarın)da oturmayanlar içindir. Allah`tan korkun ve Allah`ın cezasının çetin olduğunu bilin" (el-Bakara 196).
Bu ayetten anlaşıldığına göre: Temettü Hacc`ını, ailesi Mescid-i Haram`da (Mekke ve Mikat dahilinde) bulunmayanlar yani âfâkîler yapabilir. Temettü haccını yapan kimseye kurban kesmek vacibtir. Kurban kesmeye gücü yetmeyen kimse üç günü hacda, yedi günü de hac dönüşü olmak üzere on gün oruç tutar.
Temettü Haccı tatbikatı hakkında peygamberimiz ve ashabından rivayetler vardır:
İbn Abbâs`a Temettu Haccı hakkında sorulduğunda O şöyle cevap vermiştir: "Muhâcirler, Ensâr, Peygamber (s.a.s)`in hanımları Veda Haccı`nda hacca niyet ettiler. Biz de niyet ettik. Mekke`ye gelince Resulullah (s.a.s) şöyle buyurdu: "Niyetinizi hacla beraber umre için yapınız. Ancak kurban (hedy) götürmüş veya belirlemiş olan kimse (böyle yapmasın). " İbn Abbâs diyor ki: "Kâbe`yi tavaf ettik, Safâ ile Merve arasında sa`y ettik. (Traş olduktan sonra elbiselerimizi giyerek ihramdan çıktık, kadınlarımızla beraber bulunduk. Peygamber (s.a.s) buyurdu ki: "Yanında kurban götüren kimseye, o kurbanı yerine ulaştırıncaya (Mina`da kesinceye) kadar (ihramın yasaklarından) birşey helâl olmaz. " Sonra bize Terviye günü (Zilhicce`nin sekızınci günü) akşamı hacca niyet etmemizi emretti. Hac menâsikini bitirince geldik Kâbe`yi tavaf ettik. Safâ ile Merve`yi sa`y ettik ve bize kurban vâcib oldu" (Mansur Ali Nasıf, et-Tâc II, 123).
Câhiliye devrinde Araplar hac mevsiminde umre yapmayı en kötü bir amel olarak görürlerdi. Hz. Peygamber (s.a.s) hem onların bu tatbikatına muhalefet etmek hem de Mekke dışından hacca gelenlere kolaylık ve ruhsat olmak üzere temettü haccı tatbikatını bize böylece öğretmiştir.
HACCIN FEVRİ VEYA ÖMRİ OLUŞU, hac farz olduğu yıl hemen gidilmeli midir?
Ebû Hanife, Ebû Yûsuf, iki görüşten tercih edilende Mâlikîler ve Hanbelîlere göre, hac fevrîdir. Yani yükümlünün, gerekli şartları taşıdığı ilk yılda haccetmesi gereklidir. Haccı, yıllar boyunca geciktirirse fâsık olur ve şahitliği reddedilir. Çünkü haccı geri bırakmak küçük ma`siyettir. Bunda ısrar etmek kişiyi fıska götürür. Böyle bir kimse hac yapmadan malı telef olsa, borç para alıp haccetmesi hâlinde, ilâhî mağfirete nail olacagı umulur. Haccın geciktirilmeden ifasına, hacla ilgili âyetler delâlet ettiği gibi, şu hadisler de bunu destekler: "Hac yapmakta acele ediniz. Çünkü sizden biriniz ölümün kendisine ne zaman geleceğini bilmez" (Ebû Davûd, Menasik, 5; İbn Mâce, Menâsik, 1; İbn Hanbel, I, 214, 225). " Bir kimseyi hastalık, açık bir ihtiyaç, bir sıkıntı veya zalim bir sultan alıkoymaksızın hac yapmazsa; ister yahudi, isterse hrıstiyan olarak ölsün"(eş-Şevkânî, IV, 284).
Şâfîlere ve imam Muhammed`e göre, hac ömrî (terâh)dir; Yani, hac için gerekli şartları taşıyan yükümlü, bunu ilk yılda yapmak zorunda değildir. Ancak bu kimsenin hac veya umreyi, geciktirmeksizin yapması sünnettir. Çünkü tâat sayılan amelleri çabuk yapmak, hayırlı işlerde acele etmek İslâm`ın tavsiye ettiği hususlardandır. Ayette; "Ey müminler, hayır işlerine koşunuz, birbirinizle yarış ediniz" (el-Bakara, 2/148) buyurulur. Hac kendisine farz olan kimse, mesken yapma, çocuğunu evlendirme gibi sebeplerle, hatta sebepsiz olarak haccı başka bir yıla geciktirebilir. Çünkü hac farîzası hicretin altıncı yılında geldiği halde, Hz. Peygamber bunu, bir özür olmaksızın onuncu yıla tehir etmiştir. Eğer geciktirmek caiz olmasaydı, bunu onun da yapmaması gerekirdi. Bu görüş, müslümanlara kolaylık sağlayacağı için daha uygundur. Çünkü çoğunluk İslâm hukukçularının dayandığı hadisler zayıf olduğu gibi, haccın, hicretin altıncı yılında Âl-i İmrân Suresinin nüzulü sırasında farz kılındığında şüphe yoktur (eş-Şîrâzî, el-Mühezzeb, I,199; ez-Zühaylî, a.g.e. III, 17, 18).
HACCIN HÜKMÜ VE DELİLLERİ
İslâm âlimleri haccın ömürde bir defa farz olduğu konusunda görüş birliği içindedir. Delilleri; Kitap ve Sünnettir. Kur`an`da şöyle buyurulur:
"Oraya gitmeye gücü yeten herkese, Allah için Kâbe`yi ziyaret edip haccetmek farzdır" (Âl-i İmrân, 3/97).
"Haccı ve umreyi Allah için tamamlayın" (el-Bakara, 2/196) "İnsanları hacca davet et ki, gerek yaya olarak ve gerekse uzak yollardan gelen çeşitli vasıtalarla sana varsınlar" (el-Hac, 22/27)
Hadislerde şöyle buyurulur: "Şüphesiz Allah size haccı farz kıldı, haccı ifa ediniz" (Müslim, Hac, 412; Nesaî, Menâsik, 1; Ahmed b. Hanbel, II, 508). " Îslâm beş şey üzerine bina edilmiştir: Allah`tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed (s.a.s)`in, Allah`ın elçisi olduğuna şehadet etmek, namaz kılmak, zekât` vermek, Beytüllah`ı haccetmek ve Ramazan orucunu tutmak"(Buhârî, İman, l, 2; Müslim, İman,19-22; Tirmizî, İman, 3; Nesâî, İman, 13).
Hz. Peygamber haccın farz kılındığını ashab-ı kirâma duyurunca, içlerinden birisi; "Her yıl mı?" demiş, Resulullah (s.a.s.) susmuştur. Bu soru üç defa tekrar edilince; " Eğer evet deseydim, hac üzerinize her yıl farz olurdu, buna da güç yetiremezdiniz" buyurmuştur (Müslim, Hac, 412; Nesaî, Menâsik,1, Ahmed b. Hanbel, II, 508). İbn Abbas (r.a)`dan yapılan rivayette, soru soranın el-Akra` b. Hâbis olduğu belirtilir ve şu ilave yeralır: "Kim birden fazla hac yaparsa bu nafile hac olur" (İbn Hanbel, II, 508; Nesâî, Menâsik,1; eş-Şevkânî, a.g.e., IV, 279). Bu hadis, haccın farz olarak tekrarının gerekmediğini gösterir. İslâm hukukçuları, haccın bir defadan fazla farz olmadığı ve fazla haccın nafile sayılacağı konusunda görüş birliği içindedir (İbnü`l-Humam, Fethu`l Kadîr, Kahire 1316, II, 122; eş-Şevkânî, a.g.e., IV, 280). Hadiste şöyle buyurulur: " Hac ve umreyi peşi peşine yapınız. Bu ikisi, körüğün; demir, altın ve gümüşün pasını yok ettigi gibi, fakirliği ve günâhları yok eder. Mebrûr haccın sevabı ancak cennettir" (Tirmizî, Hac, 2; Nesâî, Hac, 6; İbn Mâce, Menâsik, 3). Bazı durumlarda birden fazla hac yapmak gerekebilir. Adak harcı ve bozulan bir nafile haccı kaza etmek gibi. Bazen hac haram olur. Haram para ile haccetmek gibi. Bazen de mekruh olur. Hizmete muhtaç olan ana-babanın iznini almadan haccetmek gibi. Ebeveyn bulunmayınca dede ve ninelerden, borcunu ödeyecek başka malı bulunmayan borçlu ve kefilin alacaklılardan izin almaksızın, hac yapması da mekruhtur. Hanefilere göre bu kerâhet, tahrîmendir.
Hanefî, Şâfiî ve Mâlikîlere göre, haram para ile yapılan hac, gasbedilen arazide kılınan namazda olduğu gibi farz veya ikinci defa hac yapılıyorsa nafile olarak sahih olur. Bu kimsenin üzerinden farz veya nâfile düşer. Hanbeliler ise, haram malla yapılacak hacca icazet vermezler. Çünkü bu mezhep, gasbedilen arazide kılınacak namazı da sahih kabul etmez (el-Kâsânî, Bedâyiu`s-Sanâyi`, II, 223; ez-Zühaylî, a.g.e., III, 223).
HACCIN ŞARTLARI
Haccın Şartları erkekleri ve kadınları içine alan genel veya yalnız kadınlarla ilgili özel şartlar olmak üzere ikiye ayrılır. Bunlar tam olarak bulununca hac ve edası farz olur. Aksi halde farz olmaz.
Genel Şartlar. Bunlar; farz oluşunun, sıhhatinin veya edasının şartları kabilinden olur. Müslüman, akıllı, ergin, hür ve haccetmeye gücünün yeter olması gibi.
1. Müslüman Olmak! Kâfire hac farz olmaz. İbadeti eda ehliyeti bulunmadığı için, onun yapacağı hac geçerli değildir. Münkir hac yapsa, sonra İslâm`a girse, ona İslâm`ın haccı farz olur. Hanefilere göre, kâfir, şeriatın furûu ile muhatap olmadığı için haccı terkten dolayı hesaba çekilmez. Çoğunluk hukukçulara göre ise o, furû (İslâmî emir ve yasaklar)a muhataptır ve ahirette bunlardan hesaba çekilir.
2. Ergin ve akıllı olmak: Çocuk ve akıl hastaları hacla yükümlü değildir. Çünkü bunlar şer`î hükümlerle yükümlü tutulmamışlardır. Akıl hastasının yapacağı hac veya umre, ibadet ehliyeti bulunmadığı için sahih olmaz. Bu ikisi hac yapsa, sonra çocuk büluğ çağına ulaşsa, akıl hastası iyileşse, bunlara hac farz olur. Çocuğun bülûğdan önce yaptığı hac nafile sayılır. Hadiste şöyle buyurulur: "Üç kişiden kalem kaldırılmıştır: Uyanıncaya kadar uyuyandan, gençlik çağına girinceye kadar çocuktan, şifa buluncaya kadar akıl hastasından" (Ebû Davûd, Hudud,17; İbn Mâce, Talâk, 15). Akıl hastalığı, bayılma, sarhoşluk ve uyku ihramı ortadan kaldırmaz (el-Kâsânî, a.g.e., II, 120-122, 160; İbnü`l-Hümâm, Fethu`l-Kadîr, II,120 vd.; el Meydânî, el Lübâb, I,177; İbn Rüşd, Bidâyetü`l-Müctehid, I, 308 vd.; İbn Kudâme, el-Muğnî, III, 218-222, 241, 248-250).
3. Hür olmak: Köle, esir ve mahkûma hac farz değildir. Çünkü hac, süresi uzun, belli bir yolculuğu gerekli kılan ve yolculuğa güç yetirilmesi şart kılınan bir ibadettir: Hürriyetten yoksun olan kimsenin bunu ifa etmesi mümkün olmaz.
4. Vakit: Arafat`ta vakfe ve ziyaret tavafı için belirli vakitlere yetişmedikçe hac farz olmaz. Şu ayetler haccın vakitli bir ibadet olduğunu gösterir: " Sana yeni doğan aylan (hilaller) sorarlar. De ki: "O, insanların faydası için vakit ölçüleridir" (el-Bakara, 2/189). " Hac ayları bilinen aylardır" (el-Bakara, 2/197). Hanefi ve Hanbelîlere göre, hac ayları; Şevvâl, Zilkâde ve Zilhicce`nin ilk on günüdür. Buna Abadile adıyla anılan (İbn Mes`ud İbn Abbâs, İbn Ömer ve İbnü Zübeyr)`den nakledilendir. "En büyük hac (hacc-ı ekber) günü, kurban bayramı günleridir" hadîsi delil olarak gösterilir (Buhârî, Hac, 33, 34, Umre, 9; Müslim, Hac, 123; Nesâî, Menâsik, 77; Dârimî, Menâsik, 38; Muvatta ; Hac, 63).
Bu sürenin dışındaki vakitler, farz hac için ihrama girmeyi ve haccın rükünlerini ifaya elverişli değildir. Ancak hac niyetiyle ihrama, bu aylardan önce girilse, ihram geçerli ve yapılacak hac sahih olur. Delili: "Hac ve umreyi Allah için tamamlayınız" ayetidir (el-Bakara, 2/196). Bu durumda hac ayları girmedikçe hac fiillerinden birşey yapmak caiz olmaz. Hanefilere göre ihram bir şart olup, bunun öne alınması, abdestin namaz vaktinden öne alınması gibidir. Çünkü ihram, hac yapacak kişinin kendisine bazı şeyleri yasaklaması ve bazı şeyleri de gerekli kılmasıdır. Yine bu, ihramı, Mîkat`tan önce başlatmak gibi olur. Bununla birlikte hac aylarından önce ihrama girmek mekruhtur. İbn Abbâs`ın (ö. 68/687) naklettiği; "Hac için, ancak hac aylarında ihrama girilmesi sünnetlerdendir" hadisi delildir (Buhâri)
Mâlikîlere göre, hac ayları tam üç aydır. İhramın vakti, Şevvâl`in başından, yani Ramazarı bayramının ilk gecesinden itibaren başlar, Kurban bayramı sabahı şafak sökünceye kadar devam eder. Bir kimse bayram sabahı şafak sökmezden önce, bir an, ihramlı olarak Arafat`ta dursa hacca yetişmiş olur. Geride ziyaret tavafı ve sa`y gibi ibadetler kalır (İbnü`l-Hümâm, a.g.e., II, 220 vd.; İbn Kudâme, el Muğnî, III, 271; eş-Şirâzî, el Mühezzeb, I, 200; ez-Zühaylî, a.g.e., III, 63-65).
5. Haccı ifaya gücünün yetmesi (istitâa). Bu; beden, mal veya yol emniyeti ile ilgili olabilir. Ayette, "Oraya gitmeye gücü yeten herkese, Allah için Kâbe yi ziyaret edip haccetmek farzdır" (Âl-i İmrân, 3/97) buyurulur. Ayetteki "hacca yol bulabilen, hacca gitmeye gücü yeten" ifadesi Hanefîlere göre "bedenî, mâlî ve emniyet" unsurlarını kapsamına alır. Bunlar haccın edasının şartlarını oluşturur.
a. Beden sağlığı ve sağlamlığı. Buna göre; yatalak, hasta, kör, felçli, iki ayağı kesik, binit üzerinde kendi başına duramayan yaşlı kimse, tutuklu bulunan ile zalim yöneticilerin hac için vize vermediği kimseler üzerine hac farz olmaz. Çünkü Allahu Teâlâ, haccın farz olması için "gücün yetmesi"ni şart koşmuştur. İbn Abbâs "istitâa"yı yol azığı (zâd) ve binit (râhile) olarak tefsir etmiştir. Ayette, "Allah hiçbir kimseye gücünün yeteceğinden fazlasını yüklemez" (el-Bakara, 2/286) buyurulur.
b. Gerekli maddî güce sahip olmak. Bu yolda tüketeceği yiyecek ve oraya varabilmek için bineceği vasıtadan ibarettir. Buna göre, bir kimseye haccın farz olabilmesi için, hac süresince hem kendisinin, hem de bakmakla yükümlü olduğu kimselerin nafakalarını ve nakil vasıtasını temin gücüne sahip olmalıdır. Mekkeliler ve Mekke çevresinde oturanlar için nakil aracına sahip olmak şart değildir; yaya yürüyecek durumda bulunmaları yeterlidir.
c. Yol emniyeti. Haccın farz olması için yol güvenliğinin bulunması şarttır. Bu, Ebû Hanife`ye göre, vücûbunun, bazılarına göre ise edasının şartlarındandır.
Kadın için yol emniyeti; beraberinde neseb veya sihrî (evlilikle doğan hısımlık) hısımlardan fâsık olmayan akıllı, ergin veya murâhık (12 yaşla buluğ arası erkek çocuğu) mahrem birisinin veya kocasının bulunmasıyla gerçekleşir. Kadının yanında kocası veya mahrem bir hısımı olmaksızın, Mekke`ye üç gün üç gece (sefer mesafesi) ve daha uzak yerden gelerek hac yapması tahrîmen mekruhtur. O, mahremsiz hac yaparsa kerâhetle birlikte caiz olur. Mahremin bulunması vücûb şartıdır. Eda şartı diyenler de vardır. Günümüzde yaygın fesat sebebiyle, kadın süt erkek kardeşiyle yolculuk yapamaz. Çünkü genç sıhrî hısımlarda olduğu gibi, süt hısmıyla başbaşa kalmak (halvet) mekruhtur. Şâfiîler buna "kadının, kafilede güvenilir diğer kadınlarla birlikte hac yapabileceği" esasını ilave ederler (el-Kâsânî, a.g.e., II, 121-125; el-Meydânî, el-Lübâb, I,177; İbn Âbidin, Reddü`l-Muhtâr, II,194-199; eş-Şîrâzî, a.g.e., 196-198; ez-Zühaylî, a.g.e., III, 25-32).
HACCIN SIHHATİNİN ŞARTLARI
Yapılacak haccın geçerli olması için dört şartın bulunması gereklidir:
1. İslâm: Haccın, hem farz olma ve hem de sıhhat şartıdır.
2. Özel yerler: Arafat ve Kâbe.
3. Özel vakit: Arafatta vakfe, arafe günü zevalden itibaren, Kurban bayramı sabahı şafak sökünceye; ziyaret tavafı ise, bayram sabahından, ömür sonuna kadar yapılabilir. Ancak ziyaret tavafını bayramın ilk üç gününde yapmak vacib olduğu için, ziyaret tavafını bundan sonraya bırakana, vacibi terkettiği için, kurban kesmek gerekli olur.
4. İhram: Hac veya umre niyetiyle, diğer zamanlarda helâl olan bir kısım, fiil ve davranışları, kişinin kendisine hac veya umre süresince haram kılması demektir. Halk arasında ihramlı erkeğin örtündüğü iki parça örtüye de "ihram" denilmektedir.
HACCIN YALNIZ KADINLARLA İLGILI ÖZEL ŞARTLARI
Kadınlarla ilgili iki şart vardır.
1. Hacda yol arkadaşının bulunması:
Hac yapacak kadının yanında kocası veya mahrem bir hısımının bulunması gereklidir. Aksi halde kendisine hac farz olmaz. "Kadın, yanında mahrem hısımı bulunmadıkça üç günden fazla yolculuk yapamaz" (eş-Şevkânî, a.g.e, IV, 290). "Bir kadın, yanında kocası bulunmadıkça hac yapmasın" (eş-Şevkânî, a.g.e, IV, 491) hadis-i şerifleri buna delildir. Şâfiîler ise, kadına, güvenilir kadınlarla birlikte olunca, haccı gerekli görürler. Yol arkadaşı olarak tek kadın yeterli değildir. Mâlikilere göre ise, kadın, yalnız kendilerine emanet edilmiş kadın arkadaşları veya yalnız erkekler yahut da erkek-kadın karışık bir toplulukla birlikte hac yapabilir. Bu iki mezhebin dayandığı delil; "Oraya gitmeye gücü yeten herkese, Allah için Kâbe yi ziyaret edip haccetmek farzdır" (Âl-i İmrân, 3/97) ayetinin genel anlamıdır. Bu yüzden, kadın kendisi aleyhine kötülükten güvende olunca, ona hac gerekli olur.
Mahrem hısım ifadesi, nesep, süt veya sıhrî hısımlık yüzünden kendisiyle evlenmek ebediyyen haram olan kimseleri içine alır. Oğul, torun, baba, dede, süt oğul, süt kardeş, damat, kayınpeder gibi. Kızkardeşin, hala veya teyzenin kocası olmak geçici evlenme engeli doğurduğundan, eniştelerle hac yolculuğu caiz olmaz.
Şâfiî ve Mâlikîlerle diğer fakihler arasındaki bu görüş ayrılığı, bir farzı ifa için yapılacak yolculuğa mahsustur. Hac yolculuğu böyledir. İhtiyârî yolculuklar icmâ` ile buna kıyas edilmez. Resulullah (s.a.s) şöyle buyurmuştur: "Bir erkek, bir kadınla yanlarında mahrem bir hısımı bulunmadıkça yalnız kalmasın. Kadın, yanında mahrem hısımı bulunmadıkça yolculuk yapamaz." Bir adam kalktı.
"Ey Allah`ın elçisi, karım hac yolculuğuna çıktı. Ben ise falanca gazveye yazıldım. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Git ve karınla birlikte haccet" (Buhârî, Nikâh, III, Cihâd,140,181; Müslim, Hac, 424).
2. İddetli Olmaması
Hac yapacak kadının boşanma veya vefattan dolayı iddetli olmaması gereklidir. Çünkü yüce Allah şu ayetle iddetli kadınların evden çıkışını yasaklamıştır: "Boşadığınız kadınları evlerinden çıkarmayın. Kendileri de çıkmasınlar" (et-Talâk, 65/1). Haccın başka bir vakitte edası mümkündür. İddet ise ancak özel bir vakitte sözkonusu olur (ez-Zühaylî, a.g.e, III, 36,37).
İslâm`da haccın bazı engelleri vardır, bu engeller İslâm âlimleri tarafından şöyle tesbit edilmiştir.
1. Ebeveyn: Ana veya baba Mekkeli olmayan çocuğunu nafile hac veya umre için ihrama girmekten alıkoyabilir. Ancak bu ikisi farz hacca engel olamaz. Çünkü ebeveyne hizmet, bir cihaddır. Farz hacda ana babadan izin almak sünnettir.
2. Evlilik: İslâm hukukçularının çoğunluğuna göre, koca, karısının farz haccına engel olamaz. Çünkü bu, ilk yükümlülük yılında (fevrî`) farz olmuştur. Şâfiîlere göre ise, koca, karısını farz veya sünnet hacdan alıkoyabilir. Çünkü kocanın hakkı önceliklidir. Hac ibadeti ise ömür boyu ifa edilebilir.
3. Kölelik: Efendinin kölesini farz ve sünnet hacdan alıkoyma hakkı vardır. Ancak köle onun izniyle ihrama girmişse, artık hac veya umreyi tamamlamasına engel olamaz.
4. Hapis: Haksız olarak veya maddî sıkıntı içinde olduğu halde bir borçtan dolayı hapiste bulunmak hac engelidir.
5. Borçluluk: Vâdesi gelen borcunu ödemek için başka bir malı olmayan borçlunun hac yapmasına, alacaklı engel olabilir. Vâdesi gelmeyen borçlar hac engeli teşkil etmez.
6. Hacr altında bulunmak: Sefîh olan kimse veli veya vasînin izni olmadıkça hac yapamaz.
7. İhsâr: Hac veya umre için ihrama girmiş olan kimsenin, düşmanın engel olması veya hastalık gibi bir sebeple hac veya umreyi tamamlayamadan ihramdan çıkmak zorunda kalmasıdır. Böyle bir engelle karşılaşan kimseye de "muhsar" denir. Ölüm veya malını `verme dışında engeli aşmaya gücü yetmeyen, hacı, engelin kalkması umulan bir süre bekledikten sonra ihramdan çıkabılir. Ancak bu durumda kurban kesmesi gerekir.
8. Hastalık: Bir kimse ihrama girdikten sonra hastalansa, Ebû Hanife`ye göre, muhsar sayılır ve ihramdan çıkabılir. Şâfiî, Mâlik ve Ahmed b. Hanbel`e göre ise; ihramda iken hastalanan kimse, uzun sürse bile, iyileşinceye kadar ihramlı olarak kalır (el-Kâsânî, a.g.e, II, 130, İbn Kudâme, el-Muğnî, III, 240; İbn Âbidîn, a.g.e, II, 200)
HACET NAMAZI
Herhangi bir ihtiyacı olan kişinin, bu ihtiyacının giderilmesini Allah`tan dilemeden önce kıldığı namaz. Kur`ân, "Sabırla ve namazla Allah`tan yardım dileyin"(el-Bakara, 2/45) buyurur. Mü`minler; yalnız Allah`a kulluk etmek ve yalnız O`ndan yardım dilemekle yükümlüdürler (el-Fâtiha, 1/4). Bu nedenle bir ihtiyaç içindeki insanın namaz ve dua ile Allah`a yönelmesinden, O`ndan yardım dilemesinden daha mâkul birşey olamaz. Hâcet namazı bu yöneliş ve dilemenin bir mukaddimesi niteliğindedir.
Mendûb olan hâcet namazı, yatsı namazından sonra iki, dört ya da on iki rekât olarak kılınır. Hz. Peygamber`den gelen bir rivâyete göre hâcet namazının ilk rekâtında Fâtiha`dan sonra üç defa Âyetel-Kürsî, diğer rekâtta (ya da rekâtlarda) da Fâtiha`dan sonra birer defa İhlâs ve Muavvizeteyn (Felâk ve Nâs) sûreleri okunur.
Hâcet namazı bitince Allah`a hamd ve senâ, Rasûlullah`a salât ve selâmdan sonra bir hâcet duası okunması sünnettir. Çeşitli hâcet duaları vardır. Bunlardan birisi, "Allah`ım, senden hidâyet ehlinin başarısını, yakîn ehlinin amellerini, tövbe ehlinin öğütleşmesini, sabır ehlinin azmini, korku ehlinin ibâdetini, ilim ehlinin irfânını isterim ki, senden gereği gibi korkayım. Allah`ım, senden öyle bir korku isterim ki, o beni sana isyandan menetsin; tâ ki, sana itâat ile öyle amel edeyim ki, onunla senin rızana ereyim; senden korkarak içtenlikle sana döneyim; sırf senin sevgini kazanmak için hâlis nasihat edeyim; her işte sana güvenip sana dayanayım; sana güzel zan besleyeyim. Nûrun yaratıcısı Allah`ı tesbih ederim" anlamındaki "Allahümme innî es eluke tevfîka ehlil-hudâ ve amele ehli`l-yakîni ve munâsehete ehli`t-tevbeti ve azme ehli-s-sabri ve cidde ehli`l-haşyeti ve talebi ehli`r-rağbeti ve teabbude ehli`l-vera`i ve irfâne ehli`l-ilmi hattâ ehâfek. Allahume innî es`eluke mehâfeten tahcizuni an masiyetike hatta a`mele bi ta`atike amelen estehikku bihi rıdâke ve hattâ unâsihake bi`t-tevbeti havfen minke ve hattâ uhlise leke`n-nasîhate hubben leke ve hattâ etevekkele aleyke fi`l-umûri ve husni zannin bike. Subhâne hâliki`n-nûr" duasıdır. Hâcet duası okunduktan sonra Allah`tan ihtiyacın giderilmesi yolunda dilekte bulunulur. Hâcet namazı mendubdur (Fetâvây-i Hindiyye, Beyrut 1400, I, 112).
Hz. Peygamber (s.a.s.)`den rivâyet edilen bir başka hâcet duası ise şöyledir: "Hiçbir ilâh yoktur (bütün putları ve tağutları reddederim). Yalnız ve yalnız halîm ve kerîm olan Allahü Teâlâ vardır. Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allahu Teâlâ`ya mahsustur. Allah`ım, senden rahmetinin işlerini, mağfiretinin hasletlerini ve her iyiliğinin ihsânını taleb ederim. Her günahtan da selâmetimi, kurtuluşumu istirham ederim. Bağışlanmamış bir günah ve giderilmemiş bir kederi benden bırakma. Bir de kendisinde senin rızan olan bir işi yerine getirilmemiş bırakma, ey merhamet edenlerin merhametlisi..." (Tirmizî, Sünen, Hadis No: 479). Mâlum olduğu üzere günümüzde mü`minlerin en büyük hâceti; İslâm'ın her yönüyle yeryüzünde yaşanmasıdır.
HACİZ, HACZ
Ayırmak, bölmek; Islâm hukukuna göre, borçlunun malına hâkim kararı ile el koymak.
Fıtratının gereği olarak yaptığı işlerde iradesine göre hareket etme serbestisinde bulunan insan bu serbestisini aklî yetenekleri var olduğu sürece devam ettirir. Ancak akıl ve şuur ile ilgili bir kısım noksanlıklarında şahsın adına faaliyette bulunması hem kendine hem de ilgili bulunan bir başkasına zararı olacağı nedenle Islâm hukuku bu şahsı "hacr" altına alır.
Hacr, lügatta engel olmak demektir. Islâm hukukunda hacr, bir kimseyi sözle olan tasarruflarından alıkoymaktır. Hukukî ifadeyle "bir muayyen şahsı tasarruf-ı kavlîsinden men etmektir ki, o şahsa bu hacr`den sonra "mahcur" denir. Tasarruf-ı kavlîden men, o tasarrufu hükümsüz, gayrı sâbit ve gayr-ı nâfiz addetmektir (Mecelle, mad, 942). Bir şahsın "hacr" altına alınması için çocukluk, cinnet hâli, bunama hâli ve kölelik gibi gerekli sebepler olmalıdır. Bu grup insanlar, hâkimin kararına gerek olmaksızın aslında hacr altında kabul edilir ve kendiliklerinden yaptıkları muâmeleler hükümsüz sayılır. Hâkim kararı ile hacr altına alınanlar ise: a) Borçlu olanlar; b) belâhet (ahmaklık, düşüncesızlık, ne yaptığını iyi bilmemek); c) sefâhet (zevk ve eğlenceye ve yasak şeylere düşkünlük, akılsızlık edip lüzumsuz yere sonunu düşünmeden, hazz-ı nefs için masraf etmek); d) amme zararına çalışma (câhil olan tabîbin tedavide bulunması, insanlara müctehidlerin ictihadlarına aykırı birtakım bâtıl hileleri öğreten, bilmediği halde fetvâ vermeye kalkışan "müftî-i macın" ve kendisinin muntazam nakil vasıtaları ve parası olmadığı halde yolcuların naklını deruhte eden ve nakil zamanı ortadan kaybolarak yolcuları aldatan "Mükarı-i müflis" gibi kimseler) gibi haller, bu icraatta bulunan şahısları hâkimin kararı ile hacr altına almayı gerekli kılan sebeplerdir.
Borçlanmanın, hacrin sebebi olduğu Islâm hukukunda belirtilmiş olmakla birlikte borçluya genişlik verilmesi ve ödemek kastıyla borçlanana Allah`ın yardım edeceği hususunda Allah ve Rasûlü şöyle buyurmaktadır:
"Eğer (borçlu) darlık içinde ise, bir kolaylığa çıkıncaya kadar beklemek (lâzımdır). Eğer bilirseniz (verdiğiz borcu, eli darda olan borçluya) sadaka olarak bağışlamanız sizin için daha hayırlıdır" (el-Bakara, 2/280, 282,, 283. Ayrıca bk. en-Nisâ, 4/11,12, et-Tevbe, 9/60, 88, et-Tur, 52/40, el-Vâkıa, 56/66, el-Kalem, 68/46).
Hz. Peygamber (s.a.s) "Her kim halkın malını ödemek niyetiyle (istikraz eder veya bir muâmele sebebiyle) alırsa, Allah o kimseye (dünyada) edâsını müyesser kılar. Her kim de halkın malınıitlaf etmek kastıyla alırsa, Allah (onun malını) telef ettirir" (Nesai, Buyû, 99) buyurmaktadır.
Hz. Âişe bir kere borç almış da kendisine "Ey Ümmü`l-Mü`minîn. Ne cesaretle borçlanıyorsun? ödeyecek malın yoktur," denilmiş. Hz. Âişe de:
"Ben her zaman Rasûlullah`ın; "Borcunu ödemek niyetinde bulunan her kula Allah yardım eder" buyurduğunu işittim. Ben de Allah`ın bu yardımını dilerim, demiştir (Sahih-i Buhârî, Tecrid-i Sarîh Tercümesi Hadis no: 1074).
Hacr altına alınan borçlunun malına el konulması demek olan "hacz" hususunda müctehidler şu görüşleri ile sürerler:
Genel olarak, borçlunun yaptığı tasarruflar, alacaklılarına tesir etmektedir. Mesela borçlu arsasını satıp mülkiyetinden çıkarınca alacaklının bu arsa üzerinde herhangi bir tasarrufta bulunması mümkün olamaz... Bunun aksine borçlu, bir mülk edindiği zaman alacaklının, alacağı nisbetinde bu mülk üzerinde de tasarruf hakkı doğar. Borçlunun, ölümle neticelenen son hastalığı döneminde yaptığı teberru cinsinden tasarrufu vasiyyet hükmüne girmektedir. Bu durumda vasiyyet, borçların ödenmesinden sonra kalan malın üzerinde geçerli olmaktadır. Dolayısıyla teberru cinsinden yapılan tasarruf, alacaklının alacağını almasına engel teşkil etmez, yani teberrunun borç karşılığı olan kısmı geçersiz sayılır. Ancak sağlıklı döneminde yaptığı tasarruflar borçluyu iflâs durumuna getirmedikçe ve alacaklıyı zarara uğratmadığı ölçüde geçerli olur.
Imam Ebû Hanife`ye göre borçlunun mal varlığı borcundan daha az olsa ve alacaklıları da borçlunun hacrini (sözlü tasarruflarını) talep etseler, borçlu hacredilmez. Ancak, alacaklıları borçlunun hapsedilmesini talep ederse, malınısatıp borcunu ödemesi için borçlu hapsedilir. Imam Ebû Yûsuf ve Imam Muhammed`e göre ise, iflâs hâlindeki borçlunun, alacaklıların isteği ile hacredilmesi câizdir (Mecelle mad, 998). Diğer bir görüşe göre ise borçlu iflâs hâlinde olmasa bile, imkânı olduğu halde borcunu ödemekten kaçınması hâlinde borçlu hacredilebilir. Mecelle, sözkonusu maddede bu görüşü kanunlaştırmıştır. Borçlunun hapsedilmesi ya da hacredilmesi şâhitlerle ispat ve ilân edilir (Mecelle mad, 961). Netice olarak borçlunun varsa mevcut parası, kâfî gelmezse ticaret malları, o da yetmezse diğer akarı borcuna karşı haczedilir, satılıp borcu ödenir. Ancak mesken, giyim gibi borçlu için kâfi miktarda, lüks olmamak şartıyla, zarûrî ihtiyaçların haczine gidilmez (Mecelle mad. 998-999).
Hacr müddetince borçluya ve bakmakla görevli olduğu şahıslara kendi malından, yeme içme hakkı ve imkânı verilir. Hacr hâli borçlunun hacredildiği andaki mülkiyeti üzerinde geçerlidir.
Mâlikiler de borçlunun hacri hususunda Hanefiler gibi düşünürler. Iflasına hükmedildiği zaman borçlunun mevcut malları, hâkim tarafından, borçlunun huzurunda imkân nisbetinde en yüksek fiyatla satılır; elde edilen bedel, alacaklılara hisseleri oranında paylaştırılır. Bu işlemin sonunda borçlu hacr hâlinden kurtulur. Bu halden sonra borçlunun miras, hibe, vasiyyet yoluyla elde ettiği yeni mallar üzerinde eski hacr kararı geçerli olmaz. Gerekirse yeniden dava açmak icap eder. Borçlu borcunu ödemek için çalışmaya zorlanmaz; iş ve zanaatı ile ilgili aletleri, kendisinin ve bakmakla yükümlü olduğu kişilerin nafakası ve elbiseleri haczedilerek satılamaz.
Bütün mezhepler hacrin, ancak vadesi gelmiş borçların mal varlığını aşması, alacaklıların hacri talep etmeleri, hacre hâkimin hükmüyle karar verilmesini, bu hükme şâhid tutulması ve verilen hükmün ilân edilmesi gereğinde ittifak hâlindedirler.
Ebû Hanife`ye göre borçlu hayatta kaldığı sürece borcundan ve iflâsından dolayı onu hacretmek ve mallarını haczederek cebren satmak câiz değildir. Imam Ebû Yûsuf ve Imam Muhammed aksi görüştedirler. Diğer bir ictihad da Hanefî mezhebi tüKerimek durumunda olan malı borcundan çok olan borçlunun hacrini câiz görürken; bir başka ictihadda da malı borcuna yetmediği zaman borçlunun hacrini câiz görür.
Malıkî hukukçular, ikinci bir görüşte yalnız ödeme tarihi gelmiş borç, malınıaştığında hacre gerekli gördüğü gibi, vadesi gelmiş ve gelmemiş borçlar toplamı, mal varlığını aştığı zaman da borçlunun hacrini câiz görüyor. Ancak borçlu temerrütte bulunmazsa yani imkân nisbetinde borcunu ödemekten kaçınmazsa hacrine karar verilmez.
Şâfiî hukukçular borçlunun gideri gelirinden fazla olunca ve iflâs âlametleri belirince, malı, vadesi gelmiş borçlarını ödemeye yeterli olan borçlunun dahi hacredilmesini câiz görüyor. Aynı mezhebe göre borçlu, hâkime başvurarak kendini hacrettirebilir.
Bütün mezhebler hacr altına alınan borçlunun mallarının satılacağı; bozulması ve değişmesi muhtemel olanların hemen satılacağı, diğerlerinin en yüksek fiyatla satılması hükmünde ittifak hâlindedirler. Hanefî ve Mâlikîlere göre hacr, yalnızca hacre hükmedildiği zaman mevcut bulunan malları kapsadığı halde, Şâfiî ve Hanbelî hukukçulara göre, yeni bir hacr kararı alınmaksızın, sonradan edinilen mallarda da eski alınan hacr kararı uygulanabilir. Ebû Hanife, mahcurun mallarının zorla satışını câiz görmez; onu satıp borcunu ödemeye zorlamak maksadıyla hapsedilmesini câiz görür. Imam Ebû Yûsuf ve Imam Muhammed ise hem zorla satışı (haczi) hem de hapsi câiz görürler.
Hacr altına alınan borçlunun zanaat ve iş aletleri ve nafakası için gerekenler satılmaz. Bu hususta bütün Islâm hukukçuları görüş birliğindedirler. Mâlikî ve Şâfiîlere göre oturduğu ev satılır. Hanefî ve Hanbelilere göre satılmaz. Üç mezhebe göre malları haczedilerek satılan borçlunun, diğer borçların ödenmesi için çalışmaya zorlanmaz. Hanbelilere göre ise çalışmaya zorlanır.
Alacaklılar haczedilip satılan malların bedellerinden alacakları nisbetinde mal alırlar. Sonradan ortaya çıkan alacaklı, alacaklılara başvurarak onlardan hakkını alır. Bir alacaklı, sattığı malı, vasfı değişmemiş olduğu halde borçlunun elinde mevcut olursa; ya satış akdini feshederek malının aynısını alır, ya da diğer alacaklılar arasına katılarak alacağı nisbetinde hakkını alır.
Mâlikîlere göre borçlunun, vadesi gelmemiş borçları, hacr sebebiyle vadesi gelmiş borç sayılır. Diğer üç mezheb bunun aksini savunur. Bu duruma göre vadesi gelmemiş alacak sahipleri, haczedilip satılan malın bedelinden birşey alamazlar. Hanefîler bir alacaklının, mahcur borçlu yanında malınıdeğişmemiş ve üzerinde başkasının hakkısâbit olmamış malıntn aynısını bulması hâlinde satış akdini feshederek bu malı alma hakkına sahip olduğunu kabul etmez. Ancak satılan mal, henüz satıcının yanında bulunuyor ise bu takdirde bedeli ödeninceye kadar malı kendi yanında hapsedebilir. Dört mezhebe göre borçluyu, iflâs etmese de borcunu ödemeye zorlamak maksadıyla hapsettirmek caizdir.
HAD, HADLER
Sınır çekmek, bilemek dikkatle bakmak, ayırmak ve ceza tatbik etmek. Bir isim olarak; sınır, son, bıçak vb. ağzı, tarif ve şer`î ceza. Çoğulu hudûd gelir. Bir hukuk terimi olarak hadler; Islâmî ölçüler, Islâm Dininin ortaya koyduğu helâl-haram sınırları, miktarı ve niteliği nasslarda belirlenmiş olan şer`î cezalar demektir.
Mükellef, yani akıllı ve ergin kişilerin yaptığı işlerin Allah ve Resûlünün rızasına uygun olup olmadığını gösteren ölçüler vardır. Bu ölçüler Kur`ân ve Sünnetle bildirilmiştir.
Islâm`da mükelleflerin yaptığı işlerin (ef`al-i mükellefi) değer hükmünü gösteren ölçüler şunlardır: Farz, vacip, Sünnet, Müstehap, Helâl, Mübah, Mekruh, Haram, Sahih, Fâsit, Batıl. Mükellefin yaptığı her iş, şer`î sınırları gösteren bu ölçülere göre değerlendirilir. Sonuçta ona göre ceza veya mükâfaat alır; yapılan iş ya geçerli (sahih) veya geçersiz (fâsid, bâtıl) olur.
Şer`î hadlerin genel anlamı Allah`ın koyduğu helâl-haram ölçüleridir. Bu mana aşağıdaki âyet ve Hadislerden anlaşılmaktadır: Nisâ suresi 12. âyette mirasla ilgili hükümler açıklandıktan sonra şöyle buyurulmaktadır: "Bunlar Allah`ın sınırlarıdır, Kim Allah`a ve elçisine itaat ederse Allah onu, altından ırmaklar akan cennetlere sokar, orada ebedî kalırlar. Işte büyük kurtuluş budur. Kim de Allah`â ve O`nun Elçisine karşı gelir, O`nun sınırlarını aşarsa, Allah onu ebedi kalacağı ateşe sokar. Onun için alçaltıcı bir azab vardır" (en-Nisa, 4/ 13, 14). Burada Allah`ın emirleri "O`nun sınırları` olarak ifade edilmiş, bu sınırları aşanların ceza ile karşılaşacakları haber verilmiştir.
"Allah`ın yasak sınırına uyup o sınırı aşmayanlar kendilerine Cennet va`dedilen mutlu kişilerdir. Allah onlarla alış-veriş yapmış, Cennet karşılığında mallarını ve canlarını satın almıştır (et-Tevbe, 9/111). "(Bu alışverişi yapanlar), tevbe eden, ibadet eden, hamdeden, rükü` eden, secde eden, iyıliği emredip kötülükten meneden ve Allah`ın (yasak) sınırlarını koruyan (onları çiğnemeyen) insanlardır. O mü`minleri müjdele" (et-Tevbe, 9/ 112).
Allah`ın yasak sınırları, şüphesiz O`nun haram kıldığı işlerdir. Allah`ın haram kıldığı fiiller yani günahlar, büyük ve küçük olmak üzere ikiye ayrılır (bkz. en-Necm, 53/32; el-Kehf, 18/49).
Büyük günahların sayısı hakkında kesin bir rakam yoktur. Doğruya en yakın olanının 125 olduğunu ifade eden A. Ziyaeddin Gümüşhânevî (v. 1311/ 1893) kitabında bunları tek tek açıklamıştır (bkz. Gafillerin Kurtuluş yolu. Terc. Ali Kemal Saran, Ikbal Yayınları, Ankara, (Tarihsiz).
Hadis-i Şerifte Allah`ın haram kıldığı şeyler "Allah`ın korusu" olarak nitelendirilmiştir: "Muhakkak helâl belli, haram da bellidir. Ikisinin arasında çok kimselerin bilemeyecekleri (birtakım) şüpheli şeyler vardır. Kim şüpheli şeylerden sakınırsa dinini ve ırzını kurtarmış olur. Kim şüpheli şeylere dolarsa, korunun etrafında (sürüsünü) otlatan çoban gibi, çok sürmez içine düşer. Haberdar olun!. Her hükümdârın bir korusu vardır. Dikkat edin Allah`ın yeryüzündeki korusu da haram kıldığı şeylerdir. Haberiniz olsun! Cesed içinde bir parça et vardır ki o iyi olursa bütün cesed iyi olur. O bozuk olursa bütün cesed bozuk olur. Biliniz ki o, (et parçası) kalbdir" (Riyazüssalihîn, 419, 420, M. Emre terc.).
Islâm ceza hukuku (Ukûbat) terimi olarak hadler; "belirli bazı suçlara İslam`ın tayın ettiği cezalar" dır. Bu cezayı gerektiren suçlar beş tanedir: zina, hırsızlık, içki içmek, kazf (namuslu kadına zina iftirası) ve yol kesme (hırâbe).
Islâm ceza hukukunda "had"ler "Allah hakkı" olarak kabul edilmiştir. Yani haddi (İslam`ın tesbit ettiği cezayı) gerektiren suçlar amme hukukuna tecavüz anlamı taşımaktadır. Kısas kul hakkıolduğu için buna had denilmemiştir. Haddin dışında kalan yani Kur`an ve Sünnetle tayın edilmeyip hâkimin takdirine bırakılmış cezalara ta`zir cezaları denir. Hapis, teşhir, sürgün vb. (ez-Zühaylî, el-Fıkhu`l-Islâmî ve Edilletüh, 2. baskı, Dimaşk 1405/1985, IV, 284 vd.).
Içki içme cezası dışındaki hadler Kur`an`la, içki içme cezası ise Sünnetle sabittir.
HADİS USÜLÜ ISTILAHINDA VASİYET
Hadis usûlü ilminde Vasiyet, hadis tahammül yollarından birisidir. Sefere çıkacak veya ölmek üzere bir şeyh (hadis bilgini) in, rivayet etmekte olduğu bir kitabı bir şahsa Vasiyet ederek bırakması demektir. Bu ilimde, vasîyette bulunan şeyhe, mûsî, kendisine kitap bırakılan öğrenciye mûsa leh denilir.
Vesayet yoluyla hadis tahammülünün caiz olup olmadığı bu sahanın bilginleri arasında tartışmalıdır. Içlerinde Nevevî`nin de bulunduğu bir gruba göre caiz değil, bir başka gruba göre caizdir. Caiz görenler de bu yolu hadis tahammül şekillerinin en alt seviyesi olarak kabul etmişlerdir. Vasiyet yoluyla tahammülü kabul edenler, şeyhi bu vasiyetiyle öğrencisine muayyen bir şey vermiş, ve onun kendi rivayetlerinden birisi olduğunu kabul etmiş gibi telakki ederler. Vasiyet edilen bir kimsenin rivayet sırasında vasiyet edenin sözlerini fazla veya eksik olmadan aynen aktarması gerekir (Suyutî, Tedrîbu`r-râvî fı Şerhi Takribi`n Nevevî, II, 59, 60; Tehanevî, a.g.e., II,1526; Yaşar Kandemir, Hadis Ilimleri ve Hadis Istılahları, trc. 79, 80).
HADLERİN UYGULANMASI KONUSUNDA BAZI HADİSLER
HADLERİN UYGULANMASI KONUSUNDA BAZI HADİSLER:
"Allah`ın hadlerini yakında ve uzakta yerine getiriniz. Hiçbir kınayanın kınaması sizi Allah`ın hakkını yerine getirmekten alıkoymasın. "
"Allah`ın yasaklarına uyan kimseyle o yasakları (hududu) ihlâl eden kimse, bir gemiye binip, kur`a çekerek bir kısmı alt kata bir kısmı üst kata yerleşen topluluk gibidir. Aşağı katta olanlar su almak istedikleri zaman yukarı katta olanlara gidip: "Sizi zarara sokmadan biz kendi katımızda bir delik açsak!.." derler. Eğer yukarıdakiler onları serbest bırakırsa hepsi helâk olur, mani olursa hepsi kurtulur" (et-Terğib ve`t-Terhib, 4/25, 27).
Şer`î hadlerin tatbiki konusunda gözden uzak tutulmaması gereken bazı hususlar vardır: Her şeyden önce had cezaları bütün müessese ve kurumlarıyla işleyen Islâm Devletinde ve Devletin hakiminin kararlarıyla uygulanır. Toplumda suça sebeb olabilecek bütün unsurların ortadan kaldırılmış olması, insanların islâmî eğitimle yetiştirilmiş olması, fertlerin maddî manevî ihtiyaçlarını devlet tarafından eksiksiz giderilmiş olması gerekir.
Suça götüren yolların tamamen kapatılamaması, şüphelerden sanığın faydalanması, suçun sübut bulması için gerekli şartların tam teşekkül etmemesi gibi sebeplerle geçmişte had cezaları nadır olarak uygulanmıştır. Buna, yöneticilerin bu cezaları uygulamakta gösterdikleri ihmal, acz ve gevşekliği, kayıtsızlığı da eklemek gerekir.
Hadis-i Şerifte: "Şüphelerden dolayı hadleri kaldırınız (uygulamayanız)" " (Ebû Dâvud, Salât,14; Tirmizî, Hudûd, 2) buyurulmuştur. Islâm ceza hukukunda bu önemli bir prensiptir. Bu prensibe göre, Hz. Ömer`in tatbikatıyla, kıtlık yılında hırsızlık yapanın eli kesilmemiş; efendisinin veya akrabasının malından çalan kimseye de, o malda hakkıolabileceği şüpheşiyle, bu had uygulanmamıştır. Aşağıdaki örnekler de bu prensiple ilgilidir:
Dört kişi bir şahsın zina ettiğine şehâdette bulunur; ancak bunlardan ikisi gönüllü diğer ikisi ise gönülsüz olarak şahitlik yaparlarsa Ebû Hanife`ye göre, bunların hiçbirine yani erkeğe, kadına ve şahitlere had tatbik edilmez.
Suçluya celde (dayak cezası) uygulanırken şahitlerden birisi şehadetinden dönse, kalan kırbaçlar vurulmaz.
Iki kişiden birisi bir şahsın "içki içtiğine", diğeri ise, o şahsın "içki içtiğini ikrar ettiğine" şehadette bulunurlarsa yine sarhoşluk haddi uygulanmaz.
Bir kimse önce hırsızlık yaptığını ikrar eder; sonra bu ikrarından döner ve daha sonra da bu malın bir kısmını çaldığını tekrar ederse eli kesilmez (Geniş bilgi iç in bkz. Cevat Akşit, Islâm Ceza Hukuku ve Insanî Esasları, Ist. 1987, 2. bak.).
HAFAZA MELEKLERİ
İyi ve kötü her yapılanı gözetip hıfz etmek ve korumakla görevli melekler. Hafaza ve hâfızîn, hâfız kelimesinin çoğuludur.
Gözetlemeye memur melekler insandan hiç ayrılmaksızın her an onu murakabe etmekte ve her hareketini yazmaktadırlar. Bütünüyle bu işin nasıl olduğunu da bilemediğimiz gibi keyfiyetini bilmekle de mükellef değiliz.
"Muhakkak sizin üzerinizde hafız (gözetleyici) melekler var. Kiram (değerli) kâtipler var. Her ne yaparsanız bilirler" (el-İnfitâr, 82/ 10, 11, 12).
"Hafızın" gözetleyici, amelleri ezberleyen, muhafaza eden ve koruyan anlamında tefsîr edilmiştir. Âyette hafaza melekleri "kirâmen" değerli, şerefli sıfatlarıyla anılmıştır. Melekler Allah katında şerefli ve değerlidirler (Taberî, Tefsîr, XXX, 88). Bu suretle kalplerde o şerefli meleklerin yanında utanma ve toparlanma hissi uyarılmak istenmiştir. Zira insanoğlu yüksek mevkide bulunanların huzurunda söz, hareket ve davranış bakımından bir hata yapmamak hususunda son derece dikkatli ve itinalı hareket eder. "Kirâmen" vasfıyla anlatılan meleklerin her an ve her durumda kendilerini gözetlediğini bilen kimselerde huy ve davranışlarını dikkatle ve güzel bir şekilde yapmalarıdır.
Yaptığınız bütün işler melekler tarafından muhafaza edilmektedir.
"Yaptığınız bütün hileleri meleklerimiz kaydediyor" (Yûnus, 10/21).
"İnsanın arkasında ve önünde, Allah`ın emriyle onu koruyan ve yaptıklarınızı kaydeden melekler vardır" (er-Ra`d, 13/11).
Rasûlullah (s.a.s) hafaza meleklerinin vazifelerini anlattığı bir hadiste şöyle buyurur: "Bir müslüman bir rahatsızlığa düşünce Allah onu koruyan hafaza meleklerine şöyle emreder: " Kulumun her gün ve gecede yaptığı iyiliklerin sevabını ona bu hastalık müddetince yazın" (Dârimî, Rikâk, 56).
Gece melekleri ile gündüz melekleri sabah ve ikindi namazlarında bir araya gelirler. Allah bu meleklere "kullarım ne yapıyorlar?" diye sorar. Melekler; "Onlara vardığımızda namaz kılıyorlardı, ayrıldığımızda da namaz kılıyorlardı" derler (Buhârî, Ezân, 31, Mevâkit, 16, Nesâî, Salât, 21).
İnsanın sağ ve sol omuzlarında bulunan hafaza melekleri insanın günah ve sevaplarını kaydederler. Bu melekler insandan cima, helâ ve gusül anında bu haller bitinceye kadar ayrılırlar. Hz. Peygamber (s.a.s) "Sizden hela ve cima hali hariç ayrılmayan Kirâmen Kâtibin`e saygı gösterin. İçinizden biri banyo yaptığında bir bez parçası ile avret mahallini örtsün" Hz. Ali (r.a) da şöyle buyuru: "Avret mahalli açık olduğu melek kişiye yaklaşmaz" "Örtüsüz hamama girilince iki meleği kişiye lanet eder" (Kurtubî, el-Câ`m`î !i-Ahkâmi`l Kur`ân, XIX, 248).
Âlimler helâ ve cimâ halinde hafaza melekleri bulunmadığından dolayı, konuşmayı câiz görmemişlerdir.
Bazı âlimler kâfirlerin hafaza meleklerinin olmayacağını, çünkü onların durumunun belli olduğunu, amellerin yalnızca kötülük olduğunu, sağlarında bulunan meleklerin mü`min olmadıklarından hayır yapamayacağını ileri sürmüşlerdir. Nitekim Allahu Teâlâ şöyle buyurur: "Mü`minler alemetlerinden tanınırlar" (er-Rahman, 55/41).
Ancak genel olarak İslâm âlimleri kâfirlerin de hafaza meleklerinin olduğunu kabul etmişlerdir. Allah Teâlâ: "Kitabı solundan verilene gelince..." (el-Hâkka, 69/25) "Kitabı arkasından verilene gelince..." (el-İnşikâk, 84/10) buyurmuştur. Bu âyetler kâfirlerin kitaplarında hafaza melekleri tarafından yazıldığını gösterir. Sağda bulunup hayır yazan melekler de kendisi bir şey yazmasa da solda bulunan meleğe kâfirlerin kötülüklerini yazarken şâhitlik yapar. (Kurtubî, a.g.e., XIX, 248).
Hz. Peygamber (s.a.s): "Allahu Teâla şöyle buyurmuştur: "Kulum bir günah işlemeye karar verirse onun cezasını yazmayın. Şayet o kötülüğü işlerse ona bir günah yazın. Bir iyilik yapmaya karar verirse yapmasa bile ona bir iyilik yazın. Yaparsa on iyilik yazın " der (Müslim, İmân, 203).
Bu kudsî hadiste bildirilen karar vermek duygularla ilgili bir özellik olduğu için bunu hafaza melekleri nasıl tespit ederler meselesi tartışılmıştır. Bu husus Şüfyan es-Sevrî`ye sorulunca şöyle cevaplandırmıştır: "Kul iyiliğe karar verince ondan bir misk kokusu yükselir. Kötülüğe karar verince de leş kokusu yükselir. Bunu melekler duyar ve yazarlar" (Kurtubî, a.g.e., XIX, 248). Nitekim âyet-i kerime de şöyle buyurulmuştur. "Hatırla ki (insanın) sağında ve solunda oturan, yaptıklarını tespit eden iki melek vardır. İnsan bir söz söylemeye dursun, mutlak onun yanında (hayır ve şerrini) görüp gözetlemeye hazır bir (melek) vardır" (Kâf, 50/17, 18).
Hafaza melekleri, sağ ve sol tarafta bulunan melekler Allah katında değerli, şereflidir. Kul helâ, cimâ`, banyo gibi avret mahallerinin açılmasına sebep olacak hallerde olunca bu melekler geçici olarak ayrılır.
HAKKU`L-MECRA ( SU GEÇİRME HAKKI)
Su geçirme hakkı.
Sulanacak akarı, suyun geçtiği yerden uzak olan kimsenin, komşu akarlardan kendi akarına kadar suyu geçirme ve akıtma hakkı. Tarım ürünlerini sulamak için başkasının arazisi üzerinden kanal açarak, boru veya künk döşeyerek sulama suyunun geçirilmesi irtifak haklarından birisidir.
Hz. Peygamber (s.a.s) "insanlar üç şeyde ortaktırlar; su, ateş, ot" buyurmuştur (Zeylaî, Nasbu`r-Râye, IV, 294). Suyun sahibi veya suyun geçirileceği arazının sahibi suyun kullanılmasını engellerse, gerekirse silah kullanarak sudan yararlanılır. Hz. Ömer (r.a.)`in uygulaması böyledir (Ebû Yûsuf, Kitâbü`l-Harac, s. 97; Mevsılî, İhtiyâr, III, 71).,
Eğer suyu geçirecek şahsın kendi arazisi ile su arasında kalan arazide hakkı varsa ortaklık hakkına dayanarak suyu geçirebilir. Şayet bir ortaklığı yok ise irtifak hakkı ile suyu araziden geçirir, arazi sahibi veya komşu arazi sahipleri bunu engelleyemez.
Dahhâk b. Halîfe, el-Ureyz mevkiinden bir kaynak suyu çıkartır. Suyunu Muhammed b. Mesleme`nin arazisinden geçirerek kendi arazisini sulamak ister: Muhammad b. Mesleme izin vermeyince Hz. Ömer (r.a.)`a başvururlar. Hz. Ömer Muhammed b. Mesleme`ye kendisi için de yararlı olacak olan bu suyun kullanılmasına niçin izin vermediğini sorar. Muhammed b. Mesleme yemin ederek bu suyun geçmesine izin vermeyeceğini söyleyince; Ömer şöyle der: "Yemin ederim ki, karnının üzerinden geçmesi gerekse bile o suyu oradan geçiririm" (Mâlik b. Enes, Muvatta`, II, 218). Suyun geçtiği yol (mecrâ) birkaç kişi arasında ortak ise bunlardan birisi, diğerlerinin sulamasını engelleyecek şekilde suyu kapatamaz. Ancak nöbetleşe su kullanılsa kendi nöbetinde suyun mecrâsını tamamen tarlasına çevirebilir. Ortak mecrâ hakkında, ortaklardan birisinin arazisini sulaması için mecranın önünü kapatıp su biriktirmesi gerekiyor ise ihtiyacım görecek, diğerlerine zarar vermeyecek şekilde suyun önünü kapatabilir.
Bütün irtifak haklarının kullanımında olduğu gibi burada da şart, suyun üzerinden geçtiği hâdım akara önemli zarar vermemektir (Hayreddin Karaman, Mukayeseli İslâm Hukuku" III, 128)
Mecrâların bakım ve temizliğini devlet veya hususî şahıslar üstelenecektir. Bu cihetten mecrâlar üçe ayrılır:
a) Bakım ve temizlik masrafı devlete âit olan mecrâlar; Fırat, Dicle gibi büyük nehirler.
b) Masrafı hususî şahıslara âit olup bakımı ihmal edildiğinde devletin zorlama hakkı olan mecrâlar. Belirli beldedeki insanların istifade ettiği akarsu ve ırmak kolları. Bunların ıslahı, temizlenmesi faydalanan kimselere âittir.
c) Masrafı hususî şahıslara âit olup ihmal edilme durumunda cebir bahis mevzûu olmayan mecrâlar. Nehr-i hass denilen hususi akarsular. Bu sular on kişiye, kırk kişiye veya bir köye âit sular diye tarif edilir. Ancak hangi suyun hususî akarsu sayılebileceği hâkimin kararına bağlıdır (Ali Haydar, Duraru`l-hukkâm fi Şerh-i Meceletti`l-Ahkâm, III, 499, 1224. maddenin şerhi).
HAKKU`L-MESİL (BAŞKASINA AİT ARSA)
Başkasına âit arsa, bahçe veya araziden, kullanılmış veya ihtiyaç fazlâsı suyun geçeceği kanal veya kanalızasyon geçirme hakkı. Bir kimsenin ev, bahçe veya arazisindeki ihtiyaç fazlası saçak, tuvalet ve benzeri yerlerin temiz veya pis sularını, ev veya fabrikasının sıvı artıklarını kendi mülkü dışına akıtma hakkı vardır. Bu sıvıların en kolay geçebileceği komşu gayr-i menkul sahipleri buna katlanmak zorundadır. Artık sulan geçirme, ya toprak zeminine açılacak kanalla, ya dâ toprak altına döşenecek boru, kanalızasyon gibi altyapı tesisleriyle olur. Bu, bir gayr-i menkul lehine, diğer gayr-i menkul aleyhine bir irtifak hakkıdır.
Su geçirme hakkı (hakku`l-mecrâ) ile bunun arasındaki fark şudur: Birincisi, içme, kullanma veya araziyi sulamaya elverişli suyu bir boru veya kanalla başkasının gayri menkulûnden geçirmeyi; mesîl hakkı ise kullanılmış suları ve pis sıvı artıkları, başkasının mülkünden geçirip dışarı akıtmayı ifade eder. Kanalızasyon, bazan yararlanana âit özel mülk olur, bazan içinden geçtiği komşu arazi sahibine âit bulunur, bazan da umuma âit olabilir. Kanalızasyon geçirme hakkı sâbit olunca, açık bir zarar söz konusu bulunmadıkça komşu gayr-i menkul sahibi bunu engelleyemez. Bu hak, gayr-i menkulün tarım arazisi iken, ev veya fabrika arazisine dönüşmesi gibi yollarla niteliği değişse bile devam eder.Mesîl hakkı eskiden beri geliyorsa, umûmî veya husûsî maslahata zarar vermedikçe eski hâli üzere kalır. Başkasına zarar veriyorsa bu zarar kaldırılır. Zararın eskiden beri gelmesi sonucu etkilemez. Çünkü zarar kadîm olmaz.
Kanalızasyonun tamir masrafları, yararlananın mülkü olsun veya üçüncü bir şahsın mülkü bulunsun yararlanana âittir. Ancak, umûma âit yerlerdeki kanalızasyonların onarım masrafları devlete âittir (ez-Zühaylî, `el-Fıkhu`l-İslâmî ve Edilletühu, IV, 65, V, 606, 607; Fahri Demir, İslâm Hukukunda Mülkiyet ve Servet Dağılım, 1981, s. 46, 47).
Mecelle de mesîl hakkı şöyle düzenlenmiştir: "Birinin arsasından, diğer kimsenin kanal veya su yolu normal olarak akarken, arsa sahibi bundan sonra akıtmam diye alıkoyamaz. Bunlar onarıma muhtaç olduğunda mümkünse sahibi kanala girerek bunları onarır. Fakat o arsaya girmedikçe onarımları mümkün olmadığı taktirde, sahibi arsasına girmeye izin vermezse, hâkim tarafından kendisine; ya arsana girmek üzere izin ver veya kendin onar, diye mecbur edilir" (madde, 1228). "Bir evde, normal olarak akan bir pis su borusu dolup yahut yarılıp da ev sahibine fâhiş zararı olsa pis su borusunun sahibi bu zararı ödemeye zorlanır" (madde, 1233, bkz. madde, 1229-1232).
HAKKU`L-MÜRUR (GEÇİŞ HAKKI)
HAKKU`L-MÜRÛR(GEÇİŞ HAKKI)
Geçiş hakkı.
Mürûr, merre fiilinin mastarı olup, geçmek, gitmek ve uğramak demektir. Mürûr hakkı, bir kimsenin kendi ev, arsa, bahçe ve arazi gibi gayr-i menkulüne ulaşabilmek için, başkasına âit bir gayri menkuldeki yoldan geçiş hakkını ifade eder. Bu yol, ya umûmî, ya da kendisine veya üçüncü şahsa âit özel bir yol olabilir. Geçiş hakkı, irtifak haklarından olup, bir gayr-i menkul lehine başkasına âit bir gayr-i menkul üzerinde kurulmuş bir yararlanma hakkıdır (bk. Hakku`l-İrtifâk)."
Geçiş hakkının esası İslâm hukukçularınca şöyle açıklanır: Bir kimse ölü (mevât) bir araziyi ihyâ etse, daha sonra başkaları bu arazının dört yanını ihyâ ettiği için, geçiş yolu kalmasa, en son ihyâ edilen arazının geçiş hakkı tanıması kesinleşir. Çünkü ortada kalan arazının giriş-çıkış yolunu en son kapatan bu arazidir (İbn Âbidîn, Reddü`l-Muhtâr, . V, 303; Fahri Demir, İslâm Hukukunda Mülkiyet ve Servet Dağılımı, İstanbul 1981, s. 46).
Geçiş hakkı, yolun umûmî veya husûsî oluşuna göre bazı özellikler arzeder.
a) Umûmî yollar: Herkesin bu yollardan yararlanma hakkı vardır. Bu, geçiş olabileceği gibi, yola karşı pencere veya çıkmaz aralık açma, balkon ve benzeri çıkıntılar yapma şeklinde de olabilir. Ayrıca yolun kenarına otomobil, traktör vb. araçlar konulabilir. Yararlanma iki durumda sınırlanabilir: Birincisi, başkalarına zarar vermek. Çünkü hadiste, "zarar ve zarara karşılık zarar vermek yoktur" buyurulur. İkincisi de yetkili makamların iznidir. Yoldan geçenler veya yararlananlar, geçişi engellemek gibi başkalarına zarar verirlerse men olunurlar. Yoldan yararlananın fiilinde bir zarar yoksa, Ebû Hanife`ye göre hâkimin izniyle intifa câiz olur. Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed`e göre ise izin şart değildir. Şâfiîlere göre de bu durumda yetkililerden izin şartı aranmaz. Çünkü hadiste; "Mübah bir şeyi başkalarından önce kullanan kimse, onda daha fazla hak sahibidir" (Ebu Dâvûd, İmâre. 36) buyurulur. Şâfiî`ye göre, yol kenarlarına yoldan geçenlere zarar verecek şeyler yapılamaz. Çünkü hak bütün müslümanlara âittir. Mâlikîler umûmî yola tecavüz eden yapı, eklenti vb. şeylerin engellenmesi gerektiğini söylerler (İbnü`l-Hümâm, Tekmiletü Fethi`l-Kadîr, VIII, 330 vd.; Zeylaî, Tebyînü`l-Hakâik, el-Emîriyye, VI, 142 vd.; İbn Âbidîn, a.g.e, V, 3I9 vb.).
b) Husûsî yollar: Başkasının arsa, bahçe veya arazisinden geçirilen özel yoldan, yalnız, geçiş hakkı sahibi, onun aile fertleri veya ortakları yararlanabilir. Bunlardan başkası, özel yola doğru, izinsiz olarak kapı veya pencere açamaz. Umûmî yolda trafik çok sıkıştığı zaman, herkesin husûsî yollardan da yararlanma hakkı doğar. Hak sahipleri, toplumun bu hakkına saygı göstererek, husûsî yolu kapatma veya kaldırma cihetine gidemezler. Geçiş hakkı sahiplerinden hiçbirisi, diğer hak sahiplerinin izni olmadıkça, özel yol tarafına; oda, balkon, oluk vb. şeyler yapmak gibi, örfe uygun kullanım dışı irtifak hakkı kuramaz (İbnü`l-Hümâm, a.g.e, VIII, 330 vd.; Zühaylî, el-Fıkhu`l-İslâmî ve Edilletuhu, V, 607, 608; Mecelle, madde, 1224-1227).
HALİFE NASIL SEÇİLİR?
İslam`da halifenin seçilişi üç yoldan birisiyle meydana gelir.
1- Müslüman, mükellef, adil -yani büyük günahlardan sakınıp, küçük günahlarda ısrar etmeyen- ve kendisini şüphelerden koruyan ve şahsi menfaatını ön planda tutmayan, bilgili, şahsiyetli ve müslüman halkın ileri gelenlerinden birini müslümanların tayin etmesi. Hazreti Ebubekir Sıddık`ın halife olarak seçilişi bu yolla olmuştur.
2- Adil halifenin henüz vefat etmeden önce adil ve bu işe layık olan bir kimseyi tayin etmesi Hz. Ebubekir Sıddık hz. Ömer`i (ra) bu yolla tayin etmiştir. Hz. Ebubekir vefat etmeden evvel şöyle buyurdu: ben Ömer bin Hattab`ı size amir olarak tayin ettim. İyilik eder ve adelete bağlı kalırsa zaten benim bilgim ve görüşüm de hakkında budur. Zulüm eder ve durumu değiştirirse ben gaybı bilmem. Ben istedim. Herkes ne kazanırsa kendisine aittir. Durum öyle olmakla beraber ehli hal ve akdin muvafakatıda şarttır. Bunların muvafakatı olmazsa o hilafet hilafet değildir.
3- Hilafetin şartlarına haiz bir kimsenin zor kullanmak suretiyle kendini seçtirmesi (Nihayetü`l-Muhtac).
HALİFENİN BELİRLENMESİ
Hz. Peygamber (s.a.s) hayatta olduğu sürece peygamberlik görevinin yanısıra devlet başkanlığını da şahsında toplamıştı. Bu nedenle Hz. Peygamber hayatta iken, kurulan ilk Islâm devletinin başkanını belirlemek gibi bir problem ile karşılaşılmış değildi. Diğer taraftan Hz. Peygamber (s.a.s) kendisinden sonraki halifeyi belirleyen herhangi bir söz de söylememişti. Durumun böyle olması nedeniyle Hz. Ebu Bekir (r.a) halîfe seçilene kadar bazı farklı görüşlerin ortaya çıktığını görüyoruz. Ancak bu durumlar geçici ve oldukça kısa bir süre için sözkonusu olmuş; bir müddet sonra unutulup gitmiştir. Yani bu görüş ayrılıkları Hz. Peygamber (s.a.s)`in vefatından sonra Hz. Ebu Bekir halife seçilinceye kadar devam etmiş ve onun seçilmesiyle tam anlamıyla son bulmuştur.
Ancak daha sonraki dönemlerde Hz. Ali (r.a)`ın halifeliği zamanında başlayan ve gittikçe yayılan karışıklıklar sonucunda ondan önceki halifelerin halifelikleri tartışma konusu yapılmıştır. Bu tartışmalar, Hz. Peygamber`in, Hz. Ali`yi vasiyet ettiği iddiasıyla başlatılmış; pek çok yanlış görüşlerin, düşünüşlerin, Islâm dünyasında yayılmasına neden olmuştur. Geçmiş dönemlerin kapatılmış sahifeleri tekrar aralanmış, ileri-geri, doğru-yanlış pek çok fikirler ortaya atılmıştır.
Aslında Hz. Peygamber (s.a.s)`in kendisinden sonraki halifenin kim olacağına dair açık hiç bir tavsiyede bulunmadığı hususu, başta Hz. Ali (r.a) olmak üzere pek çok sahabinin açıkça ifade ettiği bir husustur (Müslim, Vasiyye 18,19; Edâhi 43; Tirmizî, Fiten, 48; Nesâî, Vesaya, 2; Ibn Mace, Cenâiz 64; Vesaya 1; lbn Kuteybe, el-Imame ve`s-Siyâse, I, 6).
Sahabiler söz birliği halinde böyle bir tavsiyenin olmadığını ifade etmişlerdir. Çünkü öyle birşey olsaydı, onları bu tavsiyenin dışına çıkıp önceleri Ensar`ın, Sa`d b. Ubâde`yi seçmek istemeleri ve sonradan da hep birlikte Hz. Ebu Bekir (r.a)`in halifeliğinde karar kılmaları mümkün olmazdı. Böyle bir şeyi kabul edecek olursak onarın hep birlikte Hz. Peygamber`in emirlerine aykırı hareket etmiş olduklarını da kabul etmemiz gerekecektir. Bu ise imkansızdır.
Imamın özelliklerinin en çok Hz. Ali`de toplandığı iddiasını ileri sürenler ise, büyük bir ihtimalle Hz. Peygamber`in Hz. Ali hakkındaki övücü sözlerinden hareket ederler. Oysa Hz. Peygamber`in pek çok sahabe hakkında övücü sözler söylediği bilinen bir husustur. Bu tür hadislerin hepsini de hilafet için bir gerekçe olarak kabul etmek mümkün değildir. Bu tür hadislerin pek çoğu özel nedenlere bağlı bulunmaktadır. Bunları imamet konusunu da içine alacak şekilde genişletmek doğru olmaz. Hadislerin maksatlarına ters düşer (Müslimin Fedâilu`s-Sahâbe 31`de zikrettiği ve Hz. Peygamber`in Hz. Ali`ye "Sen bana Harun`un Musa ya yakınlığı kadar yakınsın" hadisinin, onu halifeliğe aday göstermek anlamına gelemeyeceğine dair açıklamalar için bk. Ibn Hazm, el-Fisal, IV, 94-95; Kurtubî, Tefsir, I, 267-268; Tecrid-i Sarıh Tercümesi, IX, 363).
HALVET VE MAHREMLİK
Bir erkeğin, yabancı ve hür bir kadınla, bir evde başbaşa kalmaları, harama yakın mekruhtur. (Bazı fıkıh kitaplarında ise "Haramdır" denilir. Bak. Ibn Nüceym, el-esbah ve`n-Nezâir (Hamevi şerhi ile birlikte) M. Âmire; N/lll.)
Ancak bulundukları odaların araları kesikse ve herbirinin ayrı ayrı kilidi varsa; ya da kilidi yoksa da aralarında duvar ve perde gibi bir engel olup, erkek de güvenilir birisi ise veya kadının yanında bir mahremi, ya da cinsel ilişkide bulunamayacak, ancak saldırıyı önleyebilecek derecede yaşlı bir kadın varsa, veya erkek o derece (yaşlı kadın gibi) yaşlı ise veya yanında bulunduğu kadın borçlu olup, erkek onu takip için orada bulunuyorsa, halvet haram değildir.(Alâuddin Abidin, el-Hadıyy·e`l-Alâiyye, (1984) s. 243-44)
Resülullah: Biriniz, mahremi olmayan bir kadınla başbaşa kalmasın", "Bir erkekle bir kadın başbaşa kaldıklarında, üçüncüleri mutlaka şeytan dır." buyurmuştur. (Buhârî, Nikah, 111-ll2; Müslim, Hac 424; Tirmizi, Radâ`, 16)) Erkeğin, mahremi olan kadınla halvette bulunmasında ise, şehvetten emin olunması halinde mahzur yoktur. Ancak süt kız kardeş, genç kayınvalide ve eşinin başka kocadan olan kızı gibiler bunlardan istisna edilmiştir. (Alâuddîn - Abidin, age. 244.) Erkek, yabancı kadınlarla, birden çok olsalar da bir arada bulunamaz. (Kadızâde Efendi, Netâicü`l-Efkâr, N/122.) Bu yüzden erkeğin; içlerinde başka erkek ya da kendi hanımı ve annesi gibi bir mahremi bulunmayan kadınlara, ev gibi bir yerde imam olup namaz kıldırması, mekruh görülmüştür. Ancak bunun camide olması halinde mekruhluk ortadan kalkar. (Serahsî, age N/166.) Serahsî`nin bu ifadesine dayanarak bazıları; bir erkekle bir kadının halveti, yabancı da olsa, bir başka erkeğin bulunmasıyla önlenmiş olur, ancak mahremi ve güvenilir bir yaşlı kadın dışındaki yabancı kadınlarla ortadan kalkmaz ve erkeğin birden çok yabancı kadınla başbaşa kalması da, harama yakın mekruh olur demişlerdir. (Bak. Ibn Abidin, age. VI/368-69; Hamid Mirzâ Fergâni, el-Fethur-Rahmanî, Kahire 1396, N/212.)
HAMELE-İ ARŞ (ARŞI TAŞIYAN MELEKLER)
Arşı taşıyan melekler. Allahu Teâlâ`nın Arş`ı taşımakla vazifelendirdiği sekiz müvekkel melek. Arşın mahiyetini bilmediğimiz gibi bu meleklerin arşı taşıma keyfiyetini de bilemiyoruz. "Gök yarılmış ve o gün bitkin bir hale gelmiştir. Melekler onun çevresindedir. Ve o gün Rabbının Arş`ını, onların da üstünde sekiz tanesi yüklenir" (el-Hâkka, 69/16,17). Bu âyette anlatılan olay müteşâbihdir. Nasıllığı hakkında izahlar, sahih rivâyetlerin ötesinde fazla bir kıymet taşımaz. Bu melekler "Subhanallahi ve bihamdihi" diyerek Arş`ı tavaf ederler.
Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur: "Size arşı taşıyan meleklerden bahsetmem konusunda bana izin verildi. Onlardan her birisinin kulak memesi ile boynunun arasındaki mesafe yedi yüz yıldır" (Ebû Dâvûd Sünne,18): Abdullah b. Amr "Arş`ı taşıyan melekler sekiz tanedir" der. Sa`id b. Cübeyr âyetteki "sekiz melek" ifadesini sekiz saf melek olarak tefsir etmiştir. Bu meleklere Allahu Teâlaya yakın ve meleklerin efendileri olmalarından dolayı Kerûbiyyûn melekleri denilir. İbn Abbâstan nakledilen bir rivâyete göre Kerûbiyyûn melekleri, sekiz bölümdür. Onlardan her bir cinsinin insan, cin, şeytan ve melek gücü kadar gücü vardır (İbn Kesîr, Tefsiru`l-Kur`âni`l-Azîm, VIII, 239).
"Arşı taşıyanlar ve çevresinde bulunanlar Rablarını hamd ile tesbih ederler, O`na inanırlar ve mü`minlerin bağışlanmasını isterler. Rabbımız ilim ve rahmetle herşeyi kuşattın; tevbe edip senin yoluna uyanları bağışla ve onları Cehennem azabından koru" (el-Mü`min, 40/7). Bu âyetin tefsirinde İbn Kesîr "Allahu Teâla, Arş`ı taşıyan dört mukarrebûn melek ile onların çevresindeki "Kerûbiyyûn melekleri`nin Allah`ı tesbihle Rablerine hamdettiklerini haber verir" der. Bu âyete dayanılarak meleklerin sayısının dört olduğu iddia edilmiştir (İbn Kesîr, a.g.e. VII, 120).
Hasan-ı Basrî, Hamele-i Arş meleklerinin sayısının sekiz mi sekiz bin mi olduğunun ancak Allah tarafından bilinebileceğini söyleyerek meseleyi Allah Teâla`nın ilmine havale eder. Sa`lebî`nin rivâyet ettiği bir hadîste Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur.
"Hamele-i Arş şu anda dörttür, Kıyamet günü Allah onları bir dört melekle daha kuvvetlendirir, böylece sekiz olur" (Kurtubî, el-Cami`u fî-Ahkâmi`l-Kur`ân, XII, 266).
İbn Sina " Melâike" risalesinde Arş`taki meleklerin tesbih ve tahmid ile Rablerine kulluk ettiklerini ve mü`minler için istiğfar ve duada bulunduklarını kaydeder. Erzurumlu İbrahim Hakkı (ö.1780) "Allah dört büyük melek yaratmıştır, bunlar Arş`ı taşır, Hamele-i Arş denilen bu meleklere Kerûbiyyûn da denilmiştir. Allah`ın yanında bütün meleklerden daha üstün ve faziletlidirler. İsrafil de bu meleklerdendir, İsrafil diğer üçünden daha üstündür" der (bk. Tecrîd-î Sarîh tercemesi, IX, 7).
HAMİLELİK ÇİLLERİ VE ESTETİK AMELİYAT
Estetik ameliyat yaptırmanın caiz olmadıgını biliyoruz. Doğumdan sonra yüzümde benekler ve lekeler oluştu. Aslında bir rahatsızlık veriyor değiller, ama estetik ameliyata benzer diye endişe ettiğim için ilaç kullanamıyorum. IIaç kullanmamızın Şer`an bir mahzuru var mıdır?
Insanın normal yaratılışını beğenmeyip estetik ameliyatlarla burnunu, dişini, göğsünü vb. değiştirmesi, sizin de dediğiniz gibi haramdır ve sıhhi bir gerekçe yokken bunu yapanlar lânetlenmiştir. Bunu estetik ameliyat adı altında açıkladık. Ancak Islâm, fıtratı bozmaya karşı çıktığı kadar, bozulan fıtratı tedaviyi ve estetiğin korunmasını da teşvik etmiştir. Hamilelik çilleri de aslî görünümü bozan, yani fıtrata halel getiren türden bir olgudur. Bu yüzden giderilmesi ve tedavisinin yapılması daha iyi olur. Dolayısı ile bunu estetik ameliyatla bir tutmak doğru değildir.
Ümmü Seleme annemiz diyor ki: "`Lohusa olan kadınlar Rasûlüllah zamanında kırk gün otururlardı (ibâdet etmezlerdi). Biz o dönemimizde yüzümüzde oluşan lekeler için vers kürü uyguluyorduk." (vers turuncu bir ot olup yanakları kızartmak için kullanılırdı).(Ebû Dâvûd, tahâret 121) Demek ki, sizin sorununuz "asr-ı saâdet"te de söz konusu olmuş, hal çâresi aranmış ve Rasûlüllah Efendimiz buna karşı çıkmamıştır.
HÂMİLENİN NAMAZI
Hamile bir kadına, namaz kılacak kadar süre ayakta durmasının sakıncalı olduğu söylenirse, namazlarını oturarak kılabilir mi?
Adil, yani dinin asgari farzlarını yapan ve büyük günahlardan sakınan uzman bir doktor, namaz kılarken ayakta durmasının sakıncalı olduğunu söylemişse, bu durumdaki bir hâmile namazlarını oturarak kılabilir.
HANBELİLERE GÖRE AVRET
1- Namazda: Bu konuda Hanbeliler, Malikilerle aynı görüştedirler. Ancak kadının namaz içerisindeki avretinden sadece yüzü istisna ederler. Namazda kendi kasdı olmaksızın açılan avret az ise, namaza mani olmaz; çok ise, zamanın uzaması halinde namazı bozar.
2- Namaz dışında: Kadının mahremlerine karşı avreti yüz, boyun, baş, eller, ayaklar, ve bacaklardan başka, bütün vücududur. Yabancı erkeklere göre ise, elleri ve yüzleri dahil bütün bedenidir. (Sâbânî, N/156.) Müslüman kadınlarla kâfir kadınlar arasında, avreti gösterme bakımından fark yoktur. Dolayısıyla kadın, kâfir kadına bile göbek ve diz kapağı arası hâricini gösterebilir. Erkeğin avreti konusunda Hanbelî mezhebinde uygun görüş, Hanefilerde olduğu gibi göbekle diz kapağı arasının avret oluşudur. Mezhepte erkeğin avretinin ön ve arka uzuvlardan ibâret olduğu görüşü de vardır. (Ibn Kudame el-Mugnî, I/578, Kahire (Tarihsiz).) Bedenden ayrılan avret bir uzuv, avret olma niteliğini kaybeder.
7 yaşın altındaki çocuklar için avret yoktur. 7-9 arası erkek çocuğun avreti, namaz içinde de namaz dışında da, sadece ön ve arka uzuvlardır. Kız çocuğun namazda ve namaz dışında mahremlerine karşı avreti, göbekle diz kapağı arası, yabancı erkeklere karşı baş, boynu, dirseklere kadar eller, bacak ve ayakları dışındaki bütün bedenidir.
HANEFİLERE GÖRE AVRET
Namazda: Erkeğin namazdaki avreti, namaz dışındaki olduğu gibi, göbekle diz kapağı arasıdır. Diz kapağı avrettir, göbek ise avret değildir. Kadının avreti ise, yüzü, ellerinin içleri, ayaklarının ise üstleri hariç, bütün bedenidir. Hatta kulağı hizasindan aşağıya sarkan saçlarının açılması, bazılarına göre namaza mâni değilse de, sahih olan görüşe göre avrettir. Avret olmadığını söyleyenlere göre de, mahremi olmayanın saçına bakması haramdır. Bu haramlık avret oluşundan değil saçın fitneye sebep olabileceğinden ötürüdür. (Ibrahim el-Halebî, Gunyetü`l-mümteli fi serhi Münyeti`l-musallî, s. 212.)
Namazda iken kaba avretin -ki, ön ve arka uzuvlar ve etraflarıdır- ya da hafif avretin -ki, avretin geri kalan kısmıdır- dörtte biri, kendi fiili ile olmasa bile, bir rükün edâ edebilecek kadar açık kalırsa" namazı bozulur. Kerhî ise, galiz avretten bir dirhem mikdarının, hafif avretten ise, dörtte birinin açılmasının namaza mâni olacağını söyler. (Halebî, age., s. 2l3.) Ama bu kadarı, ya da daha azı kendi fiili ile açılırsa, açılma süresi bir rükün edâ edecek zamandan kısa bile olsa, namazı hemen fâsid olur. Ancak uzvun dörtte biri namaza girmeden önce açıksa bu, namaza başlamaya mânidir. Avretin kişinin kendi nefsine karşı da örtülmesi şart değildir. Mekruh olmakla birlikte, elbisesinin yakasından avretini görmesi, namazını iptal etmez. (Halebî, age. s. 209-210.)
HARAM
Kelime anlamı, hürmet gösterilen, dokunulmayan, saygın demektir. Terim olarak; farzın tam zıddıdır, yani Allah`ın, ya kendi sözüyle, ya da Elçisinin sözüyle yapılmamasını kesinkes istediği şeylerdir. Ancak haram herkes için haramdır. Geri kalan yönleri ise aynen farz gibidir. Meselâ kabullenmeyen kâfir olur.
HARAM MALDAN İKRAM
Malına herhangi bir yolla haram karıştığı bilinen birisinin ikramını, ya da hediyesini kabul etmek için bakılır, eğer malının veya kazancının çoğu haramdan değilse alınır ve yenilir. Bu durumda ikram ettiği şeyin haramdan olduğu bilinse, malının çoğu helâldan olsa dahi kabul edilemez, yenemez. Aksine, malının çoğu haramdan olsa ve fakat ikram ettiği şeyin helâldan olduğu bilinse, ya da ikram eden öyle olduğunu söylese alınır ve yenilir.(Hindiyye, V/342; Kâdihan, NI/400-402). Faizle para kazanan için de durum aynıdır. (Hindiyye, V/343) Helâl kazancı daha çoksa ikramı alınır, değilse alınmaz. Durumu bilinmiyorsa, bir mü`min ancak helâl yolla kazanır diye hüsn-i zan edilir ve yine kabul edilir.
HARAM PARA İLE TAHSİL
Diploma belli bir ilmi ya da meslegi öğrenmiş olmanın belgesidir. Ehil olma açısından hakederek alınmış olduktan sonra, haramla beslenerek alınmış olsa bile onu kullanmamak, bildiklerini unutmakla eş anlamlıdır. Bu olmayacağına göre, söz konusu diplomadan yararlanmamak da olmaz. Ama ne var ki, haram yapacağı tahribatı yapar. Içe doğru olan duyuların, alıcıların (letaif) paslanıp körelmesine vereceği zarardan da geri durmaz. Bunun için de ondan sakınarak çok tevbe edip bağışlanma dilemek gerekir.
Işi daha sağlama bağlamak isteyenler için, (Allah`u a`lem) bir de yediği paraya karışan faiz (haram) miktarını hesap ederek eline para geçtikçe, ne olduğunu söylemeden halka yönelik meşru hizmetlere (çünkü faiz bütün bir milletten sömürülmektedir) vermek iyi olur. bu konuda fıkıhçılarımız şöyle açıklamalarda bulunmuşlardır: "Birisine bir hediye ya da ziyafet verenin, malının çoğu haramdan ise alanın kabul etmemesi ve yememesi gekerir. Ama ona verdiği kısmı, miras ve karz gibi helâl yoldan edindiği bir malından ise onu almasında ya da yemesinde sakınca yoktur. Malının çoğu helâl olan ise almasında ve yemesinde zaten mahzur yoktur. Yeter ki bizzat verdiği kısmın haramdan olduğunu biliyor olmasın. O takdirde onu da alamaz ve yiyemez. Böyle olmadıkça yer çünkü az da olsa malına haram bulaşmayan insan (özellikle de günümüzde) yoktur."(Hâniyye (Hindiyye kenarında), NI/400; Hindiyye; V/343) "Böyle bir durumda hediyesi ya da ziyafeti kabul edilmeyecek olan kişi kırılacaksa, hediye ya da ziyafet verilen yiyeceğinin tutarı (Bezzâziye, VI/360) kadar bir hediyeyi ona götürür ve adeta kendi malından yemiş olur."
HARAM VE TEMİZ OLMAYAN BİR İLACI TEDAVİDE KULLANMAK CAİZ MİDİR?
İslam dini sağlığa büyük ihtimam gösterip hasta olmamak için tedbir almamızı emrettiği gibi, hastalık olduktan sonra tedaviyi de emretmiştir. Ancak varsa tahir bir ilaç kullanmak gerekir. Necis veya müteneccisi kullanmak caiz değildir. Remli ve Şirazı: Temiz bir ilaç bulunmadığı takdirde müslüman bir doktorun tavsiyesine binaen necis veya müteneccis bir ilacı tedavide kullanmakta beis yoktur, diyorlar. Bir hastalık için, "İçkiden başka ilaç bulunmazsa içilmesi caizdir” diyen olduğu gibi "caiz değildir” diyen de olmuştur. Yalniz Şafi`i mezhebine göre, ilaca maslahata binaen müteneccis bir şey katmakta beis yoktur. Binaenaleyh çeşitli hastaliklara yarayan ve içinde alkol bulunan şurubu (başka bir ilacin bulunmamasi şartıyla) içmek caizdir.
HARB SIRASINDA DÜŞMAN GÖZETLEYEN VARSA DÜŞMANI VURMAK IÇIN SIPER ARKASINDA SAKLANAN KIMSE NASIL NAMAZ KILACAK?
Savaş sahasinda düşmani gözetleyen veya düşmanı vurmak için siper arkasında gizlenen kimse ayakta namaz kıldığı takdirde düşman onu görecek, dolayısıyle de kendisi ve Islam ordusu zarar görecektir. Böyle bir durum karşısında bu kimse oturarak namazını kılacaktır. Hatta yatarak kılması gerekiyorsa yattığı yerden de kılabilir.
HAREM-I ŞERİF
Kâbe-i Muazzama'yı çepeçevre kuşatan, etrafı kubbeli, ortası açık büyük câmi. Ortasındaki küçük meydan (tavaf yeri, xxf) üzerinde bulunan Kâbe, Zemzem ve Makam-ı İbrahim (a.s), bu câminin birer parçasını teşkil eder. Dilimizde daha çok Haremi Şerif olarak bilinen bu mescide, Mescid-i Haram veya Mescid-i Şerif de denilir. Kur'ân-ı Kerîm'de onaltı ayette "el-Mescidü'l-Harâm" geçmektedir. Bu ayetlerden iki taneşinin anlamı şöyledir: "Ey iman edenler, müşrikler murdarın murdarıdırlar bu yıldan sonra artık Mescid-i Haram'a yaklaşmasınlar. Yoksulluktan korkarsanız bilin ki, Allah dilerse, yakında sizi büyük lütuf ve ihsanı ile zenginliğe kavuşturacaktır. Şüphesiz Allah bilendir, hikmet sahibidir" (et-Tevbe, 9/28). "Muhakkak ki, o inkar edenler, Allah'ın yolundan ve bir de kendisinde yerli ve yabancının eşit hakka sahip olduğu ve bütün insanlar için meydana getirdiğimiz Mescid-i Haram'dan alıkoymaya çalışanlar, bilmelidirler ki, kim zor kullanarak orada bir dinsizlik ve zulme yeltenirse, ona acı azabı tattıracağız" (el-Hacc, 22/25). Bu ayetlerden de anlaşıldığı gibi, "haram" olarak isimlendirilmesi, hürmet duyulan yer olduğundandır. Harem dahilinde kan dökmek, ağaç kesmek ve avlanmak haram kılınmıştır.
Harem-i Şerif'in sadece tanıttığımız cami'den ibaret olduğu, ya da tüm haram beldeyi içine aldığı hususunda ihtilaf vardır. Ancak genellikle söz konusu büyük cami olarak zikredilmiştir (Geniş bilgi için bkz. el-Ezrakî, Ahbâru Mekke, neşr. Rüşdi Salih Melhas, Beyrut 1979, II, 62,130 vd. Eyüp Sabri, Mir'at-ı Mekke, İstanbul h. 1301,127; el-Fâsî, Takiyyüddin Muhammed b. Ahmed, el-Ikdu's-semîn, Beyrut 1986, I, 44).
Harem-i Şerif, İslâm öncesi dönemde herhangi bir duvar ile çevrili değildi. Kâbe'yi tavafa mahsus, etrafı evlerle çevrili, kumluk dar bir saha (xxf)'dan ibaretti. Oraya evler arasındaki sokaklardan girilirdi. Asr-ı Saâdet'te ve Hz. Ebu Bekir'in halifeliği esnasında bu şekilde kaldı. Hz. Ömer zamanında, İslâm ülkesinin genişlemesi, müslüman nüfusun artması ve hacı sayısının büyük rakamlara ulaşması üzerine, tavaf yeri dar gelmeye başladı. Tavaf esnasında büyük bir izdiham oluyordu. Bu sebeple, Harem-i Şerif'in civarındaki bazı evler sahiplerinden satın alınarak yerleri yıkıldı ve mescide ilave edildi. Hz. Ömer'in yaptırdığı bu ilk genişletme esnasında, harem-i Şerif'in etrafına, yüksekliği bir adam boyuna ulaşmayan bir ihata duvarı inşa edildi. Bu duvar üzerine kandiller konuldu (Belâzurî, Fütûhu'l-Buldân, Kahire 1901, 53; el-Ezrakî, a.g.e., II, 68 vd.; Yâkut, Mu'cemu'l-buldân, VIII, 50). Daha sonra Hz. Osman ve Abdulah b. Zübeyr zamanlarında, civardaki bir takım evler daha satın alınarak yeni genişletmeler yapıldı.
Emevî hükümdarlarından Abdülmelik b. Mervan 75/694 yılında, oğlu Vetid de 91/709 yılında Mescid-i Haram'ı tamir ve bir miktar daha genişlettiler. Mekke'ye birçok mermer direk gönderen Velid tarafından gerçekleştirilen tamirat ve genişletme esnasında, mescidin zemini mermer mozaikle döşendi. Direkler üzerine Sac ağacından bir tavan yapıldı. Anlaşıldığına göre, Harem-i Şerif'te ilk minareler bu tamirat sırasında yapılmıştır. Harem-i Şerif'in genişletilmesi faaliyeti, bölgeye daha sonra hâkim olan devletler zamanında da devam etti. Abbasîlerin ikinci halifesi Ebu Cafer Mansur tarafından 159/775-776 yılında yaptırılan tamirat sırasında, Harem-i Şerif'in Kuzeye düşen tarafı Bab-ı Nedve'ye, diğer tarafı Bab-ı Umre'ye kadar genişletildi. Yapının dört tarafı altın ve gümüş kakmalı rengarenk mozaiklerle süslendi. Kâbe'de Rükn-i Şâmî ile Rükn-i Irâkî arasında, Altın oluğun altında, iki arşın yüksekliğinde yay şeklinde bir duvar ile çevrili olan Hatîm (=Hicr)'in iç tarafı renkli mermerle tefriş olundu. Mansur'un oğlu Mehdî zamanında (M. 775-785) iki defa tamirat yapıldı. Bu tamiratlarla Kâbe ile Mesâ' (=say yeri) arasındaki evlerin tamamı Harem-i Şerif'e katıldı. Kahire'den getirtilen beşyüz'e yakın direk gereken yerlere dikilip, üzerlerine kubbeler inşa edildi. Tavan ve revaklar ise ahşap olarak yapılmıştır (Bu tamiratlar hakkında bkz. Belâzurî, a.g.e., 53 vd.; el-Ezrakî, a.g.e., II, 68-81, 96 vd.; Yâkut, a.g.e., VIII, 50 vd.; Eyüp Sabrî, a.g.e., 631-637; M. Es'ad, Tarih-i Din-i İslâm, İstanbul 1983, 334, vd.).
Memlukler zamanında 802/1399-1400 yılında çıkan bir yangında Harem-i Şerif'in kuzey ve batı taraflarının ahşap tavanları yanmıştı. Sultan Ferec'in emriyle 804/1401-1402'de başlayan inşaat sırasında tavanın tamamı yine ahşap olarak yeniden yaptırıldı. O sırada revaklar üç sıra olup, mescidin beş minaresi vardı. Harem-i Şerif Osmanlılar zamanına kadar bu şekilde kaldı. Sultan II. Selim'in emriyle, 979/1571 tarihinde Mısırlı Ahmed Bey'in nezaretinde başlatılan ve beş yıl süren inşaat esnasında, bu ahşap tavanlar yıkılarak yerlerine mermerden. inşa edilmiş ve üzerlerine altın alemler konulmuş kubbeler yapıldı. Sonraları Sultan Ahmed, I. Hamid, IV. Murad, II. Mahmud ve Abdülmecid zamanlarında, Harem-i Şerif'in muhtelif tarafları tamir ve tezyin edildi. Etrafında yeni bölümler yapıldı (E. Sabri, a.g.e., 760-771).
Osmanlılar zamanındaki bu tamirât ve genişletmeler neticesinde, tavaf mahalli 537 x 550 zirâ' genişliğine çıkarıldı. Revaklardaki yenilenen 892 sütuna yeni sütunlar ilave edildi. Yenilenen kemerler üzerine Türk üslûbunda beşyüz küçük kubbe ilave edildi. Mevcut on dokuz kapı yenilendi. Tavaf yeri etrafına, ağaç şeklinde kandiller dikildi. O sırada mescid'in yedi minaresi vardı.
Suûdî yönetimi de, zamanına kadar dört defa genişletme faaliyetinde bulundu. 1955 yılında Kral Abdülaziz zamanında başlatılan ve 1961'de bitirilen büyük genişletme faaliyetinde Safa ve Merve tepeleri arasındaki tavansız toprak bir yol halinde olan say mahalli (=mesa'), Harem-i Şerif'e ait yapıya dahil edildi. Suûdiler, daha sonra Harem-i Şerif'i üç defa daha genişlettiler. Bu tamirat ve genişletmelerin birincisi, 1961-1969, ikincisi 1969-1976 yılları arasında yapıldı. Sonuncusu ise Fahd b. Abdülaziz'in emriyle mescidin batı tarafında başladı. Bu genişletmelerde, Harem-i Şerif'in alanının, üç yüz bin kişiyi alabilecek şekilde, 160.000 m2'ye çıkarmak hedef alınmıştır.
HAREMLİK - SELAMLIK
Arapça bir kelime olan "Harem", girilmesi yasak olan yer, mukaddes ve muhterem olan şey demektir. Eskiden saray, konak ve evlerin kadınlara ait kısmına "Harem", erkeklere ait kısmına ise "Selâmlık" derlerdi. Kadınlar ayrı, erkekler ayrı yerlerde otururlardı. Bu uygulama örften ve âdetten değil, dinî ernirlerden kaynaklanırdi. Çünkü "Avret ve Örtü" bölümünde de gördüğümüz gibi, erkeklerin mahremi olmayan kadınlara, kadınların da mahremi olmayan erkeklere belli ölçüler dışında bakmaları câiz değildir. Buna göre aralarında birbirinin mahremi olmayan kadınlar ve erkekler bulunan insanlar, birbirlerini görmeyecek şekilde ayrı ayrı yerlerde oturacaklardır. Bu nefislere zor gelir ama, kalplerin ve duyguların selâmeti için daha elverişlıdır.
Aslında haram olan, bir kadınla bir erkek başbaşa kalmadıktan sonra bir arada oturmak değil, birbirlerinin avret yerlerine bakmaktir. Buna göre; elleri ve yüzünden başka bir yeri açık olmayan kadınların, kendi erkekleri de yanlarında varken, erkeklerin bulunduğu mecliste oturmalarının ne zararı vardır? denebilir. Zararlarını saymadan önce biz aynı soruyu tersine çevirerek soralım: Ne yararı vardır? Öyleyse şimdi de zararlarını söyleyelim:
Sadece Hanefi mezhebinde kadınların elleri ve yüzü avret değildir, ancak bu fitneye yani kötü bir düşünceye sebep olmamakla sınırlandırılmıştır. Eğer kem düşüncelere sebep olacaksa, onlara göre de kadın elini ve yüzünü kapatmak zorundadır. Ayrıca Kur`ân-ı Kerîm de kadınların seslerine de dikkat etmeleri, kadınlığını hatırlatacak biçimde kırıla döküle konuşmamaları emredilmiştir. (Ahzâb (33) 32.) Çünkü kadının çekici yönü erkekten fazladır. O sırf seşiyle bile bir erkeğin beynini döndürebilir. Gülüsleri, gamzeleri, egilip-bükülmesi, cinsel câzibe açısından özelliği olan yönlerindendir.
Şimdi bir kadının sadece yüzü ve elleri açık olarak da olsa böyle bir mecliste oturduğunu düşünelim. Sesiyle ve davranışlarıyla mahremi olan erkeğin devamlı dikkatini çekecek ve sırf kalbinde de kalsa, şeytanla nefsin işbirliği yapmasına sebep olacaktır. Bu. yüzde bir ihtimalle de olsa onu, ileride nefsî arzulanın gerçelestirmenin planlarını yapmaya itecektir. Ya da ilk bakışta birşeyler düşünemediği yüzüne uzun zaman bakma imkânı bulunca, yine yüzde bir insan için de olsa kalbine bazı duygular uğrayıp uğrayıp geçecektir ve o takdirde yüz. Hanefîler için de avret olmuş olacaktır.
Böyle söyleyenleri kalbi pis olmakla suçlayanlar çıkabılir. Onlann da haklı tarafları vardır. Ancak herkesin kendileri gibi temiz kalpli olacağını düşünmek de hatadır.
Ancak avretini İslam`ın emrettiği şekilde örten, kadınsi konuşma ve gülümseyişlerine dikkat eden, normal bir ev elbisesi üzerine "cilbâb" sayılabilecek geniş ve süssüz başörtü gibi bir üslük atan kadının, fitne endişesi de yoksa, kocasıyla beraber olan misafirlerine edeple hizmet etmesinin câiz olduğu söylenmiştir.
Halvet, yani birbirlerinin mahremi olmayan bir kadınla bir erkeğin başbaşa kalmaları ise, haramlığı kesin olan daha kötü bir davranıştır. Peygamberimiz böyle zamanlarda üçüncü kişinin mutlaka şeytan olacağını söylemiş ve inananların bundan sakınmalarını emretmiştiir. (Tirmizî, radâ` 10, fitne 7; Müsnerl 1/18, 26 NI/339, 446. )
"Kayınbiraderler de mi Ey Allah`ın elçisi," diye soran sahabiye, "o zaten ötüm demektir!" cevabını vermiştir. (Tirmizî, radâ` 16; Dârimî, istizân 16; Müsned IV/149,153.) yanlarında başka erkek bulunmaksızın, bir erkeğin birden çok kadınla bir arada bulunmamasının da yasaklanan halvet türünden olduğunu söyleyenler vardır. (Kadızâde Efendi, Netâicül-efkâr N/122; Serahsî I/166.)
HAREMLİK SELÂMLIK HAKKINDA İLMÎ BİR ARAŞTIRMA
Kavramın Tarif ve Şumûlü
"Harem" kelimesi Arapça bir kelime olup, "kişinin özenle koruduğu ve ugrunda savaştığı şey"( el-Mu`cemül-vasît, (ha-ra-me) md.) demektir. "Harâm", "hürmet", "muhterem" ve "ihtiram" kelimeleriyle aynı köktendir. Bu türevlerinden de anlaşılacağı gibi kelimemizde "saygınlık", "saygın" "korunmaya ve savun maya değer" gibi anlamlar saklıdır. Bir hadîs-i şerîfte "Malı ugrunda öldürülen şehittir, canı ugrunda öldürülen şehittir, dini ugrunda öldürülen şehittir, ırzı ugrunda öldürülen de şehittir. "(Buhari, mezalım 33; Müslim, imhan 226; Tirmizi, diyyât 21) buyurulmuştur ki, bu hadîs bir bakıma Islâmda "özenle korunması gereken" değerleri saymaktadır. Kişinin "ırzı"da bu korunması gereken değerlerin önemlilerinden olmakla."harem" telakki edilmiş ve "kötü ellere", "kem gözlere" karşı titizlikle korunmuştur. "Hurmet" kelimesi de, saygınlığı çiğnenemeyecek zimmet, hak ve sohbet vb. manalara geldiği gibi, yine bu manayı taşıması itibari ile "kadın" anlamına da gelir.( el Mu`cemu`1-vasît agy.) "Harîm" kelimesi de aynı kökten olup yaklaşık manalar taşır.Bütün bu anlamlar göz önünde bulundurularak "harem", herkesin girmesine müsaade edilmeyen, saygıdeğer ve kutsal yer,( bk. Devellioğlu (harem) md.) diye tanımlanmıştır. Mukaddes Mekke ve Medine şehirlerini çevreleyen ve sınırları Hz. Peygamber tarafından çizilip "mü`min" olmayanların girmelerine müsaade edilmeyen bölgelerin her birine de "harem" adı verilir ve "Harem-i Mekke" (Mekke`nin kutsal bölgesi) ile "Harem-i Medîne"nin ikisine birden, iki kutsal bölge, anlamında "Haremeyn" tâbir edilir."Harem-i şerif", şerefli harem, anlamında olarak, hem Kâbe ile Hz. Peygamber Mescidi ve civar larına, hem de Devellioğlu`na göre, büyük islâm konaklarında bulunan kadınlar dairesine denir.(agy.) Ancak "Büyük Islâm Konakları" ifadesi pek yerinde görülmediğinden, onun yerine "Islâm öğretisine göre inşa edilmiş evler" denmesi daha isâbetli olduğu kanaatindeyiz.
Bu konuda Pakalın`ın tanımlaması daha güzeldir: "Harem, sarayla konakların ve evlerin kadınlara mahsus kısmına verilen addır. Bu yere "Harem Dairesi" de denilirdi. Erkeklerinkine ise "selâmlık" adı verilirdi. Harem; zevce mânasına da gelir. Arapça bir kelime olan Harem, girilmesi memnun olan yer, mukaddes ve muhterem olan şey demektir. Bundan dolayı ki, eskiden harem ve selâmlık diye ikiye ayrılan saray ve konakların girilmesi memnun olan harem kısmı, kadınların ikametine mahsustu." Türk Ansiklopedisi`nin "harem" maddesine yaptığı tarif ise daha da şumüllü ve efradını câmîdir: "Islâm toplum hayatında ve kadınların yabancı erkeklere karşı şer`an tarif edilmiş şekilde örtünme (tesettür) ye mecbur oldukları devrede, çatısının altında âileye mensup olmayan ve çeşitli hizmetler gören erkeklerin de yaşadığı, barındığı büyük evlerde, konaklarda ve saraylarda kadınlara mahsus olan daire... Sadece Harem denildiği gibi, Harem Dairesi de denilir; padısahlara mahsus köşklerde de, sahilsaray ve saraylardaki Harem dâireleri de Harem-i Hümâyun adm taşır"(Türk Ansiklopedisi (Harem) md.) Burada da "şer`an örtünmeye mecbur oldukları devrede" ifadesi hatâlıdır, zirâ Islâm gerçeğinin varolduğu her dönemde, inanan kadınların örtünmeye mecbur olacakları da bir vâkiadır.Anlaşılan "Harem" ve "Harem dâiresi" "selâmlik" la birleşerek Türkçe yapım eki olan -lik eki almış ve kadınların bulunduğu yeranlamında "Haremlik" haline gelmiştir. Buna göre, daha sonra Islâmî menşe ve kökenini araştırmaya çalışacağımız "Haremlik": Maddî imkânlarına bağlı olarak evlerini büyükçe yapabilen müslümanların, erkeklerin oturma mekânına mukabil, kadınlar için inşa ettikleri ve yabancı erkekler girmeksizin sadece kadınların bulunduğu, böylece de oturma ve sohbet sırasında üstbaşları tabiatıyla dağınık olacak kadınların "hicab" emrine uymuş olacakları ev bölmesi diye tanımlanabilir.
"Selâmlık" ise yine Arapça bir kelime olan "selâm"a, yine yapım eki olan Türkçe -lık takısı eklenerek yapılmış "selâm ve selâmlama yeri" anlamında bir terimdir. Ancak anlaşılan o ki, bunda "selâm" kelimesinin etimolojik anlamları olan "selâmet, esenlik, bariş, güven" gibi manalar gözetilmemiş, sadece bu manalarıda içine alan "selâmlama"dan hareketle "Haremlik"in mukabili mekâna "selâmlık" demiştir. Yani, "selâmlık" konaklarda erkeklere mahsus daireye verilen addır. Bunun yerine "Selâmlık Dâiresi" de kullanılırdı.."Selâmlık" tâbiri, konak sahibinin selâm ve arz-i ihtiram için gelenleri burada kabul etmesinden meydana gelmiştir. Konaklarda selamlıklar ayrı bir dâire halinde idi. Ev sahibi sabahleyin hâremden çıkar, işine gidinceye kadar misafirlerini burada kabul ettiği gibi, işinden döndükten sonra da yatma zamanına kadar yine burada oturup gelenlerle vakit geçirirdi. Orta hallilerin evlerindeki selâmlık dâireleri konaklardakilere nisbetle basit şekilde idi.(Pakalın, (selâmlık) md.) Bir başka ifade ile: "Büyük evler, konaklar ve saraylarda aile hizmetindeki yabancı erkeklerin (erkek asçılar, asçı yamakları, uşaklar, ayvazlar, kâhyalar, vekilharçlar, erkek çocuğu lalaları, kâtipler, arabacılar, kayıkçılar, seyisler, bahçıvanlar, efendi tarafından himaye altına alınmış genç erkekler, âileye intisap etmiş şeyhler, dervişler, bulûg çağını idrak etmiş köleler, günlük misafirler, gece yatışı misafirleri, diyar garibi misafirler) bulunduğu, yaşadığı kısma da selâmlık denilmiştir."(Türk Ansiklopedisi (TA) (Harem) md.)"Haremlikle selâmlık arasındaki bağlantı kısmına "Mabeyn" (arayer, arabölme) ismi verilirdi... Büyük mutfak selâmlıkta bulunurdu, fakat ekseriye Haremlik`in de ayrı mutfağı olurdu...
Konak ve saraylarda Haremlikle Selâmlıkta mutlaka iki hamam bulunurdu, büyük evlerde haremlikte mutlaka bir hamam yapılır, selâmlık halkı için civardaki bir çarsı hamamından faydalanırlardı. Uşaklardan biri külhancılık hizmeti görürdü. Binada hamam külhanları selâmlıkta olurdu. Harem lik`in ve selamlığın bahçeleri de ayrı olurdu..."(agk.)
HAREMLİK VE SELÂMLIK`IN MENŞEİ
Önce konumuzla çok yakından ilgili bir âyet-i kerime ve bazı hadisleri ele alacak, sonra da "Haremlik-Selâmlık" ın tarihi seyrine kısaca temas etmeye çalışacağız.
Söz konusu âyet-i kerîme Rasûlüllah`ın Zeynep`le evlendiklerinde verdikleri ziyafet sırasında bazı sahâbîlerin oturma ve sohbeti sıkıntı verecek biçimde uzatmaları üzerine; onları ikaz için gelmiş bir âyet-i Kerimedir: "Ey mü`minler, size yemek için izin verilmeden ve vaktine de bakmaksızın Peygamberin hücrelerine girmeyin, ancak çağırılırsanız girin, yemeği yiyince de dağılıverin. Söz ve sohbet için de girmeyin. Gerçekte bu, peygambere eziyet vermekte ve o da sizden sıkılmaktadır; oysa Allah hak`tan sıkılmaz. Onlardan (peygamberin eşlerinden) bir şey isteyeceğiniz zaman, perde (hicap) arkasından isteyin. Bu sizin kalpleriniz için de, onların kalpleri için de dâha temizdir..."(K. Ahzab (33) 53)
Buhâri`nin naklettiği habere göre, Ömer b. Hattâb`in : "Ey Allah`ın Rasulü, senin yanına iyiler de giriyor kötüler de Mü`minlerin annelerine "hicâb" emretseniz nasıl olur?" demesi üzerine bu âyet-i kerime indirildi.(Buhari, tefsir (Ahzâb) Enes b. Mâlik`in anlattığına göre: "Düğün yemeğine gelenler dağıldıktan sonra geldim ve "Ey Allah`ın Rasulü, gittiler." dedim. Hemen kalkıp odasına girdi. Ben de girmek üzere kalktım ama, önüme perde (hicap) çekiverdi de bu âyet indirildi."(Buhari, agy; Ibn Kesir VI/441) Kurtubi`nin ifadesine göre, söz konusu âyetin "nüzul sebebi" ile ilgili en sağlam rivâyetler bu ikisidir.(bk, Kurtubi, XIV/224) Âyette geçen "hicâb" kelimesi konumuz açısından anahtar kelimedir ve "Haremlik ve Selâmlık"ın anlaşılabilmesi için se mantık yönünden bu kavram üzerinde durmak gerekir:
"Hicâb": Örtü, perde. "Hicablanmış kadın": Bir örtü ile perdelenen kadın. "Hicâbul-cevf`: Göğsü karından ayıran zar, diyafram. "Hicâb" : Kendisi ile gizlenilen her şey. Buna göre iki şeyi birbirinden ayıran her engel "hicâb" dır. Bir şeye mâni olan her şey onu "hicâblamış" demektir. Erkek kardeşlerin anneyi mirastan "hacb" etmesi de buradandır.(Ibn Manzûr, Lisânii`1-Arab (Hacb) md.) "Hacb" ve "Hicâb", ulaşmayı, kavuşmayı engellemektir. Vahyin geliş biçimlerini anlatan âyette "ya da hicâb arkasından (getir)"(K. Sura (42) 51) denir ki, konuşuların görülmeyeceği bir yerden demektir.( Ragib el-Isfehânî, el-Müfredât 108.) "Hacb" setr ve nihân eylemek, "Hicâb" isim olur, kendisiyle setr olacak perdeye denir."(Asim Efendi, Kâmûs, (hacb) md.) Ayrıca hadîslerde Güneşi perdeleyen ufuk, müşrik olarak çıktığı için mağfirete engel olan can, öbür âleme muttalî olmayı önleyen ölüm... gibi manalarda kullanıldığına bakılırsa(Ibnül-Esîr, en-Nihâye, I/340)"Hicâb" ın elbise gibi insana bitişik birşey olmadığı, insandan ayrı ve onun görülmesine tamamen engel olan bir hâil olduğu anlaşılır."Hicâb" a gerçi bazı müfessirler "setr", "tesettür" anlamı vermiş ve onu kadının örtünmesi karşılığında kullanmışlardır, ancak bu, kavramın ilk dönemlerdeki manası değildir.(krs. M. Mutahhari, Islâmda Tesettür 68-69) Sanıyorum buna gerek de yoktur. Çünkü kadının her yönüyle tesettürünü anlatan başka âyet-i kerimeler vardır (bk. K. Nûr (24) 31, 60; Ahzâb (33) 59) ve bunun da aynı anlamda algılanması tekrar demek olur. Zaten "setr" ve "tesettür" manasına gelmiş olsaydı, o takdirde kök anlamı (etimolojisi) gereği kadının tamamen örtünmesini, yani yüzüne de peçe kullanmasını farz kılmış olurdu. Gerçi kadının baştan ayağa avret olduğunu, yüzünü dahî kapatması, yani peçe kullanması gerektiğini söyleyen pek çok tefsirci ve fıkıhçı vardır ve bu konudaki delilleri de aksini söyleyenlere göre oldukça güçlüdür; ancak onlâr bu görüşe bu âyetle varmış değil, sadece bu âyeti de o görüşlerine destek olarak kullanmışlardır. Imdi, kadının yüzünün ve ellerinin, hattâ bazılanna göre ayaklarının avret olmadığını söyleyen hatırı sayılır sayıda fıkıhçı bulunduğuna göre, onlar bu âyeti "tesettür" ve "peçe" anlamında görmemişler demektir. Yani "hicâb" kadının bizzat üzerinde olup görülmesine mâni bir perde değil demektir.
Sözkonusu âyeti ve nüzul sebebini anlatan hadîsleri tekrar gözden geçirirsek, konumuzla ilgili olarak su noktalar dikkatimizi çeker: Hz. Peygamberin "beytlerine", yani geceleme yerleri olan odalarına çagrılmadan girmemelidirler. Onun zevcelerinden bir şey isterlerse "hicâb" (perde) arkasından istemelidirler(Hz. Peygamberin zevcelerinden istenecek "metâ" dört şeyle izah edilmiştir: Âriyet (yani ödünç gereçler), herhangi bir hâcet, fetvâ ve Kur`an sahifeleri, (Ibnü`1-Arabî, Ahkâmü`1-Kur`an NI/158) Rasulüllah`ın yanına iyi-kötü, herkes girip çıkmaktadır. Enes b. Mâlik içeri girmek isteyince önüne perde çekılmıştir...
Dikkat edilirse bütün bunlar, ev içi düzeniyle ilgili hususlardır. Yani: Kadının evdeki kiyafeti elbette dışardaki gibi değildir. Genellikle yabancı erkeklere görünemeyecek üst-başla dolaşır. O halde eve gelen yabancı erkeklerle evin kadın arasında bir engel (hicab, perde vb.) bulunmalı ve erkekler kadınlardan bir hacet isteyeceklerse bu engelin arkasından istemelidirler. Tabiatiyla bu tür bir hâcet perde arkasından isteniyor ve ihtiyaç halinde dahî bir araya gelinemiyorsa, ihtiyacın olmadığı zamanlarda kadınların yabancı erkeklerle, ev içi oturmaları tarzında bir arada olmaları bu âyetin isteğine aykırı olmuş olur. "Cilbâb", yani dış tesettürüne riâyet eden bir kadının, "halvet" olmamak kaydıyla, yabancı erkeklerin de bulunduğu mekânlara girmesinin câiz olmasıyla bu, farklı farklı şeyler olmalıdır. Tamamen yabancı bir edâ ile, geçici olarak bir arada bulunmakla, ev içi sohbetleri ve beraber oturmalar arasında elbette farklar bulunmalıdır. Çünkü sohbet ülfeti, ülfet de ilgiyi kolaylaştırır. Bu yüzden olmalıdır ki, Islâm`da komşunun hanımı ile zinâ, diğerlerinden çok daha büyük görülmüş, kayınlar gibi yakın-yabancıyla halvet "ölüm" sayılmıştır.Elmalılı, âyetin tefsirine çok kısa değinmiş olmakla beraber meseleyi bizim vaz`ettiğimiz biçimde açıklamıştır: "Artık onlara bir hicab: yani görülmelerine mani bir perde, bir siper arkasından sorun. Bundan böyle Harem farz kılınmıştır ki, o zamana kadar Arapta âdet değil idi".( Elmalıli Hamdi Yazır, VI/3921) Bedîüzzaman da aynı görüştedir Ayet-i kerime muktezâsınca irhâ-yı hicâb ile emrolundu ki , harem ile selâmlığı ayırmak demektir. (bk. Yeni Ansiklopedi "Tesettür" md.)
Peki bu hüküm ya da uygulama sadece Rasulüllah`ın (s.a.s.) zevcelerine mi hastır yoksa bütün mü`min kadınlar için de istenmiş midir? Bu hükmün sadece Rasulüllah`ın (s.a.s.) zevcelerine has olduğunu söyleyenler yok değildir. Ancak adı geçen âyette böyle bir tahsîs, işaretle dahî olsa, yoktur. Hattâ hangi Ayette Rasulüllah`ın zevceleri zikredilerek bir hüküm bildirilmişse, o hüküm diğer bütün mü`min kadınlar için de geçerlidir. Bundan sadece onun zevcelerinin kendisinden sonra hiç kimse tarafından nikâhlanamayacağı hükmünü istisna edebiliriz ki, bunun da sebebi açıklanmıştır "Onun zevceleri mü`minlerin anneleridirler." (K. Ahzâb (33) Nitekim Kurtubî: "Bu hükme bütün kadınlar dahildirler.( Kurtubî, XIV/27) derken Cessâs da : "Bu hüküm her ne kadar özellikle Rasulüllah ve onun zevceleri hakkında inmişse de, manası onlara da başkalarına da şâmildir. Çünkü biz Allah`ın (c.c.) sadece ona has kıldıkları dışında Rasulüllah`a uymak ve onu örnek edinmekle memuruz". demiştir.(Cessâs, V/249)
HÂRİCÎLİK (HÂRİCİYE, HAVÂRİC)
Hz. Ali döneminde ortaya çıkan siyasî ve itikadî mezhep. Mezhebe Hâricı"lik adının verilmesi konusunda çok çeşitli yorumlar yapılır. Mezhepler tarihçilerince en çok kabul gören yoruma göre, mezhep üyeleri, ümmetin başındaki hak imam olan Hz. Ali`ye karşı çıkarak itâattan ayrıldıkları için Havâric (Hâriciler) olarak anılmış, mezheblerine de Hâricilik adı verilmiştir. Kendi ifadelerine göre ise, Allah yolunda huruc etmelerinden dolayı hâricîler adını almışlardır.
Hâricîler başka adlar ve lâkablarla da anılmış, tanınmışlardır. Sözgelimi Hz. Ali`nin ordusundan ayrıldıklarında ilk toplandıkları yer olan Harûra`nın adına izafetle Harûrîler (Harûrîye); Allah`tan başka kimsenin hüküm verme yetkisine sahip olmadığı gerekçesiyle hakem olayına karşı çıktıkları için el-Muhakkime adıyla anılmışlardır. Kendilerinin ençok hoşlanarak kullandıkları isim ise Şürât`tır. Satın alıcı anlamındaki Şârî`nin çoğulu olan Şürât`ı kendini Allah`a verenler, satanlar anlamında kullanıyorlardı. Hâricîler iman sorununa yanlış bir usulle yaklaşarak bu konuda kimlerin kâfir olduğunu tartıştılar. Hakem olayında hakemlik yapanları ve taraflarını kafir ilan ettiler. Cemel Vak`ası`na karışanları ve taraftarlarını lânetlediler. Adâletsiz hükümdara karşı isyanı bütün mü`minlere farı kabul ettiler. Büyük günâhlar işleyen (mürtekîbü`l-kebâir) herkesi kâfir ilân ettiler (el-Bağdâdî, el-Fark beyne`l-Firâk, s. 55).
Hâricîler, Hz. Ali ile Şam valisi Hz. Muâviye arasında yapılan Sıffin savaşında, sorunun çözümü için tarafların birer hakem atamaları üzerine ortaya çıktılar. Onlara göre Allah`tan başka kimsenin herhangi bir konuda hüküm verme yetkisi yoktur. (lâ hukme illâ lillâh). Böyle bir yetkiyi kabul edenler kâfir olurlar. Sorunu hakemler aracılığı ile çözmeyi kabul ettiği için Hz. Ali de kâfir olmuştur. Kâfir olduğuna inandıkları Hz. Ali`den ayrılmanın farz olduğu düşüncesiyle Hâricîler, gizlice ordudan ayrılarak Harûra`da toplandılar. Bu huruc (çıkış) hareketi ile İslâm tarihindeki ilk siyasî parçalanma gerçekleşti. Harûra`dan sonra Nehrevân`da üslenen bu grup, İslâm tarihinin en katı, en savaşçıl partisini oluşturdu (Ahmet Emin, Duha`l-İslâm, III, 5).
İşin ilginç yanı, Kur`ân`ı mızraklarının ucuna takarak Hz. Ali ve ordusunu kitab`ın hükmüne çağıranlar, bunu düpedüz yenilgiden kurtulmak amacıyla bir hile olarak yapmışladı ve ilk başta buna aldanarak savaşı durdurması ve isteklerini kabul etmesi için Hz. Ali`yi zorlayanlar, hattâ tehdit edenler, sonradan hurûc edenlerle aynı insanlardı. Savaşı kendileri durdurmuş, Hz. Ali adına, onun hiç istemediği bir kişiyi hakem atamışlar, sonra da bütün bunlardan dolayı Hz. Ali ve ona uyanları kâfir ilân ederek ayrılmışlardı. Bu durum, en bağnaz düşmanlarınca bile teslim edilen doğruluk ve samimiyetleri konusunda şüphe uyandırdıktan başka, hareketin kökeninde sadece inanç farkının yatmadığını da düşündürmektedir.
Mezhepler tarihçileri, Hâricîlerin ortaya çıkışını ünlü hakem olayına bağlamakla birlikte başka nedenlerin varlığından ve etkisinden de sözetmektedirler. Bunların en önemlileri şöyle özetlenebilir:
1. Hâricîlik hareketi, kurra diye bilinen son derece dindar ve bilgili bir kesimin öncülük ettiği bir düşünceyi temsil etmektedir. Bu kesim siyas"ı çalkantılardan ve toplumsal dengesizlikten rahatsız olmakta, İslâm`ın ilk yıllarındaki ideal toplumun özlemini duymaktadırlar. Hâricîlik hareketi, bu idealist grubun özlemlerini gerçekleştirme girişimidir.
2. Hâricîliğin ortaya çıkmasındaki önemli bir neden, merkezî yönetime karşı süregelen geleneksel direniş psikolojisidir. Buna, câhiliye döneminin zihin yapısını karakterize eden bireysel bağımsızlık eğiliminin de önemli bir etkisi olduğu eklenebilir.
3. Hâricîlik hareketinde, çeşitli Arap kabîleleri arasında eskiden beri süregelen kavmiyet psikolojisi ile babadan oğula geçen savaş ruhu da önemli ölçüde kendisini göstermektedir.
4. Hâricîlerin ortaya çıkmalarına yol açan nedenlerden biri de, bu kişilerin aşırı Şii fırkalardan olan Sebeiyye ile olan bağlantılarıdır. Hz. Osman`ın şehid edilmesiyle sonuçlanan isyan hareketleri sebeiyye tarafından başlatılmış ve yürütülmüştü. Hâricîler ve önderleri de bu hareketler içinde yeralmışlardı. Hâricîler, Hz. Osman`ın şehîd edilmesi sorumluluğuna katılıyorlar, hattâ bununla övünüyorlardı. Haremlerin bir anlaşma sağlamaları durumunda hiç şüphesiz bundan en çok zarar görecekler Hâricîler olacaklardı. bu riedenle Hz. Ali`yi terkederek bu yoldaki muhtemel bir gelişmenin etkilerinden kendilerini kurtarmak istemişlerdi.
Hz. Ali`den ayrılarak önce Harûra`da, daha sonra Nehrevân`da toplanan ve Abdullah b. Vehb er-Râsibî el-Ezdî`yi kendilerine halife seçen Hâricîler, kısa zamanda tam bir terör havası estirmeye başladılar. Görüşlerine katılmayan, önderlerini halife olarak tanımayan, Ali ve Osman`ı kâfir ilân edip lânetlemeyen her müslümanı kâfir sayıyor, acımasızca öldürüyorlardı. Başlangıçta sayıları on iki bin kadardı. Hz. Ali`nin çeşitli girişimleri sonucunda büyük bir bölümü isyandan vazgeçerek Ali saflarına katılmış, geride yalnız dört bin kişi kalmıştı. Bunların bütün uyarılara rağmen eylemlerini sürdürmeleri, Hz. Ali`nin ordusuyla üzerlerine gelmesine neden oldu. Nehrevân`da, Hz. Ali`nin ordusuyla Hâriciler arasında yapılan savaş, güçler arasındaki dengesizlik nedeniyle Hâricîler için tam bir felâketle sonuçlandı. Bazı rivâyetler bu savaştan ancak sekiz-on Hâricînin kurtulabildiğini belirtir. Bu büyük hezimetten sonra hayatta kalabilen Hâricîlerin her birinin başka bir yere kaçtıkları ve çok sayıda hâricî kollar oluşturdukları söylenir.
Nehrevân bozgunu Hâriciler üzerinde silinmez bir etki bırakmış, onlar için Allah yolunda ölmenin, şehâdetin bir simgesi hâline gelmiştir. Bu olaydan sonra hâricileri yönlendiren en önemli duygu, intikam duygusu olmuş ve bu, bir türlü tatmin edilememiştir. Hz. Ali bir Hâricî tarafından şehîd edilmiş; Hâricîler, Emevîler ve Abbasîler döneminde de sayısız isyan hareketiyle varlıklarını sürdürmüşlerdir (Taberî, Tarih, VI, 29 vd).
Hâricîlerin büyük çoğunluğunu bedevî çöl Arapları oluşturuyordu. Yaşama şartları ve biçimleri, çoğu yoksul olan bu insanları sertliğe, şiddete ve kabalığa sürüklemişti. Taşkın bir ruha, atılgan bir mizaca sahiptiler. İslâm`a samimiyetle inanmışlardı ancak ufukları dar, düşünceleri yüzeyseldi. Onlar için hareket her zaman bilgiden önce geliyordu. Bu nedenle inançlarındaki samimiyet onları bağnazlığa, katılığa, hoşgörüsüzlüğe götürmüştü. Kendilerini bilgi değil, bir din hâline getirdikleri slogan ve heyecanları yönlendiriyor, muhâlif olma düşüncesi gerçeğe ulaşmalarını engelliyordu. Kur`ân`ı çok okuyor, zâhir anlamına sarılıyor, kendi anladıklarının dışında başka bir anlam tanımıyorlardı. Kendilerinin haklılık ve doğruluğundan öylesine emindiler ki, her an ölmeye, kendilerini fedâ etmeye hazırdılar. Hiçbir önemli neden olmadan tehlikelere atılmaktan sakınmıyorlardı. Kendileri gibi düşünmeyen bütün insanları kâfir sayıyor, öldürülmeleri gerektiğine inanıyor ve bu yolda son derece acımasız davranıyorlardı. Başlangıçta tek bir slogan (lâ hukme illâ lillâh) etrafında toplanan Hâricîler, Nehrevân olayından sonra çeşitli kişileri önder tanı(Zeker) kollara ayrıldılar ve kendilerine özgü kimi inanç ve düşünce ilkeleri belirlediler. Bu kollar arasında, aynı kökten geldiklerinden şüpheye düşürecek kadar derin görüş ayrılıkları görülür. Muhâlif tavırları ve savaşçılıkları bir yana, düşünce ve inanç açısından paylaştıkları görüşler son derece azdır. Mezhepler tarihçilerinden Ka`bî ve Şehristânî`ye göre bütün Hâricîler yalnızca şu üç noktada görüş birliği içindedirler.
1. Hz. Ali ve Hz. Osman`ı, hakemler Amr b. el-Âs ve Ebû Musa el-Eş`arî`yi, Cemel savaşına katılan Hz. Âişe, Talha ve Zûbeyir`i hakemlerin hükmüne razı olan herkesi kâfir kabul etmek.
2. Büyük günâh işleyen kimseyi cehennemde ebedî olarak kalacak kâfirlerden saymak.
3. Zâlim devlet başkanına karşı isyanı farz kabul etmek. Bunlara göre ayrıca devtet başkanının Kureyş`ten olması gerekli değildir. Hür seçimle işbaşına gelmesi şartıyla herkes İmam olabilir. Hattâ zulme saptığında görevden alınması daha kolay olacağı için İmam`ın Kureyş`ten olmaması daha iyidir. Seçimle başa geçirilen kişi doğru yoldan saparsa görevden alınması, hattâ öldürülmesi farz olur.
Eş`arî ve Bağdâdî`ye göre hâricîler yukarıda sıralanan maddelerden yalnızca birinci ile üçürıcüde sözbirliği içindedirler. İsferâyînî ve Razi`ye göre ise, yalnız birinci ve ikinci maddede ittifak edebilmektedirler. Bu bilginlere göre Hâricîler yalnız büyük günâh işleyenleri değil, küçük günâh işleyenleri, hattâ bir hata yapanları bile kâfir saymaktadırlar.
Muhakkime-i Ulâ da denilen ilk Hâricîlerden sonra Hâricîlik çok sayıda kola ayrıldı. Bunlar içinde en önemlileri, kendilerinden de birçok kollara aynlan Ezânka, Necâdât, Sufriyye, Acâride, İbâdiyye ve Şebibiye`dir.
Ezârika, Ebû Râşid Nâfi b. el-Ezrâk`ı İmam tanıyan Hâricîlerin oluşturduğu koldur. el-Ezrâk, taraftarlarıyla birlikte 64/683 yılında Basra`da isyan etti, Ehvâz`da Basra valisinin kuvvetleriyle savaşırken öldürüldü (ö. 65/684). Ezârika`nın görûşleri şöyle özetlenebilir: Hz. Ali, Hz. Osman, Hz. Âişe, Hz. Talha, Hz. Zübeyir, Hz. Abdullah b. Abbâs ve bunlarla birlikte hareket edenlerin tümü kâfirdir ve cehenemde ebedî kalacaklardır. Savaşlarda kendilerine katılmayarak bir kenarda oturmayı seçenler de kâfirdir. Hem bunlar, hem de kadın ve çocuklarının öldürülmesi mübahtır. Zinâ suçunun cezası kırbaçtır, recm uygulamak yanlıştır. Müşriklerin çocukları da babaları ile birlikte cehennemde ebedî olarak kalacaklardır. Takiyye hiçbir şekilde câiz değildir. Büyük günâh işleyen kimse İslâm`dan çıkmıştır. İmam`ın emrine itâat, emri ister haklı, ister haksız olsun, farzdır. İmamın emrine karşı gelen kâfir olur ve öldürülmesi gerekir.
Necedât, Necde b. Âmir el-Hanefiyye`yi İmam tanıyan Hâricîlik koludur. Necde, Yemâme`de isyan etti. Yemen, Hadramût ve Taif`i istilâ etti. Kendisi ve taraftarları Haccac tarafından öldürüldü (ö. 69/688). Necedât`a göre din iki bölümdür. Birincisi, Allah`ı, Peygamber`i, müslümanların (yani kendilerinin) kanlarının haram olduğunu ve Allah katından gelen şeylerin tümünü bilmektir. Bunları bilmek farzdır, bilmemek özür sayılmaz. İkincisi ise bu sayılanların dışında kalan hususlardır. İnsanlar, haram ve helâl olan hususlarda kendilerine delil gösterilene kadar bilgisizliklerinden dolayı mazurdurlar. Kendileriyle anlaşma yapılan kişilerin kan ve malları helâldir. Küçük, zararsız bir yalan söyleyip bu yalanında ısrar eden kişi müşriktir. Buna karşılık zinâ eden, içki içen, hırsızlık yapan fakat bu hareketinde ısrar etmeyen kimse müşrik değildir. Can korkusu varsa takiyye câizdir. İnsanların başında bir imam`ın bulunması şart değildir.
Sufriyye Ziyâd b. el-Asfar`a uyanların oluşturdukları koldur. Buna Ziya`diyye de denir. Sufriyye`ye göre kendileriyle birlikte isyan ettikleri halde savaşa katılmayanlar, inançları kendilerininkine uyuyorsa, tekfir edilmez. Zinâ eden recmedilir. Müşriklerin çocukları cehennemlik değildir. Takiyye, amelde değil, ancak sözde câizdir. Zinâ, içki ve iftira gibi dünyada cezayı gerektiren fiilleri işleyenlere kâfir ya da müşrik denilemez. Fakat bu dünyada cezası olmayan namazı terk gibi büyük günâhları işleyenler kâfirdir. Birisi şeytana uymak, diğeri putlara tapınmak olmak üzere iki çeşit şirk vardır. Küfür de, birisi nimeti inkâr, diğeri Allah`ı inkâr olmak üzere iki çeşittir. Berâet de ikiye ayrılır; birisi, sünnet olan, haddi gerektiren fiilleri işleyenlerden uzaklaşmak; diğeri de farz olan ve Allah`ı inkâr edenlerden uzaklaşmak.
Acâride, Abdulkerim b. Acred`e uyanların oluşturduğu Hâricîlik koludur. Kurucusu hakkında hemen hiçbir şey bilinmeyen bu kolun başlıca görüşleri şunlardır: Yûsuf sûresi Kur`ân`dan değil, yalnızca bir kıssadır. Böyle bir aşk kıssasının Kur`ân`da yer alması câiz değildir. Büyük günâh işleyenler dinden çıkmışlardır. Savaşa katılmayanlar, aynı inancı paylaşıyorlarsa düşman sayılmazlar. Acâride kolu, kendi içinde Hazımiyye, Şu`aybiyye, Halfiyye, Ma`lûmiyye, Mechuliyye, Saltıyye, Hamziyye ve Sa`lebiyye olmak üzere sekiz kola ayrıldı. Sa`lebiyye`den de Ma`bediyye, Ahnesiyye, Şeybaniyye, Rûşeydiyye, Mukremiyye adlarıyla anılan kollar sürdü.
İbâdiye, Abdullah b. İbâd tarafından kurulan Haricilik koludur. Günümüze kadar varlığını sürdüren tek Hâricîlik kolu budur. Haliç ülkelerinden Umman sultanlığı ve Zengibar`da resmî mezheb durumundadır. Bu kola göre kendi görüşlerini paylaşmayanlar kâfirdir. Ama bunlarla evlilik ilişkisi kurulabilir, mirasları helâldir. Bu kimselerle savaşıldığı zaman ele geçirilen ganimetler helâl, kalanları haramdır. Muhâliflerin şâhitliği câizdir. Büyük günâh işleyenler mü`min değildirler. Müşriklerin çocuklarını ne olacağım yalnız Allah bilir. İntikam amacıyla işkence câizdir. Nifak çıkaran kimse müşrik değildir. İbâdiyye`nin Hafsıyye, Harisiyye ve Beyhesiyye adlarıyla anılan üç kolu vardır (bk. E. Ruhi Fığlalı, İbadiyenin Doğuşu ve Görüşleri, s. 53).
Şebibiyye, Şebib b. Yezid eş-Şeybâni`ye uyanların oluşturduğu koldur. Abdulmelik b. Mervan zamanında huruç eden Şebib, Haccac ve Abdulmelik tarafından üzerine gönderilen yirmi ayrı askerî birliği bozguna uğrattı. Sonunda Kûfe`yi bastı. Mescide giderek orada bulunanları öldürdü. Ancak sabahleyin toplanan Haccac`ın askerlerince kaçmak zorunda bırakıldı. Şebib, Duceyl (Küçük Dicle) ırmağı üzerindeki asma köprüden geçerken, Haccac`ın askerlerinin köprüden iplerini kesmesi üzerine ırmağa düşerek boğuldu. Şebib, kişisel isteklerinin yerine getirilmemesi üzerine isyan ettiği için düşünce ve inançları konusunda bilgi yoktur. Fakat kendisinin ve taraftarlarının Hâricîliğin genel inançlarını benimsediği bilinmektedir.
Hâricîler "Allah`ın vahyettiği ile hükmetleyenler kâfirdirler" (el-Mâide, 5/47) âyetini "Lâ hukme illâ lillâh" (Allah`tan başka kimse hükmedici değildir) şeklinde formüle ediyorlardı. Akîdelerini de mâsum mü`minleri kılıçlarıyla katlederek tatbike geçtiler ve öldürülünceye kadar öldürmeye doymadılar (el-Malatî et-Tenbîh, Neşr. İzzet el-Attar el-Hüseynî, s. 51).
Hâricîler Allah`ın sıfatlarında teşbihe karşıdırlar. Kur`ân`ın mahluk olduğunu, çünkü yalnızca Allah`ın Kadîm olduğunu ifade ederler. İmâmet hakkında imamların Kureyş`ten olmasına karşıdırlar. Son derece sert ve acımasız bir adâlet görüşüne sahiptirler. Emr-i bi`l-ma`ruf ve nehy-i ani`lmünker ilkesini şiddet yoluyla müslümanlara tatbik etmişlerdir. Hâricîler bu görüşleriyle Mu`tezile`ye tesir etmişlerdir.
Bazı görüşlerinde Kur`ân ve Sünnet`e dayandıklarından ehl-i sünnet`e uygun görüşleri de vardır. Ancak ehl-i sünnet`le temel de ters düştükleri meseleler de vardır. Allah`ın hem dünyada hem âhirette görülemeyeceği, haktan ayrılan imamı azletmek için isyan etme, ehl-i kıbleyi tekfir, İslâm`ın imandan olduğu, Kur`ân`ın yaratılmış olması, Hz. Peygamber`in günahkârlara şefâatini red, büyük günâh işleyenin ebedî cehennemde kalacağı gibi görüşleriyle ehl-i sünnet`e karşı çıkmışlardır.
HAŞR SURESİNİN SON AYETLERİNİ OKUMAK
Sabah ve akşam namazlarından sonra çeşitli "Eûzü"lerle "Lev-enzelnâ" okunuyor. Her yerde de ayrı uygulanıyor. Bunun aslı var mıdır, doğrusu nasıldır?
Bu konuda kitaplarımızda bulunan çeşitli rivayetlere baktığımızda şu hadis-i şerife benzer çeşitli hadislerin olduğunu görürüz. "Malik b. Yesâr`dan rivayet edildiğine göre Rasûlüllah (sav) şöyle buyurmuştur: Kim sabahleyin üç defa "euzubillahis-Semî`il-Alîmi mines-şeytanirracım" der, sonra Haşr suresi`nin sonundaki üç ayeti okursa Allah kendisine yetmiş bin melek vekil kılar, bunlar akşama kadar o kişiye dua ve istigfar ederler. Eğer o gün vefat ederse şehid olarak ölür. Bunu akşamleyin okuyan da aynı derecededir" (Tirmizî, Fedâilü`l-Kur`ân, 22; Müsned, V/26; Ayrıca Darimî, Beyhakî ve Taberani`de rivayet etmişlerdir. bk. Ibn Kesîr, IV/537; Tuhfetü`1-Ahvezi, VNI/240; Fethu`1-Beyân, IX/363).
Rivayetlerin çoğunda son üç ayetten bahsedilmekle beraber, "Levenzelnâ`dan aşağısı" diyen rivayetler de vardır (bk. Kurtubî, XVNI/1). Bazı rivayetlerde de sadece "Haşr sûresinin sonu" denir ve ayet sayısı bildirilmez (bk. Kurtubî, XVNI/1). "Ism-i A`zam" Haşr Sûresinin son altı ayetindedir," rivayeti de vardır (bk. Kurtubî, XVNI/49; Fethu`1-Beyân, IX/368 (Ibn Adıy, Ibn Merdüye, Hatip Bagdâdî, Beyhakî (Su`abu`1-Iman) rivayet etmişlerdir). Ama bu, sabah-akşam okunmasıyla alâkalı değildir. Yine "on defa e`uzü çekerek." diyen rivayet de vardır (Suyûti, Ed-Dürrü l-Mensûr, VNI/123; Alûsî, XXVNI/64). Dikkat çeken bir nokta da, bu ayetlerin sabah ve akşam namazlarını müteakip okunacağına dair bir açıklığın bulunmamasıdır. Sabah ve akşam denmiş ama sabah ve akşamın neresinde okunacağı söylenmemiştir. Bunun sabah ve akşam namazlarının bitiminden sonraya alınması, alimlerimizce belli bir yer tesbitiyle düzenli okunmalarını sağlamak için olmalıdır.
Bütün bu rivayetlerden çıkacak sonuç sudur: Rivayetler çok sahih olmamakla beraber sabah ve akşamleyin, tercihen namazların bitiminde, üç defa "Euzü billahi`s-semî`il-Alimi mine`ş-şeytânirracîm..." diyerek "Lev-enzelnâ"dan aşağı dört ayeti (iki rivayetin arasını bulmuş olarak) okumak müstehaptır. Bu "Eûzü"nün değiştirilip, "Merdûdil-mekhûril-la`înirracîm" gibi ilaveler yapılması, ya da ayetlerin sonuna başka sûrelerden ayetler katılması doğru değildir.
HASTA BİR KADININ ERKEK DOKTOR VEYA HASTA ERKEĞİN KADIN DOKTORA MUAYENE OLMASI CAİZ MİDİR?
Hasta bir kadın, muayene, tedavi ve ameliyat gibi şeylere muhtaç olabilir. Ancak kadın, hasta olduğunda ehliyetli bir kadın doktor varsa ona yaptırır. Aksi takdirde erkeğe gitmesi günah ve vebaldir. Kezalık bir erkek hasta olursa, ehliyetli erkek bir dokor varsa ona gitmeye mecburdur. Yoksa bir kadın doktora gidebilir (Beda`iü's-Senai).
HASTA NAMAZI
Sıhhatini kaybeden bir müslümanın namazın tüm şartlarını yerine getirme imkânı olmadığı durumlarda yüce Allah bazı kolaylıklar göstermiş ve namazı "imkânı elverdiği" şekilde kılmasına izin vermiştir. Hasta müslümanın tüm rükünlerini yerine getirmeyerek kıldığı bu namaza hasta namazı adı verilir.
İslâm`daki ibâdetlerin amacı insanı zora koşmak olmadığı için ibâdetler katı şekilci kurallarla çevrili değildir. En önemli ibâdet olan namaz, günde beş defa müslümanlara farz kılınmıştır; ancak namazın amacı Allah`ı sürekli olarak hatırlamak, günde beş kez O`nun huzuruna çıkıp iki namaz arasında yaptıklarının muhâsebesini yapma fırsatını ona vermektir. Bu şekilde günde beş kez Allah`ın huzuruna çıkan bir müslüman kötülük duygusunu kalbinden atıp onun yerine Allah korkusu ve sevgisini yerleştirir. Namazın amacı bu olunca, yani insanları kendi rızalarıyla Allah`ın gözetimine sokmak olunca sıhhatli ya da sıhhatsiz olması bunu yapmaya, yani Allah`ın huzurunda boyun eğmeye engel değildir. O halde hasta olan bir müslüman bu görevini gücünün yettiği şekilde yerine getirir. Bunun bazı kuralları vardır: Namazda; farzlar, sünnetler, müstehablar vardır.
"Sıhhatli müslüman tüm bunları dosdoğru yerine getirerek namaz kılar. Allah, "namazı dosdoğru kılın" emrini şekil açısından, sadece sıhhatli olanlara farz kılmıştır. Hasta olanlar ise görünen şekil yönünün dışında kalben, ruhen ve tüm düşüncesiyle "dosdoğru kılmak" zorundadır. Ona gösterilen kolaylık yapacağı hareketler yönündendir.
Hastalığı eğer ayakta duramayacak kadar şiddetliyse ve ayakta durması hastalığı arttıracaksa oturarak; oturarak kılınamayacaksa, yattığı yerde; hareket edemeyecek durumdaysa baş ile başını dahi oynatamıyorsa göz hareketiyle, bu da olmuyorsa düşünceyi yoğunlaştırarak namaz kılınır. Ama hiçbir zaman terkedilmez.
Temel ölçü yapılabileceğinin en son şeklini yapmaktır. Örneğin bir yere yaslanarak kılabilecekken yatarak kılmak nefsin kontrolüne girmenin göstergesidir ki bu yanlıştır.
Namazın diğer bir farzı olan okuyuşlarda da durum böyledir, dili ile okuyamıyor, dilini kullanamıyorsa kalbinden okur.
Diğer bir kolaylık okuyuşlarını kısaltabilir ve eksiltebilir. Örneğin uzun süre rükû ve secdede kalması rahatsızlık veriyorsa, ta`dili erkan üzere kılınan namazda en az üç kez okunan
"Sübhane rabbiyel azim" ve "sübhane rabbiyel a`lâ" cümlelerini birer kez söyler. Örneğin son oturuşlardaki
"Allahûmmâ salli ve barik" dualarını okumadan selâm verebilir. Mümkün olanı en iyi şekilde yapmak, gücünün yettiği kadarını yapmak, terketmemek esastır. Çünkü insanın açığa vurduğunu da kalplerde gizli olanını da bilen Allah, hastalığın şiddetini hastadan daha iyi bilir. Ufak hastalıkları bahane edip namazları hafifletmek ve kolaya kaçmak ancak imanı zayıf olanların yapacağı bir tercihtir. İmanda samimi olanların yapacağı, gücünün tamamını kullanarak namazı hâlis bir kalp ile kılmaktır.
Namaz öncesinde farz olan "maddî ve manevî pisliklerden temizlenmek" hasta için de farzdır. Gusül abdesti ve namaz abdesti alması o an hastalığına zarar verecekse teyemmüm alarak namazını kılar. Yatalak bir hastanın istenmeyen durumlar sonucunda yatağında maddî pislikler varsa ve yatağının değiştirilme imkânı yoksa görünen yüzeysel pislikler temizlenerek namazını kılabilir. Elbise için de durum aynıdır.
Hastalık durumunda şartları tam olarak yerine getirilmeden kılınan namazlar hastalıktan kurtulduktan sonra tekrar kılınmaz. Hasta, daha önceden kazaya kalan namazlarını da kılabildiği şekilde kılar. Abdesti bozan durumlardan herhangi biri sürekli olsa; örneğin sürekli kanama durumu devam ettiği halde namaz kılınır. Ancak bir sonraki namaz için yeniden abdest alınır, Özürlü halde kılınan bir namazın vakti çıkmadan özür hali sona erse kılınan namaz tekrar edilir. Özür, bir namaz vaktinin tamamında sürerse geçerlidir. Özür nedeniyle elbiseye bulaşan pislikler de bu hal devam ettiği sürece namaza engel değildir. Ancak imkânı varsa Allah`ın huzuruna en güzel "zinetlerini (elbiselerini) giyip durmak daha güzeldir.
HASTA OLAN KİMSE SECDE İÇİN BAŞINI YERE KOYAMAZSA NASIL NAMAZINI KILACAKTIR?
Hasta olan kimse secde için başını yere koyamazsa İmam-ı Harameyn ve Gazali`ye göre yastık ve masa gibi yüksekce bir şeyin üzerine başını koyup secde eder. Rafi`i gibi başka ulemaya göre ise imkan nisbetinde başını eğerek secdesini eda eder. Otobüs gibi vasıtalarda vasıtanın durakta durmaması sebebiyle namaz kılma mecburiyeti hasıl olursa aynı ihtilaf mevcuttur. Buna göre boşluğa secde etmesi bir kolaylıktır. Bu kolaylıktan istfade edilebilir.
HASTALIK KANI (İSTİHAZA)
Dinî terminolojide "istihaza" denen ve kadının fercinden âdet ve lohusalık sebebiyle değil de bir hastalıktan dolayı gelen kandır ki, biz ona "hastalık kanı" tâbirini kullanacağız.
"Hastalık Kanı" diyeceğimiz "Istihaza"da kadının fercinden, yani üreme organından geldiğine göre bunu âdet ya da lohusalık kanından ayırabilmek, öncelikle âdet ve lohusalık kanlarının ve özellikle de âdet kanının iyi tanınmasına bağlıdır. Bu yapıldıktan sonra, âdet ve lohusalık kanı olmayan kanlar hastalık, yani istihaza kanıdır, denebilir. Bu yüzden âdet kanından sözederken; "Temizlik ve çeşitleri" ile "Kan ve Çeşitleri" başlıkları altında söylenenleri burada da var kabul edip tekrar okumak gerekir. Böylece normal (sahih) kanın âdet ya da lohusalık kanı, anormal (fasit) kanın da hastalık yani, istihaza kanı olduğunu görecegiz. Oradaki bilgilere dayanarak hastalık kanının (anormal yani fasit kanın) çeşitlerinin aşağıdakiler olduğunu görürüz.
Çeşitleri
1. Dokuz yaşınıdoldurmamış kızdan gelen kan,
2. Ümitsizlik yaşına ulaşan kadından siyah ve kırmızı dışında gelen kan,
3. Hamilenin doğum olmaksızın gördüğü kan,
4. Âdetin ve lohusalığın en çok sınırını geçen kan,
5. Âdet süresince üç günden az gelen kan,
6. Kanın on günü aşması ve âdet günlerinde en az sürenin (nisab) bulunması şartıyla, âdeti aşıp başka bir âdete geçen kan. Meselâ: Âdeti, ayın ilk beş günü olan bir kadın, bu beş günde ya da bunun üç gününde kan gördükten sonra, kan ikinci aydaki ikinci âdete kadar sürse, âdeti olan beş günden sonraki diğer âdete kadar olan günler, anomial kan, yani hastalık kanıdır.
7. Düzgün âdetin sayısı dolduktan sonra, on günü aşması ve içinde en az sürenin bulunmaması şartıyla yine başka bir âdete dek süren kan.
Meselâ: Âdeti yine ayın ilk beş günü olan kadın, bu beş günden önce bir gün kan görse, bu beş günde ya da üç gününde temiz kalsa, sonra yedi ya da daha fazla gün kan görse, bu durumda kan on günü aşmıştır ve âdet günlerinde en az süre (nisab miktarı) olan üç tam gün kân görmemiştir, dolayısıyla hem zaman hem de sayı olarak eski âdetine döner ve ona itibar eder. Yani, eski âdeti olan beş gün âdetli, geri kalan ilk kan gördüğü gün ve beş günden sonra ikinci âdete kadar olan günler hastalık kanı yani, anormal kan sayılır.
Bu maddede on günü aşması şartı, aşmadığı takdirde âdetin değişmiş olacağı ve kan gördüğü günlerin âdet sayılacağındandır. Içinde en az sürenin bulunmaması şartı ise, bunu altıncı maddeden ayırmak içindir.
8. Lohusalıkta âdeti aşıp kırk günü geçen kan.
HASTALIK KANIYLA İLGİLİ HÜKÜMLER
Kadınlar özel hastalık kanının, hüküm bakımından, burundan akan kandan farkı yoktur. Eğer sürekli akarlarsa böyle bir özrü bulunan kimseye; "özürlü","özür sahibi" ya da "mazur" denir.
Kısaca; üreme organından âdet ve lohusalık dışında kan gelen kadın (istihazali), sürekli burnu kanayan, kanı giden, idrarını kaçıran, yel kaçıran, akıntısi dinmeyen, yarası bulunan, hastalık sebebiyle gözü yaşaran kadın ve erkek özürlü sayılır ve aşağıda sayacağımız hükümler hepsi için geçerlidir.
Kadından gelen hastalık kanı ve yukarıda saydığımız diğer özürlerin özür sayılmaları, sürekli olmalarıyla olur. Sürekliliğin ölçüsü ise, bir namaz vakti boyunca devam etmesi. öyle ki, bir abdest alıp o vaktin namazını kılabilecek zaman kadar bir süre kesilmemesi, yani bir vakti hükmen ya da hakikaten kaplamasıdır. Hükmen kaplaması, abdeste ve namaza yetmeyecek kadar kısa bir süre kesilmesi ile olur. Ama özrün bundan sonraki vakitleri kaplaması şart değildir. Her vakitte en az bir defa görülmesi özrün devam ettiğini göstermek için yeterlidir. Kısaca: Özrün özür sayılması için hükmen de olsa bir vakti kuşatması şarttır. Devam ettiği için her vakitte en az bir defa görülmesi şarttır. Özrün kalkması için bir vaktin tamamında kesilmiş olması şarttır.
Hastalık kanı namaza, oruca engel olmadığı gibi cinsel ilişkiye de engel değildir. Cinsel ilişki, ancak adil bir doktorun sağlıga zararlı olacağını bildirmesiyle sakıncalı (mekruh) olabilir.
Özürlü kimse namaz kılabilmek için her farz namaz vaktinde ayrı bir abdest alır ve artık o vakit çıkıncaya kadar o özründen dolayı abdesti bozulmaz. Ancak abdesti bozan bir başka sebepten ötürü abdesti bozulacağı gibi, o vaktin çıkmasıyla da abdesti bozulur. Abdestin, vaktin çıkmasıyla bozulacağı Imam A`zam ve Imam Muhammed`e göredir. Imam Züfer`e göre diğer vaktin girmesiyle, Imam Ebû Yûsuf`a göre ise hem o vaktin çıkmasıyla, hem de diğer vaktin girmesiyle bozulur. Aralarındaki fark, sabahın vaktinin çıkmasında belli olur.
Buna göre bayram namazı için abdest alan özürlü, Imam A`zam ve Imam Muhammed`e göre, bir başka sebeple bozulmamışsa o abdesti ile öğleyi de kılabilir.
Özürlü, aldığı abdestle o vaktin farzını kılabileceği gibi, diledigi kadar nafile de kılabilir.
Özürlü iken aldığı abdestle giydiği mestler üzerine ancak o vakit içerisinde meshedilebilir. Bu, mestleri giyerken ve abdest alırken özrü devam etmekte idiyse böyledir. Ama özrü kesikken abdest almış ve başlamadan giymişse mestlerine normal süresi zarfinda meshedebilir.
Özürlü erkek diğer özürlüye imam olabilirse de, özürlü olmayana imam olamaz. Ama özürlü erkek özürsüz kadına imam olabilir mi? Bu konuda birşey görmedim.
Bir vakit girdikten sonra özür sahibi olan, o vaktin sonunu bekler. Özrünün kesilmediğini görürse vaktin, bir abdest ve bir namaza yetecek kadarki son kısmında abdest alırve namazını kılar. Ondan sonraki vakit dolmadan özür kesilirse kıldığıbu namazı iade eder. Çünkü bir tam vakti kuşatmayan bu durum özür olmamış olur, kıldığı namaz da abdestsiz kılınmış sayılır ki, bu caiz değildir. Ama ikinci vakti tamamen kaplarsa iade etmez, çünkü özür gerçekleşmiştir. Başlangıcı ise ikinci vaktin girişi değil, özrün ilk başladığı zamandır. Kısaca: Vaktin tamamını kaplama bulunduktan sonra, özrün sabit olması da düşmesi de ilk başladığı zamandan geçerlidir.
Özürlü iken abdest aldığıbir vakit içerisinde bir başka özrü sabit olsa abdesti yine bozulur.
Özürlü iken abdest aldığında özrü kesilmiş. olsa ve kesilme, vaktin çıkmasına kadar sürse vaktin çıkmasıyla abdesti bozulmuş olmaz.
Burnunun bir deliginden akan kandan dolayı özürlü olsa ve bu halde iken abdest aldıktan sonra kan öbür deliginden de aksa abdesti bozulur. Ancak iki deliğinden aktığından dolayı özürlü olanın özrü. bir deliğinden akanın kesilmesiyle kesilmiş olmaz ve bu kesilmeden ötürü vakit içerisinde abdesti bozulmaz.
Çiçek hastalığından oluşan gözenekler ve çıban ve sivilceler bir yara değil, ayrı ayrı yaradırlar. Yani birisinden ötürü özürlü iken diğeri de aksa abdesti bozulur.
Özürlü iken aldığı abdestle namaz kılarken vakit çıksa, yeniden abdest alır ve o namazı yeniden kılar, kaldığı yerden devam etmez. Çünkü namazın bozulması aslında vaktin çıkmasıyla değil o anda bozulan abdestin bozulma sebebinin önceden bulunmuş olmasıyladır.
Özrü kesilmişken abdest alsa ve o şekilde vakit çıksa, abdesti sürmektedir. Bu abdest bozulmadan üzerine bir abdest daha alsa,. sonra özrü tekrar başlasa, abdesti bozulur. Çünkü ikinci abdest. abdesti varken alındığı için yok sayılmış ve birinci abdeste itibar edilmiştir.
Özürlünün bir namaz için vakti girmeden aldığı abdest de vaktin girmesiyle bozulmuş olur.
Özürlü, akmakta olan kan ve benzerlerini bağlamak gibi bir yolla durdurabilecekse bunu yapması gerekir. Böylelikle özürlü olmaktan da çıkar. Ancak, daha önce de görüldüğü gibi, bu hüküm lohusa ve âdetli için geçerli değildir. Bunlar akıntıyı bez ya da pamukla durdursalar da kan akıyor sayılır.
Akıntısı sadece secde halinde gelen özürlü secdeyi terkeder. Sadece ayağa kalktığında gelen özürlü de kıyamı (ayakta durmayı) terkeder ve her ikisi de namazlarını imâ ile kılarlar. Çünkü secdeyi, ya da ayakta durmayı terketmek, namazı abdestsiz kılmaktan daha hafif bir kusurdur.
Ancak sadece sırt üstü yattığında özrünün akıntısı kesilen birisi sırtüstü yatarak değil, akıntısına rağmen abdest alıp normal şekilde kılar. Çünkü namaz abdest bozan bir akıntı varken nasıl ancak zarûreten (zorunluluktan ötürü) kılınabilirse, sırtüstü yatarak da ancak zarûreten kılınabilir. Madem ki, ikisinde de zorunluluk vardır, öyleyse bu bakımdan ikisi de eşit demektir. Bu durumda akıntıya rağmen tam kılmayı, sırtüstü yatarak kılmaya tercih ettiren olaya, yani bu halde namazın rukünlerinin tam yapılabilmesine itibar edilir ve namaz normal şekilde özürlü niteliğiyle kılınır.
Özürlünün, akıntısının elbisesine ya da yara bezi veya sargısına bulaşması durumunda, akıntı bir dirhemden (3,23 gr.) fazla ise, yıkamakta da bir yarar varsa, yani yıkadığında en az bir namaz süresi kadar zamanda tekrar bulaşmayacaksa onu yıkaması gerekir. Yok, namazını bitirmeden tekrar bulaşacak kadar sık geliyorsa yıkamaması câizdir.
Kabul edilen bir görüşe göre de süreyi namaz kılmakla sınırlamadan, tekrar eden bir akıntı olması halinde yıkaması gerekmez.
Göz ağrısından ötürü durmadan yaşları akan kimsenin de her vakit için abdest alması güzel (müstehap)`dir. Çünkü bu yaşa irin karışıyor olması muhtemeldir. Ancak bu durum âdil doktor raporuyla belirlenirse ona göre davranması ve irin karıştığını söylemesi halinde abdest alması gerekir, karışmadığını söylemesi halinde ise gerekmez.
Özet Olarak Hastalık Kanı
l. Hastalık kanı (istihaza), kadınların üreme organlarından, âdet ve lohusalık kanı dışında gelen ve bir hastalığın sebep olduğu anormal bir kandır.
2. Genel olarak; âdet sırasında üç günden az ve on günden fazla, lohusalıkta da kırk günden fazla gelen kan, âdetten sonra onbeş gün temizlik görülmeden gelen kan hastalık kanıdır.
3. Hastalık kanı gören kadın, özür sahibi demektir. Ibadetlerini her vakitte alacağı abdestle yerine getirir. Bir vakitte aldığı abdest bir başka şeyle bozulmadıkça vakit içerisinde o özürüyle bozulmaz ve o vaktin sonuna kadar abdestli sayılır.
4. Hastalık kanı, sağlık açısından zararlı değilse, cinsel ilişkiye engel değildir.
HATİM DUASI
Evde, yalnız başına hatim bitiren birisi, hatim duası bilmiyorsa ne yapmalıdır?
Hatim yapanın kendi çoluk çocuğunu toplayıp, evinde onlarla beraber dua yapması müstehaptır, denmiştir. (167 Hindiyye V/317) Çünkü Enes b. Mâlik`in böyle yaptığı rivayeti vardır. (168 Dârimi N/469; Ibn Kudâme, el-Mugnî I/803 Ayrıca "Kur`an-ı Kerîm hatmedildiğinde yapılan dua kabul olunur" (169 Dârimî N/470) rivayeti de olduğuna göre, hatim duası yapmanın bir sakıncası yoktur.
Hatim duasının hatmeden kimse tarafından yapılması en güzelidir. Bu dua birkaç kelime ile de eda edilebilir. Besmele, hamd ve salattan sonra "Ya Rabbi! Okuduğum Kur'ân-ı Kerim'in sevabını Hz. Peygamber (sav)'e, Al-ü Ashabına ve bütün mü'minlerin ruhuna özellikle annem ve babamın ruhlarına ithaf ediyorum" şeklinde kısa bir dua yapılsa kafidir. Mutlaka birisine para vermek ve kendisine hatim duası ettirmek şart değildir. Ayrıca birisinin Kur'ân-ı Kerîm'i hatmi münasebetiyle cemaatin hatim duasını icra etmesinin mekruh olduğunu söyleyenler de vardır. Çünkü Peygamber'den böyle bir şey vârid olmamıştır (el-Fetava El-Hindiyye, c. 5, s. 318).
Ancak toplu halde yapmanın bazı güzellikleri de vardır. Kuran okumak, salatü selam getirmek, duaya vesile olmak gibi. Bu nedenle bidat olsa bile hasene kısmından olduğu söylenebilir. Bir müslüman toplu halde yapmayı tercih etmese bile yapanlara da karşı çıkmamak gerekir diye düşünüyoruz.
HATİM MESELELERİ
Apartmanımızdaki kadınlar toplanıp mukabele okuyoruz. Bazı meselelerimiz oluyor:
I - En güzel hatim nasıl olmalıdır?
2- Kadın adetli iken Kur`an`ı dinleyebilir ve yüzünden takip edebilir mi?
3- "Ha`mim" ler tek seferde okunacak deniyor doğru mudur?
4- Hatim duası nasıl olmalıdır?
5- Kur`an`ı dinleyen ya da her satırı yerine bir ihlas okuyan hatmetmiş olur mu?
Önce Kur`an`ı okumaktan maksadın onu anlamak ve yaşamak olduğunu söyleyelim. Bu yüzden camide yapılan va`zı dinlemek, (manasını anlamadığı) Kur`an dinlemekten daha sevaptır denmiştir.( F. Hindiye V/317 ) Yine bu yüzden, manasını düşünme mümkün olamıyacağı için Kur`an`ı üç günden kısa sürede hatmetmek mekruhtur denmiştir.( F. Hindiye V/318) Çünkü Kur`an`ın kendi ifadesi ile o "hayatta olanları uyarmak için" indirilmiştir. Okunması da, yaşanmasını sağlayacağı için ibâdettir. Onun için en güzel hatim; herhalde Kur`an`ın anlamaya çalışarak okunduğu hatimdir. Hepsini anlayamayan, imkanı kadar anlar. Meselâ Ramazanda mukabele okuyan kadınlar-erkekler, hiç olmazsa her cüzden bir sayfanın mealini, sağlam bir mealden okuyarak manasını düşünebilir ve böylece Kur`an`ın ne olduğunu bir nebze anlayabilirler. Kur`an`ı bir yılda bir kere hatmedebilen onu terketmiş olmaktan kurtulmuş olur. Hafızların ise kırk günde bir hatmetmesi güzeldir. (F. Hindiye V/317)
Hatmin bitirilişinde "ihlâs suresi"ni üç defa okumanın hoş olmadığını söyleyen fıkıhçılar varsa da, çoğunluk bunun güzel olacağını, bunun okuma esnasında yapılan hatâlar için bir telâfi sayılacağını söylemişlerdir. Kur`an`ı Kerimi dinleyen dinlemiş olma sevabı, okuyan da okumuş olma sevabı alır. Dinleyen okumuş olmaz. Ancak gaye Kur`an`ı hatmetmek değil, düşünmek ve anlamak olduğu için, dinleyen okuyandan daha çok sevap alır. Çünkü dinlerken daha iyi düşünülür. Ama müslümanın Kur`an okumayı bilmesi de ayrı bir görevdir.
Durum böyle olunca her satır için bir "Ihlâs" okuyan da Kur`an`ın tamamını okumuş olmaz, satırları sayısınca "ihlâs" okumuş olur.( F. Hindiye V/317) Öyle yapacağına okuyanı dinlemesi ve bir yandan da okumayı öğrenmeye çalışması, Allahu a`lem, daha sevap olur.
"Hâ-mîm"lerin tek seferde okunacağına dair hiçbirşey bi1miyoruz.
Âdetli kadın Kur`an`a bakabilir, dinleyebilir; dinlemelidir.
Hatim duasına gelince: Bu da günümüzde bir takım bid`atlara konu olan bir meseledir. Gerçi: "Kur`an-ı hatmedenin kabul edilecek bir duası vardır" anlamında iki hadis rivayet edilmiştir.( Suyûtî, el-Câmi`us-sağîr) Ancak bunlar meşhur hadis kitaplarında bulunmadıktan başka, çok zayıf kabul edilen hadislerdir. Bu yüzden Hanefilere göre hatim yapıldığında cemaatle dua yapmak uygun görülmemiştir; çünkü bu konuda Rasulullah`tan birşey nakledilmemiştir.( Hindiye V/318) Hele duâda.okuyanların ve kendileri için okunanların isimlerini zikretmek riyâya ve gösterişe sebep olabilir. Toplulukta hatim duası yapmanın sakıncalı görülmesi riya ve gösterişe uygun olma ihtimalinden kaynaklanabilir. Ayrıca bu hadislerle, zayıf da olsalar, fazîlet babında amel edilebilir ve gösterişe ve riyaya girmeden yapılırsa inşallah bir sakıncası olmaz. Enes b. Mâlik`in hatim yaptığında eşini ve çocuklarını toplayıp duâ yapmış olması da bunu destekler. Böyle olursa hatim duası müstehap olur, demişlerdir.
Ibn Merdûye`nin Ebû Hureyre`den naklettiğine göre: "Rasûlullah Kur`an`ı hatmettiği zaman ayakta dua ederlerdi". Beyhakî`nin "Şu`abü`1-Îmân"da kaydettiğine göre Rasulullah (s.a.s):"Kim Kur`an`ı okur da Rabbine hamdeder, O`nun Rasûlüne salât eder ve Rabbinden mağfiret dilerse, karşılığında hayrı talep etmiş olur." buyurmuştur. Beyhâki`nin yine aynı yerde Ebu Ca`fer`den naklettiğine göre Ali b. Hüseyin Rasûlullah`ın Kur`an`ı hatmettiğinde, ayakta olarak O`na yanaşır hamdle hamdettiğini ve ... dua ettiğini söylemiştir. Ibn Durays`in nakline göre Abdullah b. Mes`ûd: "Kur`an`ı hatmedenin kabul olacak bir duası vardır" demiştir.( Buraya kadar olan rivâyetler için bk. Suyûtî, ed-Dürru`1-mensûr VNI/698-99) Demek ki bu söz hadis değil, Ibn Mes`ud`un sözüdür. Abde b. Lübâbe ve Mücâhid: "Kur`an hatmedildiğinde yapılan duanın makbûl olduğu söylenirdi" demişlerdir.( Suyûtî, et-Tibyân fi-âdâb-i hameleti`1-Kur`an 126; Dârîmî, Sünen N/470; Nevevî el-Ezkâr`da, Hakem b. Uteybe`den sahih senetlerle rivayet edildiğini söyler
2) Ibrahim (en-Nehaî) demiştir ki: "Kişi Kur`an`ı gündüz okursa, melekler ona akşama kadar salât ederler, gece okursa sabaha kadar salât ederler." Süleyman el-A`mes: "İşte bu yüzden arkadaşlanmızın gecenin ve gündüzün başında hatmetmek istediklerini gördüm" demiştir.( Dârimî N/469; Benzer sözler başkalarından da rivayet edilmiştir. (Nevevi, el-Ezkâr 87) Mâlîk b. Dînâr`ın: "Kur`an`ın hatmedilişinde hazır bulunun" dediği vâkîdir.( Bu ve önceki iki rakamın alıntıları için bk. ed-Durays el-Becelî, Fedâilü`1-Kur`an, (Tahki"k: Gazve Bedir, Dimesk 1408-1987) 44-45)
HATİM VE MEVLİT
Insanlarda yüce bir güce inanma duygusu doğuştan vardır. Nasıl her insan doğuştan, maddî ihtiyaçlarını kimseden öğrenmeksizin arayacak ve isteyecek duygularla yaratılmışsa, görünmeyen, yani manevi bir güce inanma duygusunu da beraberinde getirir. Sonra annesi Babası ve çevresi bu duyguyu köreltirlerse, ya da bozarlarsa, insanın ruh dünyası alabildiğine gıdasız kalırve her fırsatta önüne gelen inanış biçimlerine, doğrusuna yanlışına bakmadan salıverir. Tıpkı boğulmakta olanın yılana sarılması gibi. İşte mevlit ve hatîm okutma da, bu tür görünümlerden örneklerdir.
Aslında Kur`ân-ı Kerîm`in okunması da başlıbaşına bir ibadettir ve her harfine en az on sevap verileceği bildirilmiştir. Bu sevapların ölmüş olan birisinin ruhuna bağışlanması da uygundur ve yararlıdır. Ancak böyle bir ibadet karşılığında para almak, ya da vermek, câiz değilir. Fıkıhçılar, Kur`ân okuma karşılığında para alınması halinde. alınan ücretin alana haram olacağını ve ölünün bundan hiçbir fayda görmeyeceğini bildirmişlerdir. Çünkü Kur`ân-ı Kerîm`i okuyabilmek her müslümana farzdır. Böyle herkese farz olan birşeyin, başkasına ücretle yaptırılması câiz değildir. Sonra böyle bir uygulama, iş sözleşmesine benzer. Verilen ücretin karşılığının da belli olmasını gerektirir. Oysa bundan sevap elde edileceği kesin değildir. Böyle kesin olmayan bir menfaat karşılığında ücret ödenmez.
Ayrıca ameller niyetlere göredir. Okuyan okumasıyla para almayı kastederse, bu okumasından bir sevap oluşmuş olmaz. Parayı önceden konuşmus olmakla olmamak arasında da bir fark yoktur. Okuyanın, âdet olarak para verileceğini bilmesi ve o duygu ile okuması, bu okuyuşun sevabının olmamasına yeter. Hatim okumayı âdet haline getiren ve her hatim okutmak isteyenin istediğini kabul edenler arasında. okuduğuna para almayan yok denecek kadar azdır. Bazı âlimler sadece okumayı öğretme karşılığında para alınabileceğini söylemişlerdir. Bu konuda müstakil bir kitap yazan Imam Birgivî, "okudukları Kur`ân karşılığında para alanlar, hiçbir şey bulamıyorlarsa, keşke leş yeselerdi de böyle bir parayı yemeselerdi" der.
Ücretle Kur`ân okumanın câiz olmaması bir yana, okuyuş biçimlerinde de bir sürü haram davranışlar vardır. Bunlardan bazıları, ya verilen bütün hatimleri yetiştirebilmek için olanca hızlarıyla okur ve kelimeleri birbirine karıştırdıklarından, Kur`ân`ı, Kur`an olmaktan çıkarırlar, ya verilen hatimler çoğalınca, işin hilesine kaçar ve bir hatimi onbeş kişiye birden okur veya hiç okumaz, üç "ihlâs" bir "Fatîha" ile hatim yaparlar, ya önceden okuyup biriktirir ve sevap sanki buğday gibi bir şeymiş de onu stok eder ve isteyene satarlar, ya da evlerde mahrem nâmahrem gözetmeksizin, sevap adına haramları işlerler.
Dikkat edilirse, bu işi para karşılığı âdet edinenlerde şu özelliklerin olduğu görülür: Bunlar dinî yönleri zayıf ve takva yönleri olmayan insanlardır. Ailelerini dinî hayatına da pek önem vermezler. Çoğunlukla sosyete evlerinde ve kadınların hazır bulunduğu meclislerde kur`ân ve mevlid okudukları için, fiyakalarına ve tuvaletlerine çok dikkat ederler. Büyük şehirlerde olanları, bu işi örgütlenerek yaptıkları için, çok yüksek fiyat tesbitleri yaparlar sonuçta da maddî durumları diğerlerine oranla oldukça yüksek olur. Hattâ, memur maaşı aldıkları halde, çoğunun bu yolla zebgin olduğu görülür. Sosyete çevrelerinde ve merkezî yerlerdeki camileri özellikle sahiplenirler ve örgütlü bir çabayla oraların imamlık ve müezzinliklerini ele geçirirler.
Halbuki, Allah (c.c.) Kur`ân-ı Kerîm`de : "Allah`ın âyetlerini basit dünya menfaatleri karşılığında satmayın" buyurur. (Bakarâ (2) 41; Mâide (S) 44.) Peygamber Efendimiz de; "Kur`an-ı okuyun, onu yemeyin" der. (bk. Tecrîd-i Sarîh Tercemesi VN/46.)
Mevlid okumak ise: Sözleri, Peygamberimiz için yazılmış övgülerdir. Aşırı övgü ifadelerinde bulunmadan, bunları sade bir şekilde ve mahrem nâmahrem ölçülerine uyarak okunmasında bir sakınca yoktur. Hattâ Peygamberimizi tanımak ve sevmek için yapılması güzel bir davranış sayılabilir. Allah için ve O`nun sevgili elçisini sevdirmek için okunması, katılaşmış kalpleri yumuşatabilir ve gönülleri dinin güzel saydığı eylemlere doğru coşturabilir. Bütün bunlar güzel şeylerdir.
İlâhi ve mevlidin tarihi bir hayli eskidir. İslâm tarihine göz gezdirdiğimizde bunların hiç bir şekilde Hıristiyanlıktan geldiği neticesine varamayız.
Resul-i Ekrem Efendimiz (a.s.m.) Hicret edip Medine’ye teşrifleri sırasında Medine halkı, çoluğuyla çocuğuyla tam bir bayram havasına bürünmüşlerdi. Şiirler okuyorlar, İlâhîler söylüyorlardı. Bugün de hâlâ dillerden düşmeyen ve koro halinde söylenen “Talaa’l-bedrü aleynâ” ile başlayıp devam eden ilâhî, Medineli Müslümanların hep birlikte söylediği bir manzumeydi. Türkçesi şöyledir:
“Veda yokuşundan doğdu dolunay bize./ Allah’a yalvaran oldukça şükretmek gerekir mes’ut halimize./ Ey bize gönderilen yüce Peygamber, sen,/ İtaat etmemiz gereken bir emirle geldin bize!”
Neccaroğullarının mâsum kız çocukları da defler çalarak Peygamber Efendimize “Hoş geldin” diyor, hep birlikte şunları söylüyorlardı:
“Nahnü cevârin min benî’n-Naccar/ Yâ habbezâ Muhammedün min câr.” (Biz Neccaroğulları kızlarıyız/ Muhammed’in komşuluğu ne hoştur!)1
Evet, İslâm tarihinde koro halinde söylenen ilk ilâhi budur diyebiliriz. Hıristiyanlıkta dinî mûsiki-nin olması, koro halinde ilâhi söylenmesi, bugün büyük bir repertuar teşkil eden tasavvuf mûsiki-mizdeki bize has edâ ve ifadenin onlardan kaynaklandığını söylemek, dayanaktan mahrum bir sözden başka bir şey değildir.
Ayrıca unutulmamalıdır ki, Hıristiyanlık da semavî bir dindir. İtikatta bazı müştereklikler olması gibi, usülde de müştereklik olması fark etmez. Meselâ onlar da âhirete inanır, biz de, onlar da meleklere inanır, biz de...
Mevlid ise, Peygamberimizden (a.s.m.) üç dört asır sonra icad edilen İslâmî bir âdet olmakla birlikte, bid’atın hasene (güzel) kısmına girmektedir. Büyük hadis ve fıkıh âlimi olan İbni Hacer, mevlid merâsiminin meşrûiyeti hakkında şu hadisi zikreder.
İbni Abbas’ın rivayetine göre, Resûl-i Ekrem Efendimiz (a.s.m.) Medine’ye hicret ettiklerinde Aşure gününde Yahudilerin oruç tuttuklarını öğrenir. Oruç tutmalarının sebebini sorduğunda Yahudilerden şu cevabı alır:
“Bu çok büyük bir gündür. Bugünde Allah, Mûsâ ile kavmini kurtardı. Firavun ile kavmini suda boğdu. Mûsâ da buna şükür için oruç tuttu. İşte biz de bugünün orucunu tutuyoruz.”
“Bunun üzerine Peygamberimiz, ‘Öyleyse biz Mûsâ’ya sizden daha yakın ve evlâyız’ buyurdu. O günden sonra hem kendisi oruç tuttu, hem de tutulması için tavsiyede bulundu.”2
İbni Hacer bu nakilden sonra şöyle der: “Bundan anlaşılıyor ki, böyle bir günde, mevlid gecesinde Allah’a şükretmek tam yerindedir. Fakat mevlid merasiminin Peygamberimizin doğum gününe denk getirilmesi için dikkat etmek gerektir.”3
Bugünkü İslâm ülkelerinde Peygamberimizin doğumunu yâd etmek, ona salât-selâm getirmek maksadıyla çeşitli dillerde okunan mevlidler vardır. Arapça “Bâned Suâd, Bürde ve Hemziyye” kaside-leri birer mevliddir. Türkçede ise yirmiden fazla mevlid manzumesi vardır. Fakat bunların içinde en çok tutulan ve okunanı Süleyman Çelebi merhumun 1409 yılında yazdığı Vesiletü’n-Necât isimli mevlid kitabıdır.Önceleri yalnız Peygamberimizin doğum gününde okunan ve tertip edilen mevlid merâsimleri, daha sonra bütün mübarek gecelerde tekrarlanmış, bilhassa memleketimizde daha da yaygınlaşarak, ölüm, hastalık ve daha birçok vesilelerle okunagelmiştir.Bazı İslâm âlimleri mevlidi bid’at sayarak karşı çıkmışlarsa da, Bediüzzaman, zamanımızda bu meseleyi şöyle tashih etmiştir:
“Mevlid-i Nebevî ile Miraciyenin okunması gayet nâfi (faydalı) ve güzel âdettir ve müstahsen (iyi, hoş) bir âdet-i İslâmiyedir. Belki hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyenin gayet lâtif ve parlak ve tatlı bir medar-ı sohbetidir (sohbet sebebidir). Belki hakaik-i imani-yenin ihtarı (hatırlatılması) için, en hoş ve şirin bir derstir. Belki îmanın envarını ve muhabbetullah ve aşk-ı Nebevîyi göstermeye ve tahrike en müheyyic (heyecan uyandıran) ve müessir bir vasıtadır.”4
1. İbni Mace, Nikâh: 21.
2. Müslim, Siyam: 127.
3. el-Hâvî fi'l-Fetevâ, ı: 190.
4. Meklubat, s. 281-285
HAVA PARASI
Bir dükkan veya işyerini kira ile tutacak kimseden, kira bedeli dışında karşılıksız olarak alınan bedel.
İslâm hukukuna göre kira akdinin geçerli olması için şu şartların bulunması gerekir:
1- Tarafların rızası. Satım akdinde olduğu gibi, kira akdinde de tarafların rızası gerekir (en-Nisâ, 4/29). Malı malla mübâdele niteliği yüzünden kira akdi de ticârî bir muamele sayılır.
2- Akdin konusu olan "yararlanma"nın, anlaşmazlığa yol açmayacak şekilde belirli olması. Bu şart; kiralanan malın, kira süresinin ve iş akdinde, yapılacak işin belirlenmesini gerektirir. Çoğunluk bilginlere göre, kira süresi kısa olsun, uzun olsun akit geçerlidir. Hatta kiralanan malın var olabileceği süreye kadar akit yapılabilir. Çünkü süre belli olunca yararlanma miktarı da belirlenmiş olur. Ancak Hanefîlere göre, vakıf ve yetim mallarında kiracının mülk iddiasında bulunmaması için, bunlara ait gayr-i menkullerde en uzun kira süresi üç yıl, menkullerde ise bir yıl olarak sınırlandırılmıştır (el-Kâsânî, Bedâyiu`s-Sanâyi`, IV, 179, 180; es-Serahsî, el-Mebsût, XVI, 43; İbnü`l-Hümâm, Tekmiletü Feti`l-Kadîr, VII, 150; el-Meydânî, el-Lübâb, II, 88).
Diğer yandan kiralanan şeyin kiracıya tesliminin mümkün olması ve yararlanma şeklinin meşrû bulunması da gereklidir.
Bu duruma göre, bir kimse menkul veya gayri menkulünü, peşin veya ay, ya da yıl sonlarında alacağı kira bedeli ile kiraya verebilir. Kira bedelinin bir bölümünü peşin, yani akit yapılırken topluca; geri kalanın da sözleşmeye veya örfe göre va`de sonlarında alabilir. Peşin aldığı meblağ, akitte şart koşulan ücretin peşin bir parçası sayılır. İleride ay veya yıl sonlarında ödenecek kira ise, peşin kirayı tamamlayan başka bir parçayı oluşturur. Kısaca, mal sahibinin, gerek ilk kiraya vermede ve gerekse kiralananın başlaması hâlinde, daha sonraki kiraya vermelerinde bu hakkı vardır.
Kiracının, menkul veya gayr-i menkul üzerinde, kira akdinden doğan "yararlanma hakkı"ndan üçüncü bir şahıs lehine feragat etmesi karşılığında alacağı bedele gelince, şu temelde mücerred bir hakkı başkasına satmak demektir. Hanefîler şuf`a hakkı gibi mücerred haklarını bir bedel karşılığında satılmasını câiz görmemişlerdir. Ancak Hanefilerin çoğu, imamlık, hatiplik ve müezzinlik gibi görevlerden bir bedel karşılığında feragatın câiz olduğuna fetvâ vermişlerdir. Bu fetva, zarurete ve örfe; Kıyas olarak ise, iki hanımlı bir evlilikte bir kadının kocasının nöbetini diğer eşe bırakmasının câiz olduğu esasına dayanır. Çünkü bunlardan her biri, mücerred hakkı düşürmek anlamındadır. Nitekim vakıf nâzırı da, hâkim önünde, görevinden başkası lehine bir bedel karşılığında feragat ederek kendisini azledebilir.
Hanefiler dışındaki İslâm hukukçuları ise yararlanma hakkı verme mücerred hakların satımını caiz görürler. Ancak kira akdinde kiracının bir bedel karşılığında ferâgatının akit süresi içinde olması gerekir. Şâfiîler bu konuda, bir görevden, bedel karşılığı feragatın caiz olduğu prensibine dayanır (ez-Zühaylî, el-Fıkhu`l-İslâmî fî Uslübihi`l-Cedîd, Dımaşk (t.y) I, 566, 567).
ez-Zühaylî bu konuda müteahhirûn âlimlerine ait "Tunuslulara Göre Hava parası ve Yararlanma Hakkından Ferâğat Konusundaki Ölçü ve Fetvâlara Toplu Bir Bakış (Cümletu Tekâdîr ve Fetâvâ fî`l-Huluvvât ve`l İnzâlât ınde`t-Tûnusiyyîn)" adlı bir risaleden söz eder. Burada, hava parasının örf ve âdet deliline göre câiz olduğu belirtilir ve şöyle denir: Kiracı, kiralanan maldan yararlanma hakkına sahiptir. Bu hakkından kira akdinde olduğu gibi bir bedel karşılığında, âriyette olduğu gibi bedelsiz feragat edebilir. Diğer yandan hava parasını mugâreseye (bk. Mugârese) benzetenler de olmuştur. Ancak hava parası yararlanma karşılığı olduğu için, bununla kuru mülkiyet üzerinde bir hak meydana gelmez (ez-Zühaylî, a.g.e., I, 567, 568).
HAVA PARASINI, İCAD VE TE`LİF GİBİ ŞEYLERİN ÜCRETİNİ ALMAK CAİZ MİDİR?
Zaman değişti, büyük İslam hukukçularının kaleme almadıkları ve hükmünü beyan etmedikleri bazı şeyler hayat sahnesinde ortaya çıktı. Onların bazıları da soruda adı geçen şeylerdir. Yalnız Kur`an`da ve sünnette ve bu büyük hukukçuların meydana getirdikleri güzel eserlerde bunları ve benzerlerini kapsayacak kaideler vardır. Ortaya çıkan her şeyin hükmünü anlayabilmek için bu kaidelere baş vurmak kafidir. Bu soruda sorulan şeylerin hükmünü anlayabilmek için bey`in -alış verişin- şartlarını gözden geçirip ne olduğunu bilmemiz lazımdır. Bey`in şartı beştir:
1- Satılan şeyin satış zamanında mevcut ve ele geçmesi mümkün olması.
2- Nehir ve deniz suyu gibi herkes için mübah olan şey olmaması.
3- Satıcının mülkü olması.
4- Dinen değer sahibi olması.
5- Teslim alınması mümkün olması, yani denizdeki balık, havadaki kuş gibi, satıcının elinde olmayan bir şey kabilinden olmaması.
Binaenaleyh hava -kiralık bina veya dükkan devretme- icat ve te`lif gibi şeylerin hakkını satmak konusudna farklı görüşler vardır:
Maliki mezhebinin büyük ulemasından olan Nasır al-Din al-Lakanı ve Abd al-Rahman al-İmadı gibi bazı ulema örfe veya zarurete dayanarak hukük-ı mücerrede satılabilir demişlerdir. (İbn Abidin).
Asrımızda da hala yaşamakta olan Ahmed Mustafa al-Zerka şöyle diyor: Mal olsun, hukuk-ı mücerrede olsun örfen değeri olan her şey satılabilir (al-Fıkhü`l-İslami fi sevbihil cedid). Al-Fıkh ala`l-mezahib al-arba`a isimli kitap, Malıki mezhebinde hava parasını almanın caiz olduğunu beyan ederek şöyle diyor: Mısır`da meşhur olan hava parası da böyledir. Mesela: birisi bir dükkan kiralar, sonra boşaltma karşılığında bir miktar para almak üzere başkasına devreder. Halkın örfüne istinaden bu mu`amele caizdir. Çünkü dükkanın menfaati kendisine aittir (al-Fıkh ala`l-Mezahib al`Arbaa). Ancak Maliki mezhebinde bu fetva varsa da, mal sahibinin izni olmadan kira için tayin edilen müddetten fazla oturması doğru değildir. Dolayısıyla başkasına devr etmesi de caiz olmaması gerekir. Şunu da ilave etmek isterim. Hava parası ile icat ve te`lif hakkı arasında fark vardır. Dükkan ve binanın sahibi malını kısa süreli olarak kiraya veriyor. Ma`lum olduğu gibi, para sabit olmadığı, ev ve dükkan devamlı yükseldiği için uzun zaman kiraya verilmezler. Her sene yani bir fiat tayin edilir. Durum böyle iken kiracının ne hakkı var ki, onu başkasına devr edip parasını alsın. Ama icat ve te`lif meselesi uzun bir çalışmanın neticesidir. Cümhur-i ulemaya göre satışı mümkün değilse de ca`ale yoluyla onları değerlendirmek mümkündür. Mesela bir yayınevi sahibi bir yazara şu kadar sahifelik bir fıkıh veya tefsir kitabını yazarsan sana şu kadar sahifelik bir fıkh veya tefsir kitabını yazarsan sana şu kadar para vereceğim, dese ca`ale akdi sahih olur. Ve böylece yazar, harcadığı emeğin karşılığını almış oluyor, filvaki bugün müslüman yazarlar da yazdıkları eserlerin parasını almaktadırlar.
HAVAİC-İ ASLİYE NE DEMEKTİR?
Havaic-i asliye normal olarak maddi ve manevi hayatı idame ettirmek için insanın muhtaç olduğu şeylerdir. Mesken ve onun için lüzumlu olan eşya, elbise, silah, kitap, san`at aletleri, binek hayvanı ve hizmetçi gibi şeylerdir.
Havaic-i asliyye, zaman ve mekanın değişmesiyle değişti gibi, şahsa göre de değişir. Mesela: Asr-ı sa`adette kitap yoktu. Yazma ve alma ihtiyacı doğdu, bilim sahasında ilerlemek için kitap bulundurmak icab etti. Böylece ehl-i ilim için kitap, havaic-i asliyeden sayıldı. Radyo ve teyp gibi araçlar da, kötüye kullanmamak şartıyla havaic-i asliyedendir. Çünkü bu zamanda insanın ufkunu açan bir çok kitaplardan daha fazla bilgi vermektedirler. Ama kötü kullanılırsa, havaic-i asliyeden olması şöyle dursun, bulundurulmaları bile haramdır. Çamaşır makinesi ve buzdolabı ise kesinlikle havaic-i asliyedendir. Çünkü yukarıda belirttiğimiz gibi hizmetçi havaic-i asliyedendir. Bunlar bir cihetten hizmetçiden daha ucuz, masrafı daha az ve daha faydalıdırlar. Onun için havaic-i asliyeden sayılırlar. Yalnız burada bilinmesi gereken bir husus vardır. Şöyle ki; namı olmayan havaic-i asliye dışındaki eşya; ticaret eşyası olmadığı takdirde nisaba baliğ olunca zekat almamaya, kurban kesmeye ve fitre vermeye sebebtir. Ama zekata tabi değildir.
HAVÂİC-İ ASLİYYE
Hâcet, çoğulu Havâlic; ihtiyaç. Aslî; temel, esas. Hâcet-i aslıyye; temel ihtiyaç demektir. Bir zekât terim olarak; zekâttan muaf tutulan ve bir kimsenin kendisi ve bakmakla yükümlü olduğu kimselerin temel ihtiyaç maddelerini teşkil eden şeylerdir. Zekât yükümlüsü hür, müslüman, âkıl-bâliğ ve nisap miktarı mala sahip olan kişidir. Nisap miktarı, aslî ihtiyaçların dışında hesaplanır. Ayrıca zekât yükümlüsü olacak kimsenin mala tam mâlik olması, malda alış-veriş veya doğurmakla nemâ (gelişme-çoğalma) kabıliyetinin bulunması, malın temel ihtiyaç maddelerinden fazla olması ve nisap miktarına ulaşması dâ gereklidır (Yusuf el-Kardâvî, Islâm Hukuku`nda Zekât, Terc. Ibrahim Sarmış Istanbul 1984, c. I, s. 134-168).
Kişiyi zekât yükümlüsü hâline getiren nisap miktarı malın üzerinden bir yıl geçmesi lâzımdır. Hadîste: "Kim servet elde ederse, zekât bir yılın geçmeşiyle farz olur" (Tirmizî, Mişkât, 6).
Temel ihtiyaç ve yıllık zorunlu harcamalar zekâttan muaftır. Buna geçim indirimi de denilebilir. Bu geçim indirimi için, para yerine belli ihtiyaç maddeleri geçtiğinden mal sahiplerinin mağduriyeti sözkonusu olmaz. Çünkü bir kimse önce temel ihtiyaç maddeleri ve borçları düşürdükten sonra geri kalan altın, gümüş, ticaret eşyası veya nakit para nisap miktarını aşar ve üzerinden de bir yıl geçmiş olursa zekât farz olur.
Âyette; "Sana, neyi fakirlere harcayacaklarını sorarlar; de ki; artan malı verin"(el-Bakara, 2/219) buyurulur. Ibn Abbâs, artan malın, "Aile fertlerinin ihtiyaçlarından arta kalanı" olduğunu belirtir (Ibn Kesîr Tefsîri, Mısır (t.y.), I, s. 255-256) Elmalılı, âyetteki "arta kalanı infâk ediniz" hükmünün şu anlama geldiğini belirtir: "Malınızın temel ihtiyaçlarınızdan fazlasınıinfâk ediniz. Meşrû yoldan mal kazanınız ve bu maldan kendinizin ve aile fertlerinizin zorunlu ihtiyaçlarından fazlasınıhayır için harcayınız. Çeşitli âyetlerde belirtildiği üzere karı, küçük çocuklar, fakir durumdaki ana-baba, dede ve nineler aile ferdidir. Bunların nafakası, bir kimsenin kendi nafakası kabılindendir. Bu yüzden hayır yapacağız diye kendinizi ve aile fertlerini nafakasız bırakmak câiz olmaz" (Elmalılı, Hak Dini Kur`ân Dili, Istanbul 1960, II, s. 767).
Işte bir kimsenin zekât yükümlüsü olması için kendisinin ve yukarıda belirtilen aile fertlerinin bir yıllık temel ihtiyaçlarını karşılayacak mâlî güce sahip olması, ayrıca nisap miktarı mala da bir yıl süreyle mâlik bulunması gerekir. Altının zekât nisabı 80 gr. gümüşün 640 gr. olup, nakit para veya ticaret mallarının nisabı da bunlardan birisi esas alınarak belirlenir. Nakit para veya ticaret malı nisabı aşınca, nisap miktarı da eklenerek kırkta bir zekâta tâbi olur.
"Ancak zengin olan, sadaka ile yükümlüdür", başka rivâyette, "Zenginden başkası sadaka (zekât) ile yükümlü değildir" (Ahmed b. Hanbel, Müsned, H. No: 7155).
Hz. Peygamber bir kimseye şöyle demiştir: "Sadaka vermekte önce kendinden başla; eğer senin ihtiyacından bir şey artarsa onu çoluk çocuğuna harca; eğer bundan da birşey artarsa yakınlarının muhtaçlarına harca; yakınlarına harcadıktan sonra birşey artarsa onu da sırayla yakınlık derecesine göre sağlına soluna, önüne arkana (çevrendekilere) harca" (Müslim, c. II, s. 692, H. No: 997)
Buna göre temel ihtiyaç maddeleri ve ailenin bir yıllık zarûrî ihtiyaçları zekâttan muaftır. Hadîste: "Müslümana atı ve kölesinden dolayı zekât yoktur" (Buhârî, II, s. 121; Müslim, II, s. 676) buyurulur. Bunun dışındaki temel ihtiyaçlar isim olarak nass`larda yer almamış, ancak bu konuda "ma`rûf=bilinen, örfleşen, devirlere göre aslî ihtiyaç sınıfına giren şeyler" esas alınmıştır.
Aslî ihtiyaçlar şöylece sıralanabilir:
1) Bir kimsenin ömür boyu içinde oturacağı evi, bağ, bahçe ve tarlası.
2) Binek ve koşum hayvanları, otomobil, servis arabası, traktör, su motoru, meslek ve sanatını ifa için kullandığı makıne, tezgah, fabrika vb. âletler. Bunlar geliri üzerinden zekâta tâbi olur.
3)Örfe uygun giyim ve ev eşyası. Halı, kilim, altın ve gümüş olmayan yemek takımları, koltuk, çamaşır makınesi, buzdolabı, televizyon, radyo vb. elektronik âletler.
4) Ilim adamlarının kütüphanesi.
5) Kendisinin ve bakmakla yükümlü olduğu kimselerin bir yıllık yeme, içme, giyim vb. harcamaları.
6) Nisap miktarına ulaşmayan ve ticaret için kullanılmayan süs ve zinet eşyası.
Ibnü`l-Hümâm bunları "oturulacak ev, giyilecek elbise, ev eşyası, binilecek hayvanlar ve kullanılan silâhlar için zekât yoktur" (Fethu`l-Kadîr, I, 487) şeklinde özetler.
HAYAT SİGORTASI
Günümüzde yaygınlık kazanan "Hayat sigortası" (Halk sigorta ve Anadolu sigorta gibi) caiz midir?
Sözü edilen iki sigorta kurumunun mahiyetini ve çalışma biçimini bilmiyoruz. Ancak genel olarak "hayat sigortası" için şunları söyleyebiliriz:
Sigorta bir takım risk (tehlike)lerin zararlarından korunma müessesesidir ve Türkiye için "Sosyal Sigortalar" ve "Özel sigortalar" diye ikiye ayrılır. Sosyal Sigortalar Emekli sandığı, Isçi Sigortası ve Bağkur olmak üzere üç birimden oluşur ve resmi bir kurumdur. Kâr düşüncesi yoktur, ideal şekliyle yardımlaşma (sosyal dayanışma) ve sosyal risklerin zararlarını daha çok kişiye dağıtarak azaltmayı hedefler. Islâm`da böyle bir müesseseye hiç ihtiyaç yoktur, ancak yardımlaşma esprisi taşıdığı için birçok çagdaş Islâm alimince caiz görülmüştür.
Soruda sözü edilen özel hayat, yangın, araba vb. sigortalar ise bünyelerinde taşıdıkları birçok haram unsurdan dolayı gayr-i Islâmîdir, caiz değildir. Çünkü bu sigortalar "garar" (taraflardan biri için aldanma ve zarar) içerir. Kumar, faiz, başkasının malını bedelsiz alma, lûzumlu olmayanı lûzumlu kılma, borcu borca karşılık satma, müşterek bahis ... gibi ma`nâlar ihtiva eder ki, bunların hepsi haramdır. Çok büyük suistimallere, yakmalara ve tahriplere sebep olur ki, bunlar da hem haram hem de ekonomik açıdan gayri makuldür. (Geniş bilgi için bk. Dr. Muhammed Biltacî, ‚Ukûdût-Te`min min Vicheti`1-Fıkhı`1-Isâmî, 150 )
Eğer bu sayılan haram yollar yoksa hayat sigortası dışındki sigortalar caiz olur. Özellikle yardımlaşma maksatlı kurulan sigortaların caiz olduğunu söyleyebiliriz.
HAYIZ BEZLERİ
Hanımların kullandıkları hayız bezi ve pamuğu atılabilir mi? Normal günlerde kullanılan pamuk da aynı durumda mıdır?
Özellikle bu konuyu anlatan bir nas ya da hüküm bilemiyoruz. Bu da bunun çok fazla önemi olan bir şey olmadığı gösterse gerek. Ancak Ebû Dâvûd`da rivayet edilen bir hadis-i şeriften, asr-ı saâdette de kadınların hayız bezlerini kenar çöplüklere attıkları anlaşılıyor. Buna göre bu bezleri, ya da sair günlerde kullanılan pamukları atmakta bir mahsur olmadığı söylenebilir. Fakat hayızlı kadının, yanındakileri ve özellikle kocasının tiksindirmemek için; hayız bezine ağır kokuları giderici kokular sürmesi sünnetten olduğuna göre, bu konuda da dikkatli olup çirkin manzaralara sebep olmaması, bu şeylerden habersiz düşünceleri ifsad etmemesi, sünnetin yani Islâm terbiyesinin gereği olmuş olur.
HAYIZ HALİNDE AVRET
Bakma konusunda kadının kocasına göre avreti, hayızlı iken de temiz olduğu zaman gibidir. Tutma ve yararlanma konusunda ise farklıdır. Kocanın hayızlı karısı ile cinsî ilişkide bulunması, ayetle belirlendigi için (bak. el-Bakara 2/22) ittifakla haramdır; helâl sayan küfre girer.
Birleşmenin dışındaki cinsel oynaşma, tutma ve karısının eli v.s. ile tatmin olma, kadının göbekle diz kapağı arası örtülü olmak üzere, bütün alimlere göre caizdir. Örtü varken, göbekle dizkapağı arasından da, örtünün üzerinden olmak üzere her türlü yarlanabilir. Imam Muhammed`e göre ise, hayızlı iken yasaklanan, sadece kadının cima organını kullanarak yapılacak cinsel ilişkidir. Çünkü Kur`an-ı Kerim`de bu yasağa gösterilen illet "eziyet"tir. Bu ise ancak cima organını kullanmakta bulunur. Buna göre, koca karısının cima organı dışında her yerinden örtü olmaksızın da yararlanabilir. (Fetâvâ-yi Kâdîhân, (yazma) 611/b,; Serahsi, Mebsût, X/159.)
HAYIZ VE HAFIZLIK
Hâfizlık yapan kız talebelerin ve hanım hocaların hayız durumlarında ne yapmaları gerekir?
Hayız halindeki kadının Kur`ân-ı Kerim okuyamayacağı temel bir kraldır. Hâfizlık yapanların ve hoca olanların durumu da aynıdır. Hâfizlık yapanlar bu dönemlerinde hâfizlığa ara vermelidirler. Öğretici olanlar ise, her iki kelimeden birini atlamak sûretiyle kesik kesik okur ve öğretir. Arada bir tek kelimenin okunuşunu, meddini, harflerinin mahrecini talim edebilir. Bazılarına göre de âyetin yarısını öğretir ve böylece devam eder. Ama ihtiyata uygun olan birincisidir, bunda bir mahzur yoktur ve mekruh da değildir.
HAYIZLI IKEN AYETÜL-KÜRSİ OKUNUR MU?
Âdetli, cünüp ve lohusanın Kur`ân-ı Kerim okumaları haramdır. Dua anlamındaki âyetleri, dua maksadıyla okumalarında bir mahzur yoktur diyenler vardır.
HAYIZLI İKEN CENAZE YIKAMAK
Hayızlı bir kadın cenaze yıkayabilir mi?
Bilindiği gibi, kadın cenazeyi kadın, erkeği de erkek yıkar. Yıkayanın cünüp, hayızlı, nifaslı, ve gayrı müslim olması mekruhtur. (Yani hoş olmamakla beraber, bunların yıkadığı da olur.) Ama bunlardan başka yıkayabilecek kimse yoksa, bunların da yıkamalarında bir mahzur yoktur. (Bilmen 248 (md. 533))
HAYIZLI İKEN KINA YAKMAK
Adetli bir hanım kına yakabilir mi? Sol ele kına yakılabilir mi?
Cünüpken kına yakılabilir. Cünüpken yapılabilen şey âdetli iken daha rahat yapılabilir. Erkeğin cünüpken yaktığı kına ile kadının kınalanmasında da mahzur yoktur. Ancak onun yıkanabilen çamur ve tortusunu yıkamadan namaz kılamaz. Kadın her iki eline de kına yakabilir. Bu bir zevk ve örf meselesidir. ( Hindiyye V/359; Kâdihân Ill/412 ) Cünüpken koyduğu kınayı yıkayarak namaz kılabilir. (Kâdihân NI/431)
HAYIZLI İKEN TIRNAK KESMEK
Hanımlar adetli günlerinde saç ve tırnak kesebilirler mi? Bu artıkları yakmakta ya da çöpe atmakta dinimizce bir mahzur var mıdır? Vücuttan cünüpken tırnak v.s. kesilirse, sonra yıkanıldığında gusül tamam olmuş olur mu?
Bu konuda âdetli de cünüp hükmündedir. Vücudtan tırnak ya da tüy kesmesi mekruhtur. Bir zaruret yoksa temizlenmeyi beklemelidir.
Bu tür artıkları imkân varsa biriktirip sakin bir bucağa gömmek iyi olur. Şehirlerde olup gömecek yer bulamazsa, çöpe atması ya da yakması uygun olur. (Allah`u a`lem) Bunun gusülle alâkası yoktur. Gusül tamamdır.
HAYIZLI İKEN TRAŞ
Hayızlı iken vücuttan tüy koparılmaz, tırnak kesilmez gibi söylentiler var. Bunun doğruluk derecesi nedir? Lohusa da aynı durumda mıdır? Ayrıca devamlı olan renksiz, kokusuz akıntı özür sayılır mi? Namaza mâni midir?
Fıkıh Kitaplarının:
Âdetli, lohusa ve cünübün yapması haram olan şeyler bölümlerine bakıldığında, vücutlarından tüy yolmaları, traş etmeleri, ya da tırnak kesmeleri gibi temizliklerin sayılmadığını görürüz. Bu da bu davranışların, bu halde iken hâram olmadığını gösterir. Ancak Gazâlî, öbür dünya`daki dirilme bedenen olacâğından (haşr-ı cismânî) ve bu dünyada iken insandan kopan her parça; orada koptugu yere yeniden takılacağından, bu hallerde iken tüy yolmaları mekruh olduğunu söyler. ( Hindîyye V/358) Bazı fetvâ kitaplarında da: "Cünüpken vücudundan tüy koparılmayacağın da bilmek gerekir." ( Nemenkânî, N/206) denir. Ancak koltuk altı; kasık ve tırnak temizliğinin kırk gün geciktirilmeşinin tahrimen (harama yakın) mekruh olduğunu düşünürsek diyebiliriz ki, temizlik süresi kırk günü aşmayacaksa, âdetli; lohusa ve cünübün vücudundan bir şey koparmaması gerekir. Aşacaksa "zararların hafif olanını" seçer ve bu tür temizliklerini yapabilir.
Renksiz ve kokusuz akıntı; pamuk kullanılmak suretiyle önlenebileceği için, özür değildir. Pamuk kullanılır ve akıntının dışarı çıkması önlenirse, aldığı abdestle istediği kadar namaz kılabilir.
HAYIZLI KADININ KABİR ZİYARETİ
Hayız, ya da lohusalık halinde kadının kabır ziyaret etmesinde "bir sakınca yoktur."(Hindiyye I/38 (Sirâciyye`den)
HAYIZLI VE CÜNÜP İKEN BEBEĞE BAKMAK
Hayızlı, nifaslı ya da cünüp iken, yeni doğmuş bebege bakılmaz deniyor. Bu ne derece doğrudur.
Cünübün, âdetlinın ve lohusanın yapamayacağı şeyler fıkıh kitaplarında etraflıca anlatılmıştır. Yani bakması haram değildir. Bu, olsa olsa maddeten ve mânen temiz olmaya karşı duyulan titizlikten ve bu konudaki hassaslıktan doğmuş bir söylenti ve bir yönüyle de güzel bir kabulleniş biçimidir. Çünkü bunda temizlikte acele etmeye teşvik vardır. Ancak insanın bir helâla; haram deme yetkisine sahip olmadığı ve Kur`ân-ı Kerim`de geleneklere göre yaşayanların kınandığı da bilinmelidir. Bu nedenle adetli ve cünüp olanların çocuğa bakmasının bir sakıncası yoktur.
HAYVAN YEMLERİNİN TEMİZLİĞİ
Tavuk yemi üretiyorum. Yeme belli oranlarda balık unu ya da kan katıyoruz. Bunların katılmaması halinde tavuklarda vitamin eksikligi yüzünden bir hastalık oluyor ve birbirlerini yiyorlar. Aslında bu ihtiyaç balık unuyla karşılanıyor, ama onu bulmak her zaman mümkün olmadığından kanı tercih ediyoruz. Ama kan kullanmanın da mahzurlu olduğunu öğrendik?
Sorunuzu iki farklı yönüyle ele almayı deneyecegiz:
1. Genel esaslar ve mes`elenin tahlili.
2. Olayın, halihazırdaki durum.
Kur`ân-ı Kerim`de murdar ölü eti (meyte), kan, domuz eti ve Allah (cc)`ın adıyla kesilmeyen etler aynı kategoride olmak üzere birden çok yerde yasaklanır ve haram oldukları bildirilir: "De ki, bana vahyolunanlar içinde bir yiyenin yemesi için ölü eti (meyte), akıtılan kan, domuz eti-ki, bu gerçekten murdardır- Ya da Allah (cc)`tan başkası adına kesilmiş iş bir fısk dışında haram kılınan bir şey bulamıyorum..."(K. En`am (6) 145; Yakın anlamlar için bk. Bakara (2) 173; Mâide (4) 3; Nahl (16) 115)
Buradan hareketle alimler; hayvan boğazlandığında akıtılan kanın murdar olduğu, yenmeyeceği ve ondan (herhangi bir yolla) yararlanılamayacağı konusunda ittifak etmişlerdir. (Ibnü`1-Arabî, Ahkâmül-Kur`ân, I/53) Bu ittifakın icma halinde olduğu ifade edilmiştir.(bk. Sabûnî, Ahkâmü`I-Kurari, I/160,163) O kadar ki, meşhur Hanefi fıkıhçısı Cessâs, bu maddelerin haram kılınışının her türlü yararlanmaya şamil olduğunu, binanaleyh ölmüş hayvan etinden hiç bir suretle yararlanılamayacağını, hatta köpeklere ve diğer et yiyenlere dahi yedirilemeyeceğini, çünkü bunun da bir nev`i yararlanma olduğunu söyler.(Sabunî, age, I/160)
Yine Cessâs`ın naklettiği şu haber de bu görüşü destekler: "Rasûlüllah (sav) Mekke`ye gelince iç yağlarını toplayan Hiristiyan asıllılar ona gelerek: Ey Allah (cc)`in Rasûlü, biz ölmüş ve kokmuş hayvanların iç yaglarını alırız ve sadece deri ve gemi yağlamada kullanırız, ne dersiniz? dediler. Rasûlüllah Efendimiz (sav) de: "Yahudilerin Allah canını alsın, onlara da etler yasak edilince onları sattı ve parasını yediler" diye memnuniyetsizliğini bildirdi".(Cessâs, Ahkâmül-Kurân, I6145) Gerçi "Meytenin haram olan kısmı sadece etidir", bir başka rivayette, "Haram olan sadece onu yemektir" hadis-i şerifleri de rivayet edilmiştir.(Cessâs, age. I/150) Ama cumhur (fıkıhçılar çoğunluğu) diğer haberlerin yanında bunlara itibar etmemiştir ya da bu haram maddeler bizzat yenmeseler dahi, bunlardan başka bir yolla yararlanmak dâhi netice itibariyle yeme sayılmıştır. Bu konuda Yahudilerin kınanma biçimi de bunu gösterir.
Bununla birlikte "Içilmesi haram olanın satılması da haramdır" hadisi şerifi de vardır.(bk. el-Cezîri, el-Mezâbiu`1-Erbâ`a, N/8) Zorunlu olarak satınalınması da haram olmuş olur. Bu konudaki icmaı ve Malikî görüşünü Kurtubî de bu doğrultuda açıklar: "Artık bunlardan ve her türlü murdar şeylerden ne şekilde olursa olsun yararlanmak caiz değildir. Hatta pis su ile ekin de (Ebussuûd Efendi, pislikle sulanmış bitkilerin, fıkıhçıların çoğuna göre kerehatsiz helal olduğunu söyler. bk. Ibn Abidin, VI/341), hayvan da sulanmaz, murdar şeyler davarlara yem olarak verilmez. Ölen hayvan köpeklere ve yırtıcı hayvanlara verilmez. Ama bunları yerse engel de olunmaz. Bu, "size ölü hayvan... Haram kılındı" ayetinin zahir ma`nâsıdır ve bunlardan hiçbir türlü yararlanma ayrı tutulmamıştır".(Kurtubî, N/218) Ayrıca, hiçbir tefsirde temas edilmemekle beraber, yukarıda mealini verdiğimiz ayette haram olarak sayılan maddelerin kime haram olduğu, "bir yiyenin yemesi için" gibi ilginç bir Kur`ân ifadesi ile anlatılır. Hayvanlarda birer "yiyen" olduklarına göre bu ayetle bu maddelerin onlara da haram olduğuna işaret olsa gerektir. Burada: "haramlık" mükelleflerin fiilleriyle ilgili bir kavram olduğuna göre bir şeyin hayvanlara haram olduğu nasıl söylenebilir? diye bir itiraz akla gelebilir. Bunu kısaca: Haram olan onların yemesi değil, onların insanlar tarafından yedirilmesidir, diye cevaplayabiliriz. Tıpkı "Erginlik yaşına girmemiş çocukların, ebeveynlerinin odalarına girerken izin istemekle emrolunmaları" (bk. K. Nûr (24) 58) gibi. Orada da mükellef olanlar çocuklar değil onları öğretme durumunda olan ebeyevndir.
Imdi durum bu olunca; serbest dolaşan tavuğun (decâce muhallât) ve pislik yiyen inegin (cellâle) etleri kokmadıkça, ya da pislikle beraber normal yiyecek ve alaflarını da yiyor ve pislik, bütün yediklerinin yarısından azı kalıyorsa, mekruh olmakla beraber etlerini yemek helâldir. Hatta domuz sütü emmiş kuzunun durumu da böyledir, hükmüne kıyasla, kan gibi maddelerin tavuk ve hayvan yemlerine yarıdan az olmak üzere karıştırılabileceğini söylemek doğru olmasa gerektir. Çünkü bunların kendiliğinden yemiş olmaları sözkonusudur. Halbuki, yukarıda da söylediğimiz gibi dökülen kan ve benzerlerinden, hangi yolla olursa olsun yararlanılması haramdır. Kan haram olduğuna, yani "mütekavvim mal" olmadığına göre satışı ve alışı haramdır. Öyleyse, hangi oranda karıştırırsa karıştırsın, yem yapmak üzere kan almak isteyen bir müslüman onu nasıl satın alacak, satan nasıl satacaktır? Görüldüğü gibi bu iki tarafın yaptığı muameleyi meşru kılacak bir yol yoktur. Bu konuda olsa olsa bu yemlerle beslenen hayvanları alıp yiyenler açısından bir meşruiyetten sözedilebilir bu hayvanlar yenir, denebilir. Bu ikisi farklı şeylerdir.
Hanefiler özetle söyle derler: Dışkı yiyen hayvanın eti kokmadıkça yenmesi helâldir. Nitekim domuz sütü emen kuzu da, eti değişmeyeceği için yenir. Ama serbest dolaşan tavuk (muhallat) üç, dışkı yiyen koyun dört, inek de on gün hapsedilip temiz gıdalarla beslenmelidir. Bu hapis gününü daha değişik tutanlar da vardır. Ama Serahsi, bu gün tayininin bir dayanağı, olmadığını, mühim olanın koku gidinceye kadar beklemek olduğunu söyler. Tavuk hiç bekletilmeden yenirse hafif (tenzihen) mekruh olur.(Ibni Abidîn IV/341)
Malikilerin görüşünü temsil eden Kurtubî ye göre: Etinin tadında ya da kokusunda pisliğin belirtisi olursa yenmesi haramdır, olmazsa helâldir. Hattabi, bu Hadislerdeki yasağın hafif bir yasak olduğunu söylemiştir. Bu durumlar, yediğinin çoğu pislik olması halinde böyledir. Ama ot otluyor, tahıl yiyor, bununla beraber zaman zaman da pislik yiyorsa ona "cellâle" denmez. O serbest tavuk gibidir. Buradan hareketle, hayvanların dolaştıkları yerlere pislik atılması yasaklanmıştır. Rivayete göre adamın biri bahçesini insan dışkısı ile gübrelerdi. Hz. Ömer`de ona: "Sen insanlardan çıkanı onlara yedirmeye kalkışan birisisin!" diye çıkıştı.(Kurtubî VN/122)
Hânbelilere göre, Ahmed b. Hanbel`in ifadesi ile: "Cellâle`nin etini de sütünü de haram (mekruh) görürüm".(Ibn Kudame, el-Mugni, VNI/593-94) Aynı görüş Sevri`den de nakledilmiştir.(Sevkânî; Neylü`1-Evtâr, VNI/l40)
Şafiîler de "cellâle"nin etinin yenmesinin hâram olduğu görüşündedir. Nevevi, alafinin çoğu temiz ise "cellâle" adını, dolayısı ile bu hükmü almayacağını söyler. Izz b. Abdusselam da; bir koyun on yıl haram şeyler yese, onu yemek ne sahibine ne de başkasına haram olur (Sevkânî, age, VNI/139-140) demiştir.
Sevkânî ise: "Bu hadislerin zahiri, (cellâleyi yemenin, sütünü içmenin) haram olduğunu anlatır. Çünkü nehyin hakiki anlamı budur. Binaenaleyh hapsedilmeden kesilmesi caiz değildir. Eğer hapsetmeden kesilirse eti haram olur" (Sevkânî, es-Seylü`1-Cerâr, IV/102; ayrıca bk. Segid Sabik, Fıkhu`s-Sünne, NI/256) der.
Gerçi Hanefi mezhebinde söyle bir görüş daha vardır: Kuyuda ölüp şismiş bir hayvan bulunsa, onun görülmesinden sonra o su ile hamur yapılmış olsa zayıf bir görüşe göre o hamur köpeklere atılır veya hayvanlara yedirilir. Bazılarda hamur, o kuyunun suyu bununla pis olmadığı görüşünde olan Şafiîlere satılır, demiştir.(Tahtavı âlâ-Merhaki`1-Felah, 33) Ancak burada da hayvanlara yedirme kastı yoktur, görüş kuvvetli bir görüş değildir. Içinde hayvan ölen ve Şafiîlere göre değildir. Dolayısı ile ne maksatla olursa olsun, kan satmak ya da satın almak, hayvan yemlerine katmak yoluyla da olsa yedirmek (Allah`u a`lem) caiz değildir. Bu hükmün hikmetlerinin neler olacağı buranın konusu değildir ve biraz da müslüman tabip ve veterinerleri ilgilendirir.
Ö. Nasuhi Bilmen`in su ifadesi de, yukarıda söylediklerimizi destekler: "Pak olmayan şeyleri, meselâ bozulup temizliğini kaybeden kolamış etleri vesaireyi, etleri yenilebilen hayvanlara yedirmek caiz değildir.(Bilmen, Büyük Islâm Ilmihali, 426)
HAYVANLARDA SUNİ TOHUMLAMA
Bu konu hakkında, bilebildiğimiz kadarıyla, klasik fıkıh kitaplarımızda bir hüküm yoktur. "Eşyada aslolan ibahadır", yani Allah her şeyi insanlar için yaratmış olduğuna göre (bk. Bakara(2) 29) haram kılınmış olmayan şeylerin helâl olmakta devam ediyor olması gerekir. Sözü edilen suni tohumlamanın da direkt olarak haram olduğuna dair bir nas bulunmadığına göre bunun da helâl olması gerekir, diye düşünülebilir. Ancak mesele o kadar da basit değildir. Yine Kur`ân-ı Kerim`de "Allah (cc)`ın yaratışını (fıtratı)" bozanlar şeytanın dostu olup hüsrana ugrayanlar olarak nitelendnilirler.(K. Nisâ (4) 119) Bu da acaba fıtrata müdahale değil midir? Hayvanların normal çiftleşmesine engel olunması halinde, erkeklerinin hakkına ve tabiî ihtiyacına tecavüzden sözedilebilir. Ama bunun için denebilir ki, onlar da insanlar için yaratıldığına göre spermalarının bu yolla alınması daha yararlı ise bu yolla alınır, fazla gelenleri de kesilerek değerlendirilir ve artık onların ihtiyaçları da söz konusu olmaz. Sonra hayvanların erkeklerinin semirmesi ve bu yolla daha faydalı olmaları söz konusu ise birçok alim burulmalarının caiz olduğunu ve bunun fıtratı değiştirme sayılmayacağını söylemişlerdir.(Burmanın caiz olmadığını söyleyenler de vardır. bk. Kurtubî, V/390-91)
Ama yine de ilerleyen zooloji ve özellikle de genetik ilminin verileri kesin sonuçlara varmadan nihâi sözü söylemek imkânsızdır. Kiloda biraz daha ağır, süt veriminde biraz daha fazla bir hayvan türü geliştirelim derken, insana da, çevreye de ve hatta o türe de zararlı bir sonuç ortaya çıkabilir. Günümüzde çokça sözü edilen hormon skandalı bunun bir başka açıdan tezahürü sayılmalıdır.
Diğer yönden meselenin, bir ölçüde ağaçların aşılanması olayına benzerliği de yok değildir. Bilindiği gibi Rasulülah Efendimiz (sav) Medine`ye geldiklerinde halkın hurma çiçeklerini aşıladıklarını görmüş ve: "Bunun faydalı olacağını sanmıyorum", ya da, "bunu yapmasanız belki de daha iyi olur" buyurmuş, onlar da aşılamayı terketmişlerdi. Sonunda verimin düşük olduğu kendilerine hatırlatıldığında da "faydalı işi yapsınlar. Ben sadece zanla konuştum. Zandan dolayı beni muahaze etmeyin. Ama size Allah (cc)`tan gelen bir şeyden sözedersem onu hemen alın... Siz dünya işinizi iyi bilirsiniz" (bk. Müslim, Fedâil,139,141; Ibn Mâce, Ruhun 15; Müsned, V/16, 298, VI/128) buyurmuştu. Hayvanların suni yolla tohumlanması da bir bakıma buna benzer. Ancak benzemediği yönler de vardır. Meselâ hurmanın aşılanmasında yapılan şey tabiî olanı kolaylaştırmak ve çabuklaştırmaktır. Erkek hurma ve onun hakkına tecavüz söz konusu değildir. Çiftleşme ve ondan doğacak tabiî etkileşimden söz edilemez. Kimbilir, belki de hayvanların tabî çiftleşmelerinde bilinen sperm alışverişinin dışında başka psikolojik ve genetik etkileşimler vardır ve bu etkileşimler neslin sıhhatli devamında bir takım fonksiyonlara sahiptirler. İşte bunlar özellikle genetik ilminin ve müstakbel fıkıh heyetlerinin ileride halledecekleri meselelerdendir. Şimdilik mahzurlu olduğunu gösteren bir delil yoktur (Allah`u a`lem).
"Hayvanların spermlerinin (melakîh) ve ceninlerinin (medâmîn) satışı yasak edildi" (Muvattâ, Buyû 63) diye bir hadis vardır, ama bununla anlatılan sun`i dölleme değil, sağlam doğumla sonuçlanıp sonuçlanmayacağı bilinmeyen sperm ve ceninin satılmasıdır.
Hazret-i Ali`nin kabri nerededir? Bu hususta çeşitli sözler söylenmektedir. Acaba bu hususta aydınlatıcı bilgi verir misiniz?
Bilindiği gibi Hz. Ali (k.v) Haricilerden Abdurrahman bin Mülcem tarafından şehid edilmiştir. Kesin olarak nerede medfun olduğu belli değildir. Kimi Küfe`nin emirlik binasında, kimi Rahbetü`l-Küfe denilen yerde, kimi Necef`tedir dediler. Bazılarına göre onu Medine`ye götürülmek üzere bir sandık içine koyarak deveye yüklediler. Tay kabilesinin toprağına varınca kabile mensupları deveyi gasp edip kestiler. Hz. Ali`yi de orada defn ettiler. Kabrini gizli tutmaktan gaye onu Harici`lerden korumak idi. Çünkü belli bir yerde defn etseydiler Hariciler kabrini kazıp cesedini çıkaracaklardı.
Şii`lere göre Hz. Ali (k.v) Necef şehrinde medfundur. Kabir orada ziyaret edilmektedir. Bazı muhakkiklere göre de Necef şehrindeki kabir al-Mugire bin Şu`be`nin kabridir. Hz. Ali`nin değildir. Bu kabrin Hz. Ali`ye nisbeti hicretten üçyüz sene sonra olmuştur.
HELAL VE HARAM OLAN HAYVANLARIN BAZILARINI AÇIKLAR MISINIZ?
Haram olan hayvanları üç kısma ayırmak mümkündür.
1- Başkasına saldırıp azı dişleriyle parçalayarak kendisini müdafaa eden domuz, kaplan, aslan, ayı, kurt, fil, pars, kedi, maymun ve köpek gibi dört ayaklı hayvanlar.
2- Tırnaklarıyla kendini müdafaa edip zayıf olan olan hayvanları avlayan kartal, akbaba, atmaca, karga ve şahin gibi hayvanlarla leş yiyen kuşlar.
3- Tiksindirip nefret veren ve kötü olarak bilinen yılan, akrep, böcek, fare gibi yer haşreleridir. Bunlardan başka hayvanlar mübah sayılırlar. Ancak bazılarının hakkında ihtilaf vardır. Mesela Hanefi mezhebine göre, sırtlan, keler, tilki, at, kirpi gibi hayvanlar haram ise de, Şafii mezhebine göre helaldır. Kırlangıç, tavus, hüdhüd, papağan ve baykuş gibi hayvanlar da Şafii`ye göre haram. Hanefi`ye göre helaldır (Fıkh, Essünne).
HEM PARA, HEM DE SATILAN ŞEY VADELİ OLMAK ÜZERE ALIŞ VERİŞ YAPMAK CAİZ MİDİR?
Alışveriş akdi dört kısımdır:
1- Hem para hem de satılan şey peşin olmak üzere yapılan akittir.
2- Para peşin, satılan şey ise vadeli olmak üzere yapılan akittir. Buna Selem akdi denilir. Mesela: Hasan Efendi, Halit Efendiye diyor ki: "Şu vasıflarda bulunan on teneke buğdayı, falan yerde ve tarihte bana teslim edilmek üzere şu onbin lira karşılığında senden satın aldım." Halit Efendinin de onun sözüne uygun olarak: "Ben de sattım" demesinde olduğu gibi.
3- Satılan şey peşin, para ise vadeli olmak üzere yapılan akittir. Birisinin belli bir kitabı vadeli olmak üzere bir başkasına satması gibi.
4- Hem para hem de satılan şey vadeli olmak üzere yapılan akittir.
Akdin ilk üç çeşitli şartları yerinde olduğu takdirde caizdir. Dördüncü kısım ise caiz değildir. Peygamber (sav) böyle bir alışverişi men etmiştir. Yalnız, akit yapmadan iki, üç ay evvel ileride satıcı ve alıcı vasfını kazanacak kimseler, satış akdini yapmak üzere birbirine söz verseler ve zamanı gelince de akit yapsalar caizdir. Çünkü va`d ve akit ayrı ayrı şeylerdir.
HER HANGİ BİR LİDERİN BİR YERE GELİŞİ MÜNASEBETİ İLE ŞEREFI İÇİN VEYA SALİH KİMSELERİN KABRİ İÇİN ADAK OLARAK KESİLEN HAYVANIN ETİ HELAL MIDIR?
Her hangi bir liderin bir yere gelişi münasebeti ile şerefi için veya veli ve salih kimsenin kabri için nezr edilmiş bir hayvan kesilirse eti haramdır, yenilmez.Çünkü hayvan Allah namına kesilmemiştir.O gelen zat veya veliye tazim için kesilmiştir. (İbn Abidin)
Ancak kurban Allah rızası için kesilir ve bunlar da Kurban kesmeye bir vesile olursa yenilmesi caiz olur.
HERHANGI BİR İŞE GİREBİLMEK İÇİN YÖNETİCİYİ GÖRÜP RÜŞVET VERMEK İCAB EDERSE BÖYLE BİR MESELE İÇİN RÜŞVET VERMEK CAİZ MİDİR?
Herhangi bir işe girebilmek için az olsun çok olsun rüşvet vermek haramdır. Peygamber (av) şöyle buyurmuş: Allah (c.c.)hem rüşvet verene, hem alana lanet etmiştir.
Böyle bir iş için rüşvet vermek caiz değildir. Rızık Allah`a aittir. O herkesin rızkını tekeffül etmiştir. Şurada iş sahası bulunmazsa burada bulunur. Rüşvet sadece iki yerde verilebilir.
1- Haksız bir yerde hapis ve işkenceye maruz kalındığında.
2- Malın elden gitmeye maruz kalındığı zaman rüşvet vermek çare ise ona başvurabilir (Şirvani,İbn Abidin). Veren Allah`ın indinde mesul değildir. Fakat alan Allah`ın lanetine müstahaktır.
HEYKEL
Taş, tunç, mermer ve pişmiş toprak gibi dayanıklı maddelerden yapılmış insan ya da hayvan görüntüsü, simgesi. Heykel, Islâm terminolojisinde "suret" kavramı içerisinde değerlendirilmiş resim anlamındaki suretten bunu ayırmak için "gölgeli suret" deyimi kullanılmıştır. Heykel, şekil olarak müşriklerin tapındığı putlarla aynı olmakla birlikte kendisine tapınılan anlamda put olmadığı için suret kavramı içerisinde ele alınmış ve onunla birlikte hükme bağlanmıştır.
Kur`an, heykelden put anlamı dışında bir yerde söz etmekte, hakkında herhangi bir hüküm vermemektedir. Sebe` sûresinde cinlerin bir kısmının Hz. Süleyman`ın emrinde çalıştığı bildirildikten sonra "Ona dilediği gibi kaleler, heykeller, havuzlar kadar (geniş) leğenler, sabit kazanlar yaparlardı"(Sebe 34/13) buyurulmaktadır. Bu âyet bilginlere göre Hz. Süleyman devrinde heykel yapmanın mübah olduğunu ifade etmektedir. Ama yine bilginler Hz. Süleyman devrine ait olan Rasulullah (s.a.s.) den gelen haberlerle ortadan kaldırıldığını, Islam dini tarafından neshedildiğini söylemektedirler.
Kur`an, Hz. ibrahim (a.s.)`ın putları, heykelleri kırdığını anlatmaktadır. Rasul (s.a.s.)`da Mekke`nin fethinde Kâbenin içinde, çevresinde ve Safa ile Merve tepeleri üzerinde bulunan putları (heykelleri) kırıp temizletmiştir.
Rasulullah (s.a.s.)`dan gelen hadisler heykel (suret) yapmayı yasaklamaktadır. Bu konuda gelen haberler tevâtür derecesine ulaşacak kadar çoktur. (Resim için bk. Resim mad.)
Hz. Âişe (R. anha) dan Nebi (s.a.s.)`in şöyle dediği nakledilmiştir: "Kıyamet günü en şiddetli azaba uğrayacak olanlar, yaratma hususunda kendisine Allah`ın yerine koyup, kendini ona benzetenlerdir" (Buhari, libas, 39; Nesai, Zinet, 112-114).
Ibn Abbas (r.anhum)`a Iraklı bir adam gelip; Şu suretleri yapıyorum, bu konuda ne dersiniz diye sorunca, o, şu cevabı vermiştir: Yaklaş, yaklaş, Muhammed`i (s.a.s.)` şöyle derken işittim: "Kim dünyada bir sûret yaşarsa, Kıyamet günü buna can vermekle yükümlü tutulur. Halbuki ona can verecek değildir." Ibn Abbas ve Ebû Hureyre`nin naklettiği başka bir rivayet şöyledir: "Kim suret yaparsa, ona can verilinceye kadar azap olunur. Halbuki bu surete can verebilecek değildir" (Nesai, Zinet,113). Ibn Ömer`den, Nebi (s.a.s.)`in şöyle dediği nakledilmiştir: "Suret yapan kimselere kıyamet gününde azap olunur ve kendilerine; yarattığınız şeylere can veriniz, bakalım denilir" (Nesai, Zinet, 113).
Imam es-Sindi, Nesâi Hâşiyesinde yukarıdaki Ibn Abbas ve Ibn Ömer hadislerini şöyle açıklar: Ibn Abbasa hükmü sorulan "suret" ten maksat "canlılara ait sûretler" dir." Sureti diriltinceye kadar azap olunmaktan maksat, azabın sona ereceği zamanı belirtmektir. Hadiste; sureti hiçbir zaman diriltemeyeceklerinin belirtilmesi azabın devamlı olarak uygulanacağını ifade eder. Ancak es-Sindi, yukarıda sözü edilen azabın, suret yapma sebebiyle dinden çıkan kimse ile ilgili olduğunu belirtir. Ve bunun da üç şekilde ortaya çıkabileceğini ifade eder.
a) Helal kabul ederek suret yapmak,
b) Tapınmak amacıyla yapmak,
c) Zaten mü`min olmayan kimsenin suret yapması?
Bu üç sınıfın dışında kalanlar, sureti helal saymadan ve tapınma kastı da taşımaksızın yapmışsa bu fiili sebebiyle "asi" olur. Hak ettiği azabı Allah affetmezse azap görür, sonra azaptan kurtulur. Yahut da bu azaptan maksat; işin çirkinliğini şiddetle ortaya koyup, yasaklayarak suret yapımını engellemektedir. Bu son değerlendirmeye göre, hadisin açık anlamının kastedilmediği düşünülebilir (es-Sindi, ö 136/1724 Haşiye Süneni`n-Nesâi, Istanbul 1931, VIII, 215).
HEYKELİN YASAKLANMA NEDENİ
Islam bilginlerinin ortaklaşa belirttiklerine göre heykelin yasaklanma nedeni, onları yapanların Allah`ın yarattıklarına benzetmeye çalışmaları kendilerini yaratıcı yerine koymuş olmalarıdır. Yasağın hikmeti ise, insanları putperestlikten uzaklaştırmak, saf tevhid inancını şirk ve putperestlikten korumaktır. Çünkü bütün kavimlere putperestlik heykel yoluyla girmiştir.
Âyette Nuh Peygamberin kavmi ile ilgili olarak şöyle buyrulur: "Sakın ilahlarınızı bırakmayın "ved ", "suvâ", "Yeğâus", "Nesr" gibi putlarınızdan vazgeçmeyin, dediler. Böylece bir çok insanı sapıttılar. Sen bu zalimlerin sadece sapıklıklarını arttır" (Nuh, 71 /23-24). Bunlar Nûh kavminin Allah`tan başka kendilerine taptıkları putlarının adlarıdır. Abdullah bin Abbas ve Muhammed bin Kays`tan şöyle dediği nakledilmiştir: Ayette adı geçen put isimleri Nuh kavminin bazı salih kimselerinin adlarıydı. Bu kimseler öldükten sonra, şeytan onların birer heykelinin dikilmesini öğütleyerek: "siz onların yaptıklarını bu heykeller aracılığıyla hatırlar ve yaparsınız." der. Şeytanın bu yanıltmasına kanan insanlar o salih kimselerin heykellerini yaparak dikerler. Önceleri güzel amelleri hatırlamada birer araç olan heykeller, bir kaç nesil geçtikten sonra nitelik değiştirir ve kendilerine tapınılan birer put halini alırlar. Işte Islam`dan önceki arap toplumunda bu putları yeni ilavelerle devir almış ve onlara tapınırken Islam güneşi doğmuştur (Ibn Kesir, Muhtaşaru Tefsiri Ibn Kesir, 7. baskı, Beyrut 1402/1981, III, 554).
Sonuç olarak, Islam`ın heykel yasağının kökeninde tevhid inancını korumak, yaratmada yüce yaratıcıya benzemeyi engellemek, mahrem yerleri tasvire karşı tedbir almak ve zararı faydasından çok olan bir alanda israfı önlemek gibi sebebler yatar. Diğer yandan Islam`da ne Hz. Peygamberin ve ne de din büyüklerinin heykellerle tasvir edilmeye ihtiyaçları yoktur. Onlar mû`minlerin gönüllerinde taht kurmuş, mesaj ve doktrinleri Islam toplumunda baş tacı edilmiştir. Hatta Islam Peygamberi sözle aşırı övmeyi bile yasaklamıştır. O şöyle buyurur: "Hristiyanların Meryem oğlu Isa`yı övdükleri gibi beni övmeyiniz. Yalnız, Allah`ın kulu ve elçisidir. Deyiniz" (Buhari, Enbiya, 48; A.B. Hanbel, Müsned, I, 23, 24, 47, 55).
HIBE
Karşılıksız vermek, bağışlamak, karşılıksız bağış, bağışlanmış şey.
Ivaz (bedel) şart koşulmaksızın bir malın derhal temlik edilmesi: Arapçada genel olarak atıyye, nihle, sadaka ve hediyye sözcükleri de bû anlamda kullanılmaktadır. Mecelle 833. maddesindeki tarif şöyledir: "Hibe, bilâ ivaz bir malı temlik etmektir". 855. maddede, ivaz şartına bağlı hibe, her ne kadar başlangıçitibariyle hibe ise de, sonuçlan bakımından satıştan ibarettir.
Ibnü'l-Hümâm (ö. 861/1457), hibenin tarifinde bilâ ivaz (bedelsiz) kaydından maksadın: "bilâ iktisab-ı ivaz", yani bir bedel kazanmamak şartıyla bir malı başkasına temlik olduğunu belirtir (Ibnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadl, Mısır 1315-17, VII,113; Ali Haydar, Düreru'l-Hukkâm şerhu Mecelleti'l-Ahkâm, II,614).
Hibe ile teberru sözcükleri arasındaki ilişki şöyle ifade edilebilir. Gerçek veya tüzel bir kişinin, başka bir şahsın mal varlığı lehine, kendi mal varlığında meydana getirdiği eksilmeye "teberru" denir. Teberru sözcüğü, ivazsız hukukî tasarrufların hepsini kapsayan geniş bir kavram olup, hibeyi de içine alır: Buna göre "heber hibe bir teberrudur, fakat her teberru bir hibe değildir."
Teberru çeşidine giren başlıca hukukî tasarruflar şunlardır: Hibe, vasiyet, vakıf, ibrâ, ibâha, sadaka ve âriyet. Vasiyet; vasiyet edenin ölümünden sonra sonuç doğuran ve mirasçılar razı olmazlarsa sadece terekenin üçte birinde geçerli olan bir tasarruftur. Hibe kabzla tamam olurken vasiyet Iehine vasiyet edilenin kabulü ile tamamlanır. Vakıf; bir malı, genel olarak bir akan, bir hayır cihetine ebedî olarak tahsis etmektir. Ibrâ; alacaklının, alacağını almadığı halde, borçlusunu ödemeden muaf tutmasıdır. ibrâ, mecaz yoluyla hibe sayılır ve borçlunun bunu kabul etmesi şartı aranmaz. Hibe temlîkî bir tasarruf olduğu halde, ibâha genellikle yapıldığı anda lehine teberru yapılan şahısça tüketilen, yenilip içilen bir bağış çeşididir. Meselâ; bir kimseye yemek parası vermek bir hibe, onu eve götürüp yemek ikram etmek bir ibâha tasarrufudur. Sadaka; Allah rızası için ve sevap kazanmak amacıyla birine yapılan bir teberrudur (Mecelle, mad. 835). Âriyet; menfaatin meccânen temliki, yani kullanma ve yararlanma hakkının teberru edilmesidir. Hediye ise; birine ikramda bulunmak amacıyla verilen şeylerdir. Hanefilere göre, hibeden dönmeye (rucu') engel hallerden birisi yoksa, hediyeden dönülebilir. Diğer fıkıh ekolleri hediyeden dönmeyi caiz görmezler (Bkz. el-Bakara, 2/263, et-Tevbe, 9/60,104; Mecelle, mad, 834, 862, 863, 864, 874; Ali Haydar, a.g.e. Mecelle, mad. 834 şerhi; Ibn Âbidîn, Reddü'l-Muhtar, Mısır 1286 IV,776; el-Mevsılî, el-Ihtayar, III, 48; Ö. Nasuhi Bilmen Istilahat-ı fıkhıye Kamusu, Istanbul 1967, IV, 262-283).
Islâm hukukuna göre, rüşvet olarak verilen şeyler hibe veya hediye sayılmaz ve bunların aynen geri verilmesi gerekir. Bu gibi şeyler tüketilmiş ise kıymeti ödettirilir (Ali Haydar, Mecelle, 834, mad, şerhi).
Hibenin meşrûluğu kitap, sünnet ve icmâ delillerine dayanır. Kur'ân-ı Kerîm'de açık olarak hukukî anlamda hibeden söz eden âyet yoktur. Kur'an'da sık sık geçen sadaka ve infak terimleri teberru ve hibeyi de içine alacak geniş kapsamlı sözcüklerdir. Verme ve lutfetme anlamlarında kullanılan hibe yerine, daha çok bu kökten türetilmiş olan fiil ve sıfatlar kullanılır: "Mallarını Allah yolunda harcayanların hali, yedi başak bitiren, her başakta yüz tane bulunan bir tek tohumun hali gibidir" (el-Bakara, 2/261). "Ey iman edenler, sadakalarınızı-malınıinsanlara gösteriş için harcayan, Allah'a ve ahiret gününe inanmayan bir kim gibi başka kakmak ve incitmek suretiyle heder etmeyin" (el-Bakara, 2/264). "Eğer sadakaları açık olarak verirseniz o, ne güzel. Eğer onları gizler ve bu şekilde yoksullara verirseniz, içte bu, sizin için daha hayırlıdır" (el-Bakara, 2/271). Hibe, kişiyi cimrilikten korur. Âyette; "Nefsinin cimriliğinden korunanlar gerçekten kurtuluşa erişmiş kimselerdir" (el-Haşr, 59/9) buyurulur. Bağışlarda orta yolun izlenmesi tavsiye edilir. "Onlar harcadıkları zaman ne israf ederler, ne de cimrilik yaparlar; ikisi orasıorta yoldan giderler" (el-Furkân, 25/67). "Elini bağlı olarak boynuna asma, onu büsbütün de açıp saçma. Sonra kınanmış ve pişman bir halde oturup kalırsın" (el-Isrâ, 17/29).
Hz. Peygamber'den hibe konusunda çeşitli hadisler nakledilmiştir. Rasulullah (s.a.s.) Kendisi hediye kabul eder ve karşılığında da hediye verirlerdi (Buhârî, Hibe,11). O şöyle buyurur. "Karşılıklı hediyeleşiniz. Böylece dostluğunuz artar ve aranızdaki düşmanlık yok olur" (Mâlik, el-Muvatta, Hüsnü'l-Huluk,16). Başka bir hadiste şöyle buyurulur "Nu'mam b. Beşir, (ö. 44/664) oğlu Muhammed'e bir şey bağışlamış; fakat karısı Amre binti Revâha ona; Hz. Peygamber'i buna şahit yapmazsan razı olmam, demiştir. Bunun üzerine Numan b. Beşir, Hz. Peygamber'e gelip; Amre binti Revâha'dan doğmuş olan bu oğluma bir şey bağışladım; o da seni bu işe şahit yapmamı istedi, demiş; Hz. Peygamber ise; "öteki çocuklarına da bunun benzerini bağışladın mı?" diye sormuş; hayır, cevabını alınca; "çocuklarınız orasında adâletli davranın" buyurmuştur" (Buhârî, Hibe,13). Başka bir rivâyette, Allah elçisi, "hayır, cevabını alınca; o halde bağışlananı geri al" demiştir (bkz. Buhârî, Hibe,12; Müslim, Hibât, 9; Muvatta', Akdiye, 39).
Ebû Hanîfe (ö. 150/767), Ebû Yûsuf (ö. 182/798), Imam Muhammed (ö. 189/805), Imam Şâfiî (ö. 204/819) ve bir rivayette Ahmed b. Hanbel'e (ö. 24/855) göre, bir kimse çocuklarından bazılarına mal bağışlayıp, diğerlerine bir şey vermese, bu tasarruf geçerli olur. Onlara göre hadisteki "geri al" emri, vücûb için değil, fazîlet ve ihsan kabılindendir. Nitekim, Enes (r.a)'ten rivayete göre, erkek çocuğunu öperek dizine, daha sonra gelen kız çocuğunu önüne oturtan bir adama Hz. Peygamber; "Bunların ikisini de eşit tutsana" buyurmuştur. Bu emir, vücub için değil insaf ye ihsan niteliğindedir (Sahih-i Müslim, Tercüme ve Şerh, Ahmed Davudoğlu, Istanbul 1978, VIII, 155).
Hibe bir akit olup, diğer akitler gibi rükünleri icap ve kabuldür. Mecelle'nin 837. maddesinde; "hibe, icap ve kabul ile mün'akid ve kabz ile tamam olur" denilmiştir. Hibe yaşayanlar arasında cereyan eder.
HİBE VE HİBEDEN RUCÛ (VAZGEÇME)
Karşılıksız vermek, bağışlamak, karşılıksız bağış, bağışlanmış şey.
İvaz (bedel) şart koşulmaksızın bir malın derhal temlik edilmesi: Arapçada genel olarak atıyye, nihle, sadaka ve hediyye sözcükleri de bû anlamda kullanılmaktadır. Mecelle 833. maddesindeki tarif şöyledir: "Hibe, bilâ ivaz bir malı temlik etmektir". 855. maddede, ivaz şartına bağlı hibe, her ne kadar başlangıç itibariyle hibe ise de, sonuçlan bakimından satıştan ibarettir.
İbnü'l-Hümâm (ö. 861/1457), hibenin tarifinde bilâ ivaz (bedelsiz) kaydından maksadın: "bilâ iktisab-ı ivaz", yani bir bedel kazanmamak şartıyla bir malı başkasına temlik olduğunu belirtir (İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadl, Mısır 1315-17, VII,113; Ali Haydar, Düreru'l-Hukkâm şerhu Mecelleti'l-Ahkâm, II,614).
Hibe ile teberru sözcükleri arasındaki ilişki şöyle ifade edilebilir. Gerçek veya tüzel bir kişinin, başka bir şahsın mal varlığı lehine, kendi mal varlığında meydana getirdiği eksilmeye "teberru" denir. Teberru sözcüğü, ivazsız hukukî tasarrufların hepsini kapsayan geniş bir kavram olup, hibeyi de içine alır: Buna göre "heber hibe bir teberrudur, fakat her teberru bir hibe değildir."
Teberru çeşidine giren başlıca hukukî tasarruflar şunlardır: Hibe, vasiyet, vakıf, ibrâ, ibâha, sadaka ve âriyet. Vasiyet; vasiyet edenin ölümünden sonra sonuç doğuran ve mirasçılar razı olmazlarsa sadece terekenin üçte birinde geçerli olan bir tasarruftur. Hibe kabzla tamam olurken vasiyet Iehine vasiyet edilenin kabulü ile tamamlanır. Vakıf; bir malı, genel olarak bir akan, bir hayır cihetine ebedî olarak tahsis etmektir. İbrâ; alacaklının, alacağını almadığı halde, borçlusunu ödemeden muaf tutmasıdır. ibrâ, mecaz yoluyla hibe sayılır ve borçlunun bunu kabul etmesi şartı aranmaz. Hibe temlîkî bir tasarruf olduğu halde, ibâha genellikle yapıldığı anda lehine teberru yapılan şahısça tüketilen, yenilip içilen bir bağış çeşididir. Meselâ; bir kimseye yemek parası vermek bir hibe, onu eve götürüp yemek ikram etmek bir ibâha tasarrufudur. Sadaka; Allah rızası için ve sevap kazanmak amacıyla birine yapılan bir teberrudur (Mecelle, mad. 835). Âriyet; menfaatin meccânen temliki, yani kullanma ve yararlanma hakkının teberru edilmesidir. Hediye ise; birine ikramda bulunmak amacıyla verilen şeylerdir. Hanefilere göre, hibeden dönmeye (rucu') engel hallerden birisi yoksa, hediyeden dönülebilir. Diğer fıkıh ekolleri hediyeden dönmeyi caiz görmezler (Bkz. el-Bakara, 2/263, et-Tevbe, 9/60,104; Mecelle, mad, 834, 862, 863, 864, 874; Ali Haydar, a.g.e. Mecelle, mad. 834 şerhi; İbn Âbidîn, Reddü'l-Muhtar, Mısır 1286 IV,776; el-Mevsılî, el-İhtayar, III, 48; Ö. Nasuhi Bilmen İstilahat-ı fıkhiye Kamusu, İstanbul 1967, IV, 262-283).
İslâm hukukuna göre, rüşvet olarak verilen şeyler hibe veya hediye sayılmaz ve bunların aynen geri verilmesi gerekir. Bu gibi şeyler tüketilmiş ise kıymeti ödettirilir (Ali Haydar, Mecelle, 834, mad, şerhi).
Hibenin meşrûluğu kitap, sünnet ve icmâ delillerine dayanır. Kur'ân-ı Kerîm'de açık olarak hukukî anlamda hibeden söz eden âyet yoktur. Kur'an'da sık sık geçen sadaka ve infak terimleri teberru ve hibeyi de içine alacak geniş kapsamlı sözcüklerdir. Verme ve lutfetme anlamlarında kullanılan hibe yerine, daha çok bu kökten türetilmiş olan fiil ve sıfatlar kullanılır: "Mallarını Allah yolunda harcayanların hali, yedi başak bitiren, her başakta yüz tane bulunan bir tek tohumun hali gibidir" (el-Bakara, 2/261). "Ey iman edenler, sadakalarınızı-malını insanlara gösteriş için harcayan, Allah'a ve ahiret gününe inanmayan bir kim gibi başka kakmak ve incitmek suretiyle heder etmeyin" (el-Bakara, 2/264). "Eğer sadakaları açık olarak verirseniz o, ne güzel. Eğer onları gizler ve bu şekilde yoksullara verirseniz, içte bu, sizin için daha hayırlıdır" (el-Bakara, 2/271). Hibe, kişiyi cimrilikten korur. Âyette; "Nefsinin cimriliğinden korunanlar gerçekten kurtuluşa erişmiş kimselerdir" (el-Haşr, 59/9) buyurulur. Bağışlarda orta yolun izlenmesi tavsiye edilir. "Onlar harcadıkları zaman ne israf ederler, ne de cimrilik yaparlar; ikisi orası orta yoldan giderler" (el-Furkân, 25/67). "Elini bağlı olarak boynuna asma, onu büsbütün de açıp saçma. Sonra kınanmış ve pişman bir halde oturup kalırsın" (el-İsrâ, 17/29).
Hz. Peygamber'den hibe konusunda çeşitli hadisler nakledilmiştir. Rasulullah (s.a.s.) Kendisi hediye kabul eder ve karşılığında da hediye verirlerdi (Buhârî, Hibe,11). O şöyle buyurur. "Karşılıklı hediyeleşiniz. Böylece dostluğunuz artar ve aranızdaki düşmanlık yok olur" (Mâlik, el-Muvatta, Hüsnü'l-Huluk,16). Başka bir hadiste şöyle buyurulur "Nu'mam b. Beşir, (ö. 44/664) oğlu Muhammed'e bir şey bağışlamış; fakat karısı Amre binti Revâha ona; Hz. Peygamber'i buna şahit yapmazsan razı olmam, demiştir. Bunun üzerine Numan b. Beşir, Hz. Peygamber'e gelip; Amre binti Revâha'dan doğmuş olan bu oğluma bir şey bağışladım; o da seni bu işe şahit yapmamı istedi, demiş; Hz. Peygamber ise; "öteki çocuklarına da bunun benzerini bağışladın mı?" diye sormuş; hayır, cevabını alınca; "çocuklarınız orasında adâletli davranın" buyurmuştur" (Buhârî, Hibe,13). Başka bir rivâyette, Allah elçisi, "hayır, cevabını alınca; o halde bağışlananı geri al" demiştir (bkz. Buhârî, Hibe,12; Müslim, Hibât, 9; Muvatta', Akdiye, 39).
Ebû Hanîfe (ö. 150/767), Ebû Yûsuf (ö. 182/798), İmam Muhammed (ö. 189/805), İmam Şâfiî (ö. 204/819) ve bir rivayette Ahmed b. Hanbel'e (ö. 24/855) göre, bir kimse çocuklarından bazılarına mal bağışlayıp, diğerlerine bir şey vermese, bu tasarruf geçerli olur. Onlara göre hadisteki "geri al" emri, vücûb için değil, fazîlet ve ihsan kabilindendir. Nitekim, Enes (r.a)'ten rivayete göre, erkek çocuğunu öperek dizine, daha sonra gelen kız çocuğunu önüne oturtan bir adama Hz. Peygamber; "Bunların ikisini de eşit tutsana" buyurmuştur. Bu emir, vücub için değil insaf ye ihsan niteliğindedir (Sahih-i Müslim, Tercüme ve Şerh, Ahmed Davudoğlu, İstanbul 1978, VIII, 155).
Hibe bir akit olup, diğer akitler gibi rükünleri icap ve kabuldür. Mecelle'nin 837. maddesinde; "hibe, icap ve kabul ile mün'akid ve kabz ile tamam olur" denilmiştir. Hibe yaşayanlar arasında cereyan eder.
Hibenin Şartları:
1. Bağışlananın, bağışlama sırasında mevcut olması. Hanefi, Şâfiî, Ahmed b. Hanbel ve Zâhirîlere göre, hibe konusu olan şeyin, bağışlama sırasında, bağışlayanın mülkünde mevcut olması şarttır. Buna göre, bir hayvanın doğacak yavrusunu, bağın meydana gelecek üzümünü hibe etmek geçerli değildir. Ma'dûmun satışı caiz olmadığı gibi, hibesi de geçerli olmaz (el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi', Mısır 1327-1328, VI,119; İbn Âbidîn, a.g.e, IV, 782; İbn Hazm, el-Muhallâ, Mısır 1347-1352, IX,116; M. Kadri Paşa, el-Ahkâmü'ş-Şeriyye, mad. 508; Mecelle, mad. 856).
2. Bağışlanan malın, bağışlayanın kendi mülkün olması gereklidir. Buna göre, kiracı, kiraladığı malı, âriyet alan, elindeki emânet şeyleri hibe edemez. Ayrıca hibe edilecek şeyin mütekavvim mal olması da şarttır (el-Cezîrî, a.g.e., III, 403; Mecelle, mad. 857).
3. Bağışlanacak malın belirlenmiş olması gereklidir. Taraflar arasında bir anlaşmazlığa yol açmaması için hibe edilenin, muayyen ve bilinir olması şarttır (İbn Hazm, a.g.e., IX,116; Mecelle, mad. 858).
4. Bağışlayanın âkıl ve bâliğ olması. Bağışlayanın teberru ehliyetine sahip olması gereklidir. Bu, Mecelle'nin 859. maddesinde şöyle ifade edilir:
"Vâhibin, âkıl ve bâliğ olması şarttır binaenaleyh sağîr (küçük), mecnûn ve ma'tuh (bunak) un hibesi sahih değildir; Amma bunlara hibe sahihtir."
5. Tarafların rızasının bulunması. Rıza bulunmaksızın cebir ve ikrah ile yapılan hibe geçerli değildir. Hata ve hile hallerinde hibe akdinin iptali istenebilir (Abdulkadir Şener, İslâm Hukukunda Hibe, Ankara 1984, s. 36).
Bir satım akdinde, icap ve kabulden sonra, satıcı, malı alıcıya teslim etmekle yükümlüdür. Hibe akdinde ise İslâm hukukçularının çoğunluğuna göre, bağışlayanın teslim zorunluluğu yoktur. Hibe bir teberru olduğu için, kabza kadar, bağışlayanın mülkiyetinden çıkmaz ve bu yüzden hibeden dönmek mümkün olur. Ebu Hanîfe, Şâfiî ve Hanbelîlere göre hibede kabz şarttır. Kabzdan önce, mücerred hibe akdi ile, mülkiyet nakledilmiş olmaz (el-Kâsânî, a.g.e, VI,115 vd.; İbn Kudâme, a.g.e., VI, 246-248).
Şartlı ve mükellefiyetli hibe:
Bir hibe tasarrufunda, şart veya mükellefiyetin bulunmaması asıldır. Hanefilere göre, şart veya mükellefiyeti de içine alabilen ivazlı hibe başlangıç itibariyle hibe ise de, sonuç itibariyle satımdan ibarettir, bu yüzden de câizdir. Hatta İmam Züfer'e (ö. 158/775) göre, bu çeşit hibe tam olarak satım akdi hükmündedir. Şâfiî ve Mâlikîler de, bu konuda Züfer'le aynı görüştedir (es-Serahsî, el-Mebsût, Kahire 1324-1331, XII, 79; Sahnun, el-Müdevvenetü'l-Kübrâ, Kahire 1323-1324, XV, 79; Mâlik, el-Muvatta'. Kahire 1348, II, 128).
İvaz şart koşulan hibe ile ilgili Abdullah b Abbas'tan (ö. 68/687) şöyle bir hadis nakledilir: "Hz. Peygamber'e (s.a.s) birisi bir deve hibe etmiş, o da karşılığında bir ödemede bulunduktan sonra, o şahsa ran oldun mu? diye sormuş; o şahıs, hayır deyince, onu razı edinceye kadar mukabil ivazı arttırmıştır" (Ahmed b. Hanbel, I, 295; Abdurrezzak, el-Musannef, IX, 105). Tirmizî aynı hadisi naklettikten sonra, bedelin "altı tane genç deve" olduğunu belirtir. İbn Hibbân'ın rivayetinde, Hz. Peygamber'in: "Vallahi Kureyş'ten veya Ensar'dan yahut Sakîf'ten olandan başka hiç. bir kimseden hibe almamak içimden geçti" dediği nakledilir (el-Askalâni, Bulûğu'l-Merâm, Terc. ve Şerh, A. Davudoğlu, İstanbul 1967, III, 191, H. no: 790/958).
Hz. Ömer'in (ö. 23/643), yapılan bir hibeye, karşılık bekleyen kimse hakkında; ya bağışladığı şey geri verilmelidir, ya da mukabil bir ıvaz ödenmelidir, dediği nakledilir (Abdurrezzâk, a.g e., IX, 105). Yine Hz. Ömer'den şöyle dediği rivayet edilmiştir: "İyi cins bir atımı Hak yolunda tasadduk ettim. Bir süre sonra sahibi hayvana yazık etmiş. Ben onu ucuza satacağını anlayarak, Rasûlüllah (s.a.s)'a hükmünü sordum da: "Onu ne satın al, ne de sadakadan dön; Çünkü sadakasından dönen, dönüp kusmuğunu yiyen köpek gibidir" buyurdular (Müslim, Hibât, 1):
Mecelle'nin 855. maddesinde ; "Ivaz şartı ile hibe sahih ve şart muteberdir" denildikten sonra, konu şu örnekle açıklanır. Bir kimse ölünceye kadar kendisine bakmak şartıyla mülkü olan bir akan birine hibe ve teslim etse, lehine hibe yapılan kimse, bağışlayanı bakmaya razı iken, bağışlayan pişman olup hibesinden dönmekle o akarı geri alamaz.
Rucu Şartıyla Hibe:
İslâm hukukunda, bağışlanılan şeyin belirli şartlar altında, tekrar bağışlayana dönmesi şartıyla yapılacak hibe akdi tartışmalıdır. Bu çeşit hibeler "umrâ", "rukbâ" ve "süknâ" terimleriyle ifade edilir.
a. Umrâ: Bir evi veya yeri, birisine ömür boyu yararlanmak üzere vermektir. "Evimi filana ömrüm boyunca verdim" veya "Evimi sâna ömrüm boyunca verdim" gibi sözlerle yapılır. Cahiliye devrinde Araplar bir evi veya yeri ömür boyunca birine verir, o kimse öldükten sonra geri alırlardı. İslâmiyet bunu gerçek bir hibe sayarak, tasarrufun sürekli olarak meydana geldiğini ve lehine umrâ yapılanın mirasçılarına intikal edeceği esasını getirdi. Câbir b. Abdullâh'tan, (ö. 74/693) Hz. Peygamber (s.a.s)'ın şöyle dediği nakledilmiştir: "Bir kimse umrâ yaparsa bu, lehine umrâ yapılan şahsa ve nesline aittir, verene dönmez. Çünkü, onda artık miras cereyan etmiştir" (Müslim, Hibât, 20, 21, 22; Mâlik el-Muvatta', II,127-128). Hz. Câbir'in şu rivayeti, şartlı umrâ'yı diğerlerinden ayırır. Câbir (r.a) şöyle demiştir: "Rasûlüllah'ın (s.a.s) cevaz verdiği umrâ; "Bu senin ve çocuklarının olsun" demekle yapılır. Fakat; "Bu mülk, yaşadığın sürece senin olsun" derse, mülk, sahibine döner. Ma'mer: "Zührî, bununla fetvâ verirdi" demiştir (Müslim, Hibât, 23). Umrâ ile ilgili hadislerin, sürekli hibeyi ifade etmesi karşısında, müctehidler görüş ayrılığına düşmüşlerdir.
Hanefi, Şâfiî, Hanbelî ve Zâhirîlere göre, umrâ câizdir. Fakat bağışlayan ölünce, tekrar sahibine geri dönmesi şartı bâtıldır. Yani, umrâ yoluyla bağışlanan mal, lehine umrâ yapılanın ölümü hâlinde, onun mirasçılarına geçer, bağışlayana veya mirasçılarına dönmez (el Merginânî, el Hidâye, Kahire 1937, III,168; Şâfıî, el-Ümm, Mısır 1321-1325, VII, 201; İbn Hazm, el Muhallâ, Mısır 1347-1352, IX,164; İbn Kudâme, el Muğnî, Taif, t.y., VI, 302, 308). Mâlikilere, İmam Şâfiî'nin eski bir görüşüne ve Ahmed b. Hanbel'in iki ictihadından birine göre, umrâ ve rucu' şartı sahihtir. Mâlikîlere' göre, "Bu sana ömür boyu bir bağıştır" denilmişse lehine bağışlananın ölümünden sonra mal, bağışlayana döner (İbn Kudâme, el Muğnî, VI, 304, 307, 308). İmam Mâlik'in (ö. 179/795), şartlı umrâ'nın cevaz konusunda, Medînelilerin amelini (uygulama), âhad haber kabilinden olan Câbir hadisine tercih ettiği anlaşılmaktadır. İmam Mâlik, Kasım b. Muhammed'den (ö. 102/720) şartlı umrâ hakkında şunu nakleder: "Benim yetiştiğim insanlar, mallarında ve verdikleri şeylerde öne sürdükleri şartlara bağlı idiler". Mâlik, Medinelilerin uygulaması hakkında şöyle der: "Medîne'deki duruma göre de umrâ, bağışlayana döner. Ancak bağışlayan, bu sana ve senin nesüne umrâ'dır, demişse, o zaman durum değişir" demiştir (Mâlik, el-Muvatta', II,127,128).
b. Rukbâ: Bir kimsenin; "Şu evimi sana rukbâ yoluyla verdim; ben senden önce ölürsem ev senin; sen benden önce ölürsen benim olacak" sözleriyle yaptığı bir bağış şeklidir.
Ebû Hanîfe, İmam Muhammed ve İmam Mâlik'e göre, rukbâ şartıyla yapılan hibe bâtıldır. Bu şekilde verilecek mal, alan kimsenin yanında "âriyet" olarak kalır. Yani mal sahibi, malını dilediği zaman geri alabilir. Ebû Yûsuf ve İmam Şâfiî'nin yeni ictihadına göre ise, rukbâ yoluyla hibe câizdir. Sadece şart batıldır ve hibe, umrâda olduğu gibi sürekli olarak meydana gelmiş bulunur. Mal, sahibine geri dönmez (es-Serahsî, a.g.e., XII, 89; el-Merginânî, a.g.e., III,168; İbn Kudâme, a.g.e., IV, 311). Ebû Hanife ve İmam Muhammed; Şa'bî (ö.105/723) ve Şureyh (ö. 78/697) vasıtasıyla rivayet edilen, umrâyı caiz gören, rukbâyı ise reddeden bir hadisi delil alırlar. Ebû Yusuf ise, Câbir (r.a)'den rivayet edilen, Hz. Peygamberin hem umra'yı hem de rukbayı caiz gördüğünü bildirdiği hadisine dayanır (es-Serahsî, a.g.e., XII, 89).
c. Süknâ: Bir kimsenin, evini bir başkasına yaşadığı sürece oturmak üzere mesken olarak bağışlamasıdır. Hanefilere göre, bu çeşit bağışta mesken, mülkiyet sahibine ait olup, mesken bağışlananın elinde âriyet olarak kalır (es-Serahsî, a.g.e., XII, 89). Mâlikilere göre ise, süknâ, lehine bağış yapılan kimsenin veya neslinin tükenmesine kadar yapılmışsa, bunlar ölünce, süknâ hakkı bağışlayana veya en yakın mirasçısına döner (Sahnun, a.g.e., XV, 92). Nitekim Hz. Hafsa (ö.41/244), evini ömür boyu oturması için Zeyd b. el-Hattab'ın kızına vermiş, Zeyd'in kızı ölümü üzerine, Hafsa'nın mirasçısı olan Abdullah b. Ömer (ö. 73/692), bu evi geri almıştır. (Mâlik, el-Muvotta', II,128, Akdiye, H.No: 45).
Ca'ferîlere göre, umrâ, rukbâ ve süknâ'da konulan şartlara tam olarak uyulması gereklidir (Abdulkadir Şener, a.g.e., s. 62).
Hibe Yapacak Kimsenin Ehliyeti:
1. Mümeyyiz ve reşidlerin hibe yapma ehliyeti.
İslâm hukukuna göre, hibe yapacak kimsenin teberru yapmağa mâlik olan kimselerden olması gerekir. Çünkü hibe bir teberrudur. Teberru yapamayan kimse, hibe de yapamaz. Bu yüzden küçüklerin ve akıl hastasının hibesi geçerli değildir. Tasarrufta, ivaz bulunmadığı için tamamen aleyhlerine sayılır. Yine baba, küçüğün malını ivaz şartı olmaksızın hibe etmeğe yetkili olamaz. Bu, teberruda ivaz olmadığı için, küçüğün (yetimin) malına en güzel yaklaşma sayılmaz. Âyette; "yetimin malına, rüşdüne erinceye kadar, o en güzel olanından başka bir şekilde yaklaşmayın" (el-En'âm, 6/152) buyurulur. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Bizim küçüklerimize merhamet etmeyen bizden değildir" (Tirmizî, Birr,15; Ebû Dâvud, Edeb, 58; A.b. Hanbel, I, 257). Baba, ivaz şart koşsa bile, Ebû Hanîfe ve Ebû Yusuf'a göre hibe câiz olmaz. İmam Muhammed bu durumda hibeyi geçerli sayar. Çünkü O'na göre, satışa mâlik olan, ivazlı hibeye de mâlik olur (el-Kâsânî, a.g.e., V1,118).
Mecelle'nin 859. maddesinde; "Hibe edenin âkıl ve bâliğ olması şarttır" denilir. Buna göre, âkıl ve bâliğ kimsenin, sağlığında malının tamanını veya bir bölümünü dilediği kimselere hibe etmesi câizdir. Usul ve fürûu da buna dahildir. Çoğunluk İslâm hukukçularına göre, hibe yaparken çocukları arasında eşit davranmanın müstehap olduğu, eşit davranılmadığı takdirde, hibenin mekruh olmakla birlikte geçerli olacağı kabul edilmiştir.
2. Hacr altındaki kimselerin hibe yapma ehliyeti. İslâm bilginlerinin ittifakla hacr sebebi saydığı haller şunlardır: a) Küçüklük, b) Akıl hastalığı, c) Bunaklık (ateh), d) Kölelik (rikk), e) Topluma zarar verme, f) Ölüm hastalığı. İlk üç sebepte, temyiz gücü bulunmadığı için, bunlarla kısıtlı olanlar ne kendileri ve ne de veli veya vasileri, bunların mallarında teberruda bulunamaz. Diğer yandan; sefihlik, aptallık ve borç sebebiyle hacr altına almanın hibeye engel olup olmayacağı konusunda görüş ayrılığı vardır.
Ebû Hanîfe'ye göre, sefil ve bu hükümde olan aptal (ebleh) ile borçlu kimseler hac altına alınamaz. Bunların sözlü tasarrufları ve bağışta bulunmaları geçerlidir.
Ebû Yusuf, İmam Muhammed, Şâfiî, Mâlik ve Ahmed b. Hanbel'e göre ise, sefih, aptal ve borçlu kimseler hacredilir. Mahkemece hacr karan verildikten sonra, artık bunların vakıf ve hibe gibi ivazsız tasarrufları geçerli sayılmaz (Abdulkadir Şener, İslâm Hukukunda Hacr, A.Ü.İ.F. Dergisi, C. XXI yıl; 1977, s. 345 vd.).
3. Ölüm hastasının hibede bulunma yetkisi.
Ölümle sonuçlanan ağır bir hastalığa yakalanan kimsenin kavlî tasarrufları bazı kayıt ve şartlarla geçerli olur. Bu yüzden onlar kısmen kısıtlı sayılırlar. Ezcümle; hasta iken yaptıkları vakıf, borç ikrarı ve hibe gibi yükümlülük doğuran tasarrufları, ancak mallarının I/3 ünden geçerli olur. Fazlası, vasiyette olduğu gibi tenkise tabi tutulur (es-Serahsî, XIII,101 vd.; Ali Haydar, a.g.e, II, 736, 740; Mecelle, mad., 1595).
Hibeyi Kabul Ehliyeti:
Hibe tasarrufu kabul ile tamam olur. Bunun için, lehine hibe yapılanın, hibe sırasında hayatta bulunması, akıl, bâliğ, mümeyyiz küçük veya mümeyyiz bunak durumunda olması gerekir. Bu durumda olanlar, hibeyi bizzat kabul ve kabz edebilirler. Gayri mümeyyiz küçük, akıl hastası veya bu hükümde olan bunak adına hibeyi velî veya vasileri kabul ve kabz ederler. Cenin için yapılacak vasiyet geçerli olduğu halde, hibe batıldır. Çünkü vasiyet mirasa benzer, ceninin sağ doğduğu takdirde mirasçı olacağında şüphe yoktur. Hibe ise hayatta olanlar arasında yapılan bir temliktir (Mecelle, mad. 851-853).
Hibeden Rucû (Vazgeçme):
Hibenin karşılıksız ve bir daha geri alınmamak üzere yapılması asıldır. Ancak karşılıksız yapılan hibede mal henüz bağışlananın elinde duruyorsa, yabancıya yapılmış olsa bile dönmek mümkündür. Fakat bu mekruh sayılmıştır. Hanefilerin benimsediği bu görüş, ashab-ı kiramdan Hz. Ömer, Hz. Ali, Abdullah b. Ömer, Ebû Hureyre ve Fudâle b. Ubeyd (r. anhüm)'a dayanır.
Hz. Peygamber, hibeden dönmeyi çirkin görmüş ve yukarıda (Müslim, Hibat 5) kaydettiğimiz hadisi buyurmuştur. Yukarıda isimleri zikredilen sahabeye göre, hadisteki benzetme, şer'an değil, mürüvvet ve ahlâk yönünden yapılan bir benzetmedir. Çünkü köpek, helal ve harama muhatap değildir. Burada davranışın çirkinliği belirtilmek istenmiştir (Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, A. Davudoğlu, VIII,147,148). Diğer yandan hibeden vazgeçmeye cevaz veren bazı hadisler de nakledilmiştir. Bir hadiste şöyle buyurulur: "Hibede bulunan, bir ivaz (bedel) almamışsa, hibesinden rucu edebilir" (İbn Mâce, Hibât, 6; es-Serahsî, a.g.e., XII, 48).
Hibeden rucûa engel teşkil eden Durumlar:
a) Kan hısımlığı: Biri kadın farzedildiği takdirde evlenme engeli doğacak derecede nesep hısımı olanlara yapılan hibeden dönülemez. Usul, fürû, kardeşler, kardeş çocukları, amca, hala, dayı ve teyze bu gruba girer.
b) Eşler, biri diğerine hibede bulunsa, artık dönemez.
c) İvaz verilmesi halinde hibeden dönülmez.
d) Hibe edilen malda ayrılmaz bir artış (ziyade-i muttasıla) meydana gelmesi. Bağışlanan tarla üzerine ev yapılması gibi.
e) Malın, bağışlanan kimsenin elinden çıkması. Satmak, hibe etmek, helâk veya istihlâk etmek gibi.
f) Taraflardan birinin ölümü. Buna göre, bağışlanan öldüğü takdirde, bağışlayan hibes inden dönemediği gibi, bağışlayan öldüğü takdirde de, mirasçıları bağışlanmış olan malı geri alamazlar.
Mâlikî, Şâfiî ve Hanbelî hukukçulara göre, hibeden dönmek caiz değildir. Ancak, baba çocuğuna yaptığı hibeden dönebilir. Delilleri şu hadistir: "Kişinin hibesinden dönmesi caiz değildir. Ancak çocuğuna bir şey hibe eden baba bundan müstesnadır" (Tirmizî, Büyû', 62; İbn Mâce, Hibât, 2). Hanefîler bu hadisi, hâkim kararı olmaksızın, rızaya dayanan, hibeden vazgeçme anlamında kabul ederler (el-Kâsânî, a.g.e., VI, 128-134; İbn Kudâme, el-Muğnî, VI, 296; es-Serahsî, a.g.e., XII, 54; el-Cezîrî, a.g.e., III, 417-419; Şâfiî, el-Ümm, Mısır, 132-1325, VII, 105; Abdulkadir Şener, a.g.e, s. 103-105; Mecelle, mad., 866-874).
Hamdi DÖNDÜREN
HİBENİN ŞARTLARI
1. Bağışlananın, bağışlama sırasında mevcut olması. Hanefi, Şâfiî, Ahmed b. Hanbel ve Zâhirîlere göre, hibe konusu olan şeyin, bağışlama sırasında, bağışlayanın mülkünde mevcut olması şarttır. Buna göre, bir hayvanın doğacak yavrusunu, bağın meydana gelecek üzümünü hibe etmek geçerli değildir. Ma`dûmun satışı caiz olmadığı gibi, hibesi de geçerli olmaz (el-Kâsânî, Bedâyiu`s-Sanâyi`, Mısır 1327-1328, VI,119; Ibn Âbidîn, a.g.e, IV, 782; Ibn Hazm, el-Muhallâ, Mısır 1347-1352, IX,116; M. Kadri Paşa, el-Ahkâmü`ş-Şeriyye, mad. 508; Mecelle, mad. 856).
2. Bağışlanan malın, bağışlayanın kendi mülkün olması gereklidır. Buna göre, kiracı, kiraladığı malı, âriyet alan, elindeki emânet şeyleri hibe edemez. Ayrıca hibe edilecek şeyin mütekavvim mal olması da şarttır (el-Cezîrî, a.g.e., III, 403; Mecelle, mad. 857).
3. Bağışlanacak malın belirlenmiş olması gereklidir. Taraflar arasında bir anlaşmazlığa yol açmaması için hibe edilenin, muayyen ve bilinir olması şarttır (Ibn Hazm, a.g.e., IX,116; Mecelle, mad. 858).
4. Bağışlayanın âkıl ve bâliğ olması. Bağışlayanın teberru ehliyetine sahip olması gereklidir. Bu, Mecelle`nin 859. maddesinde şöyle ifade edilir:
"Vâhibin, âkıl ve bâliğ olması şarttır binaenaleyh sağlîr (küçük), mecnûn ve ma`tuh (bunak) un hibesi sahih değildir; Amma bunlara hibe sahihtir."
5. Tarafların rızasının bulunması. Rıza bulunmaksızın cebir ve ikrah ile yapılan hibe geçerli değildir. Hata ve hile hallerinde hibe akdinin iptali istenebilir (AbdulKadir Şener, Islâm Hukukunda Hibe, Ankara 1984, s. 36).
Bir satım akdinde, icap ve kabulden sonra, satıcı, malı alıcıya teslim etmekle yükümlüdür. Hibe akdinde ise Islâm hukukçularının çoğunluğuna göre, bağışlayanın teslim zorunluluğu yoktur. Hibe bir teberru olduğu için, kabza kadar, bağışlayanın mülkiyetinden çıkmaz ve bu yüzden hibeden dönmek mümkün olur. Ebu Hanîfe, Şâfiî ve Hanbelîlere göre hibede kabz şarttır. Kabzdan önce, mücerred hibe akdi ile, mülkiyet nakledilmiş olmaz (el-Kâsânî, a.g.e, VI,115 vd.; Ibn Kudâme, a.g.e., VI, 246-248).
Şartlı ve mükellefiyetli hibe:
Bir hibe tasarrufunda, şart veya mükellefiyetin bulunmaması asıldır. Hanefilere göre, şart veya mükellefiyeti de içine alabilen ivazlı hibe başlangıç itibariyle hibe ise de, sonuç itibariyle satımdan ibarettir, bu yüzden de câizdir. Hatta Imam Züfer`e (ö. 158/775) göre, bu çeşit hibe tam olarak satım akdi hükmündedir. Şâfiî ve Mâlikîler de, bu konuda Züfer`le aynı görüştedir (es-Serahsî, el-Mebsût, Kahire 1324-1331, XII, 79; Sahnun, el-Müdevvenetü`l-Kübrâ, Kahire 1323-1324, XV, 79; Mâlik, el-Muvatta`. Kahire 1348, II, 128).
Ivaz şart koşulan hibe ile ilgili Abdullah b Abbas`tan (ö. 68/687) şöyle bir hadis nakledilir: "Hz. Peygamber`e (s.a.s) birisi bir deve hibe etmiş, o da karşılığında bir ödemede bulunduktan sonra, o şahsa razı oldun mu? diye sormuş; o şahıs, hayır deyince, onu razı edinceye kadar mukabıl ivazı arttırmıştır" (Ahmed b. Hanbel, I, 295; Abdurrezzak, el-Musannef, IX, 105). Tirmizî aynı hadisi naklettikten sonra, bedelin "altı tane genç deve" olduğunu belirtir. Ibn Hibbân`ın rivayetinde, Hz. Peygamber`in: "Vallahi Kureyş`ten veya Ensar`dan yahut Sakîf`ten olandan başka hiç. bir kimseden hibe almamak içimden geçti" dediği nakledilir (el-Askalâni, Bulûğu`l-Merâm, Terc. ve Şerh, A. Davudoğlu, Istanbul 1967, III, 191, H. no: 790/958).
Hz. Ömer`in (ö. 23/643), yapılan bir hibeye, karşılık bekleyen kimse hakkında; ya bağışladığı şey geri verilmelidir, ya da mukabıl bir ıvaz ödenmelidir, dediği nakledilir (Abdurrezzâk, a.g e., IX, 105). Yine Hz. Ömer`den şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Iyi cins bir atımı Hak yolunda tasadduk ettim. Bir süre sonra sahibi hayvana yazık etmiş. Ben onu ucuza satacağını anlayarak, Rasûlüllah (s.a.s)`a hükmünü sordum da: "Onu ne satın al, ne de sadakadan dön; Çünkü sadakasından dönen, dönüp kusmuğunu yiyen köpek gibidir" buyurdular (Müslim, Hibât, 1):
Mecelle`nin 855. maddesinde ; "Ivaz şartı ile hibe sahih ve şart muteberdir" denildikten sonra, konu şu örnekle açıklanır. Bir kimse ölünceye kadar kendisine bakmak şartıyla mülkü olan bir akan birine hibe ve teslim etse, lehine hibe yapılan kimse, bağışlayanı bakmaya razı iken, bağışlayan pişman olup hibesinden dönmekle o akarı geri alamaz.
Rucu Şartıyla Hibe:
Islâm hukukunda, bağışlanılan şeyin belirli şartlar altında, tekrar bağışlayana dönmesi şartıyla yapılacak hibe akdi tartışmalıdır. Bu çeşit hibeler "umrâ", "rukbâ" ve "süknâ" terimleriyle ifade edilir.
Bağışlanilan Şeyin Belirli Şartlar Altında Tekrar Bağışlayana Dönması
a. Umrâ: Bir evi veya yeri, birisine ömür boyu yararlanmak üzere vermektir. "Evimi filana ömrüm boyunca verdim" veya "Evimi sâna ömrüm boyunca verdim" gibi sözlerle yapılır. Cahiliye devrinde Araplar bir evi veya yeri ömür boyunca birine verir, o kimse öldükten sonra geri alırlardı. Islâmiyet bunu gerçek bir hibe sayarak, tasarrufun sürekli olarak meydana geldiğini ve lehine umrâ yapılanın mirasçılarına intikal edeceği esasını getirdi. Câbir b. Abdullâh`tan, (ö. 74/693) Hz. Peygamber (s.a.s)`ın şöyle dediği nakledilmiştir: "Bir kimse umrâ yaparsa bu, lehine umrâ yapılan şahsa ve nesline aittir, verene dönmez. Çünkü, onda artık miras cereyan etmiştir" (Müslim, Hibât, 20, 21, 22; Mâlik el-Muvatta`, II,127-128). Hz. Câbir`in şu rivayeti, şartlı umrâ`yı diğerlerinden ayırır. Câbir (r.a) şöyle demiştir: "Rasûlüllah`ın (s.a.s) cevaz verdiği umrâ; "Bu senin ve çocuklarının olsun" demekle yapılır. Fakat; "Bu mülk, yaşadığın sürece senin olsun" derse, mülk, sahibine döner. Ma`mer: "Zührî, bununla fetvâ verirdi" demiştir (Müslim, Hibât, 23). Umrâ ile ilgili hadislerin, sürekli hibeyi ifade etmesi karşısında, müctehidler görüş ayrılığına düşmüşlerdir.
Hanefi, Şâfiî, Hanbelî ve Zâhirîlere göre, umrâ câizdir. Fakat bağışlayan ölünce, tekrar sahibine geri dönmesi şartı bâtıldır. Yani, umrâ yoluyla bağışlanan mal, lehine umrâ yapılanın ölümü hâlinde, onun mirasçılarına geçer, bağışlayana veya mirasçılarına dönmez (el Merginânî, el Hidâye, Kahire 1937, III,168; Şâfıî, el-Ümm, Mısır 1321-1325, VII, 201; Ibn Hazm, el Muhallâ, Mısır 1347-1352, IX,164; Ibn Kudâme, el Muğnî, Taif, t.y., VI, 302, 308). Mâlikilere, Imam Şâfiî`nin eski bir görüşüne ve Ahmed b. Hanbel`in iki ictihadından birine göre, umrâ ve rucu` şartı sahihtir. Mâlikîlere` göre, "Bu sana ömür boyu bir bağıştır" denilmişse lehine bağışlananın ölümünden sonra mal, bağışlayana döner (Ibn Kudâme, el Muğnî, VI, 304, 307, 308). Imam Mâlik`in (ö. 179/795), şartlı umrâ`nın cevaz konusunda, Medînelilerin amelini (uygulama), âhad haber kabılinden olan Câbir hadisine tercih ettiği anlaşılmaktadır. Imam Mâlik, Kasım b. Muhammed`den (ö. 102/720) şartlı umrâ hakkında şunu nakleder: "Benim yetiştiğim insanlar, mallarında ve verdikleri şeylerde öne sürdükleri şartlara bağlı idiler". Mâlik, Medinelilerin uygulaması hakkında şöyle der: "Medîne`deki duruma göre de umrâ, bağışlayana döner. Ancak bağışlayan, bu sana ve senin nesüne umrâ`dır, demişse, o zaman durum değişir" demiştir (Mâlik, el-Muvatta`, II,127,128).
b. Rukbâ: Bir kimsenin; "Şu evimi sana rukbâ yoluyla verdim; ben senden önce ölürsem ev senin; sen benden önce ölürsen benim olacak" sözleriyle yaptığı bir bağış şeklıdır.
Ebû Hanîfe, Imam Muhammed ve Imam Mâlik`e göre, rukbâ şartıyla yapılan hibe bâtıldır. Bu şekilde verilecek mal, alan kimsenin yanında "âriyet" olarak kalır. Yani mal sahibi, malınıdilediği zaman geri alabilir. Ebû Yûsuf ve Imam Şâfiî`nin yeni ictihadına göre ise, rukbâ yoluyla hibe câizdir. Sadece şart batıldır ve hibe, umrâda olduğu gibi sürekli olarak meydana gelmiş bulunur. Mal, sahibine geri dönmez (es-Serahsî, a.g.e., XII, 89; el-Merginânî, a.g.e., III,168; Ibn Kudâme, a.g.e., IV, 311). Ebû Hanife ve Imam Muhammed; Şa`bî (ö.105/723) ve Şureyh (ö. 78/697) vasıtasıyla rivayet edilen, umrâyı caiz gören, rukbâyı ise reddeden bir hadisi delil alırlar. Ebû Yusuf ise, Câbir (r.a)`den rivayet edilen, Hz. Peygamberin hem umra`yı hem de rukbayı caiz gördüğünü bildirdiği hadisine dayanır (es-Serahsî, a.g.e., XII, 89).
c. Süknâ: Bir kimsenin, evini bir başkasına yaşadığı sürece oturmak üzere mesken olarak bağışlamasıdır. Hanefilere göre, bu çeşit bağışta mesken, mülkiyet sahibine ait olup, mesken bağışlananın elinde âriyet olarak kalır(es-Serahsî, a.g.e., XII, 89). Mâlikilere göre ise, süknâ, lehine bağış yapılan kimsenin veya neslının tüKerimesine kadar yapılmışsa, bunlar ölünce, süknâ hakkıbağışlayana veya en yakın mirasçısına döner (Sahnun, a.g.e., XV, 92). Nitekim Hz. Hafsa (ö.41/244), evini ömür boyu oturması için Zeyd b. el-Hattab`ın kızına vermiş, Zeyd`in kızı ölümü üzerine, Hafsa`nın mirasçısı olan Abdullah b. Ömer (ö. 73/692), bu evi geri almıştır. (Mâlik, el-Muvotta`, II,128, Akdiye, H.No: 45).
Ca`ferîlere göre, umrâ, rukbâ ve süknâ`da konulan şartlara tam olarak uyulması gereklidır (AbdulKadir Şener, a.g.e., s. 62).
Hibe Yapacak Kimsenin Ehliyeti:
Mümeyyiz ve reşidlerin hibe yapma ehliyeti.
Islâm hukukuna göre, hibe yapacak kimsenin teberru yapmağa mâlik olan kimselerden olması gerekir. Çünkü hibe bir teberrudur. Teberru yapamayan kimse, hibe de yapamaz. Bu yüzden küçüklerin ve akıl hastasının hibesi geçerli değildir. Tasarrufta, ivaz bulunmadığı için tamamen aleyhlerine sayılır. Yine baba, küçüğün malınıivaz şartı olmaksızın hibe etmeğe yetkili olamaz. Bu, teberruda ivaz olmadığı için, küçüğün (yetimin) malına en güzel yaklaşma sayılmaz. Âyette; "yetimin malına, rüşdüne erinceye kadar, o en güzel olanından başka bir şekilde yaklaşmayın" (el-En`âm, 6/152) buyurulur. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Bizim küçüklerimize merhamet etmeyen bizden değildir" (Tirmizî, Birr,15; Ebû Dâvud, Edeb, 58; A.b. Hanbel, I, 257). Baba, ivaz şart koşsa bile, Ebû Hanîfe ve Ebû Yusuf`a göre hibe câiz olmaz. Imam Muhammed bu durumda hibeyi geçerli sayar. Çünkü O`na göre, satışa mâlik olan, ivazlı hibeye de mâlik olur (el-Kâsânî, a.g.e., V1,118).
Mecelle`nin 859. maddesinde; "Hibe edenin âkıl ve bâliğ olması şarttır" denilir. Buna göre, âkıl ve bâliğ kimsenin, sağlığında malının tamamınıveya bir bölümünü dilediği kimselere hibe etmesi câizdir. Usul ve fürûu da buna dahildir. Çoğunluk Islâm hukukçularına göre, hibe yaparken çocukları arasında eşit davranmanın müstehap olduğu, eşit davranılmadığı takdirde, hibenin mekruh olmakla birlikte geçerli olacağı kabul edilmiştir.
Hacr altındaki kimselerin hibe yapma ehliyeti.
Islâm bilginlerinin ittifakla hacr sebebi saydığı haller şunlardır: a) Küçüklük, b) Akıl hastalığı, c) Bunaklık (ateh), d) Kölelik (rikk), e) Topluma zarar verme, f) Ölüm hastalığı. Ilk üç sebepte, temyiz gücü bulunmadığı için, bunlarla kısıtlı olanlar ne kendileri ve ne de veli veya vasileri, bunların mallarında teberruda bulunamaz. Diğer yandan; sefihlik, aptallık ve borç sebebiyle hacr altına almanın hibeye engel olup olmayacağı konusunda görüş ayrılığı vardır.
Ebû Hanîfe`ye göre, sefil ve bu hükümde olan aptal (ebleh) ile borçlu kimseler hac altına alınamaz. Bunların sözlü tasarrufları ve bağışta bulunmaları geçerlidir.
Ebû Yusuf, Imam Muhammed, Şâfiî, Mâlik ve Ahmed b. Hanbel`e göre ise, sefih, aptal ve borçlu kimseler hacredilir. Mahkemece hacr karan verildikten sonra, artık bunların vakıf ve hibe gibi ivazsız tasarrufları geçerli sayılmaz (AbdulKadir Şener, Islâm Hukukunda Hacr, A.Ü.I.F. Dergisi, C. XXI yıl; 1977, s. 345 vd.).
HİBEYİ KABUL EHLİYETİ
Hibe tasarrufu kabul ile tamam olur. Bunun için, lehine hibe yapılanın, hibe sırasında hayatta bulunması, akıl, bâliğ, mümeyyiz küçük veya mümeyyiz bunak durumunda olması gerekir. Bu durumda olanlar, hibeyi bizzat kabul ve kabz edebilirler. Gayrı mümeyyiz küçük, akıl hastası veya bu hükümde olan bunak adına hibeyi velî veya vasileri kabul ve kabz ederler. Cenin için yapılacak vasiyet geçerli olduğu halde, hibe batıldır. Çünkü vasiyet mirasa benzer, ceninin sağ doğduğu takdirde mirasçı olacağında şüphe yoktur. Hibe ise hayatta olanlar arasında yapılan bir temliktir (Mecelle, mad. 851-853).
HİÇ ÖLMEYECEKMİŞ GİBİ ÇALIŞMAK
Hemen her hutbede ve her vaazda duyduğumuz bir hadise, hocaefendinin biri "uydurmadır" demiş: Böyle meşhur bir hadisin uydurma olması mümkün müdür? Sözkonusu hadis Şöyle: "Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyan için, yarın ölecekmiş gibi de ahiretin için çalış."
"Meşhur" olan bir hadis elbette uydurma olamaz. Ama hadîs dilinde "meşhur" deyince Rasulülah (sav)`tan itibaren her devirde en az üç ravinin rivayet etmiş olduğu hadis anlaşılır.(bk. Abdullah AYDINLI, Hadis Istilahları Sözügü 97) Sizin meşhur dediğiniz, halk arasında yaygın anlamındadır. Aslında uydurma olan bir söz, sonradan halk arasında yaygın, yani meşhur hale gelebilir: Bu onun "sahih" olduğunu göstermez.Önce bu "söz" altı değil, meşhur dokuz hadis kitabında da yoktur. Beyhakî ve Ibn Kuteybe zayıf senetlerle rivayet etmişlerdir.
“Hiç ölmeyeceğini zanneden biri gibi çalış, yarın ölecek biri gibi de tedbirli ol.” (Câmiu’s-Sagîr, 2:12, Hadis No:1201.) şeklinde zayıf bir rivayette vardır.
Bu Hadis, insanları dünyaya teşvik etmek, dünya ve ahiret dengesi kurmak ve ahirete her an hazır olmayı ahtırlatmak içindir. Bu anlamda değerlendirilirse bir sakıncası olmaz. Ancak ahiret hiç dikkate alınmadan sadece dünyaya daha çok çalışmak için söylenirse asla doğru olmaz.
HIDRELLEZ
Hızır ve Ilyas (a.s)`ın her bahar başlangıcında buluştuklarına inanılan milâdi 6 Mayıs, Rumî 23 Nisan`a rastlayan güne verilen isim. Söz konusu günde Hızır ve Ilyas (a.s)`ın buluşarak sohbet ederler ve bu günlerde vakitlerini Allah yolunda olmanın ve birlikteliklerinin verdiği sevinçle kuvvet bulurlardı. Hızır (a.s)`ın Allah`ın lütfu ile dolaştığı yerde yeşillikler çıkar ve çorak yerler çiçeklere bezenirdi. Işte bu olaya dayanarak, halk zamanla bu günlerde buluşup Hızır ve Ilyas (a.s) ın geleneğini sürdürmek amacıyla özel anda ve dua günleri tertib eder olmuşlar.
Hızır, Hıdır yahut Hadır Arapça bir kelime olup, yeşillik mânasına gelmektedir (Tecrîd-i sarîh Tercümesi, IX,144). Islâm âlimlerinin çoğuna göre Kur`ân-ı Kerîm`in Kehf sûresinde geçen Salih adam kıssasından Hızır (a.s)`ın anlaşıldığı ve onun Peygamber olduğu görüşü müfessirlerin bazılarının tercih ettiği bir görüştür (Ibn Kesîr, Tefsir, V,179; el-Kehf,18/65). Ancak bazı âlimler tarafından da Nebî değil Velî olduğu görüşü ileri sürülmektedir (Tecridî Sarîh tercümesi, IX, 145). Ebû Hureyre (r.a)`den nakledildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.s), Hızır (a.s)`a Hızır denmesinin sebebini izah ederken; "Hızır otsuz kuru bir yere oturduğunda ansızın o otsuz yer yeşillenerek hemen dalgalanırdı"buyurmaktadır (Tecrîdî Sarıh tercümesi, IX, 144).
Hızır (a.s) Kur`ân-ı Kerîm`in Kehf suresinde "Kullarımdan birisi..." şeklinde sabit olmuştur. Veli olduğunu dahi kabul etsek, "Ikinci Tabaka-i Hayatta bulunmaktadır. Bu mertebede aynı anda çok yerde bulunmak mümkündür."
Ilyas (a.s) Israiloğulları Peygamberlerinden olup Kur`ân-ı Kerîm`de ismi geçen ve Tevrat`ta "Elia" diye zikrolunan Peygamberdir. M.Ö. IX. asırda yaşadığı ve daha sonra zamanın hükümdarları ile çok mücadele ettiği, çoğu zaman mağaralarda yaşadığı kaydedilmektedir.
Hz. Ilyas (a.s) yada "Ilyasîn" şeklinde ismi zikredilen (es-Sâffât, 37/130). Peygamberliği bildirilen "Hiç Şüphe yok ki Ilyas gönderilen Peygamberlerdendir" (es-Sâffât, 37/123), şeklinde hitab edilen Ilyas (a.s.) Israiloğullarına Allah`ın elçisi olarak gittiğinde onlar "Ba`l" adında dört cepheli put`a tapıyorlardı. Hz. Ilyas`ın bütün gayretlerine rağmen Israiloğulları bu puta tapınmaktan vazgeçmemiş Hz. Ilyas`ın Peygamberliğini yalanlayarak (es-Saffât, 37/ 124). Onu ülkeleri olan Ba`lbak`ten çıkarmışlardı. Fakat Allah`ın gazabı bunların üzerine geldiğinde pişman olmuşlar ve Ilyas (a.s)`ı geri çağırmışlardı. Ancak tekrar nankörlük etmişler, bunun üzerine Ilyas (a.s) oradan uzaklaşmıştır.
Ilyas (a.s)`ın Israiloğullarından ayrılması Hızır (a.s) ile buluşması gerçekleşti. Bu buluşma "Hızır Ilyas" iken sonradan Hıdrellez şeklinde değiştirilmiştir.
Bazı konular halk örfünde kabuk bağlayıp özünden uzaklaşır duruma girebilmektedir. Mayıs ayının başında kutlanan Hıdırellez bayramında da böyle bir kabuk bağlama durumu söz konusudur. Olayın aslını şöyle ifade edebiliriz:
Hazret–i Musa aleyhisselam zamanında hükümdarın birinin temiz niyetli bir oğlu kendini dine verir, dinî hayat yaşayıp dinî hizmetlerle hayatını değerlendirmek ister. Babasının hükümdarlığı, makamı, mevkii onu tatmin etmez. Hükümdar oğlunun kendini dinî hizmetlere adaması, çevrenin irşadına yönelmesi Rabb'imizin de hoşuna gider. Ona kerametler ihsan eder. Bu sebeple bu genç irşat için gezerken uğradığı çorak araziler yeşillenmeye başlar. Kupkuru çöllerin yemyeşil hale gelişi, oradan hükümdarın oğlunun geçtiğini göstermiş olur.
Arapça da yeşilin bir adı da (hazr) olduğundan çorak yerlerin yeşillendiğini gören halk buradan Hızır geçmiştir diyerek Hızır ismini meşhurlaştırmaya başlarlar. Bir ara bu genç, zamanın peygamberi İlyas aleyhisselamla da buluşur. Böylece İlyas aleyhisselamla buluştuğu güne halk Hızır–İlyas buluşma günü olarak isim verirler. Sonraları bu isim yuvarlanarak Hıdırellez şekline dönüşür. Tıpkı hoca merhumun, oğlunuzun adını Eyyüb koyarsanız dikkat edin, sora söylene söylene ip kalır, sözündeki gibi, Hızır ile İlyas da Hıdırellez olup çıkar..
Hızır’ın aslında geçtiği yerleri yeşillendiren bir veli mi, yoksa ayrıca bir de peygamber mi olduğu konusunda çeşitli rivayetler vardır. Fakat gerçek olan odur ki, velilerin hayatını yaşamakta olan Hızır aleyhisselam, beş çeşit hayat derecesinin ikinci derecesinde yaşamaktadır. Bu derecedeki hayat bizim gibi maddi şartlarla bağlı değildir. Bir anda birçok yerlerde farklı görüntülerle bulunabilir.
Bu yüzden halk arasında da Hızır aleyhisselam erişmiştir imdadına diye de söylentiler yayılmaktadır..
Bazen Hızır makamına çıkıp da Hızır’dan ders alan velilerin de olduğu, bunların Hızır gibi darda kalanların imdadına koştuğu, bu yüzden de onların da Hızır'ın kendisi sanıldığı anlaşılmaktadır.
Bediüzzaman Hazretleri'nin Mektubat’ında bu konudaki soru cevapta, Hızır aleyhisselam hayattadır, ancak onun hayatı ikinci derecede hayat olduğundan birçok alimler hayatta olmadığını düşünmektedir, şeklinde bilgi vardır.
Hızır–İlyas buluşma günü olarak bildiğimiz altı mayıs Hıdırellez bayramına bu bilgi ve ilgi bakılırsa herhalde gerçeğe daha yakın bir bakışla bakılma ve kutlama söz konusu olur.
Bugüne ait ateş yakılıp üzerinden atlanılması, oyuncak evler yapıp gerçeğine kavuşulacağının düşünülmesi.. gibi âdetler halkın iyilik temennilerinden ibaret arzulardan sayılırlar. Kesinlik arz eden gerçekler olarak kabul edilmezler ve islami değildir.
HİLÂFET
Allah'ın hâkimiyet hakkının bir tecellisi olarak Islâm hükümlerini uygulamaya koymaktan sorumlu makamının adı.
Islam yönetiminin hem teorik hem de pratik açıdan kendine özgü olan bu makam genellikle "halifelik" veya "hilâfet" diye adlandırılmaktadır. Bu makama gelebilmek için belirli özelliklere sahip olmanın yanında, belirli yoldan o makama gelmiş olmak da gerekir.
Hilâfet, kelime anlamıyla, başkası nın yerine onun adına görev yapmak veya tasarruflarda bulunmak demektir (Ibn Teymiyye Mecmuu'l-Fetava, XXXV, 43; el-Kettânî, et-Terâtibu'l-Idâriyye, I, 2). Halife ise, başkası tarafından kendi adına iş görmek üzere görevlendirilen kişiye denir (Ibn Hazm, el-Fisal, IV, 107). Başkasının adına görev yapmanın veya tasarruflarda bulunmanın ise birkaç nedeni vardır. Ya yerine görev yapılan kimsenin acız olması sözkonusudur. veya halife olarak tayın edilen kimsenin değerini yükseltme amacı güdülmüştür (Rağıb el-Isfahânî, el-Müfredât fi Garîbi'l-Kur'an, s. 156). Yerine görev yapılan kimsenin hazır olmaması ya da ölümü durumunda hilafet, Hz. Peygamber (s.a.s.)'in risalet dışında kalan görevlerini yüklenmek demektir.
Islâm hukukçuları "hilâfet" terimini, genellikle Hz. Peygamber (s.a.s)'in yerine geçmek anlamına kullanmışlardır. "Gerçekte hilâfet, şeriatı Allah'tan tebliğ eden Peygamber'in yerine geçip dini korumak ve dünya işlerini de düzene sokmak" (Ibn Haldun, Mukaddime, 191) demektir; en yüksek başkanlık ve amme velayetidir; dini koruma ve dünya işlerini düzenleme makamıdır. Bu makama getirilene halife adı verilir.
Bu makama geçen, toplumu sevk ve idarede Hz. Peygamber'e halef olmuştur. Bu nedenle "Peygamber'in halifesi" demekte sakınca görülmemiştir. Fakat genellikle yalnızca "halife" demekle yetinilir. Hz. Peygamber'in hadislerinde "hilâfet" ve onunla aynı kökten türeyen kelimeler, yerine göre terim anlamıyla, yerine göre kelime anlamıyla kullanılmış bulunuyor (Buhârî, Meğâzi, 37; Ahkâm, 43; Müslim, Hacc, 425; Imâre, 61; Ebu Dâvûd, Cihâd, 72; Tirmizî, Deavât, 41, 46; Nesâî, Istiâze, 43 vs).
Halife'ye "Allah'ın halifesi" demenin câiz olduğunu söyleyenler: "O, sizi yeryüzünün halifeleri yapandır" (el-Enam, 6/165) anlamındaki ayeti delil gösterirler. Bunun caiz olmadığını söyleyenler de Hz: Ebu Bekir (r.a.)'ın kendisine Allah'ın halîfesi denilmesine müsaade etmedığını söylerler (el-Maverdî, el-Ahkâmû's-Sultâniyye, Çev, A. Şafak, s. 19; el-Ferra, el-Ahkamû's-Sultaniyye, s. 27; Ibn Haldun aynı yer; Ibn Teymiyye, a.g.e., XXXV, 44-5).
Ilâhî emirler gözönünde bulundurulmadan kurulan yönetimlere hiçbir zaman "hilâfet" adı layık görülemez. "O, sizi yeryüzünde halifeler yapandır. Artık kim küfrederse küfrü kendi zararınadır. Kâfirlerin küfrü kendilerine Rableri katında şiddetli buğzdan başka birşey artırmaz. Kafirlerin küfrü kendilerine hüsrandan başka birşey artırmaz" (el Fatır, 35/39).
"Allah, içinizden iman edip de güzel amelde bulunanlara yeminle vâdetti ki, kendilerinden evvel gelenleri (kafirlerin yerine) nasıl halife yaptı ise, onları da muhakkak (müşriklerin yerine geçirip halife kılacak; onlara kendileri için beğendiği dini (Islâm'ı) herhalde payıdar kılacak; onların korkularını güvenliğe çevirecektir. Ta ki onlar bu güvenlik içinde bana ibadet etsinler bana hiçbir şeyi ortak tutmasınlar. Kim bundan sonra nankörlük ederse artık onlar fâsıkların ta kendileridir" (en-nur, 24/55).
Demek ki asıl önemli olan, bu yüce makamın gereklerinin yerine getirilmesidir. Bunlar da Allah'ın hükümlerini mutlak ölçü kabul etmek; sâlih amel işlemek ve Allah'a karşı gelmemek, küfre sapmamaktır.
Halifelik makamına geçen kimse için "halife" adı kadar kullanılmış ikinci bir unvan daha vardır ki, o da: "Imam"dır. Imam, sözüne veya davranışlarına uyulan kimse demektir (Râğıb, a.g.e., 24).
Imamet de terim olarak: "Dinî, dünyevî ve her konuda en yüksek başkanlık demektir" (el-Cürcânî, Şerhu'l-Mevâkıf, 602; M. E. Zehra, Mevzu'atu'l-Fıkh, I, "Al" mad., 3. kısım; Elmalılı, I, 491). Ancak bunun yerine halifelik kavramının kullanılmasının daha tercih edilir bir adlandırma olduğu da belirtilmiştir (el-Cürcânî a.g.e., aynı yer). Bu makamı işgal edene halîfe veya Imam denmesinin nedenlerine gelince:
Ilk halifenin Rasûlullah (s.a.s)'den sonra gelip risalet dışında kalan görevleri yerine getirme hususunda onun yerini almış olması; asıl hâkim Allah olduğundan, O'nun yeryüzündeki hakimiyetini temsil etmesi ve bu temsilini (hilafet) görevi bütün mü'minlere yöneltilmiş bulunduğundan, (bk. el En'am, 6/165) mü'minlerin onu seçimle ve akidle bu makama getirmeleri dolayısıyla, Islâm devleti başkanına hafife adı verilir. Ona "Imam" denmesinin nedeni ise; Islâm devlet başkanının namaz kıldıran imama benzetilmiş olmasındandır. Imamın arkasında namaz kılan cemaatin imama uymaları nasıl bir zorunluluk ise,toplumun da aynı şekilde devlet başkanına itaat etmesi gerekir. Bu nedenle devlet başkanlığına: "el-Imâmetü'l-Kübrâ" veya "el-Imâmetü'l-Uzmâ" (büyük imamlık) da denilir. Aslında Islâm devlet başkanım belirli bir isimle adlandırma zorunluluğu yoktur. Ona verilen isimden çok onun işgal ettiği makamın özellikleri ve bunların yitirilmesi önemlidir.
Islâm yönetimini kastederek "hilâfet" ile birlikte "meliklik" ve "saltanat" terimlerinin de kullanıldığını görmek mümkündür.
Meliklik genellikle, babadan oğula geçen yöneticilik anlamı,na kullanılmıştır. Bu nedenle Islâm'da meliklik -bu anlamıyla- söz konusu değildir. Bu anlamıyla meliklik, Israiloğullarının yönetimlerinde görülmüştür. Bunu da Kur'an-ı Kerim'in bazı ayetlerinden anlamaktayız. (bk. el-Maide, 5/20; el Bakara, 2/247; Sad, 38, 35)... (Konu ile ilgili daha etraflı âçıklamalar için bak. Ibn Teymiyye Mecmu'ul-Fetava, XXXV. 33 vd.).
Hz. Ömer (r.a) bir gün Selmân (r.a)'a: "Ben melik miyim, halife miyim? diye sorar. Selmân da: "Eğer sen müslümanlardan bir dirhem veya daha az bir miktar toplayacak ve bunu hakkıolmayan bir yere harcıyacak olursan, sen meliksin, halife değilsin" der. Haksız tasarrufları yanında melikin insanları zora koştuğu da bildirilmiştir. Bu bakımdan Hz. Ömer'e etrafında bulunanlar: "Hamd olsun ki sen melik değilsin" demişlerdir (Ibn Sa'd, Tabakat, III, 306-7; el-Kettânî, a.g.e., I, 13; Kandehlevî, Hadislerle Müslümanlık, II, 632). Abdullah b. Ömer (r.a) de ümmetin topluca bey'at etmediği kimseye halife demenin doğru olamayacağını bildirmiştir (Tecrid-i Sarıh Tercümesi, VII,175).
HİLAFET NE DEMEKTİR?
Allah`ın emirlerini uygulayıp, yasaklarından menetmek, zulm ve anarşinin doğuşuna meydan vermemek hak ve adaleti ayakta tutmak için bir lider lazımdır. İslam dininde buna Halife veya imam denilir. Hilafet de onun vasfıdır. İslam dininde hilafetin büyük bir yeri vardır. Bunun için Peygamber (sav) vefat ettiğinde defn edilmeden evvel ashab-ı kiram bir halife tayin etmek için çalışmaya başladılar. Ancak Hz. Ebubekir`i halife seçtikten sonra defn işine döndüler. Halife olmanın şartları şunlardır:
1- Müslüman olmak. Yahudi, hıristiyan, putperest ve mürted gibi kimseler halife olmaz.
2- Mükellef olmak Akil ve baliğ olmayan kimse halife olamaz. Saltanat ve krallık ile idare edilen memleketlerde Sultan veya kral vefat ederse veliyyülahd çocuk da olsa yerine geçer. İslam dini böyle bir şeye yer vermemiştir.
3- Erkek olmak. Kadın, zayıf olup, hamilelik, doğum, hayz ve nifas gibi hallere maruz kaldığından vazifesinin gereğini yapmayacağından Halife olarak tayin edilemez. Peygamber (sav) şöyle buyuruyor: "Başına bir kadın getiren bir toplum felah bulamaz."
4- Müctehid olmak. Çünkü Peygamberin (sav) irtihalinden sonra vahiy gelmeyeceğine göre müçtehid olmazsa Kur`an ve sünnette yer almayan yeni olayların cevabını bulamaz.
5- Cesur olmak.
6- İleri görüşlü olmak. Yani müslümanların işini tedvir edebilecek kadar yeterli olmak.
7- Azaları sağlam olmak. Yani,a`ma, dilsiz ve sağır olmamak. Çünkü böyle olduğu takdirde tam anlamıyla görevini yapamaz.
8- Adil olmak. Yani Allah`ın emirlerine imtisal edip nehiylerinden sakınmak.
HİLÂFETİN MÜDDETİ
Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurur: "Hilâfet, ümmetim arasında otuz yıl devam edecektir. Bundan sonra melikliğe denilecektir." Bu da şöyle yorumlanmıştır: "Ebubekir`in halifeliği iki yıl, Ömer`in on, Osman`ın on iki, Ali`nin altı yıllık halifelik sürelerinin toplamı, otuz yıl etmektedir" (Ebu Davud, Sünne, 8: Tirmizî, Fiten, 49)
et-Taftâzânî aynı hadise dayanarak Muaviye`nin ve ondan sonra gelenlerin halife sayılamayacaklarını, bunların emir veya hükümdar (kral) olabileceklerini söylemekle birlikte, bunun mutlak bir ölçü olamayacağını da belirtir.
Çünkü Ömer b. Abdülazız gibi bazı kimselerin Raşid halifelerin yolunu izledikleri açıktır. Dolayısıyla hadisle anlatılmak istenen şey, kâmil bir halifeliğin bazen olacağı, bazan da bulunmayacağı hususudur. (et-Taftâzânî, Şerhu`l-Akâid, s. 180).
HİLAL MESELESİNİN SIK SIK GÜNDEME GELMESİNİN SEBEPLERİ NELERDİR?
Bir müslüman yaşadığı ülkede Şaban ayının yirmi dokuzuncu günü hilal görürse ertesi gün ramazan olduğunu anlar oruç tutar. Hilali görmezse Şaban ayını otuz olarak sayar ve sonra ramazana başlar. Aynı şekilde ramazanın yirmi dokuzuncu günü hilali görürse ertesi gün bayram günüdür, oruç tutmaz. Eğer görmezse ramazanın sayısını otuz kabul eder, bir gün daha oruç tutar sonra bayram yapar.
Türkiye’de uygulanan takvim, bu konuda en doğru takvimdir. Bunun doğruluğu gözlemlerle de doğrulanmaktadır. Bu takvim, bütün dünyada Ramazan ve bayram vakitlerinde birlik sağlanması için oluşturulan uluslararası komisyon tarafından hazırlanmıştır. Buna uyulursa doğrusu yapılmış olur.
HÎLE
Aldatacak tarz ve tedbir. Sahtekarlık, düzenbazlık.
Başkasını kurnazca hareket ve fiilleriyle aldatmak. Alış-verişlerde hîleden maksat, bir kimseyi söz, fiil ve davranışlarıyla etkileyerek, satım akdinin onun yararına olduğunu telkin etmek ve onu piyasa fiyatının dışında bir satış bedeli ödemeye razı etmektir. Hîle, ayet ve hadislerle yasaklanmıştır.
Kur`ân-ı Kerîm`de şöyle buyurulur: "Ey iman edenler, Allah`a ve Peygambere hâinlik etmeyin. Kendiniz bilip dururken emânetlerinize de hâinlik etmeyiniz" (el-Enfâl, 8/27). Ebû Hureyre (ö. 57/676)`den rivâyete göre, Hz. Peygamber bir gün pazar yerinden geçerken elini bir hububât yığınının içine sokmuş, altının ıslak olduğunu görünce satıcıya sebebini sormuştur. Satıcı yağan yağmurun ıslattığını bildirince, Allah`ın elçisi şöyle buyurmuştur: "Bu ıslaklığı herkesin görmesi için hububatın üzerine çıkarman gerekmez miydi? Hîle yapan, bizi aldatan benden değildir" (Müslim, Iman, 164; Ebû Davud, Büyû`, 50; Tirmizî, Büyû`, 72).
Bu hadis alış-verişte hile yapmanın yasak olduğunu gösterir.
Satılan malda ayıp varsa, satıcının bunu müşteriye açıklaması gerekir. Ticaret örfünde, satılacak malın kıymetini ve dolayısıyla satış bedelini azaltan kusurlara "ayıp" denir (Ali Haydar, Düraru`l Hukkâm Şerhu Mecelleti`l-Ahkâm, I, 554 vd.; Mecelle, mad., 338).
Hadis-i şerifte şöyle buyurulur:
"Satıcı doğru söyler ve sattığı şeyin ayıbını açıkça beyan ederse, satışı bereketli olur. Yalan söyler ve sattığı malın ayıbını gizlerse, satışın bereketi yok olur" (Buhârî).
Cenâb-ı Allah şöyle buyurur: "Ey iman edenler, birbirinizin mallarını bâtıl yollarla yemeyiniz. Bu mallar, sizden karşılıklı rızaya dayanan bir ticaret yoluyla olursa bu müstesnâdır" (en-Nisâ, 4/29). "Azap olsun, ölçü de tartıda noksanlık edenlere. Onlar insanlardan ölçüp aldıkları zaman tam olarak alırlar; fakat insanlara verilmek üzere ölçtükleri veya onlara tarttıkları zaman eksiltirler" (el-Mutaffifın, 83/1, 2, 3). "Ölçüyü ve tartıyı doğru yapın. Biz insana ancak gücünün yeteceği kadarını yükleriz" (el-En`âm, 6/ 152).
"Ölçüyü tam yapın, eksiltenlerden olmayın, doğru terazı ile tartın. Insanların hakkını azaltmayın. Yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın"(eş-Şuarâ, 26/181-183).
Bu ve benzeri âyet ve hadisler müslümanın bütün iş ve muâmelelerinde doğru hareket etmesini hîle ve hud`adan uzak durmasını bildirmektedir.
Allah Rasûlü özellikle ticaret yapanlara bu konuda şu tavsiyede bulunmuştur: "Bu tüccarlar topluluğu, alış-verişe boş söz ve yalan yere yemin çokça karıştığı için bunu sadakalarınızla telâfi ediniz" (Ebû Dâvud, Büyû`, 1).
Hîle, ya sözle veya fiille karşı tarafı etkilemek suretiyle vuku bulur. Sözlü hile; tarafların birbirini etkilemek ve akde razı etmek için, bir takım aldatıcı ve yanıltıcı sözler konuşmasıdır. Amaç, ayıplı bir malı, müşteriye ayıpsız gibi satmak veya normalın üstünde bir fiyatla satışı gerçekleştirmektir. Meselâ, satılan malı mevcut olmayan sıfatlarla övmek, malın kusurunu giilemek, üçüncü bir kişi aracılığı ile fiyatın yükselmesini sağlamak bunlar arasındadır (Abdülkerîm Zeydan, Islâm Hukukuna Giriş, Terc. Ali Şafak, Istanbul (t.y), s. 521). Fiilî hile ise; taraflardan birisinin diğerini etkilemek ve alış verişe razı etmek için birtakım hîleli hareketler yapmasıdır. Meselâ; kalitesi düşük bir mala, aynı cins fakat kalitesi yüksek bir malın damgasını vurmak; kalan değeri yüksek olan kömüre düşük kalitelisini karıştırmak; sütsüz ineğin memelerini bağlayarak süt biriktirmek ve alıcıya çok süt varmış gibi göstermek (Buhârî, Büyû`, 64) ve böylece normal fiyatının üstünde fâhiş gabn * derecesinde bir satış bedeli ile satmak gibi hilelerdir. Günlük hayatta buna benzer pek çok hile ve aldatma çeşitleri görülmektedir.
Işte, Islâm bütün hîle ve aldatmaları yasaklamış, müslümanın özünün ve sözünün bir olmasını istemiştir. Bütün namazların her rek`atında okunan Fâtiha suresinde "Ey-Rabbimiz, bizi dosdoğru yola ilet" (el-Fatiha, 1/6) dûasının tekrar edilmesi toplumu en doğruya, en güzele ulaştırma amacına yöneliktir.
HİLE-İ ŞER`İYYE
Hîle, çözüm, çare, beceriklilik demektir. Çıkış yolu anlamına gelen mahrec ve çoğulu mehâric de hîlenin eş anlamlısı olarak kullanılır. Hîle-i şer`iyye; amel ve tasarrufları şekil ve dış görünüş bakımından fıkha uygun düşürmek, İslâm`da yasak olan hususları görünüşte meşrû olarak yapabilmek için bulunan yollar, çâreler, çıkış noktaları demektir. Karşılaşılan güçlüğü çözmeye çalışırken başvurulan muâmeleye "muâmele-i şer`iyye", bu işlem sonucu kazanç elde edilmişse, buna da "ribh-i şer`î" denir. Meşrû kâr demektir.
Hîle prensibi ilk Hanefî müctehidlerince İslâm hukukunu yürüyen hayatla uyumlu hâle getirmek, zarûret yoluyla haramların mübah sayılmasını azaltmak, insanların apaçık şer`î kaideleri çiğnemesini önlemek gibi güzel amaçlar için kullanılmış ve daha çok yemin, talâk (boşanma) gibi konularda uygulanmıştır. Ancak bu kaide zamanla çığırından çıkmış "kanuna karşı hile yapmak" şekline dönüşmüştür.
İmam Muhammed, muâmele-i şer`iyyeye "iyne" adım vermiştir. Bu yüzden iyne satışını açıklığa kavuşturmak hîle-i şer`iyyeyi anlamaya yardımcı olur. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Însanlar dinar ve dirhemlerin peşine düşer, iyne satışı yapar, hayvancılık yapar ve Allah yolunda cihadı terkederlerse, Allah onlara bir belâ indirir ve bu belâyı yeniden dinlerine dönünceye kadar da kaldırmaz" (Ebû Dâvud, Büyû`, 54; Melâhim,10; Ahmed b. Hanbel, II, 42).
İyne satışı, ödünç para isteyen bir kimseye bir malını veresiye bir bedelle satmak, aynı malı daha az peşin bir bedelle geri almaktır. Bu konudaki bir uygulama örneğini Ebu`l-âli`ye Hz.Âişe`den şöyle nakleder: "Zeyd b. Erkam (ö. 66/689)`ın ümmü veledi olan bir kadın O`na dedi ki: Ey mü`minlerin annesi, Zeyd`e veresiye sekizyüç dirheme bir köle sattım. Sonra onu ondan altıyüz dirheme peşin satın aldım. Hz. Aişe şöyle dedi: Ne kötü bir satım, ne kötü bir alım yaptın. Zeyd`e şunu bildir ki, eğer tevbe etmezse Rasûlullah (s.a.s) ile yaptığı cihadın sevabım kaybetmiş olur. Kadın dedi ki; "Satışı bozup, altı yüze geri alsan olmaz mı?" "tabii, kime Rabbinden bir öğüt gelir de faizden vazgeçerse, önceden verdiği kendinindir" (el-Bakara, 2/275) (Ahmet b. Hanbel, IV,180; el-Kâsâni, Bedâyiu`s-Sanâyi`, V, 198, 199; Vehbe ez-Zühaylî, el-Fıkhu`l-İslâmî ve Edilletühu, Dimaşk 1984, IV, 469).
Şâfiîler dışında İslâm hukukçularının büyük çoğunluğu iyne satışını geçersiz saymışlardır. Çünkü bu fâize götürür. Hanefîlerden Ebû Yusuf ise "iyne câizdir ve sevabı vardır. Sevabının olması haramdan kaçınmayı sağladığı içindir" (Kâdîhân, II, 244, 245) demiştir. İmam Muhammed ise, iyne satışını faizcilerin uydurduğunu ve bu akde kalben razı olamadığını söyler (İbnü`l-hümâm, Fethu`l-kadîr, V, 207, 208; İbn Âbidîn, a.g.e., IV, 244).
Muâmele-i Şer`iyyesiz alınacak bir kâr mutlaka haramdır. Fakat muâmele-i şer`iyye suretinde İmam Ebû Yusuf`a göre riba kalkar kâr câiz olur. Bu bir şer`î kurtuluş yoludur. Çünkü yetimin veya vakfın malını velî veya mütevellî bir kimseye kârsız (ribhsiz) karz olarak veremez, fâiz alması ise haramdır. O halde meşrû bir alım-satım akdi vasıtasiyle bunların menfaatleri sağlanmış olur. Artık bu muâmeleyi gayr-i meşrû bir hiyle olarak kabul etmek doğru değildir" (Ö. N. Bilmen, Istılahat-ı Fıkhıyye Kamusu, İstanbul 1969, V, 47-48). Ö. N. Bilmen, diğer borçlar konusunda farklı sonuca ulaşır ve şöyle der:
"Ödünç para alanın üzerine, muâmele-i şer`iyye ile bir kâr (ribh) yüklemek sahih ise de, fakihlerin büyük çoğunluğuna göre kerâhetten uzak değildir. İbnü`l-Hümâm Fethu`l Kadîr`de şöyle der: Böyle bir işlemde kerâhet yoktur. Şu kadar var ki, bu tercihe şayan değildir. Çünkü bundan karz-ı hasen suretiyle yapılacak bir iyilikten yüz çevirme vardır (Ö. N. Bilmen, a.g.e., VI, 100, 101).
Hanefilerde genel olarak muâmele-i şer`iyye faiz sayılmayarak câiz görülmüş, dolayısıyla uygulama bu şekilde olmuş, fetvalar ile hükümler bu yolda verilegelmiştir. Osmanlı sultanları hâkim ve müftîlerin, Hanefi mezhebinde sahih görülen görüşlerle hüküm ve fetvâ vermelerini emretmiştir (Ali Haydar, Dürarü`l-Hükkâm Şerhu Mecelleti`l-Ahkâm, IV, 696-700, İstanbul 1330). Bunun bir sonucu olarak Belh fakîhleri; "Zamanımızda iyne usulüne göre yapıları alış-veriş, çarşılarımızda yapılmakta olan alışverişlerden hayırlıdır" demişlerdir.
Ancak hîle-i şer`iyye açıkça veya gizlice fâizli işleme yol açmamalıdır. Mecelle`de de yer aldığı gibi "akitlerde itibar lafza değil mânâyadır". Diğer yandan, alacaklıya menfaat sağlayan borç akdinin, bütün mezheplerce fâiz sayılarak yasaklandığı görülür (Abdurrahman b. Süleyman (Damad) Mecmau`l Enhur, İstanbul 1301, II, 303). Bu yüzden yapılan akit gerçekçi olmalı, yapmacık olmamalıdır. Amellerin niyetlere göre olduğu âyet ve mütevatir hadîslerle sâbittir. Bu hüküm amellerin âhiretteki durumu ile ilgili görülse bile, akitlerde tarafların gerçek niyet, maksat ve iradelerini araştırmaya bir engel yoktur. Meselâ, bir kimse ödünç olarak 1000 gram altın verip, yıl sonunda 1300 gram olarak geri alsa, bu işlem, bir İslâm ülkesinde fâiz sayılacaktır. Bunun yerine evini 1000 gr. altın karşılığında satıp, bir yıl sonra 1300 gr. altına geri alsa, bu bir alım satım muamelesi olur. 300 gr. fazlalık kârdır. Ancak alım-satım faizi gizlemek için yapılmışsa o zaman muvazaalı bir akit sözkonusu olur. Böyle bir durumda Ebû Hanîfe ve İmam Şâfiî`ye göre dışa karşı açıkça yapılan satım akdi geçerli sayılır. Meselâ; evi alan, artık bir yıl sonra tekrar geri satmaya zorlanamaz. İmam Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed`e göre ise tarafların gerçek iradesi araştırılır. Gerçek irade satım akdi ise ona göre, fâiz alıp-vermek ise, buna göre işlem yapılır (el-Mavsılî, el-İhtiyar Li Ta`lîli`l-muhtâr, II, 21; ez-Zühaylî, el-Fıkhu`l-İslâmî, I, 171). Kanun boşluklarından yararlanarak, kanuna karşı hîle yapmak isteyenler her devirde olmuştur. Hükümlerin amaçlarından ve özünden uzaklaşmamak için akitlerde gerçek iradeyi araştırmak veya Ebû Hanîfe`nin dediği gibi dış görünüşe (âhire) göre hükmetmek gerekir. Bu taktirde hîle-i şer`iyyelerin önüne geçilebilir veya bu konuda tarafların muvâzaalı akit değil de gerçek akitler yapması sağlanabilir.
Bize kadar ulaşan hîle ve mehâric kitapları daha çok Hanefi ve Şâfiîlere aittir.
İmam Muhammed (ö.189/805)`in el-Hiyel ve`l Mehâric`ini el Hâkim eş-Şehîd özetlemiş, İmam Serahsî de bunu şerhetmiştir. el-Hiyel`in iki ayn rivâyeti Sahabe tarafından " el Mehâric fi-Hiyel" adıyle neşredilmiştir (Leipzig, 1930).
el-Hassâf, Alî b. Muhammed en-Nehaî ve Sad b. A es-Semerkandî gibi fakihlerin de müstakil "el Hiyel" kitapları vardır. Diğer bir takım fıkıh ve fetvâ kitaplarında da hiyel için fasıllar açılmıştır.
Şâfiîlerden Gazâlî ve İbn Ziyad gibi âlimler hiyele cephe almışlarsa da, İbn Hacer, Fetâvâ`sında bunlara karşı çıkmış ve uygulamayı hiyelin lehine çevirmiştir.
HIRSIZLIK CEZASI (HADD-I SIRKAT)
"Akıllı ve ergin (baliğ) bir kimsenin nisab miktarı bir malı bulunduğu yerden çalması"na hırsızlık denir. Cezası Kur`ân-ı Kerîm`de bildirilmiştir: "Hırsızlık eden erkek ve kadının, yaptıklarına karşılık Allah`tan bir ceza olarak ellerini kesin! Allah daima üstündür, hikmet sahibidir" (el-Mâide, 5/38).
El kesme cezasının tatbik edilebilmesi için iki âdil şahidin şahitlik yapması ve hakimin de sorgulaması (muhakemesi) neticesinde suçun sabit olduğuna kanaat getirmesi gerekir. Hakim şahitlere sırasıyla:
Hırsızlığın mahiyetini, çalınan malın cinsini, kıymetini, nasıl çalındığını, hırsızlık yerini, hırsızlığın ne zaman yapıldığını, malı çalan şahsın kim olduğunu sorar.
Hırsızlığın nisabı (el kesme cezasını gerektirecek en az miktarı) Hanefi mezhebine göre on dirhemdir. Cezanın tatbik edildiği dönemdeki dirhemin değeri esas alınır (bk. el-Kâsânî, Bedâyiu`s-Sanâyî`, VI, 67; Ibnü`l-Hümâm, Fethu`l-Kadîr; IV, 220, 230; Nesaî, Sârık, 10; Zeylaî, Nasbu`r-Râye, III, 359, 360).
El kesme cezası tatbikatına örnek olarak ve Allah hakkı olan bu cezada herhangi bir şefaatçının kabul edilemeyeceği konusunda şu hadisi zikredebiliriz: " Mahzum kabilesine mensub bir kadının hali Kureyş (kabilesin)i üzdü. Onlar: Kim Rasûlullah`a (gidip de) bu kadın (a şefaat) için konuşacak` dediler. Bir kısmı da: "Bu işe Rasûlullah`ın sevgili (sahabî)si Üsâme b. Zeyd`den başkası cesaret edemez` dediler. Üsâme (kadına şefaat için) Resûl-i Ekrem`le konuştu. Bunun üzerine Rasûlullah buyurdular ki: "Yüce Allah`ın hadlerinden bir hadd(in yapılmaması) hususunda şefaat mı ediyorsun?" Sonra kalkıp bize bir hutbe irad etti. Daha sonra buyurdu: "Sizden evvelkilerden (şerefli bir kimse hırsızlık yaptığında (suçluyu) bırakırlardı. (Şeref itibariyle) zayıf olan kimse çaldığında haddi tatbik ederlerdi. Allah`a and olsun ki, Muhammed`in kızı hırsızlık yapmış olsaydı elbette onun elini de keserdim " (Eş-Şevkânî, Neylü`l-Evtâr, VII,` 131, 136).
HISIMLARIN NAFAKASINDA ZAMAN AŞIMI
Hanefî, Şâfiî ve Hanbelîlere göre, çocuklara, ana-babaya ve diğer hısımlara verilecek nafaka zamanın geçmesiyle düşebilir. Hanefilere göre, hâkim hısımlar lehine nafakaya hüküm verdikten sonra, nafaka alacaklısı hısım nafakayı kabzetmeden veya nafaka yükümlüsü aleyhine borçlanmadan bir ay ve daha fazla bir süre geçse nafaka düşer. Çünkü eş dışındaki hısımların nafakası ihtiyaçlarını giderme esasına dayanır. Bu yüzden zengin olan hısıma nafaka vermek gerekmez. Hısımın, lehine hükmedilen nafakayı bir süre almaması, ihtiyaç sahibi olmadığını gösterir. Eşin nafakası ise, hâkimin belirlemesinden sonra, zamanın geçmesi ile düşmez. Çünkü onun nafakası eve bağlanma (ihtibas) karşılığı olup, ihtiyaç nedenine dayanmaz. Bu yüzden karı, zengin de olsa nafaka almaya hak kazanır. Hâkimin nafakayı borç olarak alma izni vermesi halinde de düşmez. Çünkü bu takdirde zimmet borcu olmuş bulunur. Diğer yandan ez-Zeylaî küçüklerin nafakasını eşin nafakasına benzetmiş ve bu ikisini aynı hükümlere tabi kabul etmiştir (el-Kâsânî, a.g.e., IV, 38; Ibnü`l-Hümâm, a.g.e., III, 354; el-Meydânî, el-Lübâb, Istanbul t.y., III, 109; Ibn Âbidîn, a.g.e.,II, 925, 942 vd.; eş-Şîrâzî, el-Mühezzeb, II,167).
Mâlikîlere göre, ana-babanın veya çocukların nafakası, hâkim miktarını belirleyip karar vermedikçe zamanın geçmesiyle düşer. Hâkim belirlediği takdirde sabit olur (ez-Zühaylî, a.g.e., VII, 783).
Sonuç olarak, bir aydan kısa sürede hısımların nafakası ile eşin ve çocukların nafakası zamanın geçmesiyle düşmez ve hâkim kararı olunca zimmet borcu olarak devam eder. Yine hâkimin emriyle borçlanma olunca eşten başka hısımların nafakası da düşmez.
HİSSE SENEDİ ALIM-SATIMI
Son zamanlarda bir hayli revaç bulan hisse senedi alım-satımı dinen mahzurlu mudur? Değilse bizler de bu kârlı piyasadan istifade edebilir miyiz?
Hisse senetleri temel esprisi itibari ile faize alternatıf bir uygulamadır. Zirâ çeşitli teşebbüsler ve yatırımlar projelerini gerçekleştirmek için kredi kullanmak ya da sermaye artırımına gitmek suretiyle, ihtiyaçları olan meblağı hisse senetleriyle toplamak zorundadırlar. Bunun dışında bir kaynağın bulunması istisnai bir durumdur. Öyleyse hisse senetleri üzerinde durulmalı ve zulüm ve haksız kazanç kendisine yasak edilen "müslüman adam" için bile bir alternatif olabileceği hesaba katılmalıdır. Ancak bizim görebildiğimiz kadarıyla şu andaki işleyiş şeklinin şer`an mahzurlu yönleri vardır, biz onlara işaret etmekle yetinecek, hem fetvâyı hem de inananlar açısından işin pratik hallini ehline bırakacağız:
Fıkhı mezhepler ya da "icma-i mürekkep" açısından:
Hisse senetlerinin isleyiş biçimine baktığımızda ve görüşleri bize "zahir" olarak ulaşan dört mezhebe başvurduğumuzda her birinin bir yönüyle buna "faizsiz" ya da "bâtıl" diyeceğini görürüz. O takdirde ictihadı ihtilaflar açısından bunun caiz olamayacağında âdeta icmâ olmuş olur. Bundan sonra zikredeceğimiz maddeler, mezheplerin söz konusu nokta-i nazarları cümlesindendir.
Naslar açısından:
Örneğin Islâm fıkhında bulunmayan bir meseleye ihtilafli içtihatlardan gitme yerine, konuylâ ilgili nasların esprileri (illetleri) araştırılarak cevap bulmak gerekir, denebilir. O takdirde karşımıza şunlar çıkar: Kur`ân`ı Kerim`de "insanların mallarını bâtıl yollarla yemeyin"(Bakara (2),188) denir. Spekülatif kazanç ve kumar diye nitelenen, ilgili çevrelerin bir parmak ve kaş-göz işaretiyle piyasası inip çıkan hisse senetlerinde bunun hiç olmadığını söylemek mümkün değildir.
Diğer yönden, Islâm`da temel üretim faktörü emektir. Halbuki bu uygulama bir aylaklar gürûhunun ortaya çıkmasına, dolayısı ile emeksiz kazanca sebep olmaktadır.
Hadislere baktığımızda ise: "Yanında olmayan bir şeyin satışı helâl değildir", "satın alınan bir şeyin, alındığı yerde satılması memnu`dur", "serbest piyasanın oluşabilmesi için kırsal kesimden mal getirenlerin yolda karşılanması menhidir", "spekülasyon yasaktır" ifadeleriyle karşılaşırız. Bütün bunların özünde haksız kazancın, aldatmanın, gararın, meçhuliyetin önlenme esprisi vardır. Hisse senedi satışı bunlardan bütün bütün uzak değildir.
Akdi fâsit kılan unsurlar açısından:
Az önce sözünü ettiğimiz garar, fahiş meçhuliyet, faizli muamele gibi unsurlar, az da olsa bu satışlarda söz konusudur. Garar, mevcut olmama ihtimali de olan şeyin satışıdır. Piyasaya hisse senedi süren şirketlerin gerçekte pozitif mal varlıkları hiç olmadığı olabiliyor. Fâhiş mechuliyet satın alınan şeyde, nizaa sebep olabilecek ölçüdeki bilinmezliktir. Bunların herbirerleri akdi fâsit kılan unsurlardır.
Şirketi elinde tutanlar açısından:
Bu günlerde pek üzerinde durulmayan, gayrı müslimle ortaklık kurma meselesi ehli kitap açısından klâsik Islâm hukukçularınca ele alınmış ve bazı içtihatlar serdedilmiştir. Öncelikle müslümanların "ehli kitap" la ateist ve mecusileri bir tutmadıklarını bilmek gerekir. Ehl-i kitap (Yahudi ve Hiristiyan) olmayanlar, olanlara göre her konuda daha olumsuz bir durumdadırlar. Ne hikmetse ehli kitabın dışındaki gayr-i müslimlerle yapılacak böyle bir muameleden söz edilmemektedir. Bu, onların bunu meşru görmediklerini anlatır olmalıdır.
Ehli kitapla ortaklık kurmaya gelince: Ortaklığa konu olan mala müslümanın hakim olması, onun insiyatifinde bulunması şartıyla caiz olacağını söyleyenler çoğunluktadır. Her halükârda ortak olunması, mekruhtur diyenler de vardır. Onlarla ortaklığı mahzurlu görenler Atâ`dan rivayet edilen: "Rasûlüllah (sav), alım-satım müslümanın elinde olmadıkça Yahudi ve Hiristiyanlarla ortaklığı yasakladı" mealindeki rivayeti delil getirirler.
Benzer bir rivayette: "Çünkü onlar faizli muamele yaparlar" gerekçesi (illet) de zikredilir. Dikkat edilirse "yaparlar" denilerek inançları sözkonusu edilir, fiilen yapıyor olup olmamaları söz konusu edilmez. Bu açıdan günümüzdeki şirketlere baktığımızda şirket idaresini ellerinde bulunduranların kimligi önemli bir unsurdur.
Şirkette çalışanlar açısından:
Bildiğimiz kadarıyla günümüzdeki şirket çalışanlarının yönetici olarak, idare heyeti üyesi olarak kazanç dışında belirli bir maaş almaları söz konusudur. Halbuki Ibnü`l Münzir şirketten ortaklara sâbit bir maaş verilemeyeceğinde icmâ` olduğunu söyler. Sadece Hanefi mezhebinde, ortakların çalışmaları halinde şirketten, ancak sene sonu itibariyle kazançtan mahsuben sabit maaş alabilecekleri, şirketin zarar etmesi halinde ise aldıkları maaşı geri vermeleri gerektiği söylenir. Görüldüğü gibi bu meselede akdi fasit kılan unsurlardan sayılır.
Sonuç olarak diyebiliriz ki:
a. Doğrudan faiz muamelesi yapan şirketlerin hisse senetlerini almak ittifakla haramdır. Bankalar, bankerlik ve tefecilik kuruluşları gibi.
b. Şer`an mütekavvim mal sayılmayan şeylerin üretim ve alım-satımıyla ugraşan şirketlerin hisse senedini almak da aynıdır; şarap, bira vb. şeyler üreten kuruluşlar gibi...
c. Mütekavvim mal üretmekle beraber, bizzat ortak olunan o malı faizli muamelelerle satan ve faiz sebebiyle elde ettiği kârı diğerine karışan ve toplam kârının yarısı ve daha fazlası faiz olan şirketlere hisse senediyle ortak olmak da haramdır.
d. Ortak olunan şey helâl bir üretim olmakla beraber şirketi elinde bulunduran müslümanlar başka haram işlerle de uğraşıyorlarsa, onlardan hisse senedi almak suretiyle onları desteklemek "günahda yardımlaşma" anlamı taşır. Halbuki bu Kur`ân`ı Kerim`de yasaklanmıştır.
e. Yahudi ve Hristiyanların hakim olduğu şirketlerden hisse senedi almak, başka hiç bir mahzur yoksa en azından mekruhtur.
f. Fıkıh kitaplarımıza bakıldığında; komünist, mason ve ateistlerin hakimiyetinde bulunan şirketlerden hisse senedi almak caiz değildir gibi bir sonuç çıkıyor, araştırılmalıdır...
g. Idaresine müslümanların hakim olduğu, haramla iştigal etmeyen, daha şeffaf olup, satıma konu olan şirket varlığını, dolayısı ile satılan senede düşen hisseyi açıkça bildiren, senetleri ise muharrer olup, ortaklıktan vazgeçmek isteyenlere bu imkânı sağlayan şirketlerin hisse senetlerini almak ittifakla caizdir. Ve bu Müslüman işadamları, Islâmî teşebbüsler ve helâl sermaye için son derece önemli bir konudur. Çünkü, işaret ettiğimiz gibi, hisse senetleri, Islâm`a göre en büyük haramlardan olan faizin şu andaki en önemli alternatifi, işletme ve yatırım sermayesi temini için en kestirme yoldur. Müslümanlar bunu haram unsurlardan uzaklaştırarak uygulayabilseler, helal temellere oturmuş, millete hizmeti ibadet bilen çok büyük işletmelerin doğmasına ve faizin belinin kırılmasına sebep olabilirler.
h. Söylediklerimiz bir hüküm ve fetvâ değil, bu konuda daha sağlıklı düşünecek olanlara bir fikir beyanından ibarettir.
HİSSE SENETLERİNE ORTAK OLMAK
Birden çok kişiler arasında ortak olan bir mal üzerinde, her bir ortağın hakkı ve payı. Hisse; pay, nasip, belli bir zaman anlamındadır. Çoğulu "hises"tir. Senet ise; maddî ve mânevi dayanak, bir mal üzerindeki hakkı belirleyen belge, vesîka anlamına gelir. Hisse senedi; birden çok kişilerin belli sermayeler koyarak kuracakları bir şirkette, onların hisse miktarlarını ve haklarını gösteren belgeleri ifade eder.
Hisse, ortaklık içinde söz konusu olacağı için, kısaca İslam`da ortaklık anlayışını belirlemeye çalışacağız. Şirket, sözlükte; iki maldan birisini diğeriyle, birbirinden ayrılmayacak şekilde karıştırmak, demektir. Bir terim olarak ise; iki ve daha çok kimsenin ortak iş veya ticaret yaparak, elde edecekleri kârı paylaşmaları ve ortaya çıkacak zarara da katlanmaları şartıyle kurdukları ortaklık, anlamına gelir (İbnü`l-Hümâm, Fethu`l-Kadîr, V, 2; İbn Âbidin, Reddü`l-Muhtâr, III, 364; İbn Kudâme, el-Muğnî, V, 1).
Geleceğe ait borçlanmaların yazıyla tesbit edilmesi, tarafların inkâr etmesi hâlinde bir isbat vasıtası olması için belge düzenlenmesi, İslâm`ın öngördüğü hususlardandır. Âyette "Ey iman edenler, belli bir vadeye kadar borçlandığınız zaman, bunu yazınız" (el-Bakara, 2/280) buyurulur. Şirket sözleşmeleri ve hisse senetleri genellikle geleceğe ait hak ve menfaatleri belgelediği için, bu yazım kapsamına girer.
İslâm hukukunda hisse senedi genellikle mufâvaza, inan ve mudârabe şirketlerinde söz konusu olur.
Mufâvaza, eşitlik esasına dayanan bir ortaklık çeşididir. Sermaye miktarlarının eşit olması, kâr ve zararın paylaşılmasının da eşitlik esasına göre çözümlenmesi gerekir. Ortaklar birbirinin hem vekili ve hem de kefilidir. Özellikle tamamen şirket hesabına çalışan, bunun dışında hiçbir özel mülkü bulunmayan, tüm harcamalarını şirketten yapan aile şirketleri, kardeşler veya baba ile çocukları arasındaki bazı ortaklıklar bu guruba girebilir. Burada hisse senetleri bütün ortaklar için eşitlik esasına göre düzenlenir.
İnan şirketi iki ve daha çok kişinin ticaret yapmak ve kân aralarında paylaşmak üzere ortaklık kurmasıdır. Burada sermayelerin eşit olması gerekmediği gibi, kârın da sermaye oranlarına göre paylaşılması şart değildir. Ancak zarara sermaye oranlarına göre katlanılır. Bu şirket çeşidi, günümüzdeki anonim ortaklıkların benzeridir. Ancak İslâm hukukunda ortakların haklarını koruyucu nitelikteki bazı tedbirler dikkati çekmektedir (es-serahsî, el-Mebsût, II, 151; İbnü`l-Hümâm, Fethu`l-Kadîr, V, 20; el-Kâsânî, Bedâyiu`s-Sanâyi, VI, 57; İbn Âbidin, Reddü`l-Muhtâr, III, 372).
İnan şirketinde, sermayeler şirkete teslim edilip mala dönüştükten sonra, haklar, hisseler oranında şirketin tüm mal varlığına intikal eder. Şöyle ki; 10 kişi 10`ar milyon lira sermaye koyarak bir ortaklık kursalar, şirket sermayesi 100 milyon lira olur. Bu para mala dönüşünce, her ortağın tüm şirket mal varlığı üzerinde onda bir hakkı doğar. Başlangıçta 10 milyon lira sermayesini ve onda bir oranındaki hakkını belirleyen yazılı bir belge düzenlenip, ortağın eline verilirse, bunun ekonomideki adı "hisse senedi" olur. Kâr, ortaklar arasındaki anlaşmaya göre paylaşılır. Zarara ise, her ortak onda bir oranında katlanır. Yıl sonlarında kârın hiç dağıtılmaması yahut kısmen dağıtılması ortakları ekonomik bakımdan etkilemez. Dağıtılmayan kâr şirketin mal varlığına yansıyacağı için hisse büyümüş olur. Hareketli bir ticaretten sonra, diyelim beşinci yılın sonunda, hisselerin para olarak belirlenmesi gerekse, bütün borçlar ve amortisman bedelleri düşüldükten sonra şirketin müsbet mal varlığı yeni fiyatlar üzerinden değerlendirilince, iki milyâr lira olsa, her bir ortağın hissesi 10 milyondan 200 milyona çıkmış olur. İlk kuruluş sırasında; üzerinde 10 milyon lira yazan hisse senedi iptal edilerek, ortaklara bunun yerine 200`er milyon lira yazan yeni hisse senedi verilecektir. Çünkü şirketin yeni sermaye durumuna veya mal varlığının yeniden değerleme sonucuna göre hisseler 20 kat büyümüştür. Günümüz anonim şirketlerinde ise, bazan çeyrek asır geçtiği halde hiç değiştirilmemiş hisse senetleri vardır. Yukarıdaki örneğimizde, üzerinde on milyon yazan hisse senetleri devam ettirilirse, iki milyar mal varlığına karşılık yüz milyon ana sermaye çelişkisi ortaya çıkar. Gerçekte onda bir hisseye sahip olan ortak bu hisse senedini % 300 kârla 30 milyona satsa, gerçekte ikiyüz milyonluk hakkını yaklaşık yüz yetmiş milyon eksiğine devretmiş olur. İşte İslâm, hisse senedi konusunda, ana paraya değil de, ortaklığın mal varlığı prensibini esas almakla ortakların haklarını korumuştur. Böyle bir uygulama, halkın tasarruflarını doğrudan doğruya yatırımlara çeker ve ekonomik hayatın hızla gelişmesine katkıda bulunabilir.
Mudârebe şirketi ise, bir veya daha çok ortak sermayeyi, diğer ortak da yalnız çalışmasını ortaya koyarak kurdukları şirkettir. Toplumda, elinde büyük meblağlara ulaşan nakit parası olan birçok kimseler bunu işletmek, ticarî bir işte kullanmak ister. Ancak bilgisi, tecrübesi veya sağlığı elverişli olmadığı için bu arzusunu gerçekleştiremez. Yine toplumda bilgili, yetenekli ve ticaret işine yatkın birçok kimseler de sermaye yokluğundan dolayı ticarete atılamaz. İşe, mudârabe şirketi birbirine muhtaç olan bu iki unsuru bir araya getirir ve iki taraf da bundan kârlı çıkar.
Mudârabe için sermaye verilirken, kârın paylaşılma şartlarının da belirlenmesi gerekir. Kâr sermâye sahibi ile işletmeci arasında I/2,1/3, 2/3 gibi bütün kârın (şâyi) bir cüz`ü olarak belirlenir (es-Serahsî, a.g.e., XXII, 27; el-Kâsânî, a.g.e., VI, 85; İbn Rüşd Bidayetü`l-Müctehid, II, 234; İbn Kudâme, el-Muğnî, V, 30; İbn âbidin, a.g.e, IV, 505).
Mudârabede, hisse senedi, kâr ortaklığı niteliğindedir. Çünkü sermayeyi çalıştıran işletmeci yalnız kâr üzerinde, anlâşma şartlarına göre hak sahibi olur: Kasıt veya kusur bulunmadıkça, meydana gelecek zarardan sorumlu olmaz. Zarara yalnız sermaye sahibi katlanır. Bu takdirde işletmeci, kâr olmadığı için meccânen çalışmış olur.
HIYAR (MUHAYYER) OLMAK
Hiyar, üç kısma ayrılmaktadır:
a- Hiyar El-Meclis:
Alıcı ile satıcının akid yaptıktan sonra bir arada kaldıkları müddetçe yaptıkları alış verişi bozmak hususunda serbesttirler. Bu Şafii mezhebine göredir. Hanefi mezhebine göre Hiyar El-Meclis yoktur. Ancak akidde şart koşulursa, yani akid yapılırken: "Bu mecliste kaldığımız sürece, akdi bozmağa yetkimiz vardır" şeklinde bir şart koşulursa Hiyar El-Meclis vardır.
b- Hiyar El-Şart:
Yani riba ile selem hariç diğer alışverişlerde İmam Şafii ve İmam A`zam`a göre üç günden fazla olmamak şartıyla muayyen bir süre içinde alıcı ile satıcıdan birisi veya her ikisi için yapılan akdi feshetme yetkisini şart koşmaktır. İmameyn`e göre muayyen olmak şartıyla üç günden fazla, mesela bir ay, iki ay gibi bir süre şart koşulursa caizdir.
c- Hiyar El-Ayb:
Aldığı bir şeyin kusurunun ortaya çıkması halinde birisi daha önce aldığı bir şeyi geri iade edebilir. Kusurdan maksat, kusurllu şeyin değerini veya kendisini eksilten bir kusurdur. Ancak bu kusur müşterinin tesliminden sonra meydana gelmiş olmaması halinde geçerlidir.
HIYARU`L-AYB (KUSUR MUHAYYERLİĞİ)
Kusur muhayyerliği. Malın kusurunun anlaşılmasından dolayı oluşan tercih hakkı. Hıyâr; seçme, tercih etme ve muhayyerlik. Ayb (ayıb); kusurlu ve ayıplı olmak, kusurlu ve eksik kılmak anlamına gelir. Çoğulu uyûb`tur. Bir terim olarak ayıb; alışverişte satış bedelini olumsuz yönde etkileyen ve alıcının akit sırasında bilseydi malı almaktan vazgeçeceği ölçüde kusur teşkil eden eksikliktir.
Satılan bir malda ayıp bulunursa alıcı dilerse malı iâde ederek akdi fesheder, dilerse geçerli kılar. Buna ayıp muhayyerliği denir. Bilirkişi tarafından, kusur sayılan ve o mala rağbeti azaltan herşey "ayıp"tır ve muhayyerlik hakkı verir (en-Nevevî, el-Minhâc, II, 50; el-Mevsılî, el-İhtiyâr, II, 18).
Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur: "Müslüman müslümanın kardeşidir. Bir müslümanın kardeşine ayıbını açıklamadıkça ayıplı bir malı satması helal olmaz" (Şevkânî, Neylü`l-Evtâr, V, 211). "Bir kimse için herhangi bir şeyi, ondaki şeyleri (eksikliği) açıklamaksızın satması helal olmaz. Yine bir kimse için bildiği şeyleri açıklamaması helal olmaz" (Şevkânî, Neylü`l-Evtâr, V, 212).
Ebû Hureyre (r.a) den rivayete göre, Hz. Peygamber bir gün pazar yerinden geçerken, elini bir zahire yığınının içine sokmuş, altının ıslak olduğunu görünce satıcıya sebebini sormuştur. Satıcı, yağan yağmurun ıslattığını bildirince, Allâh`ın elçisi şöyle buyurmuştur: "Bu ıslaklığı herkesin görmesi için zahirenin üzerine çıkarman gerekmez miydi? Hile yapan benden değildir" (Müslim, İman, 164; Ebû Dâvud Büyû`, 50; Tirmizî, Büyû`, 72). İmam Nevevî (ö. 676/1277) hadisin son kısmını; "Hile yapan benim yolumu izleyenlerden, ilim, amel hususunda yoluma uyanlardan değildir" şeklinde tefsir etmiştir (Askalanî, Buluğu`l Meram, Terc. A. Davudoğlu, III, 55),
Büyük İslam hukukçusu el-Kâsanî (ö. 587/1191), ayıp muhayyerliğinin dayandığı delilin şu hadis olduğunu belirtir: Allah Rasulü şöyle buyurmuştur: "Bir kimse memelerine süt biriktirilmiş bir koyunu satın alır ve az süt veren bu koyunun alıcıyı aldatmak için memelerinin şişirilmiş olduğunu anlarsa üç gün süreyle muhayyerdir`: Başka bir rivayette; "Bu kimse üç güne kadar muhayyerdir. Dilerse akdi geçerli kılar, dilerse bozar ve koyunla birlikte bir ölçek (sa`) buğday verir" (Şevkânî, Neylü`l-Evtâr, V, 214; Heysemî, a.g.e., IV,108; İmam Mâlik, Muvatta; II, 170).
Bir aybın kişiyi muhayyer kılması için şu şartların bulunması gerekir:1) Ayıp, bulunduğu mahallin kıymetini noksanlaştıracak kadar büyük olmalı. 2) Teslimden sonra ve fesih talebi sırasında varlığını korumalı 3) Muhayyer olan kimse ne akit ve ne de teslim sırasında ayıbın farkında olmamalı. Alıcı, akit sırasında veya teslim zamanında malın bir ayıbını görmüş ve susmuşsa, malın ayıplı haline razı olmuş sayılacağından muhayyerlik hakkı düşer.
Nikâh akdinde cinsî temasa engel teşkil eden karnâ ve retkâ gibi kadına ait kusurlar, husyelerin çıkarılmış olması veya iktidarsızlık (ünne) gibi erkeğe ait eksiklikler karşı eşe fesih hakkı veren ayıplardır.
Ayıplı mal satımında, satım akdinin hükmü, alıcı için malda derhal mülkiyet hakkının sâbit olmasıdır. Çünkü satım akdinin rüknü şartsız meydana gelmesidir. Ancak malın ayıplardan selâmeti delâlet yoluyla sâbit olur. Sağlamlık tam olmayınca ak din lüzumuna tesir eder, hükmüne değil. Şart muhayyerliği bunun aksinedir.
Ayıp iki kısma ayrılır:
1) Satılan maldan bir parçanın eksik oluşunu yahut içten değil, dış görünüşünde değişiklik durumunu ifade eden ayıplar. Satılan hayvanın bir veya iki gözünün kör olması, dişlerinin dökülmüş bulunması, müzmin hastalığının olması gibi.
2) Şekil bakımından değil, mânâ bakımından kusur sayılan ayıplar. Hayvanın kaçmaya alışık olması, yolculukta alışılanın dışında çok ağır hareket etmesi gibi (el-Kâsânî, Bedâyiu`s-Sanâyî`, V, 274; İbnü`l-Hümâm, Fethu`l Kadîr, V,154,155 vd.; İbn Âbidin, Reddü`l Muhtâr, IV, 78).
Ayıp muhayyerliğinden dolayı akdin fesih edilmesi halinde mal iki durumda bulunabilir:
1) Mal henüz satıcının elinde olabilir. Bu durumda akit, alıcının "akdi reddettim" demesiyle bozulur. Hânefi ve Şâfiîlere göre hâkimin hükmüne veya iki tarafın rızasına ihtiyaç olmaz.
2) Mal, alıcının elinde bulunabilir. Bu durumda akit, Hanefîlere göre, hâkimin hükmü veya tarafların karşılıklı rızası bulunmadıkça bozulmaz. Çünkü kabzdan sonra fesih, akdi ortadan kaldırmaktır. Nasıl akit, tek taraflı iradeyle oluşmazsa, kabzdan önce feshin aksine, tek yanlı iradeyle ve hâkimin hükmü olmaksızın bozulmaz. Şâfiîlere göre ise, akit, ne hâkim hükmüne ve ne de satıcının rızasına muhtaç olmaksızın, alıcının "akdi reddettim" demesiyle ortadan kalkar. Çünkü feshin geçerli olması, ittifakla şart muhayyerliği sebebiyle fesih ve Hanefîlere göre görme muhayyerliği ile fesih gibi ne hâkimin hükmüne ve ne de karşı tarafın rızasına bağlı bulunmaz (el-Kâsânî, a.g.e., V, 281; ez-Zühaylî, el-Fıkhu`l-İslâmî ve Edilletüh, IV, 565, 566; eş-Şîrâzî, el-Mühezzeb, I, 284).
Hanefi ve Hanbelîlere göre, malı ayıp sebebiyle geri verme, muhayyerliği geciktirilebilir (terâhî) malı, aybı öğrendikten sonra derhal geri verme (fevr) şart koşulamaz. Satın alan, ayıbı öğrenince, malı geri vermeyi geciktirse, rızaya delâlet eden bir hareket olmadıkça muhayyerlik hakkı bâtıl olmaz. Şâfiîlere göre ise, aybı öğrendikten sonra malı derhal (fevr) geri verme şart koşulabilir. Alıcı, aybı öğrenir ve geri vermeyi özürsüz olarak geciktirirse, onun geri verme hakkı düşer. Çünkü muhayyerlik maldan zararı kaldırmak için meşrû kılınmıştır. Bu yüzden şüfa`da olduğu gibi derhal kullanılır. Özürsüz geciktirme hâlinde bu hak düşer (eş-Şîrâzî, a.g.e., I, 274; İbn Kudâme, el-Muğnî, IV,144).
Muhayyer olan taraf, malı ayıplı şekilde aynen iade eder. Kendisinin yanında başka bir ayıp daha zuhur etmiş veya mala geri vermeye mâni bir ilâve yapmışsa geri verme hakkı düşer. Bu taktirde satıcıdan, önceki aybın bedelden düşülmesini talep hakkı doğar. Ancak, malı ayıplı hâliyle kabul ettikten sonra, satış bedelinde indirim isteyemez. Ahmed b. Hanbel indirim isteyebilir görüşündedir (el-Mevsılî el-İhtiyar, II,18).
HIYARU`R-RU`YE ( MALDA MUHAYYER OLMA)
Bir kimsenin görmediği mal üzerine akit yaparak, malı görünce muhayyer olması. Malı gördükten sonra dilerse akdi fesheder, dilerse satış bedelinin tamamı ile akdi geçerli kılar.
Görme muhayyerliğinin dayandığı delil sünnettir. Ebû Hureyre ve İbn Abbas (r. anhümâ)`dan rivâyete göre Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: "Görmediği malı alan kimse malı görünce muhayyerdir" (ez-Zeylai, Nasbû`r-Râye, IV, 9). Görme muhayyerliği sadece akitte alıcı veya kiracı gibi kimselerden mal henüz tasarrufu altına girmeyenlerin hakkıdır. Satıcı veya kiraya verenin bu hakkı yoktur. Zira sahabenin uygulaması böyle olmuştur. "Hz. Osman, Kûfe`deki görmediği bir arazisini Talha b. Ubeydillah`a sattı. Çevreden, Hz. Osman`a, "Aldandın" denildi. Hz. Osman, cevap olarak; "Ben muhayyerim. Çünkü görmediğim bir malı sattım" dedi. Talha`ya da: "Aldandın" denilince, Talha şöyle cevap verdi: "Ben de görmediğim bir malı satın aldığım için muhayyerim. Bunun üzerine Cübeyr b. Mut`im`i hakem tayin ettiler. Cübeyr de Talha`ya muhayyerlik hakkı verdi. Bu olay sahabenin huzurunda oldu ve onlardan kimsenin itirazı olmadı" (ez-Zeylaî, Nasbü`r-Râye, IV, 9).
Satım akdinde görmenin amacı, mal hakkında bilgi sahibi olmaktır. Yoksa soyut olarak gözle görmek değildir (el-Mevsılî, el-İhtiyâr, II, 16). Görme, binek hayvanı için binmek, esans için koklamak, et hayvanı için dokunmak, bal için tatmak, kanarya için dinlemek, ev için evi gezmek olabilir.
Numûne ile belli olan mallarda numûneyi görmek, bütün malı görmek gibidir.
Hanefiler, satıcı için görmediği şeyi sattığı zaman görme muhayyerliğini câiz görmez. Başka bir beldedeki bir mala mirasçı olan kimse, bunu görmezden önce satsa, satım akdi geçerli olur ve kendisinin muhayyerlik hakkı bulunmaz (es-Serahsî, el-Mebsût, XIII, 69 vd.; İbnû`l Hümâm, Fethu`l Kadir, V,137-140; el-Kâsânı, Bedâyiu`s-Sanâyi`, V, 292; İbn Âbidin, Reddû`l-Muhtar, IV, 68).
Satıcı, sattığı şeyi alıcıdan daha iyi bilir. Ona muhayyerlik hakkı tanınmasına gerek yoktur.
Alıcı için muhayyerlik, malı gördüğü zaman sabit olur. Bu yüzden o, satım akdine, malı görmeden önce icazet verse; satım akdi bağlayıcı olmaz ve muhayyerlik hakkı düşmez. Onun malı geri verme hakkı vardır. Çünkü Hz. Peygamber, alıcı için muhayyerliği, malı gördükten sonrası için tesbit etmiştir.
İmam Şâfiî, görülmeyen malın satılamayacağını ve bu yüzden görme muhayyerliği diye bir hakkın olamayacağını söyler. Ancak Şâfiîlerde aksi görüşte olanlar da vardır (İbnü`l-Hümâm, Fethu`l-Kadîr, V, 137; el-Cezîrî, el-Mezâhibü`l-Erbâa, II, 214 vd.).
Muhayyerliğin sâbit olmasının şartları:
1) Akdin konusunun ta`yin ile belirlenebilir cinsten olması. Satım akdi, bir malı başka malla trampa şeklinde olursa, satıcı ve alıcıdan herbiri için malı görmediği zaman muhayyerlik sâbit olur. Altın, gümüş, para ve döviz mübâdelesinde (sarf) satıcı veya alıcı için muhayyerlik sabit olmaz. Çünkü bunda pratik bir fayda yoktur. Para karşılığı mal satımında yalnız alıcı için bu hak sözkonusudur.
2) Akdin konusunun görülmemiş olması. Satın almazdan önce görülmüşse, artık muhayyerlik hakkı bulunmaz.
Bir şeyi gören kimse, meselâ bir ay sonra bu malı satın alsa, eğer mal gördüğü sıfat üzere ise, muhayyerlik hakkı bulunmaz. Çünkü eski görmesi malın özelliklerini tanımak için yeterli olmuştur. Eğer malda değişiklik olmuşsa muhayyerlik hakkı doğar (es-Serahsî, a.g.e., XIII, 77; el-Kâsânî, a.g.e., V, 298; İbnü`l-Hümâm, Fethu`l-Kadîr, V, 150; İbn Âbidîn, a.g.e., IV, 70, 72).
Görme muhayyerliği hakkını düşüren haller: Görme muhayyerliği, alıcının "Muhayyerliğimi düşürdüm" demesi gibi, açık düşürme ile, ne malı görmezden önce ve ne de sonra düşmez. Şart ve ayıp muhayyerliğinde ise durum bunun aksinedir. Görme muhayyerliği ihtiyârî veya zarûrî bir fiil ile düşer ve satım akdi bağlayıcı olur. İtiyarî fiil ikiye ayrılır:
1) Açık rıza. Satım akdine icazet verdim veya razı oldum yahut tercih ettim, gibi sözlerle görme muhayyerliği hakkı düşer. Satıcı icazeti bilsin veya bilmesin hüküm değişmez.
2) Dolaylı rıza. Gördükten sonra malda bir tasarrufta bulunmak icâzet ve rızaya delâlet eder. Gördükten sonra malı başkasına satması, kullanması, tüketmesi gibi.
Görme muhayyerliğini düşüren zarûrî fiil ise, alıcının hangi bir müdahalesi olmaksızın, kendisiyle muhayyerliğin zaruri olarak düştüğü ve satışın bağlayıcı hale geldiği işlemlerdir. Alıcının ölmesi, görmedikleri şeyi satın alan iki ortaktan birisinin icâzet vermesi, malın tamamının veya bir kısmının helâk olması, bitişik veya ayrı bir artışla artmış olması gibi. el-Kâsânî, bu konuda şöyle der: "Prensip olarak şart ve ayıp muhayyerliğini bâtıl kılan herşey, görme muhayyerliğini de geçersiz kılar. Ancak şart ve ayıp muhayyerliği sarîh olarak vazgeçtim demekle düşer. Görme muhayyerliği ise ne görmezden önce ve ne de sonra görme muhayyerliğinden vazgeçtim demekle düşmez" (el-Kâsânî, a.g.e., V, 29; İbnü`l-Hümâm, a.g.e., V, 141, 149).
Görme muhayyerliği akit konusu belirlenebilen feshi kabıl bulunan ve akit sırasında veya daha önce görülmemiş olan akitlerde söz konusu olur. Satım, nira, taksim ve sulh akitleri gibi. Nikâh ve muhâlea gibi akitler ise feshe elverişli olmadıkları için bunlarda görme muhayyerliği geçerli değildir.
HIYÂRU`Ş-ŞART (MUHAYYERLİĞİ ŞART KOŞMA)
Muhayyerliği şart koşma - satış akdinde falan zamana kadar bu alışverişi kabul etme ve etmeme hakkına sahib olmayı şart olarak belirleme. Akdî yapan taraflardan birisinin, akdi devam ettirmekle, feshedip devam ettirmemek arasında seçme hakkına sahip olması.
Taraflardan birisi için herhangi bir muhayyerlik bulunmazsa bu akde lâzım akit denir. Bu akdin askıda kalmasını gerektiren bir durum olmadığı için akit kesinleşir ve derhal uygulanır.
Hanefilere göre on yedi çeşit muhayyerlik tesbit edilmiştir. Bunlar; vasıf, nakit, ta`yîn, gabin, miktarı belirsiz bir ölçekle satış, mürabaha ve tevliyede hıyânet, akdin parçalanması, fuzulî (yetkisiz temsilci)nin akdine icâzet, satılan malla başkasının ilgili olması, satıcı için sayı, tüketim, şart, ayıb, görme, fiilî tağrîr muhayyerlikleridir.
Şart muhayyerliği, şart için belli bir süre belirlenip belirlenmemesine göre ikiye ayrılır. Birincisi: Satım akdini bozan muhayyerlik adını alır. Bu, tarafların muhayyerliği ebedî veya mutlak olarak tesbit etmeleri halinde` söz konusu olur. Bu malı "Ebed"ı muhayyer olmak üzere sattım veya satın aldım, yahut muhayyerlikle veya istediğim zamana kadar muhayyer olmak üzere sattım" demek gibi. Bazân da şart, Ali`nin gelişi, rüzgarın çıkışı, yağmurun yağışı gibi belirsiz bir vakit belirleme şeklinde olursa akit fasit olur. Üç gün geçmeden önce şart düşürülür veya muhayyerlik süresi belirli hale getirilirse, bilinmezliğin yok olması sebebiyle satım akdi sahih hâle gelir (el-Kâsânî, Bedâyiu`s-Sanâyi, V,174; İbn Âbidîn, Reddü`l-Muhtâr, IV, 49). İkincisi; meşrû muhayyerlik adını alır. Bu, belirli bir sûre konulmasıyla olan şart muhayyerliği olup, burada söz konusu edilen husustur.
Şart muhayyerliğinin meşrûluğu sünnetle sâbittir. Ashâb-ı kiramdan Habbân b. Munakkız alış-verişlerinde aldanıyordu. Hısımları Hz. Peygamber (s.a.s)`e başvurup, Habbân`ın hacr altına alınmasını istediler. Bunun üzerine Allah Rasûlü Habbân`a şöyle buyurdu: "Alış-veriş yaptığın zaman; Aldatma yok, benim için üç günlük muhayyerlik hakkı vardır, de" (Buhârî, Büyü`, 48; Müslim, Bûyû`, 48; Ebû Dâvud Bûyû`, 66; Zeylaî, Nasbu`r-Râye, IV, 6 vd.).
Şart muhayyerliğinin süresi, hakkında İslâm hukukçuları arasında görüş birliği yoktur. İmam Ebû Hanîfe, Züfer ve İmam Şâfiî yukarıdaki hadise dayanarak şart muhayyerlik süresinin üç günden fazla olamayacağını söylemişlerdir. Çünkü prensip olarak satım akdinin derhal uygulanabilmesi için muhayyerlik şartının bulunmaması gerekir. Muhayyerlik mülkiyetin nakline ve bağlayıcı olmasına engel teşkil eder. Bu yüzden sadece hadiste zikredilen kadarı meşrû olur. Bu da üç günden ibarettir. Enes (r.a)`ten rivayete göre; bir adam diğerinden, dört gün muhayyer olmak üzere bir deve satın almış. Durumu öğrenen Allah Rasûlü satım akdini iptal etmiş ve "muhayyerlik üç gündür" buyurmuştur (ez-Zeylaî, Nasbu`r-Râye, IV, 8). Muhayyerlik üç günden fazla olursa Ebû Hanîfe ve Züfer`e göre satış fasit olur. Ebû Hanîfe`ye göre, muhayyerlik hakkı sahibi üç gün için izin verirse akit sahih hale gelir. Şâfiîye göre ise bu durumda akit bâtıl olur.
İmam Ebû Yusuf, İmam Mûhammed ve Ahmed b. Hanbel ise muhayyerlikten amacın, düşünmek, zaman kazanmak olduğunu esas alarak, bazı malların satımında üç günün yetmeyeceğini, daha fazla süreye ihtiyaç olabileceğini söylemişler ve taraflarca belirlenmiş olmak şartıyla üç günden fazla sürenin de geçerli olduğunu belirtmişlerdir. Dayandıkları delil; İbn Ömer`in "İki aya kadar muhayyerliğe icazet vermesi"dir (Zeylâî, a.g.e., IV, 8). Ancak Zeylaî bu hadisin cidden garib olduğunu söylemiştir (es-Serahsî, el-Mebsût, XIII, 41; İbnü`l-Hümâm, Fethu`l-Kadîr, V, III; el-Kâsânî, a.g.e:, V,174; İbn Kudâme, el-Muğni, III, 585). Mecelle, bu ikinci görüşü insanlar arasındaki muameleler için daha uygun bulmuş ve kanunlaştırmıştır: "Satıcı veya alıcı yahut her ikisi birden belirli süre içinde satışı feshetmek yahut icâzet ile infaz eylemek hususunda muhayyer olmak üzere satım akdinde şart kılmak caizdir" (Mecelle, madde, 300).
Mâlikîlere göre ise süre, satılan malın durumuna göre taraflarca serbestçe belirlenebilir. Bazı şeyler bir veya iki güne, bazıları daha fazla zamana ihtiyaç duyurur. O`na göre, Hadislerdeki sûre örnek kabılinden olup, sınırlayıcı değildir. Meselâ; meyve bir günden fazla kalmadığı için, ona bir günden çok muhayyerlik şartı caiz olmaz. Kumaş ve hayvana üç gün uygundur. Kendisine üç günde ulaşılamayan arazilere, üç günden fazla şart muhayyerliği câiz olur. Çünkü muhayyerliğin amacı satılan malı incelemektir. Bu ise malın durumuna uygun bir süreyi gerekli kılar (İmam Mâlik, el-Müdevvene, IV, 170).
Muhayyerlik; tek tarafta da olsa lâzım, feshi kabıl ve akit meclisinde malı kabzetmenin şart olmadığı akitlerde bulunabilir. Bu özellikleri taşımayan vekâlet akdi gibi lâzım olmayan akitlerde, nikâh ve muhâlea gibi feshi kabıl olmayan akitlerde, sarf akdi gibi, akdin konusunun kabzedilme şartı olan akitlerde şart muhayyerliği bulunmaz.
Şart muhayyerliği ile satılan bir mal muhayyer olan tarafın mülkiyetinden çıkmaz, muhayyer olmayan tarafın mülkiyetinden ise çıkar (el-Cezirî, Kitabü`l Fıkh, ale`l-Mezâhibi`l Erbaa, II, 180 vd.).
Şart muhayyerliğini düşüren haller:
1) Sarih (açık) düşürme: Bu, muhayyerlik hakkı sahibinin: "Muhayyerliği düşürdüm veya iptal ettim yahut satım akdine icazet verdim veya ondan razı oldum" gibi sözleriyle olur. Bu durumda muhayyerlik ortadan kalkar. Karşı tarafın bunu bilip bilmemesi sonucu etkilemez. Yine muhayyerlik hakkı sahibinin "akdi feshettim veya onu bozdum yahut iptal ettim" demesiyle de muhayyerlik düşer (el Kasanî, a.g.e., V, 267, 271).
2) Delâlet yoluyla düşürme: Bu, muhayyerlik hakkı sahibibinin satım akdine icazetine delâlet eden bir tasarrufta bulunmasıyla meydana gelir: Buna göre, müşterinin muhayyerliği satın aldığı şeyi sattığı, rehin verdiği veya hibe ettiği zaman düşer. Çünkü bunlar, önceki satım akdine icazet anlamına gelir (el Kasânî, a.g.e., V, 267, 272; es-Semerkandî, Tuhfetü`l-Fukahâ, II, 95). Yine, müşterinin evi, birisine ücretli veya ücretsiz kiraya vermesi muhayyerliği delâlet yoluyla düşûren hallerdendir (el-Kâsânî, a.g.e., V, 270; es-Semerkandî, a.g.e, II, I00 vd.).
3) Zarûret yoluyla düşürme: Aşağıdaki durumlarda muhayyerlik zarûrî olarak düşer. Muhayyerlik sûresinin geçmesi, kendisi için muhayyerlik şart koşulanın ölümü, akıl hastalığı, uyku, bayılma ve irtidat gibi ölüm anlarında olan şeyler, muhayyerlik süresi içinde, satılan malın helâk olması, satılan malın ayıplı hale gelmesi gibi (es-Serahsî, a.g.e., XII, 42, 44; el-Kâsânî, a.g.e., V, 267, 271; İbn Kudâme, el-Muğnî, III, 588; İbn Rüşd, Bidâyetü`l Müctehid, II, 209; İbnü`l-Hümâm, Fethu`l-Kadîr, IV, 395 vd.; el-Fıkhu`l-İslâmî ve Edilletüh, IV, 539-548).
HOPARLÖRLE EZAN OKUMAK, CAİZ Mİ DEĞİL Mİ? BU HUSUSTA İSLAM`IN GÖRÜŞÜ NEDİR?
Hoparlör sesin kuvvetini artırıcı bir alettir. Hoparlörden çıkan ses, aksi seda (yankı) değil;
Mikrofon başında okuyan veya konuşan kişinin kendi sesidir. Bu itibarla, daha uzaklardan duyulması için ezanın mikrofondan okunmasında; vaiz, imam ve müezzinin sesinin caminin her tarafından duyulması için camilere hoparlör konulmasında ve cami içinde imamın hoparlörden duyulan sesine iktida edilmesinde dinen bir sakınca yoktur.
Burada karıştırılan bir konu var. Kasete alınmış ses ile bizzat okuyan kişinin ağzıdan çıkan sesin mikrofondan çıkması aynı değildir. Eğer kasetten dinliyorsak bununla namaz olmaz. Bu doğrudur. Ancak mikrofondan çokan ses tamamen canlı olarak konuşan müezzin ve imamın sesi olduğu için namazımıza ve ezanımıza hiçbir zararı yoktur.
Eskiden büyük camilerde namaz kılınırken imamın sesinin duyulmadığı yerlere müezzinler konularak onların seslerinden namazlar kılınırdı. Şimdi Allah’ın bir nimeti olan mikrofonla daha rahat ibadet yapılabilmektedir.
Dedikodu yapmak da anlamsızdır. Mekke, Medine, Şam ve Mısır gibi İslam`ın mühim merkezlerine bakınız, bütün buralarda da ezan hoparlörde okunur.
HORMON NAKLİ
Hormon, insan bedeninde "iç salgı bezi" denilen özel organlardan salgılanan salgılardır. Pankreas, hipofiz ve troit bezi gibi iç salgı bezlerinin vücûdun o anki ihtiyacı kadar hormon salgılaması gerekir. İşte bu bezlerin yeterince salgı yapmaması veya yeterinden fazla salgı ifraz etmesi hâlinde insan vücudunda normal olmayan gelişme ve rahatsızlıklar başgösterir.
Kur`ân-ı Kerimde; "Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayınız" (el-Bakara, 2/195) âyeti ve Hz. Peygamber`in "Ey Allâh`ın kulları tedavi olunuz" (Tirmizi, Tıbb, 2, Ebû Dâvud, Tıbb, I, 11; İbn Mâce Tıbb, 1) hadisi, müslümanlara hasta olduklarında tedavi olmalarını bildirmektedir. İslâm`da zarûretler haram olan şeyleri mübah kılar. Hastalık hâli de zarûretin başında gelir. Bu yüzden tedavi olurken, sağlıklı zamanda meşru olmayan usuller ve ilaçlar hastalık sebebiyle meşru olur. Âyette şöyle buyurulur: "De ki; bana vahyolunanlar arasında yiyen bir kimsenin yiyeceği içinde, haram kılınmış bir şey bulamıyorum. Yalnız murdar ölmüş hayvan eti veya akmış kan, yahut domuz eti ki bu bir murdardır; veya Allah`tan başkası adına kesilmiş bozgunculuk alâmeti hayvan eti müstesnadır. Bununla birlikte kim darda kalırsa, tecavüz etmemek ve haddi asmamak üzere zarûret miktarınca yiyebilir. Çünkü Rabbin çok yarlığayıcı, çok esirgeyicidir" (el-En`âm, 6/145; bk. el-Bakara, 2/173; el-Mâide, 5/3 en-Nahl, 16/115; el-En`âm, 6/119).
Hormon tedavisi, ya yetersiz hormon salgılanması halinde, hormon takviyesi veya bu salgıyı arttıracak usûl ve ilâçlar uygulanmakla olur, ya da hormon salgılama kabıliyetini kaybeden salgı bezini organ nakli yoluyla yenilemekle olabilir. Mütehassıs doktorun tedavi yönteminin uygulanması mümkün ve câizdir. Çünkü hormon veya salgı bezi naklinin hastaya şifa vereceği kesin olarak biliniyorsa tedavi câizdir. Bu bilinmiyorsa tedavi mübah olmaz. Açlık hâlinde murdar hayvan eti yemek, susuzluk halinde şarap içmek nasıl câiz ise, şifa vereceği kesin olarak bilinen haram yiyecek ve içeceklerle veya sunî veya tabiî bir organı nakletmekle, tedavi de bu şekilde câizdir. Ancak bunlarla şifanın nasıl olacağı, bilinmiyorsa câiz olmaz, (bk. el-Kâsânî, Bedayiu`s Sanâyi, Beyrut t.s., I, 61; Yusuf el-Kardâvî, el -Helâl ve`l-Harâm fi`l İslâm, Terceme, Mustafa Varlı, İstanbul 1970, s. 49-50; Hayreddin Karaman, İslâm`ın Işığında Günün Meseleleri, 3. Baskı, İstanbul 1982, I, 203, 204 vd.).
HORMONLU GIDA
Insan organızması çok sayıda birimlerden kurulmuştur. Bu birimlerin uyum içinde çalışmaları birimler arasındaki iletisime bağlıdır. Vücudumuzda başlıca iki iletisim sistemi vardır. Bunlardan ilki ve en hızlı olanı "sinir sistemi" ikincisi ve daha yavaş olanı da "hormonlar sistemi" dir. Hormonlar "iç salgı bezi" denilen özel organlardan salgılanırlar. Her iç salgı bezi belli, kendisine özgü, bir yada birkaç hormon salgılar, meselâ; pankreas, insülin ve glukagon adlı iki hormon salgılarken, troit bezi de "tiroksin" ve "tirokalsitonin" denilen hormonları salgılar.
Iç salgı bezlerinde salgılanan hormonlar, salgılandıkları organda bulunan kan damarları yoluyla kan dolaşımına ve ordan da tüm vücuda yayılırlar. Ancak her hormonun etki edeceği doku yada hücreler farklıdır. Her hormonun vücûdun o anki ihtiyacı karşılayacak seviyede salgılanması gerekir.
Hayatın belli dönemlerinde hipofiz bezinin salgıladığı büyüme hormonunun belli miktarlarına ihtiyaç duyulur. Bu seviyenin çeşitli bozukluklara bağlı olarak aşılması yada altında kalınması, değişik hastalık tablolarının ortaya çıkmasına neden olur. Devlik ya cücelik rahatsızlığı, böyle bir hormon dengesizliğinden meydana gelir. Devlik yada cücelik hastalığına yakalanan kişilerde bir süre sonra şeker hastalığı ortaya çıkar. Hastalığın başlangıcında cinsel istek artmış olmakla birlikte zamanla bu da azalır, yada kaybolur.
Işte insanlarda bu gibi vücud dengesızlıklerine sebep olan hormon bozukluğu, diğer canlı hayvanlarda da dışarıdan hormon zerki ile benzer arızaları meydana getirebilir. Insan; devlik hastalığı gibi hayvanda da büyüme ve irileşmeyi normalın üstünde hızlandırır. Ancak bu arada hayvan etinde, bu eti yiyenlerde bazı hastalıklar meydana getirecek oluşumlar gelişebilir (Görsel Sağlık Ansiklopedisi, 3. Baskı Istanbul 1984, I, 70, 122, 123 vd.)
Sonuç olarak hormon uygulanmış bir gıda maddesi tıp, tarım ve veterinerlik bakımından incelenerek, insan vücudu için zararlı unsurlar taşıyıp taşımadıkları belirlenmelidir. Bir hayvan veya bitkiye mücerred hormon uygulanması, bu gıda maddesini yemenin meşrû olmadığını söylemek için yeterli değildir. Çünkü bir canlının yediği pislik veya meşrû olmayan gıda, onun vücudunda hazmedilir, tüketilir ve yararlı olan unsurlar alındıktan sonra kalanı dışarı atılır. Bu prensipten hareket edilerek aşağıdaki fürû meseleler çözüme kavuşturulmuştur. Pislik yiyen hayvan, etinden pis koku gidinceye kadar hapsedilir, koku gittikten sonra yenilir. Bu temizlenme süresi, tavuk için üç gün, koyun-keçi için dört gün, deve ve sığır için on gündür. Eğer bir hayvan hem pislik, hem de temiz yiyecekler yese ve eti de kokmasa, o zaman onun eti helâldir. Domuz sütü ile beslenen bir buzağı veya kuzunun eti helâldir. Çünkü onun eti bozulmaz. Onun gıdalandığı şey de istihlâk edilmiştir. Eti yenen bir hayvan şarap içse, aynı saatte kesilse, bunun etini yemek kerâhetle birlikte helâl sayılmıştır (Ibn Âbidîn, Reddü`lMuhtâr, terceme, Ahmed Davudoğlu, Istanbul, s. 322-326).
Hormonlu gıda temelde meşrû bir gıda olmakla birlikte inceleme ve tahlil sonucunda, sırf hormon uygulaması yüzünden yiyen kimsenin vücuduna zarar verecek bir nitelik kazandığı ortaya çıkarsa, hastalıklı hayvan veya bozuk gıda maddesi hükmünde bulunur. Yani insana vereceği zararın durumuna göre, böyle bir hayvanın etini yemek haram veya mekruh olur. Ancak bu gıda, tahlil sonucu insan vücudu için zararlı unsurlar taşımazsa helâldir.
HOROZLARI, YA DA DİĞER HAYVANLARI DÖVÜŞTÜRME CAİZ MİDİR?
Allah (cc)`ın her şeyi insanlar için yarattığı doğrudur. (K. Bakara (2). 29) Ancak her şeyden, yaratılmış olduğu gaye doğrultusunda ve insanın sağlam fıtratının ihtiyaçlarına göre yararlanmak gerekir. Bozulmuş fıtratların, vahşileşmis, sadistleşmiş, merhamet, haya, adalet duygularını yitirmiş insanların istek ve arzuları bu konuda ölçü olamaz. Kur`ân-ı Kerim bazı hayvanlardan söz ederken, onların yaratılış gayelerine de işaret ettiği olur. Binme, etinden, sütünden ve zinet oluşundan yararlanma, öğretilip âvda kullanma...(bk. K. Nahl (16) 8; Yaşın (36) 71; Maide (5) 4) gibi. Bunların her birerleri fıtratı sağlam insanın ihtiyaçlarıdır. Köpeğin etinden yararlanılamayacağı gibi, koç da boyunduruga vurulmaz, kirpi ile top oynanmaz...
Ibn Abbas`in naklettiğine göre: "Rasûlüllah Efendimiz (sav) hayvanları birbirine kışkırtmayı yasaklamıştır".(Ebu Davud, Cihad 56; Tirmizi, cihad 30; Beyhakî, kübrâ X/22) Sebep (illet), hiç bir fayda söz konusu değilken bir canlının canını acıtmak ve abesle iştigal etmektir.(Mubarekfûrî, Tuhfetü`l-Ahvazı, V/367; Azıâbâdi, Avnü`l-Ma`bûd, V/231; Sevkânî, Neyl, VNI/99) Horoz, deve, boga, köpek, koç vb. hayvanları dövüştürme hep bu yasak içerisinde yer alır. Böyle şeylerle meşgul olmak, hafif akıllıktan, basitlikten ve karakter bozukluğundan kaynaklanır.(El-cezirî, el-Mezâhibü`1-Erbâ`a, N/51) Bunlar bir para kazanma aracı haline getirilirse elde edilen gelir helâl olmaz.(agk.)
Dövüşün sonucuna göre tarafların şart koşacağı meblağ kumar olmuş olur.(Halîl Ahmed, Bezlü`1-Mechûd, X/59)
Boğa güreşi gibi bir tarafta insanın diğer tarafta hayvanın yer aldığı ve hayvana eziyetten başka bir yararı bulunmayan oyunlar da helâl olmaz. Çünkü bunlar da vahşice ve faydasız taşkınlıklardır. Fıtratı sağlam bir insan bunlara ihtiyaç duymayacağı gibi, bunlardan tiksinir ve ızdırap duyar. Çünkü onun her şeye merhamet ve şefkâtle muamele etmesi istenmiştir. Bu tür taşkınlıkların ve "haddi aşmaların" sonucu, dünyada bile çok çirkin ve korkunç noktalara ulaşır. Eski Romalılarda olduğu gibi, seyreden asillerin keyf için tutsak insanların arenalarda aç arslanlara parçalatılmasına kadar gider. Ihtiyarlamak istemeyen Çavuşesku ve eşinin, yeni doğan bebeklerin kanını alıp kendi damarlarına zerkettirmelerine kadar varır. "Yerde olanlara merhametli olun ki, gökte olanlar da size merhametli olsunlar" buyurulmuştur.(el-Hindî, NI/164) Madem ki herşey insan için yaratılmıştır, öyleyse bazı hayvanların boğazlanmaları da kaçınılmazdır. Ama bu konuda vaz`edilen şu ölçü, ne kadar yüce, ne kadar güzel ve ne kadar müteal bir ölçüdür: "Allah her konuda güzelliği (ihsanı) emretmiştir. Binaenaleyh, boğazladığınızda güzel boğazlayın, öldürdüğünüzde güzel öldürün. Biriniz boğazlamak isterse bıçağını biletsin, boğazlayacağı hayvanı rahat ettirsin (yormasın)". (Müslim, say No: 1955; Tirmizî, diyyât No: 1409; Ebu Davûd, dahayâ, No. 2797) "Can taşıyan herhangi bir şeyi atış için hedef yapmayın".(Sevkânî, agek.)
HRİSTİYANLIK
Hz. İsa`nın tebliğ ettiği fakat daha sonraları tahrif edilen din.
Günümüzde dünyanın her tarafından mensubu bulunan ve dünya nüfusunun l/5`inin dini olan Hrıstiyanlık, Filistin bölgesinde doğmuş evrensel bir dindir. Bir milyar civarında mensubu vardır. Menşei itibariyle vahye dayanan ve kutsal kitabı olan, özde tek tanrılı olmakla beraber, sonradan teslis inancına dönüştürülmüş bir dindir. Bu dinde ayrıca peygamber, melek, âhiret kader gibi dini kavramlar bulunsa da, bu kavramları anlayış ve açıklayış şekli İslâm`dakinden farklıdır. Hristiyanlıkta Hz. İsa merkezi bir öneme sahiptir. Bugünkü Hristiyanlık, Yahudilikteki inanç ve ibadet gelenekleriyle, Yunan-Roma (Greko-Romen) âleminin kültürlerini birleştiren bir kurtarıcı tanrı dinidir. Nâsıralı İsa`yı merkeze alan bir Yahudi Mesihi hareketidir. İsa, İsrâil`i, gelecek tanrı`nın krallığı`na hazırlamak istemiştir. Ancak bugünkü Hristiyanlık, İsa`nın havârîlerinin arasına sonradan giren Pavlus`un yorumları ile değişik bir hüviyet kazanmıştır (Annemarie Schimmel, Dinler Tarihine Giriş, Ankara 1955, s. 117 VD. A. Abdullah Masdûsi, Yaşayan Dünya Dinleri (trc. Mesud Sadak), İstanbul 1981, s. 170-201; Ekrim Sarıkcıoğlu, Başlangıçtan Günümüze Dinler Tarihi, İstanbul 1983, s. 200 vd.; Günay Tümer-Abdurrahman Küçük, Dinler Tarihi, Ankara 1988, s. 136 vd.)
Hristiyan, Mesih`e bağlı demektir. Bu kelime, Yunanca "Hristos"tan gelir. İbranîcesi "Maşiah"dir, yağlanmış anlamını ifade eder. İncillerde "Hristiyan", "Hristiyanlık" gibi terimler yer almaz. Bu terimler, ilk defa Hz. İsa`dan 20-30 sene sonra Antakya`da kullanılmıştır (Resullerin işleri, XI, 26). İnciller daha çok, Hz. İsa`ya ağırlık vermektedirler ve onun bir tür hayat hikayesi durumundadırlar.
Hristiyanlık aslında tek tanrı anlayışını esas alan bir dindir. İncillerde ve diğer yazılarda bu hükmü doğrulayacak ifadeler vardır. Allah`ın birliğinden söz edilmektedir (Yuhanna, V, 44). Fakat yine aynı metinlerde bir kısım ifadeler, mecâzî deyimler, daha sonraları bir üçleme (teslis) anlayışına yol açmıştır. Bunda, İncil yazarları ile Hz. İsa arasındaki zaman aralığının rolü vardır. Öte yandan, Hristiyan Kutsal Kitabı`nda teslis, hiç bir yerde açıkça zikredilmemiştir. Ancak "ben ve baba biriz", "baba`nızın ruhu", "Allah`ın ruhu" gibi ifadeler, zamanla Allah`ın yanında İsa ve kutsal rûhun da tanrı sayılmasına kadar varan yorumlara yol açmıştır. Bu yorumları ilk başlatan, havârîlere sonradan katılan Pavlus olmuştur. "Hz. İsâ zamanındaki en büyük ilâhiyatçısı" olarak tanımlanan Pavlus, bugünkü Hristiyanlığın kurucusu olarak bilinmektedir. Modern bilginlere göre günümüz hristiyanlığı, Hz. İsa`nın getirdiği nizamdan çok, Pavlus`un yorumlarından ibarettir. Hatta denilebilir ki, sonraki yüzyıllar, dini inançlarını İncillerden çok, onun yorumlarına dayandırdılar. Pavlus`un telkinleri, Allah`ı değil, İsa Mesih`i ağırlık merkezi olarak almıştır. Ona göre İsa, sâdece bir insan değil, Tanrı`nın kudretiyle diriltilen bir kimse idi.
Hz. İsa`nın çarmıha gerilmiş olması ve tekrar dirilmesi, insanların Hz. Âdem`in Cennet`te, yasak meyveden yemiş olması sebebiyle doğuştan günahkâr oldukları inançları da Pavlus tarafından Hristiyanlığa sokulmuştur.
Görüldüğü gibi bugünkü Hristiyanlık, Pavlus`un yorumlarına dayanır. Gerek dinin aslî şekli, gerekse kutsal kitabları olan İncil, tahrifata uğramıştır. Artık Hristiyanlık muharref bir dindir. Bunun içindir ki, günümüz hristiyanlarının benimsediği Hristiyanlık ile, Kur`ân-ı Kerîm`in bize bildirdiği Hristiyanlık, birbirinden tamamen farklıdır.
Kur`ân-ı Kerîm`de Hristiyan için "Nasrânî", Hristiyanlar için de "Nasârâ" kelimeleri kullanılmıştır (Âli İmran, 3/67; el-Bakara, 2/62, 111, 113, 135, 140; el-Mâide, 5/14, 18, 51, 69, 82; et-Tevbe, 9/30; el-Hacc, 22/17). Ayrıca, "Ehl-i Kitap" ifadesinin yer aldığı âyetlerde, Hristiyanlar da muhatap alınmıştır. Meselâ "De ki; ey Ehl-i kitap! Aramızda eşit olan bir kelimeye gelin. Yalnız Allah`a kulluk (ibadet) edelim ve O`na hiç bir şeyi ortak koşmayalım" (Âli İmrân, 3/64) âyetinde olduğu gibi.
Kur`ân-ı Kerim`e göre, Yahudiler gibi Hristiyanlar da verdikleri sözde durmadıkları için, kıyamete kadar aralarına düşmanlık ve kin salınmıştır. Hz. Muhammed onlara da gönderilmiş bir elçidir. O, Ehl-i Kitab`ın gizledikleri ve sakladıkları şeylerin çoğunu onlara açıklamıştır. Ancak Yahudi ve Hristiyanlar, kendilerinin "Allah`ın oğulları ve sevgilileri" olduklarını söyleyerek, Hz. Muhammed`e karşı çıkmışlardır. Yahudiler Uzeyr`i, Hristiyanlar da İsa`yı Allah`ın oğlu saymışlardır. İnsanları tanrılaştırdıkları için de küfre girmişlerdir. (el-Mâide, 5/12-18; et-Tevbe, 9/20) Allah`a çocuk isnad etmekle Tevhid`in özüne ve rûhuna aykırı hareket etmişlerdir. Halbuki "Allah, bu tektir. Her şeyden müstağnî ve her şey O `na muhtaçtır. O doğurmamış ve doğmamıştır. Hiç bir şey O`na denk değildir." (İhlâs, 112/1-4) .
Kur`ân-ı Kerim, Hz. İsa`nın Allah`ın kulu ve elçisi olduğunu, O`nun da tevhid`i tebliğ ettiğini açıklar. (el-Mâide, 5/46-47, 62-69, 72-77). Bu durumda Meryem oğlu İsa`yı ilah edinen Hristiyanlar, "Allah, üçün üçüncüsüdür" (el-Mâide, 5/72-75) diyerek doğru yoldan sapmışlar, tevhid çizgisinden uzaklaşmışlardır. Tevhid esasından uzaklaşan Hristiyanların yüce Allah, dinlerinin aslına, tevhid ve İslâm yoluna çağırmaktadır. (el-Mâide 5/46).
Yukarıda da belirtildiği gibi hristiyanlık, aslı itibariyle hak dinlerderdendir. Peygamberi Hz. İsa, kitabı da İncil`dir. Bugünkü Hristiyanlığın odak noktasını oluşturan ve Pavlus teolojisinin temelini teşkil eden Hz. İsa, yalnız Allah`ın kulu ve Rasûlü`dür. Bunu bizzat kendisi şöyle ikrar etmiştir: ``Hz. İsa: Ben şüphesiz Allah`ın kuluyum. Bana kitap verdi ve beni Peygamber yaptı; nerede olursam olayım, beni mübarek kıldı. Yaşadığım müddetçe namaz kılmamı, zekât vermemi ve anneme iyi davranmamı emretti. Beni bedbaht bir zorba kılmadı. Doğduğum günde, öleceğim günde ve dirileceğim günde bana selam olsun" dedi (Meryem, 19/30-33). Ayrıca Hz. İsa`yı ve annesini tanrılaştırıp "teslis" akidesini oluşturan Hristiyanlarla Hz. İsa, kıyamet gününde yüzleştirilecekler ve böylece Hristiyanların uydurdukları yalanlar bir kere daha ortaya çıkmış olacaktır. Bu husus, Kur`ân-ı Kerîm`de şöyle belirtilir: "Allah Ey Meryem oğlu İsa! Sen mi insanlara beni ve annemi Allah`tan başka iki tanrı olarak benimseyin," dedin?" demişti de; ``Hâşa, hak olmayan sözü söylemek bana yaraşmaz; eğer söylemişsem, şüphesiz Sen onu bilirsin; Sen benim içimde olanı bilirsin, ben Senin içinde olanı bilemem; doğrusu görülmeyeni bilen ancak Sensin" demişti, ``Ben onları sadece, Rabbim ve Rabbiniz olan Allah`a kulluk edin, diye bana emrettiğini söyledim. Aralarında bulunduğum müddetçe onlar hakkında şahiddim, beni aralarından aldığında onları sen gözlüyorsun. Sen her şeye şâhidsin" (elMâide, 5/117).
Şu halde bugünkü Hristiyanlık, Hz. İsa`nın tebliğ ettiği Hristiyanlık değildir; ``Mesih, Allah`ın oğludur" gibi sözleri kendi ağızlarıyla uydurmuşlar (et- Tevbe, 9/30) ve "Meryem oğlu Mesih`i`de, kendilerine Allah`tan başka Rab edinmişlerdir" (et-Tevbe, 9/31). Aynı şekilde, mevcut Hristiyanların, Hz. İsa`nın getirdiği İncil`le hiç bir ilgileri yoktur (el-Mâide, 5/68). Çünkü Yahudi bilginleri gibi, Hristiyan râhipleri de birtakım menfaat temini için, Allah`tan kendilerine indirilmiş olan Kitab`ın hükümlerini değiştirmişlerdir (et-Tevbe, 9/34).
Özetle söylemek gerekirse; İslâmiyet ile bugünkü Hristiyanlık arasındaki belli başlı ayrılıklar şunlardır:
1. Hristiyanlık`ta teslis akidesi olduğu halde İslâm`da tevhid akidesi vardır.
2. İslâm bütün semâvî dinleri ve peygamberleri içine alır; Hristiyanlık ise, yalnız Kitab-ı mukaddes`i hak bilir ve Kur`an-ı Kerim`i vahye dayalı bir kitap olarak kabul etmez.
3. Hristiyanlık, insanın doğuştan günahkâr olduğunu ve bu sebeple temizlenmesi için vaftiz edilmesi gerektiğini savunur; İslâm ise, bütün insanların günahsız doğduğunu ve hiç kimsenin bir başkasının günahını yüklenmeyeceğini belirtir.
4. Hristiyanlıkta papaz ve rahiplerin günah çıkarmak ve affetmek yetkisi vardır; İslâmiyet`te ise, günahlar yalnız Allah tarafından bağışlanır.
5. Hristiyanlık`ta Hz. İsa`nın sözleri Allah kelâmı olarak telakki edilir; İslâmiyet`te ise, ilâhi emirler vahiy yoluyla, Cebrâil vasıtasıyla bildirilir.
6. Hristiyanlar`a göre İsa (a.s) çarmıha gerilmiştir. İslam`a göre ise, Allah onu kendi katına yükseltmiştir.
7. Her ne kadar bugünkü Hristiyanlar, kendi dinlerinin son din olduğunu iddia ediyorlarsa da, bu iddiânın İslâm nazarında hiç bir geçerliliği yoktur. Çünkü "Allah katında din, şüphesiz İslâmiyet`tir..." (Âli İmrân, 3/19) Ye artık "Kim İslâm`dan başka bir dine yönelirse, onunki kabul edilmeyecektir ve o, âhirette de kaybedenlerden olacaktır" (Âli İmran, 3/85).
HUBUBAT VE MEYVE GİBİ TOPRAK MAHSULLERİNİN ÖŞRÜNÜ -ZEKATINI- VERMEDEN ONDAN YEMEK CAİZ MİDİR?
Hububat ve meyve gibi toprak mahsullerinin öşrünü -zekatını- vermeden önce, Hanefi ve Şafii mezheblerine göre ondan yemek caiz değildir. Ondan yiyen kimse günahkar olur.
Yalnız Şafii mezhebine göre, iki bilirkişi tarafından -mesela- bir bağın mahsulünün ne kadar olduğu tahmin ettirildikten sonra ve mal sahibi o miktarı zimmetinde kabul ederse, öşrünü -zekatını- çıkarmadan ondan yiyyebilir. Bugün bağ sahipleri zekatlarını çıkarmadan ve mahsulün ne kadar olacağını bilirkişilere tahmin ettirmeden yiyorlarsa, İbn Hacer`in beyan ettiği gibi bu hususta Hanbeli mezhebini taklid etmek biricik çaredir.
HUKUK FAKÜLTESİNDE TAHSİL YAPIP AVUKAT VEYA HAKİMLİK YAPMAK CAİZ MİDİR? BU DÜZENE GÖRE KARARLAR VERMEK İNSANI KÜFRE DÜŞÜRÜR MÜ?
Öncelikle Allah`a ve O`nun indirdiklerine icmalen de olsa, inanan, bunu kalbi ile tasdik dili ile iksar eden mü`mindir. Bu hal üzere devam ettikçe mümin olmaya da devam eder ve Ehli sünnet inancına göre gûnahlar insanı kâfir yapmazlar. Her günahta küfre açılan bir kapının olması ise ayrı bir konudur. Birinci olarak bu meselenin iyi kavranılması gerekir.
Ikinci olarak herhangi bir ilmin mücelled öğrenilmesi de insanı kâfir yapmaz. Bu konuda herhalde en tehlikeli ilim sihirdir, onunda insanı küfre götürmesi, sırf öğrenilmesi sebebiyle değildir. Bunu da böyle belirledikten sonra :
Ileriye dönük, fayda ve zararlarını bir tarafa bırakarak günümüzde Hukuk Fakülteleri gibi okullarda okumak, fıkhın yorumsuz hükmüyle caizdir. Ondan sonrası gayeye göre değişir. Mutlak adaleti tamamen ya da kısmen uygulamak, zulmü alabildiğince azaltmak, haksızlığa ugrayanları savunmak, korumak, kollamak... gayesiyle okunması bir görev ve bir ibadet olur. Aksi olan iki ihtimale göre fisk da olabilir, küfür de olabilir.
Bu okullarda okununca mezun olunacak ve bu istikamette görev alınacaktır. Hakim olunması halinde durum yine aynıdır. Binaenalyh "Allah`ın indirdiği ile hükmetmeyenler kâfirdir" (K. Mâide 5, 44) mealindeki ayetin hükmü bunlar için kayıtsız şartsız geçerli değildir. Yani bir takım kayıtlar ve itibarlar söz konusudur
1.Önce bu insanlara "hakim" denmesi mecazendir. Bunlar gerçek anlamda hâkim değillerdir. Gerçek anlamdaki hakîmler tarafından belirlenmiş bir hükmü uygulama durumundadırlar. Söz konusu hüküm eğer "mutlak adalet"e aykırı ise ve hakimin takdir hakkıda yoksa onu kerhen uygulayacak ve gerçek adaleti uygulama fırsatı bulduğu yerlerde de zûlmü, yani gerçek adaletin hilafina verilmiş hükümleri olabildiğince azaltmış olacaktır. Bu ise küfür değil, zulmü hafifletme ve hüküm ifadesiyle "ehven-i şerreyni ihtiyar etme"dir.
2.Yukarıda belirttiğimiz şekilde iman eden ve bu imanında berdevam olan bir insanın, imansızlık dışında yapacağı en büyük isyan dahi küfür olmaz, olsa olsa büyük günah olur. Binaenaleyh, Allah`ın koyduğu ahkâmın doğruluguna inanarak bir insanın Saddam`ın, Hitler`in, Lenin`in, Haccac`ın hükümlerini uygulaması bile küfür değildir. Belki zalimdir. Hiçbir iyi niyeti olmadan bu mesleği seçenler için en fazla böyle denebilir.
3.Allah`ın indirdikleri ile hükmetmeyenleri hiçbir kayıt ve itibara tabi tutmadan kâfir ilan edecek olursak, bu yargıdan faraza bir Islâm ülkesindeki müslüman hakimler dahi kurtulamazlar: Zira her konuda Allah`ın açık hükmünü bulamayacaklar, çoğu yerde takdir ve ictihatlarını kullanacaklar ve bunların bir kısmında da isabet edemeyebileceklerdir. Böyle bir durumda Allah`ın hükmüyle hükmettiklerini söyleyemeyeceğimize göre kâfir olduklarını nasıl söyleyeceğiz ? Asla. Kaldı ki Allah'ın indirdiğiyle hükmetmeyenlerin kafir olmasından maksat, Allahın hükümlerini inkar edenler demektir.
4.Öyleyse özellikle Hukuk Fakültelerinde okumak, bunu yaparken de zûlmü adım adım izole etmeyi, mutlak adaleti yerleştirmeyi, mağduriyetleri önlemeyi hedeflemelidir. Bu niyetle bu tahsilin dahi ibadet olacağına inanıyoruz. Evet bataklığa girip çamurlanmamak mümkün değildir. Ama çamursuz bir ortama geçebilmek için bataklıga girmekten başka çare yoksa ne yapılır?
Savcı ve noterlerin durumu hakimlerden daha tehlikeli değildir. Yeter ki, niyyet iyi tutulsun ve zûlme bulaşmamak için azami gayret gösterilsin. Avukatlığı da aynı ölçülere göre değerlendirmek gerekir.
HUKÛKULLAH
Allah`ın hakları, Allah`a ait olan haklar.
Hukuk, hak kelimesinin çoğulu olup "haklar" demektir. Hukukullah tabiri "Allah`a ait haklar" anlamına gelip, buna toplum veya âmme hukuku da denir.
İslâm hukukunda, haklar bir tasnife göre Allah hakkı ve kul hakkı (hukuku`l-ibâd) olmak üzere ikiye ayrılır. Kul hakkı; kendisiyle, şahsa ait maslahatların (yarar) korunması kastedilen haklardır. Bunlar; sağlığın, çocukların ve malın korunması gibi genel veya mâlikin mülkü, satıcının semen, alıcının mebî (satılan mal) üzerindeki hakkını korumak gibi özel nitelikli haklar olabilir. Bunlarda, indirim, af, sulh, ibra veya mübah kılma gibi tasarruflar mümkündür. Miras cereyan eder, her bir suçta ceza tekrar eder.
Allah hakları (hukukullah) ise; kendisiyle Allah`a yaklaşmak, O`nu ta`zîm etmek ve dininin sembollerini (şeâir) ayakta tutmak veya toplum yararını gerçekleştirmek kasdolunan haklardır. Bunlar, terkeden için tehlikeşinin büyüklüğü ve sağladığı yararın kapsamlı olması yüzünden Allah`a nisbet edilmiştir. Allah`a yaklaşmakla ilgili olan haklar şunlardır: Namaz, oruç, hac, zekât, cihâd, emr-i bi`l-ma`rûf ve nehyi ani`l-münker, nezir, yemin, gerek hayvan kesimi ve gerekse meşru herhangi bir ise başlarken besmele çekmek gibi.
Toplum yararıyla ilgili olan haklara ise; suçları önleyici tedbirler almak, zina, kazf (zina iftirası), hırsızlık, yol kesme, sarhoşluk veren maddeleri kullanmak gibi suçların cezaları ile ta`zîr cezalarını (devletin koyduğu cezalar) uygulamak, nehir, yol, mescid gibi topluma ait yerlerin ortak kullanımını sağlamak gibi haklar örnek verilebilir.
Allah haklarında, indirim, af veya sulh câiz değildir. Bunları değiştirmek de câiz olmaz. Hırsızlık cezası, dava açıldıktan sonra, mağdurun affı veya hırsızla anlaşması, zina cezası da kocanın veya başkasının affı, yahut kadının nikâhlanma yoluyla kendisini mübah kılması hallerinde bile düşmez. Bu haklar miras yoluyla geçmez. Mirasçılar, miras bırakan vasiyet etmedikçe, onun zekât, hac, adak, fidye gibi ibadet borçlarından sorumlu değildir. Mirasçı, mûrisin işlediği suçtan dolayı da sorumlu tutulamaz.
Allah haklarında tedâhül cereyan eder. Bir kimse defalarca zina etse, hırsızlık yapsa, tek ceza yeterli olur. Çünkü cezadan maksat caydırmak, yıldırmak ve korkutmaktır. Bu da gerçekleşmiş olur. Bu suçların cezasını uygulamak hâkime ait bir görevdir (es-Serahsî, el-Mebsût, Matbaatü`s-Saade, IX, 185; el-Kâsânî, Bedâyiu`s-Sanâyi`, Beyrut 1328/1910, VII, 55 vd.; ez-Zühaylî, el-Fıkhu`l-İslâmî ve Edilletüh, 2. baskı, Dımaşk 1405/1985, IV, 13, 14).
HUKUKU`L-İBAD ( KUL HAKLARI)
Kul hakları. Hukuk, hakk`ın çoğulu; ibâd ise abd`ın (kul) çoğuludur. Böylece Hukuku`l-ibâd, kul hakları, insan hakları demektir.
Haklar genel anlamda dört kısma ayrılır.
1- Sırf Allah`a ait olan ve içinde kul payı olmayan haklar. Bunlar toplumun yararı gözetilen haklardır. Zina, içki cezaları, iman, namaz, zekât, vergi, harç ve benzeri haklar gibi. Bu haklardan vazgeçme veya bunları affetme yetkisi bulunmaz.
2- Sırf kula ait haklar. Bunlar kişisel maslahata yönelik haklardır. Kişinin alacakları, diyet (kan bedeli), telef edilen mal bedelleri gibi. Bu tür haklar kişiye ait olduğu için isterse onlardan vazgeçebilir. Çünkü insan kendine ait haklarda istediği şekilde tasarruf etme yetkisine sahiptir.
3- Allah hakkı ile kul hakkının bir araya geldiği ve Allah hakkının gâlib olduğu haklar. Meselâ kazf, yani bir kişiye zina iftirasında bulunma cezası gibi. Kazf, bir yandan kişilerin namus ve şahsiyetleriyle ilgili olduğu ve toplum içerisinde fuhuş ve fesadın yayılmasına neden olduğu için, Allah hakkıdır; diğer yandan kişilerin iffet ve şerefini ilgilendirdiği için kul hakkı grubuna girmektedir. Ancak burada Allah hakkı kul hakkına daha galib geldiğinden kulun bu cezayı af etme yetkisi yoktur.
4- Her iki hakkın bir arada toplandığı ve kul hakkının gâlib olduğu haklar: Mesela amden (kasıtlı olarak) öldüren katilden kısas almak gibi. Bu ceza bir yandan insan hayatını koruduğu ve toplumun emniyet ve sükûnunu sağlamaya yönelik olduğu için umumî maslahat kabılinden olup Allah hakkıdır; diğer yandan maktül`ün (öldürülenin) akrabalarının öfkelerini dindirdiği ve katile karşı kin ve düşmanlık duygularını söndürdüğü için özel bir haktır ve kula aittir. Ancak bu suçun öldürülen ve akrabalarıyla olan ilgisi toplumla olan ilgisinden daha açık ve daha yakın olduğundan, buna terettüb eden kısasta kul hakkı daha galib kabul edilmiş, dolayısıyla bu haktan vazgeçip geçmeme, yani katili bağışlayıp bağışlamama yetkisi öldürülenin velilerine (akrabalarına) verilmiştir (bk. Abdülkerim Zeydan, el-Vecîz fi Usûli`l-Fıkh, s. 62-65).
Diğer bir açıdan kul hakları, para ve mal gibi maddî haklar iffet, şahsiyet ve benzeri manevî haklar olmak üzere ikiye ayrılır.
İslâm dini bütün yönleriyle insan haklarına son derece de önem vermiş ve bu hakların gözetilmesini emretmiştir. Allah (c.c.), Kur`ân-ı Kerîm`de şöyle buyurmaktadır: "Mallarınızı, aranızda haksız sebeplerle yemeyin. Kendiniz bilip dururken insanların mallarından bir kısmını, yalan yemin ve şahitlikle yemeniz için o mallan hakimlere (reislere, yetkili idarecilere veya mahkeme hakimlerine el altından rüşvet olarak) vermeyin" (el-Bakara, 2/188); "Ey iman edenler! Zannın çoğundan sakınınız. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Biriniz diğerini arkasından çekiştirmesin (aleyhinde konuşmasın). Biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz. O halde Allah`tan korkun. şüphesiz Allah, tevbeyi çok kabul edendir, çok esirgeyendir" (el-Hucurât, 49/12).
Her ne suretle olursa olsun insanların haklarına tecavüz edip onlara haksızlık yapanlar, zâlimler grubuna girmektedir ki Cenâb-ı Allah Kur`ân-ı Kerîm`in birçok âyetlerinde onları şiddetle yermiş ve onlar için büyük azaplar olduğunu bildirmiştir: "Sorumluluk, ancak insanlara zulmedenlere ve yeryüzünde haksız yere taşkınlık edenlere aittir. İşte böylelerine acı bir azap vardır" (eş-Şura, 42/42); "Zâlimlerin varacağı yer ne kötüdür!" (Âlu İmrân, 3/151); "Zâlimler için yardımcılar yoktur" (el-Mâide, 5/72); "Biliniz ki Allah`ın lâneti zâlimlerin üzerinedir" (el-Hucurât, 49/12).
Hz. Peygamber (s.a.s) de bu konuda şöyle buyurmaktadır: "Birbirinize hasedlik etmeyin! Müşteri kızıştırmayın! Birbirinize buğzetmeyin! Birbirinize sırt çevirmeyin! Biriniz diğerinin pazarlığı üzerine satış yapmasın! Kardeş olun ey Allah`ın kulları! Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez; onu yardımsız bırakmaz; onu küçümseyip hakir görmez. - Üç defa kalbine işaret ederek- Takva şuradadır. Kişiye kötülük olarak müslüman kardeşini hakir görmesi yeter. Müslümanın her şeyi, kanı, malı ve ırzı diğer müslümana haramdır" (Müslim, Birr, 32); "Bir müslüman için müslüman kardeşi üzerine vacib olan beş hakkı vardır: Selamı almak; aksırana teşmît (Allah sana rahmet etsin demek); davete icabet; hastayı ziyaret etmek ve cenazelerin arkasından gitmek" (Müslim, Selâm, 4).
Ebû Hureyre (r.a) der ki: Rasûlüllah (s.a.s) ashabına: "Müflis (iflas etmiş) kimdir bilir misiniz" diye sordu. Ashab: "Bizim aramızda müflis, hiç bir dirhemi ve eşyası olmayan kimsedir" dediler. Bunun üzerine Rasûlüllah (s.a.v) şöyle buyurdu: "Benim ümmetimden müflis o kimsedir ki kıyamet gününde namaz, oruç ve zekâtla gelecek, ancak şuna sövmüş; buna zina iftirasında bulunmuş; bunun malını yemiş; bunun kanını dökmüş; diğerini de dövmüş olarak gelecek; dolayısıyla şuna hesenatından (iyiliklerinden) buna da hesenatından verilecektir. O âyet davası görülmeden hesenatı biterse, onları (hak sahiplerinin) günahlarından almarak bunun üzerine ve sonra da cehenneme atılacaktır" (Müslim, Birr, 59).
"Kıyamet gününde haklar, mutlaka sahiplerine ödenecektir; öyle ki boynuzsuz koyun için dahi boynuzlu koyundan kısas almacaktır" (Müslim, Birr, 60).
İslâm bilginleri de günahtan tevbe etmenin kabul olunması hususunda şöyle demişlerdir: Şayet işlenen günah yalnız Allah`a karşı olup kul hakkına taallûk etmiyorsa bu gibi günahtan tevbe etmenin üç şartı vardır:
1) O günahı terk etmek
2) Onu işlediğine pişman olmak
3) O günahı bir daha işlememeğe azmetmek.
Bu üç şarttan biri eksik olursa tevbe geçerli değildir.
Eğer işlenen günah insan hakkı ile ilgili ise o tevbenin dört şartı vardır. Bunların üçü yukarıda zikredilen üç şarttır. Dördüncüsü de hak sahibinin hakkından arınmaktır. Şayet bu hak, mal ve benzeri ise tevbe eden kimse onu sahibine iade eder; Eğer bu hak, zina iftirası atmak sebebiyle lazım gelen hadd cezası ise, hak sahibinin o haddi icra etmesine imkân verir yahut affını diler; eğer o hak gıybet ise hak sahibinden af diler.
HÜKÜMETE VERİLEN VERGİ ZEKAT SAYILIR MI?
Bilindiği gibi zekat, mükellef olanlardan alınıp Kur’an’ın saydığı 8 sınıfa verilmesi gereken mali bir ibadettir. Dolayısıyla burada zekatın verileceği yerler çok önemlidir. Zira onları Kur’an’ı Kerim’in özellikle zikrettiğini görmekteyiz.
Efendimiz döneminde zekat iki türlü yerini buluyordu. Birincisi, amiller dediğimiz zekat memurları veya mükellef olan teb’a, zekatı beytü’l male getiriyor ve oradan da zikredilen 8 sınıfa devlet eliyle dağıtılıyordu. Yani devlet zekatın toplanıp dağıtımını yapan bir organizatör gibiydi. İkinci şekil ise, bizzat amiller, topladıkları zekatı aynı bölgedeki ihtiyaç sahiplerine dağıtıyordu.
Bineanaleyh zekatı devlet toplayabilir, bunda herhangi bir şüphe sözkonusu değildir. Devlet burada sadece dağıtım vazifesini yapar. Zaten tüzel kişilik olarak devletin kendisine zekat verilemez. Ama bu, devlet halktan hiçbir şey alamaz demek değildir. Zira ihtiyaç olduğunda devlet zekatın dışında başka vergi de alabilir. Dolayısıyla devlet bizden vergi alıyor diye zekat vermemezlik edemeyiz. İkisini birbirinden ayırmak gerekir.
Vergi bir vatandaşlık görevidir; zekat ise dinî bir yükümlülüktür. Ayrıca zekat ile vergi, yaptırım kaynağı, temel gaye, oran, miktar ve harcanacağı yerler bakımından birbirinden farklıdır. Bu itibarla, devlete ödenen vergiler zekat yerine geçmez. Zekatın ayrıca verilmesi gerekir.
HULF (VERİLEN SÖZDE, YAPILAN ANLAŞMADA VE EDİLEN VAADDE DURMAMAK)
Verilen sözde, yapılan anlaşmada ve edilen vaadde durmamak.
`Hulf` kelimesi `HLF` kökünden gelir. `Half`, arka, geri demektir. "Önlerinde olanı ve arkalarında olanı bilir" (el-Bakara, 2/155)."Bugün bedenini kurtaracağız, senden sonrakilere âyet olsun diye" (Yunuş 10/92). Halef selefin zıddı olup, öncekileri izleyen, sonradan gelen nesil(ler) anlamındadır. "Onlardan sonra bir `half` (arka nesil) halef oldu" (el-A`raf, 7/ 169). `Ha Le Fe` fiilinde, derece olarak geride kalma anlamı da mevcuddur. Araplar, durup durup da yersiz söz eden biri hakkında "bin sustu,`half` konuştu" derler. `Tehallüf` kalma manâsına olup, `Halafe` "düşüklük, adîlik, ahmaklık" demektir. Aynı fiil kökünden gelen `hılfe`, masdarı ise `peşisıralık` ifade eder: "Gece ile gündüzü birbirine izler yaptı"(el-Furkan, 25/62). `Hilâf`, karşı çıkma ve ayrıca karşılık (çaprazlama) manâsınadır. (el- Maide: 5/33, et-Tevbe: 81). `Hilâfe`, asılın yokluğunda veya ölümünde ona niyabet etmek demektir. Bu niyabet (vekillik) asılın acizliğinden veya vekilin şerefinden de olabilir. Allah`ın velîlerinin yeryüzünün halifeleri olması, sahip oldukları şeref nedeniyledir. Bu anlamda halife`nin çoğulu `halâif` gelirken, `halff`in çoğulu ise `hulefa` gelir. `İhtilâf`, bir topluluk içinde gruplaşma, herkesin bir başkasının tersine yol izlemesi anlamındadır. Şu kadar ki, ihtilaf zıddiyet anlamına gelmez; her zıt muhtelif olsa da, her muhtelif birbirine zıt değildir (Râgıb el-İsfahânî, Müfredât, 155-6).
Yukarda değişik türevlerini verdiğimiz `hulf` kelimesi ise, başta açıklandığı gibi, "söze, ahde muhalefet" demektir. `Veadenî fe-ahlefenî`, bana söz verdi, sözünde durmadı (va`d etti, va`dinde durmadı) denilir.
İnsan hayatı bir noktada pek çok vaadlerin ve ahidlerin doldurduğu bir hayattır. Her şeyden önce, insan Cenâb-ı Allah`a "Evet, Sen Rabbimsin" diye söz vermiş (el-A`raf, 7/172) ve bu sözünü yerine getirecek fıtratta yaratılmıştır. Allah da, sözünde durup durmamasına göre insana Cennet veya Cehennem va`d etmiş; kendi yolunda uğraşanları yollarına erdireceğini; insanlar Allah`ın nimetini değiştirmedikleri sürece durumlarını değiştirmeyeceğini; sabır ve sebat gösterirlerse mutlaka mü`minlere yardımda bulunacağını; rasûllerinin ve mü`minlerin mutlaka galip geleceğini, en ufak bir iyiliğin karşılığını kat kat misliyle vereceğini ve akıbetin her zaman müttakîlere ait olduğunu va`d etmiştir ve O asla va`dinden ve ahdinden dönmez (el-Bakara, 2/80; Âlu İmran, 3/9). Ama, eğer insanlar ve özelde mü`minler O`na olan ahidlerinden dönerler ve nimetlerini inkârla durumlarını değiştirirlerse, Allah da onlara verdiği Cennet ve zafer va`dini elbette geri alır (e/İsra, 17/8). Ayrıca, mü`minler Rasûle veya imamlarına biatta bulunduklarında, İmam, Allah`ın Yolu`nda olduğu sürece biatlarından dönecek olurlarsa bu ancak kendi aleyhlerine olur (el-Feth, 48/10).
Her ne ve nasıl olursa olsun, verilen sözden ve yapılan ahidden nefse uyarak dönmek, ahde vefa etmeyip, sözde durmamak münâfıklık alâmetidir ve münâfığın sıfatıdır. Buhârî, Müslim gibi en sahih hadis kaynaklarında Efendimiz (s.a.s) "Münâfığın alâmeti üçtür: Konuştuğunda yalan söyler; va`d edip (söz verdiğinde) hulf eder (döner) ve kendisine bir şey emanet edildiğinde ihanet eder" buyurmaktadır (Riyâzü`s-Sâlihîn, 1, 197).
HULLE
Islâm`da nikâhla kurulan âile kurumu ciddî ve mukaddes bir kurumdur. Nikâh, karının üç bağla kocaya bağlanmasını sağlamıştır. Eğer erkek karısını bir defa boşar ve bu bağlardan birini koparırsa, ayrılığın acısını tadınca tekrar dönebilir ve iki bağ ile daha dikkatli bir tutumla arkadaşlıkları sürer. Erkek bu ciddî kurumu tekrar hafife alır ve bir kez daha boşarsa, dönme isteği halinde kendisine bir hak daha tanınır ve tek bağla beraberliklerini sürdürürler. Erkeğin bundan sonraki boşaması böyle bir ciddî kurumu hafife alması ve kadının onuruyla oynaması sayılır ve artık o kadına dönme isteği kabul edilmez: Kur`ân-ı Kerîm bunu: "... ve üçüncü kez de boşarsa, artık onu bir başkası nikâhlayıncaya kadar ona dönemez" diye hükme bağlar. (Bakarâ (2) 230.) Yani üçüncü talakla ondan boşandıktan sonra, iddetini bitirecek, normal şartlarla bir başkası ile evlenecek, karı-koca ilişkileri yaşayacaklar ve günün birinde onunla da anlaşamaz ve ayrılırlarsa ve tekrar iddet beklerse, o zaman birinci kocasının ona talip olması ciddî bulunur ve onunla evlenebilir. Çünkü karısının sonradan bir başkası ile evlenmesi gibi son derece onur kırıcı bir işi sineye çekmiş ve buna katlanmış olması, artık epeyce ders almış olduğunu gösterir.
Ancak insanlar, her işe hile buldukları gibi, buna da bulmuşlar ve karısını üç talakla boşayan adamın ona tekrar dönme isteği halinde, üçüncü bir kişiyle anlaşıp, hemen boşaması şartıyla kadını ona nikâhlama gibi çirkin bir yol seçmişlerdir. İşte bu olaya "hulle" ya da "tahlîl", bu şartla kadınla evlenen ikinci kocaya da "muhallil" denir. Bu kelimeler "helâl" kökünden türetilmiş kelimelerdir. "Hulle" helâl olma, "tahlîl" helâl kılma, yani helâl yapma, "muhallil" de helâl kılan, yani yapan anlamındadır.
Peygamberimiz "hulle" yapan bu ikinci erkeği kiralık tekeye benzettiği (Ibn Mâce, nikâh 33.) ve "Allah, hulle yapana da, kendisi için hulle yapılana da lânet etsin" buyurduğu (bn Mâce, nikâh 33; Ebû Dâvûd, nikâh l4; Tirmiiî, nikâh 28;Müsned 1/83, 88, Il/323.) için, bütün Islâm bilginleri, bu işin çok çirkin ve haram bir iş olduğu konusunda sözbirliği halindedirler. Ancak bu çirkinliğe rağmen yaparlarsa ne olur? Hanefiler dışındaki bütün Islâm bilginleri; "hulle"nin hiçbir hüküm ifade etmeyeceğini ve bu yolla bu durumdaki kadının birinci kocasına helâl olamayacağını söylemişlerdir. Hanefiler ise: Bu iş lânetlenmiş, çirkin bir iş olmakla beraber, birisi iğrenmeden bunu yapıverirse, bir haram işlemiş olur; ancak kadın, bununla da ilk kocasına helâl olabilir; çünkü Peygamberimiz, lânetlerken bile, "helâl yapan" diyerek lânetlemiştir, demişlerdir (bk. Sabunî, age 1/340.). Demek ki, helal kılma işi böyle çirkin bir yolla olsa dahi gerçekleşmiştir.
HULLE-HULLECİ
Bir İslâm hukuku terimi olarak; üç talakla boşanmış olan bir kadının, eski kocasına yeniden dönebilmesi için, üçüncü bir erkekle usûlüne göre evlenip, ölüm veya boşanma ile bu ikinci evliliğin sona ermesi ve kadının eski kocasına helâl hâle gelmesi işlemi demektir.
İslâm hukuku kocaya mutlak boşama yetkisi vermiştir. Kadın da tefvîz (bk. Tefvîz-i talak) yoluyla boşama yetkisine sahip kılmabilir. Prensip olarak, karısını boşayan onunla yeniden birleşebilir. Ric`î (cayılabilir) talakla boşama hâlinde iddet süresi içinde, yeniden nikâh akdine gerek olmaksızın evlilik devam edebilir. Üç defa boşanmışsa artık kadının bir üçüncü erkekle muteber bir şekilde evlenmesi ve bu ikinci evliliğin talak, fesih veya ölümle ortadan kalkmış olması şarttır. İşte koca ile eski karısı arasındaki, bu geçici yasağı ortadan kaldırmaya yönelik muâmelelere tahlîl; "helâl kılma", "helâlleştirme" veya "hulle" adı verilir.
Hulle`nin dayanağı âyet ve hadistir.
Kur`ân-ı Kerîm`de; boşamanın iki defa olduğu, bundan sonra, ya iyilikle tutmak veya güzellikle salıvermek gerektiği belirtildikten sonra (el-Bakara, 2/229) bir sonraki âyette şöyle buyurulur: "Yine erkek, karısını (üçüncü defa olarak) boşarsa, ondan sonra kadın kendinden başka bir erkeğe nikâhlanıp varıncaya kadar ona helâl olmaz. Bununla beraber, eğer bu yeni koca da onu boşarsa onlar (birinci koca ile aynı kadın) Allah`ın sınırlarını ayakta tutacaklarını zannederlerse (iddet bittikten sonra tekrar) birbirine dönmelerinde her ikisi hakkında bir sakınca yoktur" (el-Bakara, 2/230).
Bu âyette ve İslâm`ın diğer hükümlerine göre, meşrû bir hullenin şartları şunlardır:
1) Bir defada veya ayrı zamanlarda üç kere boşanan kadın iddetini tamamlayacak.
2) Bundan sonra, başka bir erkekle, sahih nikâhla evlenecek
3) Evlendiği ikinci kocasıyla zifaf meydana gelecek.
4) Ölüm veya boşama suretiyle bu ikinci evlilik sona ermiş bulunacak.
5) Kadın, ikinci kocadan olan iddetini tamamlamış olacak.
Ancak bu şartlar yerine geldikten sonra bir erkeğin üç defa boşadığı karısıyla yeniden evlenmesi mümkündür (el-Cassâs Ahkâmü`l-Kur`ân, Âsitâne, thk. Muhammed es-Sâdik, Dâru`l Mushaf, Kahire, ts., ll, 88, 89; Mehmed Zihni, Münâkehât ve Mufârekât, İstanbul 1324/1906, s. 43-45).
İslâm`dan önceki Arap toplumunda erkek, karısını dilediği kadar boşar ve yeniden ona dönebilirdi. Evlilik yuvasını zayıf düşüren bu uygulamayı İslâm üçle sınırladı. Üç defa boşanan eşlerin artık barışma ve evlilik hayatını sürdürme arzuları azalmış demektir. Buna rağmen yine de evlenmek isterlerse, yuvayı İslâmî ölçüler içinde sürdürme konusundaki kanaatleri güçlü ise, hulle`den sonraki devrede yeniden evlenmeleri mümkün ve câizdir.
Ancak üçlü boşamadan sonraki hulle şartı veya cezası taraflara ağır geldiği için, gerçekte 5-6 ay gibi iddet sürelerinden önce gerçekleşemeyecek olan hulleyi, anlaşmalı yollarla çok kısa süreye sığdırma uygulamaları görülmüştür. İşte İslâm`a saldırmak için tenkid malzemesi olarak kullanılan ve bazılarınca hûlle-i şer`iyye kapsamında değerlendirilmek istenen hulle, bu sonuncusudur.
Üçlü boşama ile karısını boşayan koca, başka bir erkekle anlaşır, o da nikâhtan hemen sonra kadını boşayacağını taahhüd ederse, acaba bu şekildeki anlaşmalı evlilik karıyı ilk kocasına helâl kılar mı? Bu konuda, İslâm hukukçuları arasında görüş ayrılığı vardır.
Hanefiler dışındaki çoğunluk İslâm hukukçularına göre, anlaşmalı nikâh geçersizdir. Kadın, bununla ilk kocaya helâl olmaz. Dayandıkları deliller şunlardır
Hz. Peygamber, anlaşmalı nikâh yapana (muhallil) ve yaptırana (muhallelün leh) lânet etmiş ve birincisine "kiralık teke" tabirini kullanmıştır (İbn Mâce, Nikâh, 33; Tirmizi, Nikâh, 28; Nesaî, Talâk, 13; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 83, 87, 93).
Abdullah bin Abbas (Ö. 68/687), Hz. Peygamber`e, anlaşmalı nikâh yapanın (muhallil) durumunu sormuş O, şöyle cevap vermiştir: "Hayır, ancak isteyerek yapılacak nikâh helâl kılar, hileli nikâh değil, Allah`ın kitabı ile alay da değil. Sonra, ikinci erkeğin kadınla cinsel ilişkide bulunması da gerekir" (et-Tâc, II, 313). Rıfaael Kurazî`nin karısı Hz. Peygamber`e gelmiş ve "Rifâa beni kesin olarak üç talakla boşadı. Ben de Abdurrahman b. Zubeyr (Ö. 72/691) ile evlendim. Ancak onda ki de (cinsel uzuv) çaput çıktı" demiştir. Hz. Peygamber (s.a.s) tebessüm ederek; "Yani yeniden Rifaa`ya mı varmak istiyorsun? Ama sen, bunun (Abdurrahman`ın) balcağızından (cinsel organı), o da senin balcağızından tatmadıkça olmaz" buyurmuştur (Buharı, Libâs, 23, Talâk, 7,37; Ebû Dâvûd, Talâk, 49; Nesâf, Talâk, 9; İbn Mâce, 32; Mâlik, el-Muvatta, Nikâh, 7, 18). Burada, bir sahâbe kadının kocası ile ilgili en mahrem konuyu açıkça sorduğu ve Nebi (s.a.s)`in de bu soruyu normal karşılayarak hükmü ne ise Onu bildirdiği görülmektedir.
Hanefilere ve bazı Şafiîlere göre ise; anlaşmalı nikâh mekruhtur. Bâtıl değildir. Hulle için konuşulan "şu kadar süre, şu kadar para karşılığı evli kalma, ondan boşanma şartıyla evlenme vb. şartlar yok sayılır ve nikâh sürekli olarak meydana gelir. Hadîslerde, anlaşmalı nikâh yapana "muhallil"; helâl kılıcı, meşrû hâle getirici denmesi, akdin sahih olduğunu gösterir. El-Evzâîden şöyle dediği rivâyet edilmiştir: "Anlaşmalı nikâh yapan ne kötü yapmıştır, ancak bununla birlikte bu nikâh câizdir" (Muhammed Ali es-Sâbûnî, Revâiu`l-Beyân Tefsîru Âyâti`l-Ahkâm, 2. baskı, Dımaşk 1397/1977, I, 341).
Anlaşmalı evlilik gerçekte ilk kocaya gerekli teminatı sağlamaz. İkinci koca, nikâh akdinden sonra fikir değiştirerek, boşamaktan vazgeçse buna çare bulunmaz. Ancak kadın da boşama yetkisi almışsa, (tefvîz-i talâk) bunu kullanabilir (Ömer Nasuhî Bilmen, Hukuk-ı İslâmiyye ve İstilâhâtı Fıkhıyye Kâmusu, 1. baskı, İstanbul 1967, II, 109).
1917 Tarihli Osmanlı Hukuk-ı Aile Kararnâmesi (H.A.K) 15. maddede: "Bir kimse üç talak ile boşadığı kadınla, beynûnet-i kat`iye (kesin ayrılık) devam ettikçe yeniden evlenemez". 118. maddede ise; "Beynûnet-i kat`iye, karısının iddeti bittikten sonra hulle maksadı olmaksızın, başka bir kocaya varıp, cinsel temastan sonra ondan ayrılması ve iddetinin de tamamlanması ile ortadan kalkar" hükümleri yer almaktadır.
1961 tarihli, Pakistan Aile Hukuku Kararnâmesi de benzer hükümler ihtiva etmektedir (bk. 1951 tarihli Ürdün Kanunu Madde 12; Suriye Medeni Kanunu Mad. 36; Fas Medeni Kan. Mad. 39/3; Irak Medeni Kan. Mad. 13).
Türk Medeni Kanununda boşama sayısı ile ilgili bir evlenme engeli yoktur. Buna göre, bir kimse defalarca boşadığı karısı ile yeniden evlenebilir. Ancak T.M.K.da boşama bir takım sebeplere (bk. T.M.K. Mad. 129-134). bağlandığı için uygulamada defalarca boşanıp evlenene ender rastlanır. Diğer yandan, genellikle artık geçinme ve bir arada yaşama imkânı kalmayan eşler boşanır. Bunların yeniden barışıp evlenmeleri pek nâdirdir.
İslâm hukukunda boşanma, özellikle erkek bakımından çok kolaylaştırıldığı için, bu yola sıkça başvurulur ve boşama irâdesi usûlüne uygun olarak açıklanır açıklanmaz hukukî sonuçlarını doğurur. Açıklanan iradeden rucû da mümkün olmaz. Beşerî hukuklarda ise, boşanma davası sonuçlanıncaya kadar davacı eş her zaman davadan vazgeçebilir.
Üç talâk hakkının bir defada kullanılması sonucunda, boşayan eş pişmanlık duyarsa, boşadığı eşiyle arasına hulle engeli girmektedir. Bu durum, kıskanç kocayı çileden çıkarmakta, probleme çare bulmak için bilim adamlarının kapısını aşındırmaktadır. Bu arada konunun inceliklerini bilmeyen kimselere de fetva için başvurulabilmektedir .
İşte, boşama iddetlerini gözetmeden, kısa sürede hileli evlenme ve boşanma yolu hulle`yi kötüye kullanılır hâle getirmiştir. (Deliller hakkında geniş bilgi için bk. Hamdi Döndüren, İslâm Hukuku, 2. baskı, İstanbul 1983, s. 365 vd.).
HUL` NE DEMEKTİR?
Hul` kocaya verilmek üzere bedel mukabilinde koca ile karı arasındaki evlilik hayatına son vermektir. Hanefi mezhebinde hul` bedel mukabilinde kişinin karısını boşamaktır. Şafii mezhebinde hul` bedel mukabilinde kişinin karısını boşamaktır. Şafii mezhebinde ise konu ihtilaflıdır. Bu bir boşamadır diyen olduğu gibi, boşama değil, nikahı fesh edip bozmaktır diyen de vardır. Fesh olduğu takdirde talak`ın sayısına tesir etmez. Buna göre hul` edilen kadın ile ikinci defa evlenmek caizdir, hatta kaç defa tekrar ederse yine evlenmeye engel olmaz. Bir kimse üç talakını bir şeye ta`lik eder, mesela: babanın evine gidersen üç talak ile benden boşsun dese, hul` fasihdir diyen bazı Şafii ulemasının kavline göre zevcesini bir şey mukabilinde hul` eder, sonra kadın bu esnada babasının evine gider ve akabinde iddet beklemeden yeni bir nikah ile onunla evlenirse ta`likden kurtulmuş olur. Çünkü eski nikah bozulmuş gitmiştir.
HUL`(BEDEL KARŞILIĞI KADININ KOCASINI BOŞAMAK İSTEMESİ)
Çıkarmak, gidermek, soymak ve soyunmak. Kadının ödemeyi kabul ettiği bedel karşılığında evlilik akdine son vermek, başka bir deyimle; eşlerin karşılıklı anlaşma yoluyla evliliğe son vermesi. Hul` yerine aynı anlamda muhâlea tabiri de kullanılır. İslâm hukukunda muhâlea, evliliği sona erdiren sebeplerden birisidir. Bazı durumlarda evliliğin bu yolla sona erdirilmesine ihtiyaç duyulabilir. Meselâ; eşler birbirini sevmez, biri diğerine saygı duymaz, anlasamaz ve birlikte yaşamak çekilmez hâle gelmiş olursa kocanın elinde boşama imkân ve yetkisi vardır. Fakat koca buna rağmen karısını boşamazsa ne yapılabilir? Kadın bu şiddetli geçimsizliğe ve çekilmez hayata katlanmaya devam mı edecektir? İşte bu gibi hallerde kadının bir bedel karşılığında kocasından ayrılması mümkündür. Bu fesih veya talak (boşama)dan ayrı bir boşama şeklidir (es-Serahsî, el-Mebsût, VI, 171-196; İbnü`l-Hümâm, Fethu`l-Kadr, III, 199-224; İbn Âbidin, Reddü`l-Muhtar ale`d-Dürri`l Muhtar, II, 556-5731)
Muhâlea kitap ve sünnet delillerine dayanır .
Âyetlerde şöyle buyurulur: "Kadınlara vermiş olduğunuz bir şeyi geri almanız helâl değildir. Meğer ki karı ve koca Allah`ın çizdiği sınırlara riâyet edememekten korkmuş olsunlar. Şâyet onların, ilâhi sınırlara riâyet edemeyeceklerinden korkarsanız, karının kurtulmak için bir şey (para) vermesinde ikisi için de bir günah yoktur" (el-Bakara, 2/229).
"Nikâhladığınız kadınların mehirlerini gönül rızası ile verin. Şayet mehrin bir bölümünü gönül hoşluğu ile kendileri size bağışlarsa, onu afiyetle yiyin" (en-Nisâ, 4/4).
İbn Abbas (r.a)`den rivâyet edildiğine göre; Sâbit b. Kays`ın karısı Peygamber (s.a.s)`e gelerek:
"Ey Allâh"ın Rasûlü, Sâbit b. Kays`ı ahlâk ve din hususunda ayıplamıyorum, fakat müslümanlıkta küfür derecesinde bir hata işlemekten korkuyorum" dedi. Hz. Peygamber ona sordu: "Bahçeyi ona geri verecek misin?" cevap verdi: Evet. Bunun üzerine Hz. Peygamber Sâbit`e; "Bahçeyi kabul et ve onu bir defa da boşa" buyurdu (Buhârî, Talâk, II; Nesaî, Talâk, 34).
Muhâlea kendine hâs özellikleri olan bir boşama çeşididir. Bu boşama koca bakımından bir yemindir. Çünkü koca muhâlea anlaşmasıyla karısını boşamayı bir bedele bağlamış olur. Bedeli alınca boşama gerçekleşmiş sayılır. Muhâlea, kadın bakımından ivazlı (bedelli) bir akittir. Çünkü kadın bununla bir bedel ödemeyi kabul etmiş olur. Kadın, kocasının bir bedel karşılığında boşama teklifine "kabul ettim" der veya "beni şu kadar para karşılığında boşa" diyerek kendisi icapta bulunur. Aslında bununla, "Şu kadar para karşılığında evlilik bağını senden satın almaya razı oldum" demek istemiştir.
Muhâlea teklifi kocadan gelmişse, artık ne kadının kabulünden önce ve ne de sonra bu icabından (teklifinden) rucû edemez. Karısını kabulden menedemez. Kendisi için muhayyerlik şartı koyması muteber değildir. Karısının hemen o meclise kabul iradesini açıklaması gerekir. Koca muhâlea akdini feshedemez. Kocanın mücerred muhâlea isteğinde bulunmasıyla bu beş hüküm kendiliğinden doğar. Koca muhâleayı bir şarta veya gelecek zamana bağlayabilir. "Eğer baban gelirse, şu kadar para karşılığında seninle muhâleayı kabul ettim" veya "Ramazan ayı başında, şu kadar para karşılığında seninle muhâleayı kabul ettim" denilse, şart gerçekleştikten veya belirtilen tarih girdikten sonra kadın kabul etse boşama meydana gelir. Kadının belirlenen parayı kocasına vermesi gerekir.
Muhâlea yoluyla boşanma teklifi kadından gelir de kocasına; "Sana vereceğim şu kadar para karşılığında beni boşa" derse, koca kabul iradesini açıklayıncaya kadar, kadın bu icabından rucû edebilir. Karı-kocadan birinin meclisi terk etmesiyle bu icab bâtıl olur. Kadının muhâleada muhayyerlik şartı geçerlidir (İbn Âbidin, a.g.e, II, 557; M. Zihni Efendi, Munâkehat Mufârekât, 117, vd.).
Mihir olarak verilebilen her şey muhâleada bedel olabilir. İslâm hukukuna göre alım-satımı meşrû olan ve ekonomik bir değer taşıyan menkul ve gayr-i menkuller ile bazı menfaatler mehir ve muhâleada bedel olabilir. Muhâlea bedeli, mehire denk, ondan az veya çok olabilir. Meselâ; koca, küçük çocukların masraflarının belli bir yaşa kadar karısı tarafından karşılanması şartıyla muhâlea yapabilir. Yine çocukların belli yaşa kadar karısı tarafından bakılıp terbiye edilmesi de muhâlea bedeli olabilir.
Eşler arasında geçimsizliğin kaynağı bazan kadın, bazan kocadır. Bazan da geçinip giden eşler boşanabilir. Geçimsizlikte kusurlu olmak muhâlea bedelini etkiler mi? Başka bir deyimle, koca hem geçimsizlik çıkarır, hanımını boşamaz, hem de boşamak için karısından bir bedel isteyebilir mi? Burada, kocanın boşama hakkını kötüye kullanma ihtimali vardır. Koca muhâlea bedeline ya mahkeme hükmüyle (kazâen), ya da Allah`la kul arasında kalan yolla (diyâneten) mâlik olur. Koca dünya hukuku bakımından (kazâen) muhâlea bedelin her durumda sahip olur. Geçimsizliğin yalnız kocadan yahut yalnız kadından yahut da her ikisinden gelmesi sonucu etkilemez. Bu bedelin mehire eşit, ondan az veya çok olması da hükmü değiştirmez (el-Fetâvâ`l-Hindiyye, I, 488). Çünkü kadın, kendi mülkü üzerinde dilediği şekilde tasarruf edebileceği gibi, koca da, karının kendi rızasıyla vereceği bir bedel karşılığında birtakım hak ve menfaatlerinden vazgeçerek onu boşayabilir. Ayet-i kerîme`de"...Karının kocasına evlilikten kurtulmak için bir bedel vermesinde her ikisi için de bu günah yoktur" (el-Bakara, 2/228) buyurulmuş, bedelin miktarı için bir sınır konulmamıştır. Ancak Ebû Bekr el-Müzenî bu âyetin, aşağıdaki âyet tarafından neshedildiği görüşünü benimsemiştir. "Eğer bir kadını bırakıp da yerine başka bir kadın almak isterseniz, öncekine yüklerce mehir vermiş olsanız bile, o verdiğinizden geri bir şey almayınız" (en-Nisa, 4/20). el-Müzenî bu âyete dayanarak hul` yoluyla boşanmaya karşı çıkar. İslâm hukukçularının çoğunluğu ise bu son âyeti rızası hilâfına kadından bir şey alınmaması şeklinde anlamışlardır (ez-Zühaylî, el-Fıkhu`l İslâm`ı ve Edilletuh, Dımaşk 1985, 2. baskı, VII, 472).
Uhrevî sorumluluk bakımından (diyâneten) muhâlea bedelinin hükmü eşlerin geçimsizlikteki rollerine göre değerlendirilmiştir. Geçimsizlik yalnız kocadan kaynaklanıyorsa muhâlea bedeli istemesi helâl değildir. Verilen mehrin boşarken geri alınmasını yasaklayan Nisa Sûresi 20 nci âyeti bunun delilidir. Çünkü erkeğin hanımına zulüm yaparak muhâlea bedelini yüksek tutması ve boşamayı bir para karşılığı yapması, hakkı kötüye kullanma sayılır (el-Cassâs Ahkâmü`l Kur`ân, 2. baskı, Kahire, (t.y), II, 92, 93; el-Fetâvâ`l-Hindiyye, I, 488; Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslâm Hukuku, 2. Baskı, İstanbul 1983, s. 406, 407). Geçimsizlik yalnız kadından veya her iki şeyden geliyorsa, kocanın boşama karşılığında bir bedel (para) alması helâldir. Fakat bu durumda kadına mehir olarak verdiğinden daha fazlasını alması mekruh sayılmıştır (el-Cassâs, a.g.e, II, 93; el-Fetâvâ`l-Hindiyye, I, 488).
Hanefilerin de dahil bulunduğu çoğunluğa göre muhâlea yoluyla boşama, bir bâin (kesin) talâk sayılır. İmam Şâfiî ise muhâleayı boşama değil, fesih sayar. Bu konuda şu delillere dayanır: Âyetlerde şöyle buyurulur: "Talak iki defadır" (el-Bakara, 2/229). Âyetin devamında; "Kadının kurtulmak için bir bedel vermesinde, ikisine de bir günah yoktur" buyurulur. Aynı Sûrenin 229 ncu âyetinde ise; "Eğer koca karısını ikinci talaktan sonra bir defa daha boşarsa, bundan sonra kadın başka bir erkeğe nikâhlanmadıkça (ve ondan da ayrılmadıkça) ilk kocasına helâl olmaz" ifadeleri yer alır. Muhâlea da boşama sayılırsa, birbirine bağlantılı olarak gelen bu âyetlere göre talak (boşama) sayısı dört olur. Halbuki boşama üçten fazla olamaz. Hanefiler ise bu âyetlerdeki boşama çeşitlerini ivazlı (bedelli) ve ivazsız (bedelsiz) olmak üzere üç tane olarak kabul ederler. Çünkü muhâlea yeni bir boşama çeşidi değil, kinâyeli sözlerle yapılan bir boşama şeklinden ibarettir. Bu yüzden muhâlea sonunda fesih değil, bâin talak meydana gelir. Hz. Ömer, Hz. Ali ve İbn Mes`ud`dan muhâleanın bâin talak olduğu rivâyet edilmiştir (es-Serahsî, el-Mebsût, VI, 171 vd.).
Boşamaya ehil olan koca ve boşanmaya mahal olan kadın aynı zamanda muhâlea akdi yapmaya da ehildir. Bu akit sonunda kadın kendi malında tasarrufta bulunduğu için bu bir teberrua benzetilmiş ve hibe için aranan şartlar burada da aranmıştır. Bu yüzden muhâlea için kadının âkıl, bâliğ olması, ölümle sonuçlanan bir hastalığa yakalanmamış bulunması ve sefîh olması yüzünden hacr altına alınmış olmaması gerekir.
İslâm hukukçularının çoğunluğuna göre, eşler karşılıklı anlaşınca evlilik muhâlea yoluyla kendiliğinden sona erer. Ayrıca hâkimin hükmüne ihtiyaç bulunmaz .
HUMUS (BEYTÜL MAL`E KONULAN BEŞTE BİRLİK HİSSE)
Bir şeyin beşte biri. İslâm ordusu ile kâfirler arasında meydana gelen cihad harekatı esnasında elde edilen ganimet mallardan veya yerin altından çıkarılan define ve madenlerden alınıp hak sahiplerine verilmek üzere beytu`l-mâle konan beşte bir miktar anlamında bir İslâm hukuku terimi.
İslâm dini toplumda yoksulluk problemini kökünden çözecek gerekli tedbirleri almıştır. Mü`minler arasında hibe, karz ve tasadduk gibi gönüllü yardımlaşmalar teşvik edilirken zekât, öşür ve humus gibi devlet eliyle belirli kaynaklardan alınıp hak sahiplerine verilecek ekonomik potansiyeller de oluşturulmuştur. İslâm`ın zengin ve yoksul kesimi arasındaki tabii dengeyi kurabilecek güçteki bu sosyal yardımlaşma kurumları uygulandıkları devirlerde olumlu fonksiyon ifa etmişlerdir.
İslâm hukuku açısından beşte bir (humus) uygulaması iki alanda cereyan eder.
1) Savaş ganimetlerinden alınan humus.
Kur`ân`da şöyle buyrulur: "Eğer Allah`a ve hak ile batılın ayrıldığı gün, iki ordunun bu biri ile karşılaştığı (Bedir savaşı) günü kulumuza indirdiğimize inanmamışsanız, bilin ki, ganimet olarak aldığımız herhangi bir şeyin beşte biri Allah`a, Rasûlüne, O`nun hısımlarına, yetimlere, yoksullara ve (karşılıksız kalmış) yolcuya aittir. Allah her şeye hakkıyla Kadirdir" (el-Enfal 8/41).
Savaş sırasında, düşmandan ele geçirilen ganimet malların beşte dördü Allah yolunda cihâd eden savaşçılara taksim edilir. Geri kalan beşte bir ise, âyet-i kerimede belirlenen sınıflara dağıtılmak üzere ayırd edilir. Bu beşte birin (humus) dağıtım şekli konusunda iki görüş vardır:
Meşhur olan bu görüşe göre; ayrılan humus kendi içinde beş hisseye bölünür. Birinci hisse Hz. Peygamber (s.a.s)`e aittir. Kendisi bunu istediği şekilde sarf edebilir. O, bunun bir bölümünü aileşinin geçimi, geri kalanını ise toplumun yararı için harcardı. İkinci hisse, Hz. Peygamber (s.a.s)`in hısımlarından Haşimoğulları ve Muttaliboğulları`na aittir. Hz. Peygamber`e bunlarla aynı derecede hısım olan Abduşsemsoğulları ile Nevfeoğulları ise, bu hisseden bir şey almazdı. Çünkü bu sonuncular Mekke döneminde Hz. Muhammed (s.a.s)`e ve O`na destek olan amcası Ebû Talib ve ailesine karşı uygulanan ekonomik ambargo sırasında müşriklerle işbirliği yapmışlardı. Geri kalan üç hisse ise; yetim, miskin ve muhtaç duruma düşmüş yolcuya aittir. Hz. Peygamber`in sağlığında yapılan taksim şekli bundan ibarettir.
Hz. Peygamber`den sonraki humus uygulamasını şöylece tesbit edebiliriz:
a) Ebû Hanîfe`ye (6. 150/767) göre, Hz. Muhammed`in vefatından sonra kendisinin ve hısımlarının humustan hissesi sona ermiştir. Ancak yoksul düşerlerse kendilerine bu pay verilmeye devam edilir. Yani, onlar bu takdirde diğer yoksullar gibi muâmele görürler. Zengin durumda bulunanlara bundan herhangi bir şey verilmez. Bu takdirde humusun tamamı, diğer üç grup olan yetim, miskin ve yolculara dağıtılmak üzere beytülmale konulur.
b) İmam Mâlik`e (Ö. 179 795) göre, savaş ganîmetlerinin beşte birinin kimlere dağıtılacağı konusunda İslâm Devlet başkanı takdir yetkisine sahiptir. İsterse, âyette sayılan sınıfların tümüne, dilerse bir bölümüne verebilir.
c) İmam Şâfiî (Ö. 204/819) ve Ahmed bin Hanbel`e (ö. 241/855) göre, ganîmetlerin beşte biri, yine Hz. Peygamber hayatta imiş gibi beş`e eşit parçaya bölünür. Hz. Peygamber`e isabet edecek olan pay; toplumun yararı, savaş araç ve gereçleri alımı için harcanır.
İkinci görüşe göre humus, âyet-i kerimede belirtildiği üzere altı hisseye bölünür. Birinci hisse Allah`a aittir ki Peygamberimiz (s.a.s) bunu Kâbe`nin masrafları için ayırıyordu. Geri kalan beş hisse ise yukarıda belirtildiği şekilde taksim edilir. Birinci görüşe göre Allah ve Peygamberin hisseleri bir tek hissedir (Fahruddin er-Razi, Mefatîhu`l-Ğayb, XV, 164/165).
Bu konuda çeşitli hadisler nakledilmiş olup bir tanesi şöyledir: Ubade (r.a) der ki: Peygamber Efendimiz savaşların birinde bir koyun ağılının yanında askere namaz kıldırıp selâm verdikten sonra ayağa kalktı ve iki parmağının arasına bir yün parçasını alarak şöyle dedi: "Bu, sizin ganimetlerinizdendir. Benim sizinle birlikte bu ganimetlerde beşte birden (humus) başka bir hissem yoktur. Humus da yine size geri verilmektedir. Binaenaleyh siz de bir ipliği veya dikilmiş bir çaputu yahut bunlardan daha küçük veya daha büyüğünü dahi yerine koyun ve hainlik yapıp (haber vermeden) bir şey almayın. Zira hainlik dünya ve ahirette sahipleri için ayıp (ve rüsvaylık)`tır. Allah yolunda yakın ve uzak olan düşmanlarla savaşın ve Allah yolunda kınayıcıların kınamalarına aldırış etmeyin. Hazarda ve seferde Allah`ın koyduğu cezalan infaz edin; Allah yolunda cihad edin; zira cihad, cennet kapılarından büyük bir kapıdır ki Allah sizi onunla üzüntü ve kederden kurtarır" (Ahmed b. Hanbel, 5, 316).
Buhârî, Sahihinde, "İman" kitabının kırkıncı babını humusa ayırarak "Humusu ödemenin imandan olduğuna dair bab" şeklinde başlık atmış ve buna dair uzunca bir hadis zikretmiştir.
2) Rikaz denilen madenler ile definelerden alman humus:
Peygamberimiz (s.a.s) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmaktadır: "Hazinelerde humus vardır" (Buhârî, Musâkât, 3).
Bu hadisten de anlaşıldığı üzere yer altında bulunan hazinelerden de humus alınır. Hazineler ise üç kısma ayrılır: İslâmî döneme ait hazineler, cahiliyye (İslâm`dan önceki) döneme ait hazineler ve şüpheli hazineler. Bunların İslâmî hükümlerini şöylece özetlememiz mümkündür:
Öşre veya haraca tabi arazi içerisinde bir müslüman veya zimmî tarafından bulunup erimeye elverişli bulunan madenler ile eskiden gayr-i müslimler tarafından gömülmüş olan defineler, gerek çok ve gerek az olsun, vergiye tabidir. Binaenaleyh bunların beste biri beytülmâl namına alınır; geri kalanı da o araziye malik olanlara verilir. Şayet o arazi sahipsiz ise geri kalan miktar onları bulanlara aittir. Sahralar, dağlar ve mevat denilen ölü arazi sahipsiz sayılır. Bunların tarıma elverişli olanları, ya öşür arazisi (öşriyye) haraç arazisi (haraciyye) durumundadır.
Madenlerden yakut, zümrüt, firuze, kireç gibi erime ve basılma kabıliyeti bulunmayan şeylerden humus alınmaz. Bunlar bulundukları yerin sahibine aittir. Şayet sahibi olmayan memleket arazisinde bulunmuşlarsa tamamen beytülmâle ait olurlar.
Ebû Hanife`den bir rivayete göre bir kimsenin, kendi mülk hanesi ile öşriyye ve harâciyye olmayan mülk arazisinde bulduğu madenler tamamen kendisine ait olup, bunlardan humus alınmaz. Ebû Hanîfe`den başka bir rivayet ile Ebu Yusuf ve Muhammed`e göre bu tür madenlerden de humus alınıp beytülmâle verilir.
Cahiliyye devrine ait olan definelerin humusu beytülmâle, geri kalanı da bulunduğu arazi, fetih sırasında Devlet başkanı tarafından kime verilmiş ise ona veya onun mirasçılarına ait olur. Mirasçısı yoksa tamamen beytülmâle verilir. Fakat bu define, dağ ve sahra gibi sahibi olmayan bir yerde bulunursa, maden hükmünde olup beşte biri beytülmâle, geri kalanı ise bulan kimseye verilir. Velev ki bu kimse zimmî olsun. Şayet bu kimse müste`men ise bu define ona bırakılmaz. Eğer defineyi devletin izniyle çıkarmış ise, sözleşme şartlarına göre amel olunur.
Müslümanlara mı, cahiliyyeye mi ait olduğu şübhe edilen bir define, cahiliyyeden sayılıp onun hükümlerine tabi olur. Bir görüşe göre bu define hakkında "lûkata" (buluntu mal) hükümleri icra edilir.
Bir müslüman veya zımmî, daru`l-harp`te bir maden veya define bulsa bundan beytülmâl namına bir şey alınmaz. Fakat kuvvet ve menaa (savunma) sahibi bir topluluk, daru`l-harp`te böyle bir maden veya define elde etseler bunların humusu beytülmâle ait olur.
Denizden çıkarılan inciler, mercanlar ve saire süs eşyasından bir şey alınmaz; bunlar tamamen bulup çıkaranlara aittir. Velev ki bunlar, vaktiyle insanlar tarafından denizde bir define olarak saklanmış altın ve gümüş kabılinden olsunlar. Bu mesele Ebû Hanîfe ve imam Muhammed`e göre böyledir. Ebu Yûsuf`a göre ise bütün bunların humusu beytülmâle aittir.
Denizden çıkarılacak balıklardan vergi almamayacağı hususunda bütün müctehidler ittifak etmişlerdir (Ömer Nasuhî Bilmen, Hukuk İslâmiyye ve lstılahatı Fıkhıyye Kamusu, l V, 104-106)
Humus, beytülmâl`in önemli bir gelir kaynağını teşkil etmektedir. Zira beytülmâle toplanan mallar dört kısma ayrılır:
l) Humus (her iki kısmiyle);
2) Sadaka ve öşürler;
3) Haraç, cizye vb. gelirler;
4) Hiç varisleri olmayan ölünün mallariyle, sadece kocanın veya sadece karının varis olduğu durumlarda bunların hisselerinden geri kalan mal (Şemsuddin es-Serahsî, el-Mebsut, III, 17-18).
HUNSA
Erkeklik ve dişiliği tam olarak belli olmayan çifte cinsiyetli insan, er-dişi.
İnsanlar, ya erkek veya dişi olmak üzere iki sınıftır. Kur`an-ı Kerimde bu gerçek şöyle ifade buyrulur: "Adem ve Havva`dan bir çok erkek/er ve kadınlar üreten Rabbinizden korkun..." (en-Nisa, 4/`1).
"Ey insanlar! şüphesiz ki sizi, bir erkekle bir dişiden yarattık. Birbirinizle tanışasınız diye sizi milletlere ve Kabilelere ayırdık. Elbette ki Allah nezdinde en şerefli olanınız ondan en çok korkanınızdır" (el-Hucurât, 49/13).
Cenab-ı Hak, hayvanlar ve bitkiler alemini de çift çift yarattığını haber verir: "Düşünüp ibret alasınız diye, biz her şeyi çift çift yarattık" (ez-Zâriât, 51/49)."Yerin bitirdiklerinden ve bilmedikleri daha nice şeylerden bütün çiftleri yaratan Allah, noksan sıfatlardan münezzehtir" (Yâsin, 36/36)."Gökleri ve yeri yoktan var eden O`dur. O, sizin için kendi cinsinizden, hayvanlar için de kendi cinslerinden eşler yarattı. Allah sizi bu şekilde çoğalttı" (eş-Şûrâ, 42/11).
İşte bu ilahi prensibin bir istisnası olarak insanlar arasında nadir olsa, cinsiyet karışıklığı olan kimseler bulunur. Bunlardan bazılarında hem erkek, hem de kadın özellikleri bir arada olur. Bazan da iki cinsin de özelliklerini taşımaksızın, gaita veya cinsiyet organından dışarı atması gereken maddeleri, göbek yerinden ifraz ederler.
İşte bu gibi insanlar hunsa adını alırlar. Bunların, erkek veya dişi oldukları ortaya çıkarsa problem kalmaz. İslam ibadet ve muâmelelerinde sonuca göre işlem görürler. Ancak erkek veya kadın oldukları belirlenemezse hunsa-ı müşkil adıyla haklarında aşağıdaki hükümler cereyan eder.
Bir insanın hunsa olması halinde; o kişide ya iki uzvun bir arada bulunması veya her iki uzvun da bulunmaması haline bakarak iki durum düşünülür. Şöyle ki: Bir hunsa da iki cinsel uzuv da bulunmazsa kendisinde sakal veya memenin varlığıyla şüphe ortadan kalkar. İki uzuv da mevcutsa, idrar yeri hakem kılınır. Eğer erkeklik uzvuyla idrar yapıyorsa erkek sayılır. Kadınlık uzvuyla bevlediyorsa kadın olduğuna hükmedilir; diğer uzuv, zaid sayılır. Eğer iki uzuvdan da idrar yapıyorsa, idrarın ilk çıktığı uzva itibar olunur: diğerine itibar olunmaz (es-Serahsî, el-Mebsut XXIX, 91-92).
İki uzuvla bir anda idrarını yapıyorsa, kendisinden daha çok idfar çıkan uzva göre hüküm verilir. Bu Ebû Yusuf`la, İmam Muhammed`e göredir. Ebu Hanife bu son durum hakkında susmayı tercih etmiştir (Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk-ı İslâmiyye ve Istılâhât-ı Fıkhiyye Kamusu V, 367).
İki uzuvdan eşit miktarda bevl çıktığı taktirde ise Ebû Hanife`ye göre diğer belirtilerin ortaya çıkması beklenir. Şöyle ki, Erginlik çağında erkekler gibi ihtilâm olur veya erkek gibi cinsel ilişkide bulunursa, yahut sakalı çıkarsa erkek olduğuna hükmedilir. Bunun aksine kadın gibi ay hali görür ve memesi kabarıp ortaya çıkar memesinden süt iner veya gebe kalırsa yahut da kadınlar gibi cinsel ilişkide bulunursa kadın olduğuna hükmedilir. Bu son meselede Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed susmayı tercih etmişlerdir (es-Serahsî, a.g.e, XXlX, 104).
Hunsanın, erkeğe veya kadına meyletmesi ve ihtilam olması, hayız görmesi gibi gizli konularda kendi sözüne itibar edilir. Bununla da durum ortaya çıkar. Ancak sonradan ortaya çıkan durum, onu yalanlarsa bu sözleri geçerliliğini kaybeder. Erkek olduğunu iddia ettiği halde çocuk doğurması gibi (Bilmen, a.g.e, V, 368).
Hunsây-ı müşkil olup durumu belli olmayan bir kimse miras bırakanın ölümü hâlinde kendisinden önde başka mirasçı bırakmazsa tek başına bütün mala varis olur. Fakat kendisiyle birlikte başka mirasçı da bulunursa iki durumdan, daha kötü olanına (esveü`l-hâleyn) göre mirasa hak kazanır. Yani bir kere erkek, bir kere de kadın farz edilerek miras hissesi hesaplanır. Hangi durumda daha az miras alacaksa, ona göre işlem yapılır. Eğer her iki halde de mirasçı olamıyorsa, kendisine hiç bir şey verilmez.
Meselâ, bir ölünün varisleri bir oğlu ile bir kızından, bir de hunsây-ı müşkil bulunan bir çoğundan ibaret bulunsa, bu hunsaya bir kız payı verilir. Çünkü bundan fazlasını hakkettiği şüpheli olduğu halde, bu kız payını hakketmesi kesin olarak bilinmektedir.
Yine bir ölünün varisleri, kocasıyla ana baba bir kızkardeşi ve baba bir kardeşi bulunan bir hunsayı müşkilden ibaret olsa bu hunsaya erkek kabul edilerek pay verilmez. Çünkü iki durumdan kötü olanı onun erkek farz edilmesidir. Eğer kız kabul edilirse hisseye hak kazanır. Ancak kız olduğu da şüphelidir. Çünkü mirasa hak kazanma mirasçılığın kesin olarak bilinmesine bağlıdır (İbn Kudame, el-Muğnî, VII, 113, 121; es-Serahsî, el-Mebsut, XXIX, 91-114; es-Seyyid Sabik, Fıkhu`s-Sünne III, 454).
Hunsanın sünnet olması konusunda görüş ayrılığı vardır. Şafii bilginlerinin bir kısmı, buluğ çağına varmadan fercinden sünnet edilir derlerken, diğer bazıları ne olduğu ortaya çıkıncaya kadar beklenilmeşinin uygun olduğunu söylerler. Bu son görüş daha doğrudur. Mâlikiler de aynı görüştedir. Hanefilere göre ise, hunsayı erkek veya kadının sünnet etmesi mekruhtur. Onlar bu konuda sünnet için bir cariye tutulmasını doğru bulmuşlardır .
Hanbelilere göre ise, bulûğa erme sırasında fercinden sünnet edilir (Muhammed Mahmut Hattab es-Sübuki, el-Menhelü`l-Azbü`l-Mevrûd, 1, 196).
HURAFE, HURAFECİLİK
Uydurulmuş hikâye ve rivayet. Bu hikâye ve rivayetleri aktarına ve benimseme tutumu. Bunlar genellikle dinin bir parçası veya gereği olarak aktarıla geldiği gibi, benimseyenlerce de dindenmiş gibi benimsenmiş olan, gerçekteyse dinle ilgisi bulunmayan, sonradan katılmış hikâye ve rivayetlerdir .
Hurafenin bu durumuna açıklık getirebilmek için, dine sonradan katılan diğer unsurları anlatan kelimelere, kavramlara da kısaca değinmek gerekecektir. Bunları şöylece sıralayabiliriz:
a. Bid`atler: Kur`ân-ı Kerim ve Sünnet`te bulunmayan ve Ashabca da bilinmeyen, özellikle din esaslarına ilişkin sonradan çıkma kimi ibadet ve davranış biçimleri ve inanca yönelik yorumlar. Kur`ân-ı Kerîm`in "mahlûk" olup olmadığını tartışmak gibi...
b. İsrailiyyat: Kur`ân-ı Kerîm`deki kıssaların yorumu ve benzeri durumlarda ayrıntıya ilişkin bilgi vermiş olmak adına Kitab-ı Mukaddes, özellikle Tevrat ve Tevrat yorumlarından aktarılan bilgiler. Ehli kitap rivayetleri...
c. Batıl İnançlar: Dinde kesinlikle yeri olmayan, fakat günlük hayatta dinin bir parçasıymış gibi gösterilen ve gerçekte dindışı olan, hatta dinin özüne ters düşen kimi inanç ve davranış biçimleri. Nazar boncuğu takmak gibi . . .
d. Esâtîr: Eski batıl dinlerin inanç ve yorumlarından olup da, halkın arasında sürüp giderken, müslümanlaşma sırasında "Müslümanlaştırılarak" dine katılan mitolojik hikâyeler, efsaneler . . .
e. Hurafeler: İsrailiyyat ve esâtîrden olmadığı halde bütünüyle sonradan uydurulan ve genellikle İslâm`ın gerçeğiyle bağdaşmaz batıl inançları veya çarpık davranış biçimlerini telkin eden hikâyeler.
Nitekim, "hurafe" kelimesinin kökeni de, bu tür bir olayın adlandırılmasıyla ilişkilidir. Hurafe, gerçekle, Arap kabilelerinden Uzle`ye mensup bir şahsın adı olup, anlattığı inanılmayacak şeylere de (onun adına izafetle) `hadis-i Hurafe` denilmiştir. (Ferit Devellioğlu, Osmanlıca Türkçe Ansiklopedik Lügat, Hurafe Kelimesi).
İbarede geçen "hadis-i Hurafe"nin anlamı, "Hurafe`nin çıkardıkları, uydurdukları, ortaya attıkları, söyledikleri bütünüyle temelsiz hikâyeler"dir. Yukarıda sıralanan dine sonradan katılmış şeylerden "hikâye" türündeki İsrailiyyat`tan bir bölümü Tevrat`ta vardır. Bir bölümü ise Tevrat tefsirlerinde olup, bunlar ya esatîrden alınma ya da bütünüyle uydurmadır. Tevrat`ta bulunanların bir bölümünün de Tevrat`ın yeniden yazılması sırasında katılmış olması mümkündür. Bu itibarla, İsrailiyyat`ın büyükçe bir bölümünün gerçek Tevrat`la ilgisi olmadığı cihetle hurafe olarak değerlendirilmesi yanlış olmayacaktır. Semavî kökenli olmayan batıl dinlerin mitolojisinden kaynaklanma esatîr`in ise, apaçık bir hurafe olarak değerlendirilmesi gerekir. Çünkü, bu dinlerdeki her şey insanların uydurmasıdır. Bunlara ek olarak, sonraki yıllarda yeni yeni uydurulan hikâyeler de, hep, hurafe sınıfına dahildir.
Hurafecilik`e gelince: Bu deyim, ilk bakışta hurafeleri benimsemek gibi görünüyor olsa da, boyutları bu kadar değildir. Tabiin -hatta Ashabın son dönemi- devrinden itibaren, camilerde halka öğüt verenlerden kimileri daha çok dinleyici bulup, çıkar sağlamak için anlattıklarını hikâyelerle süslemeğe başlamışlar ve bu arada İsrailiyata başvurmakla yetinmeyip, kendileri de kimi hikâyeler uydurur olmuşlardır. Gerek hadis ve gerekse tefsir tarihlerinde kendilerinden "kıssacılar" olarak söz edilen bu kişiler, halkın dinin özünü unutarak hikâyelerle oyalanmasına yol açtıkları için dine büyük zarar vermişlerdir. Hurafecilik, işte o günden bu yana sürüp gelmiştir.
HÜRMET-İ MÜEBBEDE (EVLENMELERİ EBEDİ YASAK OLANLAR)
Hürmet; Evlenmeleri yasak olanların arasındaki haramlık; yasaklanmış olmak, mümkün olmamak. Müebbede; ebedî olarak, sonsuza kadar. Hürmet-i müebbede; "ebedî haramlık; sonsuza kadar mümkün olmamak". Bir İslâm hukuku terimi olarak; bir kimsenin kendileriyle evlenmesi ebedî olarak haram kılman bazı hısımları ifade eder. Buna, mutlak evlenme engelleri de denir. Bu engellerin menşei; dinî, ahlâkî, sosyal, tıbbî ve fizyolojik düşüncelere dayanır. Eski ilkel toplumların çoğunda bugünkü anlamda evlenme engelleri yoktur.
Çeşitli hukuk sistemlerinde, evlenme engelleri arasında esaslı yakınlıklar olduğu görülür. Meselâ; kilise hukuku ile, İslâm hukukunun evlenme engeli saydığı haller arasında esaslı bir benzerlik vardır. Bunların bazıları geçici engel teşkil eder, şartlar değişince engel de ortadan kalkar. Din ayrılığı veya başkası ile evli bulunmak gibi... Bir kısmı ise hiçbir şekilde ortadan kalkmayan sürekli engeller olup hürmet-i müebbede meydana getirirler (el-Kâsânî, Bedâyîu`s-Sanâyi`, II, 256 vd.; İbnü`l-Hümâm, Fethu`lKadîr, II, 357 vd.; İbn Rüşd, Bidâyetü`l-Müctehid, II, 28-42; el-Fetâvâ`l-Hindiyye, 1, 273 vd.; M. Zihnî, MünâkehâtşşşMüfarakât, s. 29-45).
Mutlak evlenme engelleri Nisâ Sûresi yirmiüçüncü âyette şöyle sıralanmıştır: "Analarınız, kızlarınız kızkardeşleriniz, halalarınız, teyzeleriniz, kardeş kızları, kızkardeş kızları ve sizi emziren süt analarınız, süt kardeşleriniz, karılarınızın anaları, kendileriyle zifafa girdiğiniz karılarınızdan olup himayelerinizde bulunan üvey kızlarınızla (evlenmeniz) size haram kılındı"
Bu âyetin hükmünden üç çeşit mutlak evlenme engeli ortaya çıkıyor. Kan hısımlığı, sihrî hısımlık ve süt hısımlığı.
Kan hısımlığı: Bir erkeğe nesep veya hısımlık sebebiyle dört grup kadın haram olur. Anası ve yukarıya doğru bütün nineler; kızı ve aşağıya doğru bütün kız torunları; kız kardeşi, erkek üvey kız kardeşinin aşağıya doğru kız çocukları. Burada erkek veya kız kardeşin ana baba bir, baba bir veya yalnız ana bir kardeş olması sonucu etkilemez. Halalar ve teyzeler, büyük hala ve büyük teyzeler ebedî evlenme yasağı kapsamına giren nesep hısımlarıdır.
Alman hukuku ile diğer bazı batılı devletlerin hukukunda amca, hala, dayı ve teyze ile yeğenler arasında evlenme engeli yer almamıştır. Macaristan`da kardeş çocukları da evlenmez. Katolik kilise hukukunda eskiden yedinci dereceye kadar kan hısımları arasında evlenme yasak idi. Sonradan bu da dördüncü dereceye kadar indirildi. Yani, usûl fürûu ve kardeşlerle bunların fürûu arasında cereyan eden bir engel halini aldı. Mûsevilerde, bir kimsenin yeğeni ve yeğen çocukları ile evlenmesi yasak değildir.
Sıhri hısımlık: Sıhriyet, eşlerden birini diğerine bağlayan hukukî bir rabıtadır. Sonradan boşanma veya ölümle evlilik sona erse bile, sıhri akrabalık ortadan kalkmadığı için, bu mutlak bir evlenme engeli teşkil eder. Bunlar dört grupta toplanabilir: Üvey kızlar, kayın valideler, üvey ana ve nineler ile gelinler bu engelin kapsamına girer.
Üvey kız; bir erkeğin evlendiği kadının başka bir erkekten olma kızıdır. Böyle bir kızın annesiyle evlenip, cinsî temas olduktan sonra,artık bu üvey kız, üvey babasına sonsuza kadar haram olur.
Kayın valideler: Bir erkek, evlendiği kadının annesi veya nineleri ile ebedî olarak evlenemez.
Üvey ana ve nineler de ebedî haramdır (en-Nisâ, 4/22).
Gelinler: Bir erkek, oğlunun veya torunlarının hanımı ile, boşanma veya ölümle gelinler dul kalsa bile artık evlenemez (en-Nisâ, 4/23).
Ebû Hanîfe`ye göre zina da evlilikte olduğu gibi sıhrî hısımlık meydana getirir. Buna göre, bir erkek bir kadınla zina edince, bu kadının annesi, ninesi... ile kızı veya kız torunları zina eden erkeğe haram olur. Zina eden kadın da, zina ettiği erkeğin usûl veya fürûu ile evlenemez. İmam Şâfiî ile İmam Mâlik`ten bir rivâyete göre zina sıhrî hısımlık doğurmaz ve dolayısıyla bir evlenme engeli meydana getiremez (es-Serahsî, a.g.e, IV" 204 vd.; el-Cassas, Ahkâmü`l-Kur`ân, II, 137; el-Mevsılı, el-İhtiyar, III, 88; Ö.N. Bilmen, İstilâhât-ı Fıkhiyye Kamusu, II, 97).
Süt Hısımlığı: İslâm hukuku, kan ve sıhriyet yoluyla hısımlıktan başka bir hısımlık daha kabul etmiştir. Kendinden olmayan bir çocuğu emziren kadınla o çocuk arasında süt hısımlığı doğar. Kadın süt ana, çocuk da süt evlat olur. Süt hısımlığı bazı istisnalar dışında kan hısımlığı ile aynı yasağı doğurur. Kilise hukukunda da mânevî hısımlık diyebileceğimiz buna benzer bir hısımlık vardır. Buna "vaftiz etme" denir. Vaftiz âdeti, vaftiz baba ve vaftiz ana ile vaftiz edilen çocuk arasında mânevî bir hısımlık doğurur ve bu hısımları birbirleriyle evlenemez (Halil Cin, İslâm ve Osmanlı Hukukunda Evlenme, s. 105; Hukuku A ile Kararnâmesi, madde 29).
Âyet-i kerimede yalnız süt ana ve süt kardeşten söz edilmiş (en-Nisâ, 4/23), diğer süt hısımlarına temas edilmemiştir. "Nesepçe haram olanlar süt cihetiyle de haram olurlar" (Buhârî, Şehâdet, 7; Müslim, Radâ, l) hadisi bu konudaki genel prensibi oluşturur. İslâm hukukçularının büyük çoğunluğuna göre, çocuğun ilk iki yaş içinde emdiği sut, hısımlık doğurur (el-Bakara, 2/233). Ebû Hanîfe`ye göre ise bu süre otuz aydır. Zira ".. (Çocuğun ana karnında taşınması ile sütten kesilmeşinin süresi otu: aydır" (el-Ahkaf, 46/15) âyeti buna delildir. Otuz ay, hem hamileliğin hem de sütten ayrılmanın ayrı ayrı süresidir. Ebû Hanîfe ile İmam Mâlik`e göre, haramlığın doğması için emilen sütün az veya çok olması arasında fark yoktur. Çünkü âyet ve hadiste emilecek sütün miktarı belirtilmemiştir. İmam Şâfii ise, beş doyurucu ve fasılalı emişi şart koşar. Dayandığı delil Hz. Âişe`den nakledilen ve emme sayısını on`dan beş`e indiren rivâyettir. Hz. Âişe bunu âyet olarak nakletmişse de ispât edilemediği için Kur`ân`a yazılmamış ve Şafiîlerce Kur`ân`a yazılıp okunması neshedilmiş fakat hükmü bâki kalmış âyetlerden sayılmıştır (Ahmed, Davudoğlu, Sahîh-i Müslim Tercemesi ve Şerhi, VII, 368, 369). Hanefilere göre bu, tilâveti de hükmü de mensûh âyet kabul edilmiştir (İbnü`l Hümâm, Fethu`l-Kadîr, Radâ bahsi).
Süt hısımlığı meydana gelince nesep bakımından hısımlık gibi mutlak evlenme engelleri doğar. Bunları şu prensipte toplamak mümkündür. Emenin kendisi, süt emzirenin nesline haram olur. Bunlar şu hısımlardır: Süt emen bir erkek çocuğunu esas alırsak; usûlü yani süt anası, süt ninesi.... süt kızı, süt çocuklarının kızları, süt kız kardeşi veya süt kardeşlerinin ilânıhaye kızları, süt hala ve süt teyze ile ebedi evlenme yasağı doğar.
Süt hısımlığı olan kimseler her nasılsa evlenmişlerse nikâhları Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed`e göre bâtıldır. Süt hısımları birbirine yabancı olmazlar. Bir fitne tehlikesi yoksa birbirine bakabılirler.
HURMET-İ MUSÂHARA(KAYIN PEDERİN ELİNİN ÖPÜLMESİ)
Kayınpederin eli öpülürken insanın aklına birşey gelirse kocasından boş olur diyorlar, doğru mudur?
Sözü edilen konu, Islâm Hukukunda "Hurmet-i musâhara" yani "Hısımlıktan Doğan Haramlık" terimiyle anlatılan şeydir ki, Hanefi mezhebine göre açıklaması şöyle dir: Birbirleriyle cinsel ilişkide bulunan, tenleri çıplak olarak ya da vücut sıcaklığını geçirecek kadar ince bir örtüyle birbirine değip şehvet duyan veya kadın erkeğin uzvuna, erkek de kadının uzvunun içine (iç fercine) bakıp yine şehvet duyan bir kadınla bir erkek sanki birbiriyle karı-koca imişler gibi aralarında "Hısımlıktan Doğan Haramlık" oluşur. Buna göre karı koca oldukları varsayımında hangi yakınlarının nikâhı kendilerine haramsa, onlar bu davranışla da haram olur, bu haram olanlardan birisi nikâhlısı ise boş olur. Meselâ, yanlışlıkla da olsa, bir baba, kızını, teni tenine değecek şekilde şehvetle tutsa, aralarında "hurmeti musâhara" oluşur ve kızı, faraza kendi karısı olsaydı, onun annesini nikâhlaması haram olacağı için, bu hareketiyle kızın annesi, yani kendi karısı kendisinden derhal ve ebediyyen boş olur. Yine aynı sebeple, meselâ kayınpeder gelinine dokunduğunda şehvet duysa, nasıl gelini kendi karısı farzedildiğinde, oğlu onunla evlenemez ise, bu olayla da gelini oğlundan kesinkes boş olur. Ancak bu sonucu doğuran şey, çıplak olarak değinildiginde, ya da söylediğimiz gibi uzuvlara bakıldığında şehvet duymuş olmaktır. Şehvet duymak ise, aklından kötü bir şey geçmiş olmak demek değil, erkek için, uzvunun dirilmesi, diri ise diriliğinin artması, kadın ya da ihtiyar erkek için ise kalbinin heyecanla çarpmasıdır. Bunlar olmadan söz konusu haramlık doğmuş olmaz.
Şimdi buradan sorunun öbür bölümüne geçelim. "Avret" meselesine: "Bakılması helâl olan yerin tutulması da helâldir" diye bir kural vardır. Bundan sadece yabancı kadınlar istisna edilir. Buna göre; Damat-kayınvalide ve gelin-kayınpeder birbirlerinin eline, koluna, saçına... bakabileceklerine göre, birbirlerinin buralarına dokunmaları dolayısıyla ellerini öpmeleri ve tokalaşmaları da helâldir. Ancak çok az ihtimalle de olsa, sözünü ettiğimiz sonuca sebep olunabileceği ve bu yolla aileler yıkılabileceği için, damadın kayınvalidesinin, gelinin de kayın pederinin elini öpmesi; en azından Hanefi mezhebinde hoş olmayan bir davranış ve edep tarzı olarak görülmüştür. Sözkonusu haramlığın oluşmâsı için ergin olmak şartı da yoktur. Şehvet duyulabilecek yaşta olmak (müstehât) yeterlidir. Şâfiîlerde ise "Hurmet-i musâhara" bu sebeplerle oluşmaz; ancak helâl olan ilişkilerle oluşur. Yani Sâfîilere göre bir erkek bir kadına dokunma değil, onunla zina da etse; onunla arasında "hısımlık haramlığı" oluşmaz. Çünkü helâl, haram yollarla ortadan kalkmaz.
HÜRMET-İ MUSÂHARE (EVLENME YASAĞI OLANLAR)
Evlenme sonucu meydana gelen akrabalarla evlenme yasağı. Sıhriyete dayanan haramlık. Sıhriyet, eşlerden birini diğerine bağlayan hukuk; bir râbıtadır. Sonradan boşanma veya ölüm sebebiyle evlilik sona erse bile sıhfi akrabalık devam ettiği için, bu, mutlak bir evlenme engeli teşkil eder.
Kur`ân-ı Kerîm`de evlenme engeli doğuran sıhrî hısımlar dört gruba ayrılır. Üvey kızlar; Bir erkeğin evlendiği kadının, başka kocadan olma kızları, oğlunun kızları yahut kızının kızları bulunursa, üvey baba bunlarla ebedî olarak evlenemez."... Kendileriyle zifafa girdiğiniz karılarınızdan olup himayelerinizde bulunan üvey kızlarınızla evlenmeniz size haram kılındı" (en-Nisâ, 4/23). Bu engelin doğması için üvey baba ile, kızın annesinin cinsi temasta bulunması veya sahîh halvetin olması gerekir.
Kayın vâlideler: Bir erkek evlendiği kadının anası ve nineleri ile ebedî olarak evlenemez. Kendi evliliği boşanma veya ölümle sona erse bile engel devam eder. "...Eşlerinizin anneleri.. . ile evlenmeniz size haram kılındı" (en-Nisâ, 4/23).
Baba ve dedenin kızları: Bir kimse babasının ve dedelerinin karısı ile, yani üvey ana ve nineleriyle evlenemez. "Babalarınızla evlenmiş olan kadınlarla evlenmeyin. Ancak (Câhiliyyet devrinde geçen) geçmiştir. şüphe yok ki o, bir hayasızlıktı" (en-Nisâ, 4/22). Bir kadının üvey baba ve dedeleriyle evlenmemesi hususu ilk maddede incelenmişti .
Gelinler: Bir kimse oğlunun karısı veya torunlarının karısı ile evlenemez. Âyette; "Kendi sulbünüzden gelmiş oğullarınızın karısı sizlere haram kılındı" (en-Nisâ, 4/23) buyurulur. Buna göre himaye veya evlatlık maksadıyla alınan çocuklarla, himayeye alan arasında bir evlenme engeli doğmayacağı gibi, himayedeki bir erkeğin karısı ile himaye eden arasında da sıhrî bir hısımlık doğmaz.
İslâm hukuku temelde evlatlık müessesesini kabul etmemiştir. Câhiliyye devrinde evlât edinme çok yaygındı. Evlât edinen, evlatlığının karısıyla evlenemiyordu. Kur`ân yerleşmiş bu cahilî adeti ilelebed kaldırmak, Allah`ın rızasına uygun olanı yerleştirmek için Hz. Zeyd`in boşadığı hanımı Zeyneb`i Hz. Peygamber`e nikahlamıştır.
Diğer yandan zina ile sihrî evlenme engelleri doğar mı? Bu konuda iki görüş vardır: Ebû Hanîfe`ye göre, zina aynen evlilik gibi sihrî hısımlık meydana getirir. Çünkü nikâh cinsî temas anlamına gelir. Bunun meşrû veya gayr-i meşrû olması arasında bir fark yoktur. Hatta, bir kadını yalnız şehvetle öpmek veya okşamak, tenasül uzuvlarına bakmak evlenme yasağı doğurmaya yeterli sayılır. Aynı şey kadın için de geçerlidir. Böylece bir erkek bir kadınla zina edince, bu kadının annesi, ninesi... ile kızı ve kız torunları zina eden erkeğe haram olur. Aynı şekilde, zina eden kadın da, zina ettiği erkeğin usûl ve furûu ile evlenemez. Ahmed b. Hanbel ile İmam Mâlik`ten bir rivâyete göre de zina sıhrî hısımlık meydana getirir.
İmâm Şâfiî ve İmam Mâlik`ten diğer bir rivâyete göre, zina, sıhrî hısımlık doğurmaz ve dolayısıyla bir evlenme engeli meydana getirmez. Çünkü nikâh akit anlamındadır. Bu bakımdan, bu husustaki nassların akitle ilgisi olmayan gayri meşrû ilişkilerin şümûlü yoktur. Diğer yandan haramın, helalı haram hale getirmeyeceği hadisle sabittir. Sıhrî hısımlık eşler için bir nimet ve kolaylıktır. Daha önce hiç görüşüp tanışmayan kimselerin samimiyetle ve bir âilenin fertleri olarak görüşmelerini sağlar. Onları çeşitli fitnelerden korur. Zina edenlerin ise bu sıhrî hısımlık nimetinden yararlandırılması düşünülemez. Bununla birlikte Şâfiîlerde bu çeşit sıhrî hısımlarla evlenmek mekruh sayılmıştır (es-Serahsî, el-Mebsût, IV, 204 vd.; el-Cassas, Ahkâmü`l-Kur`ân, ll, 137; eş-Şîrazî, el-Muhezzeb, l l, 45; eş-Sevkânî, Neylü`l-Evtâr, VI, 57; el-Mevsılî, el-İhtiyâr, 111, 88; Bilmen, Astilâhât-ı Fıkhiyye Kâmusu, II, 97; Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslâm Hukuku, İstanbul, 1983, s. 215. 216).
İslâm`da evlilik dışı cinsî yakınlaşmanın evlenme engeli doğurması, yüksek ahlâkî düşüncelerle kabul edilmiştir. Aile fertleri arasına fitne sokacak ve onları bunalıma itecek davranışlar yasaklanmıştır. Diğer yandan yakın akraba ile evlenmenin tıbbî ve fizyolojik zararları düşünülürse, aynı tehlikenin zina mahsulü çocuklar hakkında da söz konusu olduğu anlaşılır .
Evlilik dışı ilişkilerden bir evlenme yasağı doğacağı görüşü modern hukuka girmemiştir. Evlilik dışı çocuğun nesebi, babanın çocuğun kendisinden olduğunu kabul etmesi, hâkimin çocuğun babaya ait olduğuna karar vermesi sonucu babaya bağlanırsa, evlenme engeli doğabilir.
HUTBE
Konuşma, cemaate konuşma yapmak, Allah`a hamd, Rasûlüne salat ve selam getirmek ve müminlere duadan ibaret olan bir zikirdir. Hutbe farzdır ve Cuma ve bayram namazlarının yerine getirilme şartlarından birisidir.
Cuma ile ilgili, "Ey iman edenler, cuma günü namaz için çağırıldığınız zaman hemen Allah`ı zikretmeye koşun ve alış-verişi bırakın" (Cuma, 62/9). Âyette sözü edilen zikr bilginlere göre hutbedir veya hutbe ile birlikte namazdır. Buna göre hutbe de Cuma namazı gibi farzdır ve hutbe okunmayan Cuma namazı eda edilmiş sayılmaz (Molla Hüsrev, Dürerü`l Hukkâm, İstanbul 1307, 1, 138). Ayrıca ümmetin bu konuda icma`ı da bulunmaktadır. Çünkü Hz. Peygamberden günümüze kadar, cuma namazları hutbeli olarak kılma gelmiştir.
Hutbe`nin Cuma günü ve namazı için son derece ayrıcalıklı ve önemli bir yeri vardır. Hatta Hazreti Âîşe`den Cuma namazının sırf hutbeden dolayı iki rekat olduğu rivayet edilmiştir. Hutbe`nin bir takım şartları ve edebleri bulunmaktadır. Bunlar sünnete göre belirlendiği için önce Hz. Peygamber (s.a.s)`in hutbede izlediği yolu ve bazı hutbelerini bilmekte yarar vardır.
İlgili rivayetlere göre Hz. Peygamber hutbeye çıktığında çok defa heyecanlanır gözleri kızarır, sesi yükselir ve bir orduyu uyarırmışçasına sert bir edâ ile kıyametin yakınlığından ve mutlaka kopacağından söz ederdi."Emmâ ba`dü" dedikten sonra "sözün en hayırlısı Allah`ın kitabıdır, yolun en hayırlısı Muhammed`in yolu dur, işlerin en fenası uydurulup dine katılanlardır ve her bid`at sapıklıktır" derdi. Yine, "Ben her mü`mine kendisinden daha yakınımdır. Kim vefat eder de geride borç ve bakıma muhtaç çoluk çocuk bırakırsa bu bana aittir, benim borcumdur" buyururdu.
Hutbesine Allah`a hamd, sena ve şehadetle başlar ve yukarıdakilere benzer sözler söylerdi. Hutbeyi kısa okur, namazı uzatır, Allah`ı çok anar ve sözcükleri az, anlamı derin ifadeler seçmeye özen gösterirdi. "Kişinin hutbeşinin kısa, namazının uzun olması, dinî anlayışının bir işaretidir" buyururdu.
Hutbede Ashabına İslâm`ın esaslarını öğretir, gerektiğinde onlara bazı şeyler emreder, bazı şeyleri de yapmamalarını söylerdi. Nitekim hutbe okurken camiye giren adama iki rekat namaz kılmasını emretmiş, halkın omuzlarına basarak ilerleyen birisine de "böyle yapma, otur" demiştir. Bir soru sorulduğunda veya başka bir nedenle konuşmasını keser, soruya cevap verir, sözlerine sonra devam ederdi. Gerekirse minberden iner, sonra tekrar çıkar ve hutbesini tamamlardı. Nitekim Hz. Hasan ve Hüseyin için hutbeyi bölmüş, minberden inmiş, onları alıp tekrar minbere çıkmış ve konuşmasına dönmüştür. Cemaat içinde ihtiyaç sahibi birisini gördüğü zaman halkı onun yardımına çağırır, yardımlaşmaya teşvik eder, Allah`ı andıkça şehâdet parmağı ile işaret eder, ellerini kaldırıp yağmur duası yapardı.
Cuma günü, gerekiyorsa biraz bekler, cemaat toplanınca mescide girer, cemaata selam vererek minbere çıkar, minbere çıkınca yüzünü kıbleye çevirerek dua etmez, yüzünü halka çevirerek otururdu. Hazreti Bilal ezan okuyunca da kalkıp hutbesine başlardı.
İbn Hişâm`ın nakline göre Rasûlüllah (s.a.s)`in ilk hutbesi şöyledir: "Hamd ü senadan sonra: Ey insanlar! Kendiniz için hazırlık yapın. şüphesiz biliyorsunuz ki her biriniz ummadığınız bir anda ölecek, sürüsünü çobansız bırakacak, sonra da Rabbi, arada perdeci ve tercüman olmaksızın ona şöyle diyecektir:"Sana Rasûlüm gelip dini tebliğ etmedi mi? Ben sana mal verip ihsanda bulunmadım mı? Sen kendin için buraya ne hazırladın?" Kul, sağına soluna bakar, hiç bir şey göremez. Sonra önüne bakar, cehennemi görür. Kim yarım hurma ile de olsa bu ateşten kendini koruma gücüne sahipse hayır işlesin. Bunu da bulamayan güzel söz söylesin. Çünkü bu sebeple bir hayır on`dan yediyüz`e kadar katlanarak mükafatlandırılır. Allah`ın selam, rahmet ve bereketi üzerinize olsun."
Yine İbn Hişam`a göre Hz. Peygamber`in ikinci hutbeleri de şöyledir: Allah`a hamd ve senadan sonra: "Sözün en güzeli Allah`ın kitabıdır. Allah`ın, gönlünü onunla (Kur`an`la) süslediği, küfürden sonra İslâm`a soktuğu Allah`ın kitabını diğer beşeri sözlere tercih eden kimse şüphesiz kurtuluşa ermiştir. O, sözün en güzeli ve en üstünüdür. Allah`ın sevdiğini seviniz, Allah`ı bütün gönlünüzle seviniz. Allah`ın kitabından ve Allah`ı anmaktan usanmayınız; gönüllerinize bundan bıkkınlık gelmesin. Çünkü bu, Allah`ın bütün yarattıklarından seçilip süzülmüştür. Allah ona "seçtiği amel", bu ibadeti yapanlara "seçtiği kul" ve sözler arasında "en iyi söz" adını vermiştir. İnsanlara verilenler arasında haram ve helâl de vardır. Allah`a kulluk edin ve O`na ortak koşmayın. Ona tam manasıyle saygı gösterin. Ağzınızla söylediklerinizin iyi olanlarında Allah`a sadakat edin, ilahî ruh ile aranızda sevişin; birbirinizi sevin, Allah kendisine verilen sözün bozulmasına gazab eder. Allah`ın selamı üzerinize olsun."
Müctehid ve bilginler gerek Cuma hakkındaki hadisleri, gerek Rasûl aleyhisselamı uygulamasını göz önüne alarak hutbenin esasını teşkil eden rükünler ile sahih bir hutbede uyulması gereken şartları ve hutbenin adabını tesbit etmişlerdir.
Hutbenin rüknü:
Hutbenin rüknü Cenab-ı Hakk`ı zikirden ibarettir. Hutbe iki bölümden oluşur: Birinci hutbe müslümanlara vaz ve nasihat ikinci hutbe müslümanlara duadır. Her birinde Allah`a hamd ve sena Allah`ın birliğine, Hz. Muhammed`in Peygamberliğine şehadet ve Peygambere salavât vardır. Hanefi fakihleri "Allah`ın zikrine koşunuz" (el-Cuma`a, 69/2) âyetindeki hükmün mutlak olduğunu ve namazı da hutbeyi de kapsamına aldığını söylerler.
Hutbenin şartları:
Vakit içinde olmak, Namazdan önce, Hutbe niyetiyle Cemaat huzûrunda okunmak (yani hutbe okunurken üzerine cuma farz olanlardan bir kişi bile olsun, cemaatın olması gerekir). Hutbe ile namaz arası başka bir şey ile kesilmemeli (Molla Hüsrev Düreru`l-Hukkâm, İstanbul 1307, 1, 138; İbn Abidin, Reddül-Muhtar, Terc A. Davutoğlu, İst, 1983111, 304 vd.).
Hutbenin sünnetleri:
Hatip, hutbeye başlamadan önce minber tarafında bulunmak. Minbere çıktığında cemaate dönüp oturmak ve okunacak ezanı dinlemek. Hatibin huzurunda ezan okumak. Ezandan sonra, hatip cemâat karşısında her iki hutbeyi ayakta okumak.
Birinci hutbeye Allah`a hamd-ü senâ, "El-Hamdü li`llâh." ile başlamak
Şehadeteyni "Eşhedü en lâ ilahe... ve eşhedü enne Muhammedun..." okumak ve Peygambere salavat getirmek. Müslümanlara dünya ve ahiretlerine yarayacak, onları dünya ve ahirette saâdete kavuşturacak vaaz ve nasihatlarda bulunmak. Kâfirlerin zulmünden kurtarması için dua etmek.
Eûzü-Besmele ile bir âyet okumak. Hutbeyi ikiye ayırmak ve iki hutbe arasında az bir miktar oturmak.
İkinci hutbede de, evvelki hutbe gibi, hamdele, salvele ile başlamak. İkinci hutbede Müslümanlara mağfiretle afiyet ve cihad`ta başarılı olmaları için de dua etmek. Her iki hutbeyi kısa okumak. İkinci hutbede sesi kısmak. Hutbeyi, cemaâtin işitebileceği bir sesle okumak. Hutbe okunurken cemâat başka bir şeyle meşgul olmayıp yalnız hutbeyi dinleyecektir. Hutbe anında söz söylemek veya söyleyene sus demek, ve yahut namaz kılmak tahrimen mekruhtur. Hutbede hazır bulunanların iki tarafa bakmaları da mekruhtur (el-Fetâvâ`l Hindiyye, Beyrut, 1400,1,146, 147).
Her ne suretle olursa olsun Cuma`ya gidemeyen kimselerin o gün şehir dahilinde ve cemaâtle namaz kılmaları tenzîhen mekrûhtur. Fakat Cuma namazı kılınmayan köylerde ve bâdiyelerde bulunanların Cuma günü öğle namazını cemâatle kılmaları kerâhetsiz olarak câizdir.
Özrü olanların Cuma günü öğle namazını Cuma namazı kılındıktan sonraya bırakmaları sünnettir. Cuma namazı kılınmadan kılarlarsa tenzihen mekrûhtur.
İmama teşehhütte ve yahut sehiv secdesinde yetişebilmiş olanlar, imam selam verdikten sonra Cuma`yı tamamlarlar. Cuma namazının herhangi bir anında secdeşinin teşehhudünde bile olsull, imama yetişebilenler, Cuma namazına yetişmiş sayılırlar. Birinci ezanı işitenlerin alış verişi bırakıp Cuma`ya koşmaları vâcibdir.
Cuma günü, Müslümanlar için bir bayramdır. Onun için Perşembe akşamından itibaren Cuma hazırlığı yapmak, çoluğunu, çocuğunu yıkayıp temizlemek, tırnaklarını kesmek, Cuma için yıkanmak İslâm âdâb ve ahlakındadır. Câmiye giderken temiz elbiselerini giymek, güzel kokular sürünmek de böyledir. Bunlara çok dikkat etmek lâzımdır. Hz. Peygamber (s.a.s) bunlara çok önem vermiştir. Her Cumâ günü Cumâ için gusletmenin fazîleti hakkında Peygamberimizin emir ve tavsiyeleri pek çoktur.
Bayram Hutbesi:
Bayram namazı, üzerine Cum`a namazı farz olan her yükümlüye vaciptir (el-Merginânî, el-Hidâye, Kahire 1965, 1, 85).
Bayram namazından sonra hutbe okunması ve onun dinlenmesi ise sünnettir. Ebû Saîd (r.a)`den yapılan rivâyete göre; o şöyle demiştir: "Rasûlüllah (s.a.s), ramazan ve kurban bayramı günü musallaya çıkardı. ilk önce namaza başlar, sonra bitince kalkar cemaatin karşısına geçerdi. Cemaat saflarında oturmuş olduğu halde onlara vaaz eder, tavsiyelerde bulunur ve onlara emirler verirdi. Eğer herhangi bir tarafa asker göndermek isterse gönderir, emredeceğini emreder, sonra dönerdi." Ebu Said (r.a) devamla şöyle demiştir: "İnsanlar, Medine emiri olan Mervan`la birlikte kurban veya ramazan bayramına çıktığımız zamana kadar bu şekle devam ettiler.
Mervan`la namazgâh`a çıkınca Kesir ibni`s-Salt`ın yaptığı minber karşımıza çıktı. Mervan namaz kılmadan önce minbere çıkmak istedi. Elbisesini çektim. O da benden kurtularak minbere çıktı. Namazdan önce hutbe okudu. Ben de; "Vallahi sünnete uygun olan şekli değiştirdiniz" dedim. Mervân; Ey Ebu Saîd, senin bildiğin devir geçti, dedi. Ben de; Vallahi benim bildiğimden daha hayırlı bir şey bilmiyorum, dedim. Mervân: Namazdan sonra cemaat oturup bizi dinlemiyor. Ben de hutbeyi namazdan önceye aldım, dedi " (Buhârı, ldeyn, 6/, 26, Zekât, 44, Hayz, 6; Müslim, İdeyn, 13; Nesaî, İdeyn, 20).
Asıl duâ hutbenin kendisidir. Hatib ilk sünneti kılınca hutbeye çıkar. minberin durumuna göre uygun bir basamakta oturur iç ezanı dinler. Sonra ayağa kalkarak birinci hutbenin metnini okur:
El-hamdü lillahi rabbi`l alemin. Vessaletü vesselemü ala rasulina muhammedin ve ala alihi vesahbihi ecmain. Neşhedü enlailahe illallahü veneşhedü enne seyyidina vemevlana muhammeden abdühü verasuluhu ibadellahi ittegû vellezine um vadıûhu. İnnellahe meallezinettegû vellezine hüm muhsinûne. Galellahü teaüla fi kitabihilkerimi.
Bundan sonra eûzü-besmele ile birlikte hutbenin konusuna uygun bir âyet ve bazı hadisleri okunur, mü`minlere öğüt verilir ve birinci hutbe şöyle bitirilir:
Ela inne ehsenel kelami ve ebleğannizami kelamüllahilmeliki`l azizi`l allami kema galellahü tebareke veteala fil`kelami, ve iza gurie`l gurânu festemîu lehu veensitu leallekum türhamune. Eûzü billahi mine`ş şeytanirracimi bismillahirrahmanirrahim.
Hatib, bundan sonra her hutbenin sonunda konu ile ilgili bir âyet-i kerime okur ve oturur ve ellerini açarak sessizce şöyle bir dua yapar: tebarekellahü lena veleküm veliseirilmüminine velmüminâti bifazlihi ve rahmetihi innehü garibün mühibü`d deaveti
Hatib, bu duadan sonra ayağa kalkar ve sesli olarak aşağıdaki ikinci hutbeyi okur:
Elhamdülillahi hamdelkamiline vessaletü vesselamü ala rasûlinâ muhammdün ve ala alihi ve eshabihi ecmaîn. Te`zîmen linnebiyyihi ve tekrimen lifehameti şeni şerefin safiyyetin fegale azze ve celle min gailin muhbiran ve âmiran innallahe ve malaiketühü yusallune alennebiyye ya eyyehellezine emenû sallû aleyhi vesellimu teslimen, allahümme salli... kema salleyte... ilh.. allahümme barik... ilh..
Hatib, sonra ellerini açar ve sesini biraz alçaltarak şu duayı okur:
Allahümme ve erza anilerbeatilhulafai seyyidina ebi bekrin ve umera ve usmane ve aliyyi zevissidgi velvefei vebegiyyetilaşereti ve âli beytilmustafe ve anilensari velmuhacirine vettebiine ile yevmilcezai. Allahümmeğfir lilmüminine velmüminati velmüslimine velmüslimati allahümme rabbena etina fiddünya haseneten ve filahirati haseneten ve gına azebennar birahmetike ya erhamerrahimine ve selamün alel mürseline velhamdülillahi rabbil alemin.
Hatib, daha sonra gizlice "eûzübesmele" çeker ve yüksek sesle aşağıdaki âyet-i kerimeyi okuyarak minberden iner ve Cuma namazını kıldırır.
İnnallahe ye`mürü biladlı velihsani ve îtei zilgurbâ ve yenha anil fehşai velmunkeri velbeğyi yeizuküm lealleküm tezekkürun.
Anlamı: "Şüphesiz ki Allah, adaletli davranmayı, iyilikte bulunmayı ve akrabalara yardım etmeyi emreder. Fuhşu, kötülüğü ve zulmü yasaklar. Allah, sizlere düşünüp yapasınız diye öğüt verir" (en-Nahl, 16/90).
HUTBE TÜRKÇE OLARAK OKUNMAKTADIR. ARAPÇADAN BAŞKA BİR DİL İLE HUTBE OKUMAK CAİZ MİDİR?
Hanefi mezhebine göre Hutbenin bir tek rüknü vardır. O da Allah`ı zikretmektir. Zikrullah olduğu zaman hutbe sahih sayılır. Buna göre Hanefi mezhebinde hutbenin Arapça ile okunması şart değildir. Şafii mezhebine göre ise hutbenin beş rüknü var:
1- Her iki hutbede Allah`a hamd etmek,
2- Her iki hutbede Peygamber`e salavat-ı şerife getirmek,
3- Her iki hutbede takvayı tavsiye temek,
4- İki hutbenin birisinde ayet okumak,
5- Son hutbede seslice Müminlere dua etmek.
Bu beş rüknün Arapça olarak okunması ve kırk kişinin işitmesi lazımdır. Bu beş rüknün dışında, aradaki öğüt ve nasihatın herhangi bir lisan ile yapılmasında beis yoktur.
HAC
İslâm`ın temel ibadetlerinden biri. Arafat`ta belirli vakitte bir süre durmaktan, daha sonra Kâbe-i Muazzama`yı usûlüne göre ziyaret etmekten ibaret olan ve İslâm`ın şartlarından birisini teşkil eden ibadet.
Hac, HCC kökünden bir mastar olup; müslümanlara göre, bir farzın edası, hristiyanlara göre ise ibadet ve teberrük amacıyla mukaddes toprakları ziyaret etmek, demektir. Kur`an-ı Kerîm`in 22. suresinin adı da "Hac Suresi"dir.
Hac ibadeti maksadıyla ziyaret edilecek olan yerler; Kâbe, Arafat ve çevresidir. Zamanı ise hac ayları diye isimlendirilen; Şevval, Zilkâde ve Zilhicce aylarıdır. Hac`da her fiil için özel zamanlar vardır. Ziyaret tavafının, kurban bayramı sabahından, ömrün sonuna; Arafat`ta vakfenin ise, arefe günü zevalden, kurban bayramı sabahı şafak sökünceye kadar yapılabilmesi gibi. Diğer yandan bu büyük ziyarete hac niyetiyle ve ihramlı olarak yönelmek de gereklidir.
Ebû Hureyre`den (ö. 58/677) şöyle dediği nakledilmiştir: "Allah elçisine hangi amelin daha faziletli olduğu sorulunca şöyle buyurdu: Allaha ve Resullüne iman`. Sonra hangisi? denildi. Allah yolunda cihad`, buyurdu. Sonra hangisi sorusuna ise; "mebrûr hac", cevabını verdi" (Buhârî, Cihad l; Hac, 4, 34, 102; Umre, 1; Müslim, İman,135,140; Tirmizî, Mevâkît, 13, Hac, 6,14, 88; Dârimî, menâsik, 8, Salât, 24, 135).
"Umre, ikinci bir umreye kadar olan günâhlara keffârettir. Mebrûr haccın karşılığı ise ancak cennettir" (Nesaî, Hac, 3, Zekat, 49, İmân, 1; Dârimî, Menâsik, 7, Salât, 135; Tirmizî, Hac, 6; Ahmed b. Hanbel, I, 387, III,114, 412, IV, 342). Mebrûr hac; kendisine hiçbir günâh karışmayan, eksiksiz olarak ifa edilen makbul hac, anlamına gelir.
eş-Şevkânî (ö. 1255/1839) amellerin fazileti ile ilgili birbirinden farklı olan hadisleri, Hz. Peygamber`e soru soran muhatabın durumuna göre verilmiş cevaplar olarak değerlendirir (eş-Şevkânî, Neylü`l-Evtâr, el-Matbaatü`l-Osmâniyye, Mısır (F.Y), IV, 282 vd.). İmam Mâlik (ö.179/795)`e göre, farz hatta nafile hac düşman korkusu olmadıkça cihaddan daha üstündür. Ancak düşman korkusu olursa, cihad, nafile hactan önde gelir (ez-Zühaylî, el-Fıkhu`l-İslâmî ve Edilletüh, Dimaşk 1985, III, 11).
Hac ve umre ile, her yıl Kabe`nin ihyâsı gerçekleşir. Umre`yi bir yılın veya ömrün herhangi bir gününde ifa imkânı vardır. Umre, belirli günlerde yapılabilen hac ibadetinden daha kolaydır. Hac küçük günâhlara keffâret olur ve ruhu ma`siyet kirlerinden temizler. Hatta bazı Hanefi bilginlerine göre, büyük günâhları da örter. Mebrûr hac yapanın cennete gireceğini bildiren hadisle, yine Hz. Peygamber`in şu hadisleri bu konuda önemli delil teşkil eder. " Kim hac yapar, bu esnada cinsî temastan korunur, çirkin söz ve davranışlardan uzak durursa, annesinden doğduğu gündeki gibi günâhlarından kurtulur" (Buhârî, Muhsar, 9,10; Nesaî, Hac, 4; İbn Mâce, Menâsik, 3; Dârimî, Menâsik, 7; Ahmed b. Hanbel, II, 229, 410, 484, 494). "Hac ve Umre yapanlar Allah`ın misafirleridir. O`ndan birşey isterlerse, onlara cevap verir. Af isterlerse, onları affeder. " (İbn Mâce, Menâsik, 5). "Allah`ım, hac yapanı ve hacının kendisine dua ettiği kimseleri mağfiret et" (İbn Huzeyme, Sahîh; el-Hâkim).
Kâdî Iyâz (ö. 544/1149) şöyle demiştir: Ehli sünnet, haccın büyük günâhlara, ancak tövbe edilirse keffâret olacağı konusunda görüş birliği içindedir. Namaz ve zekât gibi Allah`a ait veya para borcu gibi kula ait bir borcun düştüğünü söyleyen bilgin yoktur. Kul hakları zimmette devam eder. Allahu Teâlâ kıyamet günü hak sahiplerini, haklarını almak üzere toplar. Ancak yüce yaratıcının bu alacaklılara vereceği birtakım nimetlerle onları razı etmesi ve bir ikram olmak üzere borçlulara müsamaha göstermesi de mümkündür (ez-Zühaylî, a.g.e., III, 12).
Hac ibadeti, dünyanın çeşitli yörelerinden, renk, dil ve ülke ayırımı gözetilmeksizin, milyonlarca müslümanı bir araya getirir. Tanışıp, görüşmelerine, ekonomik bakımdan bütünleşmelerine, düşmanları karşısında tek saf hâlinde yardımlaşmalarına zemin hazırlar. Böylece, şu ayetlerdeki mana tecelli eder. "İnsanları hacca davet et ki, gerek yaya olarak ve gerekse uzak yollardan gelen çeşitli vasıtalarla sana varsınlar. Böylece onlar dünyevî ve uhrevî menfaatlerini görsünler ve belli günlerde, Allah`ın kendilerine rızık olarak verdiği hayvanları kurban ederken, Allah`ın adını ansınlar. Siz de onlardan yeyin, yoksula ve fakire yedirin " (el Hac, 22/27, 28).
Hac, dünyanın çeşitli bölgelerinde yaşayan müminler arasındaki kardeşlik bağlarını güçlendirir. İnsanlar, gerçekten eşit olduklarını birlikte yaşayarak gösterirler. Arap olanla olmayanın, beyazla siyahın takva dışında bir üstünlüğünün bulunmadığı inancı vicdanlara yerleşir.
HAC FARİZASINI İFA ETMEYEN KİMSE BAŞKASININ YERİNE HACCA GİDEBİLİR MI?
Hac farızasını ifa etmeyen kimsenin başkasının yerine hacca gitmesi doğru değildir. Bununla beraber hanefi mezhebinde böyle bir hac yapılırsa sahihtir, batıl değildir. Şafii mezhebine göre ise hacca gitmeyen kimsenin başkasının yerine hacca gitmesi sahih değildir (İrşadü`s-Sarı).
HAC VE UMRE İBADETİ SIRASINDA, İHRAMLI İKEN İŞLENEN CİNAYETLERİN KEFFÂRETİ
Hem hacc, hem umre ibadetinin sadece Allahü Teala`nın rızası için edâ edilmesi esastır. Mükellef; niyet ederek ve telbiye yaparak ihrama girmek durumundadır. Ihram`a bürünen kimse, bazı hususlara riâyet etmek zorundadır. Ihramlının sakınması gereken şeyler âyet ve hadislerle belirlenmiştir. Meselâ; Ihrama giren mükellef; herhangi bir zaruret olmadan başını tıraş ederse, başka bir ceza değil, doğrudan doğruya kurban kesmesi gerekir. Zaruret hali bulununca ihramlıya bazı kolaylıklar getirilmiştir. Kur`an-ı Kerim`de şöyle buyurulur: "Artık içinizden kim hasta olur veya başından bir eziyeti bulunursa; ona oruçtan ya sadakadan ya kurbandan (birisiyle) fidye vacipolur" (el-Bakara, 2/196). Dolayısıyla dilerse üç gün oruç tutar dilerse altı fakire üç sa` (yaklaşık 10 kg) buğdayı sadaka olarak verir.
İhram:
Hac ve umre dışında yapılması mübah olan bazı şeyleri kendisine haram kılmak demektir. Hanefilere göre, ihram haccın rüknü değil şartıdır. Bu da niyet ve telbiye ile gerçekleşir. Hac veya umreye yahut her ikisine niyet etmek ve Allah için telbiye getirerek ihrama girmekle hac ibadeti başlamış olur.
İhrama girerken yapılması sünnet veya müstehap olan fiillerin başlıcaları şunlardır:
1. Abdest veya boy abdesti almak. Temizlenmek için abdest veya boy abdesti alınır. Hz. Peygamber ihram için boy abdesti almıştır (ez-Zeylaî, Nasbu'r-Râye, III,17). Bu, temizlenmek için olup, taharet (abdestlilik) için değildir. Bu yüzden, hayızlı ve nifaslı kadınlar da bunu yaparlar. İbn Abbâs'ın merfû olarak naklettiği bir hadiste şöyle buyurulur: "Nifaslı ve hayızlı kadınlar boy abdesti alır, ihrama girer, Beytullah'ı tavaf dışında, haccın bütün menâsikini ifa ederler" (Tirmizî, Hac, 98; Ahmed b. Hanbel, I, 364; Ebû Dâvûd, Menâsik, 9). Diğer yandan Hz. Peygamber (s.a.s), Esmâ binti Umeys'e nifaslı (lohusa) iken boy abdesti almasını emir buyurmuştur (Müslim, Hac, 109, 110).
İhrama girecek kimsenin tırnaklarını kesmesi, tıraş olup, bıyıklarını kısaltması, koltuk altlarını ve edep yerini tıraş etmesi müstehaptır..
2. Erkekler, dikişli elbiselerini çıkarır ve birisi göbekten aşağısını örtmek, diğerini omuzuna almak üzere iki temiz ve yeni peştemela bürünür. Başı açık, ayakları çıplak olup, terlik veya nalın giyebilir. Hadiste şöyle buyurulur: "Sizden biriniz, bir izâr (alt peştemal), bir ridâ (üst peştemal) ve iki nalınla ihrama girsin. Nalın bulamazsa, mest giysin, mestlerin topuklarından aşağısını ayırsın" (eş-Şevkânî, a.g.e, IV, 305). İbn Abbâs rivayetinde "topuklardan aşağısını ayırma" ifadesi yoktur (Buhârî, Hac, 21; Müslim; Hac, 1-3; Dârimî, Menâsik, 31; Tirmizî, Hac, 19; Ahmed b. Hanbel, I, 215, 221, 228, 279, II, 3, 4, 8, 34, 47).
İhrama giren kadınlar, elbiselerini çıkarmazlar başlarını ve ayaklarını açık bulundurmazlar. Yalnız yüzleri açık bulunur, telbiye ederken seslerini yükseltmezler.
3. Çoğunluğa göre, ihramdan önce bedenini kokulamak caizdir. Hanefî ve Hanbelîlere göre, elbiseyi kokulamak caiz değildir. Şâfiîler elbise konusunda da aksi görüştedir. Delil, Hz. Âişe'den nakledilen şu hadistir: "Ben Nebî (s.a.s)'i, ihrama girerken bulabildiğim en güzel koku ile kokuluyordum"(Buhârî, Hac,18, Libâs, 79, 81; Müslim, Hac, 37; Dârimî, Menâsik, 10; Tirmizî, Hac, 77). Buna göre, kokunun eserinin ihramdan sonra devam etmesinde bir sakınca yoktur. Ancak artık ihram süresince yeniden kokulanmak, hatta kokulu sabun kullanmak caiz görülmemiştir.
4. İhram namazı. Boy abdesti veya abdest alındıktan ve ihramdan önce; ittifakla iki rekat ihram namazı kılınır. Delil şu hadistir: "Nebî (s.a.s) Zülhuleyfe'de iki rekât namaz kıldı, sonra ihrama girdi" (ez-Zeylaî, age, III, 30 vd.). Bu namazın birinci rekâtında Kâfirûn, ikinci rekâtında ise İhlâs suresini okumak sünnettir. Mâlikî ve Hanbelîlere göre, ihrama farz namazın arkasından girilir. Çünkü İbn Abbâs (r.a)'tan, Resulullah'ın böyle yaptığı nakledilmiştir.
5. Telbiye. Hanefîlere göre, ihram namazından sonra telbiye getirilir. Çünkü Hz. Peygamber böyle yapmıştır. Efdal olan da budur. Vasıtaya bindikten sonra telbiye getirip, sonra niyet edilebilir (ez-Zeylaî, age, III, 21). Telbiye şudur:
"Lebbeyke Allahumme Lebbeyk, Lebbeyke Lâ şerîke Leke Lebbeyk. Inne'l-hamde ve'n-ni'mete leke ve'l-mülke, Lâ şerîke leke" (Buharî, Hac, 26, Libâs, 69; Müslim, Hac,147, 269, 271; Dârimî. Menâsik, 22, Tirmizî, Hac, 97).
Hanefilere göre bir kimse mikatta niyet ederek telbiye getirince ihrama girmiş olur. Telbiye, yolda, iniş çıkışlarda, yol arkadaşlarıyla karşılaşmalarda namazların ardından tekrarlanır ve zaman zaman ses yükseltilir. Telbiye, Mâlikîler dışında çoğunluğa göre, Kurban bayramı günü Akabe cemresine ilk taşın atılmasıyla kesilir. Çünkü Hz. Peygamber böyle yapmıştır (Nesâî, Menâsik, 229, İbn Mâce, Menâsik, 69; Ebû Dâvud, Menâsîk, 27, 28; Tirmizî, Hac, 78, 79). Ancak taşlamadan önce tıraş olunursa, telbiye kesilir. Umre yapan ise tavafa başlamakla telbiyeyi keser.
Yemini bozmanın keffâreti:
Kur`ân-ı Kerim`de: "(Yeminin) Keffâreti ailenize yedirmekte olduğunuzun orta (derece) sinden, on yoksulu doyurmak, ya onları giydirmek, yahud bir köle azad etmektir. Fakat kim (bunları) bulamazsa, üç gün oruç tutması lâzımdır. Işte bu, and (yemin) ettiğiniz vakit (onları bozmanın) keffâretidir. Yeminlerinizi muhafaza ediniz. Allah âyetlerini size böylece açıklıyor. Ta ki şükredesiniz" (el-Mâide, 5/89) buyurulmuştur. Rasûl-i ekrem (s.a.s)`in döneminde, yemin keffareti için yoksula ne kadar verildığını izah için, Imâmu Buhâri "Kitabu`l Keffâret" adı altında, ayrı bir bölüm ayırmıştır. Keffâretlerde illet kesin olarak belli değildir. Bu yüzden kıyas yoluyla, hükmü benzer olaylara uygulamak imkanı bulunmaz, keffaretler kitap ve sünnetteki sıra gözetilerek yerine getirilir (Buhârî, Sahih, VII, 235-240).
HACAMAT (HICAMAT) kan aldırmak
Iki omuz arasından, sırttan, başın arka tarafından yahut vücudun herhangi bir yerinden tedavi maksadıyla bardak, şişe veya boynuzla kan aldırma. Peygamberimiz (s.a.s)`in sağlıkla ilgili tavsiyelerinden ve bizzat tatbik ettiği sünnetlerindendir.
Hacamat, sebebi belli bir hastalığın tedavisi olmaktan ziyade kan fazlalığının vücutta meydana getirdiği rahatsızlıkları gidermek için kullanılan genel bir tedavi usûlüdür.
Eskiden yaygın olarak "hacamat bıçağı" veya "hacamat zembereği" denilen bir aletle tatbik edilen bu usûl, bugün yerini enjektörle kan almaya bırakmıştır. Hacamat bıçağı, tarak biçiminde, vücutta bir sıra çizik meydana getiren bir alettir. Bir yüzünde birçok yarık bulunan bakır bir kutu içinde tetikli bir zembereğe bağlı olan bıçaklar, düğmesi basılınca zembereğin boşalmasıyla yarıklardan dışarı fırlar ve vücutta çizikler meydana getirir. Bardak vb. bir şeyle çizikler üzerinden kan çekilir. Bir cins sülük de bu iş için kullanılmaktadır. Sülük vücudun ağrıyan bölgelerine konularak kanı emmesi sağlanır.
Hangi araç ve metodla olursa olsun önemli olan kan aldırmaktır. Uzman bir hekimin muayenesi ve tavsiyeşiyle yaptırılan hacamat faydalı ve Islâm`da caiz olan bir tedavi usûlüdür.
Ameller niyetlere göre değer kazanır. Sünnete uymak niyetiyle ve bize emanet olan vücudumuzun sağlığına kavuşması için yaptırdığımız hacamat bir ibadet değeri taşır. Çünkü ibadetlerimizi ve diğer görevlerimizi ancak sağlıklı bir bedenle tam olarak yerine getirebiliriz.
Peygamberimiz (s.a.s)`in yaptığı ve yapılmasını tavsiye ettiği işlerin şüphesiz bir anlamı ve hikmeti vardır. Onun hayatı bizim için örnektir: "Andolsun Allah`ın Resulu`nde sizin için Allah`ı ve ahireti arzu eden ve Allah`ı çok anan kimseler için (uyulacak) en güzel bir örnek vardır" (el-Ahzâb, 33/21).
Mirac gecesinde yanından geçtiği bir melek grubunun Peygamberimize: "ümmetine hacamatı emret!" diye söylediğini Abdullah b. Abbâs (r.a) rivayet etmektedir (Ali Nâsıf, et-Tâc, III, 203).
Hz. Peygamber (s.a.s) bizzat kendisi Ebû Taybe adında bir Haccâm`a hacamat yaptırmış ve başından kan aldırıp haccâma ücretini ödemiş ve şöyle buyurmuştur: "Kan aldırma yollarının en güzeli hacamattır. (yahut hacamat sizin en iyi tedavi yollarınızdır)"(Buhâri, Tıb 13; Müslim, Musakat 62, 63; Ebû Dâvûd Nikâh 26, Tıb 3).
Hz. Peygamber (s.a.s) ihramlı iken hacamat yaptırmıştır (Buhârî, Savm, 22; Müslim, Hac 87, 88; Ebû Dâvûd Menâsik 35). Ihramlı iken saç kestirmemek şartıyla hacamatın caiz olduğu hususunda âlimler arasında görüş birliği vardır. Aynı şekilde Hz. Peygamber (s.a.s) oruçlu iken de hacamat yaptırmıştır. Yani kan aldırmıştır (Buhârî, Tıb II; Ebû Davûd, Siyâm 29).
Nâfi (r.a)`den rivayet edildiğine göre Ibn Ömer (r.a) (Kendisine): Nâfi, kan (fazlalaşmak suretiyle) beni yedi. Bunun için sen bana bir hacamatçı getir ve genç bir hacamatçı seç. Ne yaşlı ne de çocuk hacamatçı seçme demiştir.
Nâfi der ki; Ibn Ömer (r.a) şöyle dedi: Ben, Resulullah (s.a.s)`den şu buyruğu işittim: "Hacamat olmak aç karnına daha faydalıdır. Hacamat olmak aklı ve hıfzetme (ezberleme) gücünü arttırır. Hâfız olanın da hıfzetmek kabıliyetini kuvvetlendirir. Artık kim hacamat olmak isterse Allah`ın ismini anarak perşembe günü hacamat olsun " (Ibn Mâce, Kitâbu`t-Tıb, 22).
Ibn Hacer Buhârî şerhindeki Hacamat bölümünde özetle şu bilgiyi verir: Buhârı, Sahîhinde "Hangi saat hacamat olur" başlığı altında bir bâb açmış ve burada Ebû Mûsa`nın geceleyin hacamat olduğuna dair bir eseri ile Hz. Peygamber (s.a.s)`in oruçlu iken hacamat olduğuna dair Ibn Abbâs (r.a)`ın bir hadîsini rivayet etmiştir.
Ibn Hacer bununla ilgili olarak şöyle der: Hacamat olmak için uygun vakitler hakkında birkaç hadis vârid olmuş ise de hiçbiri Buhârî`nin sözkonusu ettiği şarta uygun değildi. Bana öyle geliyor ki: Buhârî hacamat işinin ihtiyaç olduğu zaman yapılabileceğine ve bunun belirli bir vakte bağlı olmadığına işaret etmek istemiştir. Çünkü hacamat işinin geceleyin yapıldığını ve Hz. Peygamber (s.a.s)`in oruçlu iken hacamat olduğuna dair hadîsi rivayet etmiştir.
Hacamatın yani kan aldırmanın insan sağlığına birçok katkıda bulunduğu tıbbî bir gerçeğe dayanır. Özellikle bazı deri hastalıklarının tedavisinde hacamatın faydası görülmüştür.
HACC-I EKBER
Hacc-ı Ekber, Arapça "E1-Haccü`1 Ekber" terkibinin Osmanlıca söylenişidir ve kelime olarak "En Büyük Hac" demektir, Kur`ân-ı Kerim Tevbe suresi 3. ayette söz konusu edilmektedir. Bu sûre, dolayısı ile bu ayet-i kerime Hicretin 9. senesi Medine`de nazil olmuştur. O yıl Rasulüllah (sav) Efendimiz kendileri hacca gidememiş, Hz. Ebubekir`i hac emiri olarak göndermişlerdir. Bu sûre, müşriklere karşı bir ültimatom olarak nazil olunca, bunu onlara duyurmak üzere Hz. Ali`yi görevlendirdi ve bizzat kendi devesine bindirerek Mekke`ye gönderdi. O da Kurban Bayramı`nın birinci günü, hala müslümanlarla beraber hac yapmakta olan müşriklere surenin ilk kırk (ya da otuz) ayetini ültimatom olarak okudu. Üçüncü ayette -mealen- şöyle deniyordu: "Ve bu, Hacc-ı Ekber günü Allah`ın ve Rasulünün bir ilânıdır ki, Allah ve Rasulü müşriklerden beridir..." Burada görüldüğü gibi "hacc-ı ekber günü" bilinen (marife) birgün olarak zikredilmekte ve Rasûlüllah`ın bulunmadığı, Hz.Ebu Bekir`in Hac emiri olduğu o yılki Hacca "hacc-ı ekber" denilmektedir. Çünkü ültimatomun ilâmi o yıl yapılmıştır. "Hacc-ı ekber günü bir ilamdir" dendiğine göre "hacc-ı ekber" o yılki hacdır.
Ancak niçin o yıla "hacc-ı ekber" denmiştir? O yıldan sonra da "hacc-ı ekber" var mıdır? Bu konudaki rivayetler tarandıgında çok değişik değerlendirmeler ortaya çıkar. Peşinen bunlara biz de şu nokta-i nazarımızı ilave edelim: Rasûlüllah da Kâbe`yi ertesi sene Hicri onuncu yılda haccetmişler ve Ebu Davud`un rivayetine göre, Kurban günü cemreler arasında durmus, "bu gün ne gündür?" diye sormuş. Kurban günüdür, demişler, O`da bunun üzerine, "bugün hacc-ı ekber günüdür" buyurmuşlardır (Ebu Davud, Menâsik, 66; Tirmizi`nin bir rivayeti de bu anlamdadır). Durum böyle olunca, Hz. Ebu Bekir`in haccı yaptığı bir önceki yıl haccına "hacc-ı ekber" dendiğini adı geçen ayetin işareti ile, Rasûlüllah`ın hac yaptığı yılın haccına "hacc-ı ekber" dendiğini de, mezkür hadisin ibaresiyle anladığımıza göre "hacc-ı ekber" hem Hz. Ebu Bekir`in haccına has değildir, hem de her yıl tekerür eden bir şeydir. Iki yıl peşpeşe kurbanın birinci günü cumaya rastlamayacağına göre hacc-ı ekberin cuma ile de ilgisi olmamalıdır. Gerçi Hâzin`in bir ifadesine göre: "Hacc-ı ekber Rasulüllah`ın veda haccıdır ve o gün bir cuma günü idi" denmişse de (bk. H.B. Çantay, I/271; Ibnü l-Kayyim`in aldığı bir rivayet de işaretiyle bunu destekler, bk. Zâd`ül-Me`âd, I/204. Aliyyu 1-Kâri nin bir ifadesi de bu anlamdadır) bu bir tarihi tevafuktan ibarettir (Faik Reşit Unat`in hesaplarına göre Hz. Ebubekir`in haccının arafesi Salı gününe, Rasulüllah (sav)`in veda haccının arafesi ise Cumartesi gününe denk gelmektedir ki, bu durumda tesbitlerinde bir yanılma olmalıdır bk. Hicrî Tarihleri Milâdî Tarihe Çevirme Kılavuzu, s. 2,3). Bu durumda "hacc-ı ekber", kurban bayramının birinci günüdür, şeklindeki değerlendirme ve rivayetlerin daha isabetli olması gerektiği ortaya çıkar. Zaten tefsircilerin çoğu da "hacc-ı ekber"in bayramın birinci günü olduğu görüşündedirler. Bu konuda ayrıca şu görüşler rivayet edilmiş ve serdedilmiştir:
1.Umreye "hacc-ı asgar" (küçük hac) denirdi. Ona nispetle hacca da "hacc-ı ekber" (büyük hac) dendi. Bu izaha göre "hacc-ı ekber" her yıl mevcuttur.
2.Herbir haccın en önemli nüsûküne diğer menasıkıne nisbetle, haccın en önemli yönü anlamında "hacc-ı ekber" denmiştir ki, bu da ya "hac Arafat demektir" hadis-i şerifine binaen arefe günüdür. Çünkü Arafat`ta o gün durulur. Ya da haccın şeytan taslama, kurban kesme, tavaf-ı ziyaret gibi en önemli işlerinin yapıldığı, bayramın birinci günüdür. Bu son izah da baştaki açıklamamızı desteklemektedir. Bu izaha göre de "hacc-ı ekber" her yıl vardır.
3.Müslümanlarla beraber Yahudiler, Nasraniler ve Müşriklerin bayramlarının hep aynı güne rastladığıve Hz. Ebu Bekir`in hac emirligi yaptığı hacdır. Çünkü geçmişte ve gelecekte ilk ve son olarak böyle bir hac yaşanmıştır (Begavî, NI/8; Ibnü`1-Cevzî, Zâdü`I-Mesîr; NI/396; Suyuti, ed-Dürrü`1-Mensur, IV/128; Zemasheri, Kessâf (Mustafa el-Bâbi 1-Halebi,1392), N/173). Ancak bu ismin verilme sebebi olarak böyle bir izahın yapılması bazı noktalardan ötürü isabetli olmasa gerektir. Çünkü hac, kâfirlerin ve müşriklerin katılması ile niçin "büyük" olmuş olsun? Ayrıca daha önce verdiğimiz Ebu Davûd rivayetinin de gösterdiği gibi, Rasulüllah`ın haccettiği ertesi yıl haccına da "hacc-ı ekber" denmiştir. Halbuki, önceki yıl verilen ültimatom gereğio yıl hac`da müşrikler ve diğer gayrı müslimler yoktur.
4."Hacc-i ekber" İslam`ın izzetini ve şirkin zilletini ortaya koyan hacdır (Elmalıli, NI/2450-54). Bu izaha göre Hz.Ebu Bekir`in haccına da, Rasulüllah`ın haccına da "hacc-ı ekber" denebilir. Daha sonra da böyle izzetli bir hac yapılabilir. Hatta her hac bir bakıma bu anlamı bir nebze taşır.
Pek güçlü görülmeyen diğer bazı izahlara göre de "haccı ekber"; Sa`bî`ye göre, Ramazan`da yapılan bir umredir (Suyutî, age, IV/129). Mücahid`e göre "hacc-ı ekber" "kıran" haccıdır, "hacc-ı asgar" ise "ifrad" haccıdır (Ibnül-Cevzî age, NI/396; Ibn Hacer, Fethu 1-Bâri, VNI/321). Ibn Sîizn`e göre Rasûlüllah`ın "Ehli Veber" ile beraber haccettiği hacdır (Ibn Kesîr, (Darül-kütübi`l-ilmiyye,1408), N/525). Süfyân es-Sevri`ye göre hacc-ı ekber bütün Mina günleridir. Kur`ân-ı Kerim`de "hacc-ı ekber günü" diye müfred (tekil) zikredilmesi tıpkı "Siffin günü", "Cemel günü", "Bu`âs günü" ... tabirlerinde olduğu gibi bir ifade biçimidir. Bu isimlerle zikredilen olaylar da tek günlük olay olmadıkları halde "ün" onlar için de müfred olarak kullanılmıştır ki, "zaman" anlamındadır (Begavî, NI/8).
Sonuç olarak ağırlık kazanan görüş şudur: Her hac ve özellikle de bayramın birinci günü bir "hacc-ı ekber"dir. Yeter ki, şuuruna varılsın, Allah`ı ziyaret ediyormusçasına yapılsın, mebrur ve makbul kılınabilsin. Arafesi cumaya rastlayan haccın faziletine dair rivayet edilen hadise gelince: "En faziletli gün cuma gününe rastlayan Arafe günüdür ki , cumaya rastlamayan yetmiş hacdan daha üstündür" mealinde, halk dilinde meşhur bir söz vardır (bk. Ibn Abidîn, N/178 (Amira); ayrıca, N/254) Ancak bazı alimler bu rivayeti doğru bulmazlar. (Ibn Kayyim (Zâdü`1-Mead, I/25-26 (Daru`1-Ihya)), el-Münavi(Feyzul-Kadîr, N/28) ve Elbanî (Elbanî, Silsiletü`1-Ehadis-ed-Daife, I/245 (H.207)
Değerli Imam, Aliyyül-Kâri`nin bu konu hakkında müstakil bir risalesine muttali oldum. "el-Hazzûl-evfer filhaccı-ekber" (Risalenin tain metni için bk. Huseyn el-Mekkî, Irâdü s-Sâri, 316-322) adlı bu risalesinde, "Hûlâsa; Haccı-ı ekber hakkında dört görüş vardır:
a. Arefe günüdür. b. Kurbanın birinci günüdür. c. Ifâda Tavafının yapıldığı gündür. d. Bütün hacc günleridir.
Bu görüşleri birbiriyle çelişiyor da değildir. Çünkü küçüklük büyüklük nisbî (görevli) kavramlardır. Buna göre cumaya rastlayan hac, rastlamayandan, haccı kıran ifraddan, mutlak hac umreden daha büyüktür. Bu itibarla hepsine "hacc-ı ekber" denebilir... Ama Arafe günü cumaya rastlayan hacca hacc-ı ekber denmesi ise sonradan ortaya çıkmış örfi bir kavramdır" (agr. 218) dedikten sonra bunu da bütün bütün reddetmeyip diyor ki: "Fakat halkın dili Hak`kın kalemidir; müslümanların güzel gördüğü şey Allah katında da güzeldir... Arafesi cumaya rastlayan haccın hacc-ı ekber olduğunu ve yetmiş hacca denk bulunduğunu bildiren hadise "mevzu" denmesi yersizdir. Zayıf olabilir. Ancak sahih olması halinde zarar vermeyecek böyle bir konuda zayıf hadisle de amel edilir. Bunu destekler mahiyette, arafenin ve cumanın ayrı ayrı faziletlerine dair çok rivayetler vardır. Ezcümle cuma haftanın, Arâfe ise senenin en faziletli günleridirler. Bu iki günün birleşmesi halinde "nur üstüne nur" olacağı açıktır..." (agr. 219-20).
İşte Aliyyül-Kâri`nin risalesinin özeti budur. Özellikle son açıklaması çok güzeldir. Cumaya rastlayan Arafede faziletlerin cuma, artı, Arafe diye katlanacağı muhakkaktır. ( Konu hakkında ayrıca iki risale ismine daha rastladık. Ancak henüz görmediğimizden mahiyetlerini bilemiyoruz. 1. el-meslekü`1-ezfer fi beyâni`1-haccı`1-ekber. Ibn Azûz (Kesfu`z-Zanûn Zeyli N/479). 2. el-haccul-ekber, kaside. Ibn Arabî. agk. N/632)
HACC-I İFRAD
Umreye niyet etmeksizin yapılan tek hac.
Mikat`ta Mekke`nin dışından gelen kimsenin yalnız hac niyetiyle ihrama girip, kudûm tavafını yaptıktan sonra hac ile ilgili menasik (ameller) bitinceye kadar Mekke`de ihramlı olarak kalmasıdır. Bu hacda umre bulunmayıp, tek bir hac yapılmış olduğundan, hacc ı müfrîd ve hacc-ı ifrat diye adlandırılır.
Hace-ı ifrat yapmak isteyenler şöyle niyet ederler:
(Allahümme innî ürîdü`l-hacce feyessirhü lî ve tekabbelhü minnî)
"Allah`ım senin rızanı kazanmak için haccetmek istiyorum. O`nu ifa etmeyi benim için kolaylaştır ve benden kabul eyle" diyerek yalnız hacca niyet eder. Gerekli temizlik yapıldıktan sonra ihrama girer, sonra iki rekât namaz kılar. Birinci rekâtla Fatihadan sonra Kâfirûn: İkinci rekâtta ise Fatihadan sonra İhlas suresinin okunması efdaldır. İhrama girildikten sonra şöyle telbiye getirilir:
"Lebbeyk Allahümme lebbeyk, lebbeyke lâ şerîke leke lebbeyk İnne`lhamde ve`n-ni`mete leke ve`l-mülk. Lâ şerîke lek"
"Tekrar tekrar icabet sana yâ Rabbi, tekrar icâbet sana... tekrar icabet sana... senin ortağın yoktur. Tekrar icabet sana... Hiç şüphe yok ki hamd ve nimet sana mahsustur. Mülk de senindir, senin ortağın yoktur." Erkekler bunu yüksek sesle söylerler ve bu arada Peygamber (s.a.s)`e alçak sesle salâvat getirirler. Kadınlar ise, telbiye, diğer dua ve zikirlerde seslerini yükseltmezler, hafif sesli olarak yaparlar. Artık niyet ve telbiyenin yapılmasıyla ihrama girilmiş ve ihramın yasakları başlamış demektir. Bundan böyle ihramdan çıkıncaya kadar ihramlıya yasaklanmış olan fiil ve davranışlardan sakınmak gerekir.
İfrat veya Kırân haccı yapmak üzere Mekke`nin haricinden gelenler Kudûm tavafı yaparlar. Bu Mekke`ye varış tavafı demektir. Sadece umre veya temettû haccı yapanlar ile Mîkat sınırları içerisinde bulunanlar kudûm tavafında bulunmazlar. Bu, uzaktan gelenler için sünnet olup Mekke`lilere sünnet değildir. Hacc-ı ifrâd yapan kişinin kudûm tavafından sonra efdal olan hemen sa`y etmemesi, bunu ziyaret tavafından sonraya bırakmasıdır.
HACC-I KIRÂN
Hacc ile umrenin bir ihramla yerine getirilmesi.
Kırân, sözlükte iki şeyi biraraya getirmektir. Bir terim olarak; hacc ile umrenin ihramını birleştirmek, yani ikisi için birden ihrama girmek, demektir.
Kırân haccı yapacak kimse, mîkatta veya daha önce umre ile hacca birlikte niyet edip, iki rekât namaz kılar; sonra "Allah`ım, ben umre ile hacc yapmak istiyorum; bunları bana kolay kıl, bunları benden kabul buyur" diye dua eder, telbiyede bulunur ve ihram yasaklarına uyar. Mekke`ye girince, önce umresini yapar, Beytullah-ı tavaf eder, Safâ ile Merve arasında sa`y eder. Sonra ifrat haccı yapan kimse gibi farz haccın menâsikine başlar. Kudûm tavafı, Arafat`ta vakfe, ziyaret tavafı, sa`y ve veda tavafı gibi ibâdetlerle hacc ve umre tamamlanır. Kur`an-ı Kerîm`de, "Hacc ve umreyi Allah için tamamlayınız" buyurulur (el-Bakara, 2/ 196). Ayette, kırân haccı yapanla başkaları arasında bir ayırım yapılmaksızın, başlanan hacc ibadetinin tamamlanması istenmiştir. Sabiy b. Ma`bed iki tavaf ve iki sa`y ile hacc yapmış, Hz. Ömer kendisine, "Resulullah (s.a.s)`in sünnetine giden doğru yolu buldun" demiş (Zeylaî, Nasbu`r-Râye, III,109); Hz. Ali de kırân haccı yapan bir kimseye, "Hacc ve umre için yüksek sesle telbiyede bulunduğun zaman, ikisi için iki tavaf ve iki sa`y yap" diye açıklamada bulunmuştur (Zeylâî, a.g.e., III, 111).
Hanefiler dışındaki mezhep imamlarına göre ise, kırân haccı yapan kimseye her iki hacc için tek tavaf ve tek sa`y yeterlidir. "Kim hacc ve umre için ihrama girerse, ona bu ikisinden birlikte ihramdan çıkıncaya kadar tek tavaf ve tek sa`y yeterli olur" (Zeylâî, a.g.e., III,108). Fakat kırân haccı yapan kimse, ifrat haccı yapan gibi ifada tavafından önce kudûm tavâfı yapar; kudûm tavafından sonra sa`y yapmamışsa, ifada (ziyaret) tavafından sonra sa`y yapar.
Kırân haccı yapan, temettü haccında olduğu gibi bir şükür olarak cemreleri veya yalnız akabe cemresini taşladıktan sonra, saçlarını tıraştan veya kestirmeden önce bir kurban keser. Bunun hükmü vaciptir. Bu kurbanı bulup kesemeyecekse, Arefe gününde bitmek üzere üç gün oruç tutar; yedi gün de bayram günleri çıktıktan sonra dilediği vakitte tutar ki, toplam on gündür. Bunlar ayrı vakitlerde de tutulabilir. Kur`an`da şöyle buyurulur: "Hacc zamanına kadar umre yapana gücünün yettiği bir kurban gerekir. Kurban bulamayan kimseye hacc sırasında üç gün, döndüğünüzden sonra da yedi gün oruç tutması gerekir" (el-Bakara, 2/196). Eğer kurban bayramı günlerinden önce üç gün oruç tutmazsa, iki kurban kesmesi kesinleşir. Birisi şükür kurbanı, diğeri vaktinden önce ihramdan çıktığı için ceza kurbanı (İbn Kudâme, el-Muğnî, III, 469, 476-478; İbn Rüşd, Bidâyeti,i`l-Müctehid, I, 357; el-Kâsânî, Bedâyiu`s-Sanâyi`, II, 159; İbn-i Âbidin, Reddü`l-Muhtâr, Terc. A. Davudoğlu, İstanbul 1983, V, 33-46).
HACC-I KIRAN, HACCI-İ FRAD VE HACC-I TEMETTU NE DEMEKTIR?
Haccın üç çeşidi vardır.
1- Haccü`l-Kıran, hac ve umre niyetini getirerek her ikisini birlikte eda etmektir.
2- Haccü`l-İfrad, hacc niyetini getirip önce onun menasikini ifa etmektir. Bayram günlerinden sonra da umre menasiki eda edilir.
3- Temettü ise, önce umre niyetini getirip menasiki eda etmek. Bilahare Arafata çıkılacağı gün Mekke`de hacca niyet edip menasikini eda etmektir. Afaki yani mikat haricinden gelen kimse bunlardan istediğine niyet edebilir. Üçü de caizdir. Haccü`l-İfrad için kurban kesilmez. Temettü ve Kıran için kurban kesmek icab eder.
HACC-I TEMETTÜ
Hac mevsiminde hac ile umrenin iki ihramla ayrı ayrı yerine getirilmesi. Temettü; ihtiyacını giderecek şekilde bir şeyden faydalanma; Umreyi veya umrenin ekseri şartlarını hac aylarında eda etmektir. Kişi şartların bir kısmını hac aylarında yapar ve o senede haccını eda ederse hacc-ı temettü yapmış olur. Yani hac aylarında (ve aynı yıl içerisinde) iki ihramla umre ve haccı eda etmeye hacc-ı temettü denilir.
Temettü haccı yapan kimseye mütemetti denir. Kelime anlamından da anlaşılacağı üzere temettü yapan kimse hem umre yaparak onun sevabından faydalanmış olur, hem de umre yaptıktan sonra ihramdan çıkarak ihramın yasaklarından kurtulur. Böylece bazı kolaylıklardan faydalanmış olur. Temettü haccı hacc-ı ifraddan efdaldır (Fetâvây-i Hindiyye, Beyrut 1400, I, 238, Meydânî, el-Lübab, 1400, I, 199).
Hacc-ı Temettu yapmak isteyen kimse Mikat`ta ihrama girerken "Ya Rabbi, ben umre yapmak istiyorum, onu bana kolay kıl ve benden onu kabul et" diye niyet eder. "Lebbeyk..." duasını okur, iki rekât namaz kılar. Mekke`ye girince umre için Kâbe`yi usûlüne göre tavaf eder. Tavaftan sonra iki rekât namaz kılar. Sonra Safâ ile Merve arasında sa`y yapar. Saçlarını kestirdikten sonra ihramdan çıkar, günlük elbisesini giyer. Arafat`ta vakfe yapmak üzere Mekke`den ayrılıncaya kadar günlük elbisesiyle ibadetlerini yapar.
Zilhicce`nin sekızınci günü Mekke`de tekrar ihrama girer. "Ya Rabbi, ben hac yapmak istiyorum. Onu bana kolaylaştır ve onu benden kabul et" diye niyet eder. Yalnız hacca niyet etmiş olan kimse gibi hac menâsikini (hacla ilgili yapılması gereken işleri) yapar (bk. Hacc-ı İfrat). Hac ile Umreyi birlikte eda etmeye muvaffak olduğundan dolayı, şükür olmak üzere bir kurban keser. Bu kurbanı kesmek vacibtir, Akabe cemresi (halk dilinde şeytan) taşlandıktan sonra ve tıraştan önce Kurban bayramı günlerinden birisinde kesilir. Kurban kesmeye gücü yetmeyen kimse üç gün, Arefe gününde bitmek üzere, hac esnasında, yedi gün de bayram günleri çıktıktan sonra veya memleketine döndükten sonra oruç tutar. Bu da vacibtir.
Temettü Hacc-ı ile ilgili hükümler Kur`an-ı Kerîm`de Bakara suresinin 196. ayetinde bildirilmiştir:
"Allah için haccı ve umreyi tamamlayın. Eğer (düşman veya hastalık gibi bir engelle) çevrilmiş olursanız kolayınıza gelen kurbanı (gönderin). Kurban yerine varıncaya kadar başlarınızı tıraş etmeyin. İçinizden hasta olan, ya da başından bir rahatsızlığı bulunan (bundan ötürü tıraş olmak zorunda kalan) kimse, oruçtan, sadakadan veya kurbandan (biriyle) fidye (verir) güvene kavuştuğunuz zaman, hac (zamanın)a kadar umre ile faydalanmak isteyen kimse kolayına gelen kurbanı keser. Kurbanı bulamayan kimse üç gün Hacda, yedi gün de döndüğünüz zaman olmak üzere tam on üç gün oruç tutar. Bu, ailesi Mescid-i Haram (civarın)da oturmayanlar içindir. Allah`tan korkun ve Allah`ın cezasının çetin olduğunu bilin" (el-Bakara 196).
Bu ayetten anlaşıldığına göre: Temettü Hacc`ını, ailesi Mescid-i Haram`da (Mekke ve Mikat dahilinde) bulunmayanlar yani âfâkîler yapabilir. Temettü haccını yapan kimseye kurban kesmek vacibtir. Kurban kesmeye gücü yetmeyen kimse üç günü hacda, yedi günü de hac dönüşü olmak üzere on gün oruç tutar.
Temettü Haccı tatbikatı hakkında peygamberimiz ve ashabından rivayetler vardır:
İbn Abbâs`a Temettu Haccı hakkında sorulduğunda O şöyle cevap vermiştir: "Muhâcirler, Ensâr, Peygamber (s.a.s)`in hanımları Veda Haccı`nda hacca niyet ettiler. Biz de niyet ettik. Mekke`ye gelince Resulullah (s.a.s) şöyle buyurdu: "Niyetinizi hacla beraber umre için yapınız. Ancak kurban (hedy) götürmüş veya belirlemiş olan kimse (böyle yapmasın). " İbn Abbâs diyor ki: "Kâbe`yi tavaf ettik, Safâ ile Merve arasında sa`y ettik. (Traş olduktan sonra elbiselerimizi giyerek ihramdan çıktık, kadınlarımızla beraber bulunduk. Peygamber (s.a.s) buyurdu ki: "Yanında kurban götüren kimseye, o kurbanı yerine ulaştırıncaya (Mina`da kesinceye) kadar (ihramın yasaklarından) birşey helâl olmaz. " Sonra bize Terviye günü (Zilhicce`nin sekızınci günü) akşamı hacca niyet etmemizi emretti. Hac menâsikini bitirince geldik Kâbe`yi tavaf ettik. Safâ ile Merve`yi sa`y ettik ve bize kurban vâcib oldu" (Mansur Ali Nasıf, et-Tâc II, 123).
Câhiliye devrinde Araplar hac mevsiminde umre yapmayı en kötü bir amel olarak görürlerdi. Hz. Peygamber (s.a.s) hem onların bu tatbikatına muhalefet etmek hem de Mekke dışından hacca gelenlere kolaylık ve ruhsat olmak üzere temettü haccı tatbikatını bize böylece öğretmiştir.
HACCIN FEVRİ VEYA ÖMRİ OLUŞU, hac farz olduğu yıl hemen gidilmeli midir?
Ebû Hanife, Ebû Yûsuf, iki görüşten tercih edilende Mâlikîler ve Hanbelîlere göre, hac fevrîdir. Yani yükümlünün, gerekli şartları taşıdığı ilk yılda haccetmesi gereklidir. Haccı, yıllar boyunca geciktirirse fâsık olur ve şahitliği reddedilir. Çünkü haccı geri bırakmak küçük ma`siyettir. Bunda ısrar etmek kişiyi fıska götürür. Böyle bir kimse hac yapmadan malı telef olsa, borç para alıp haccetmesi hâlinde, ilâhî mağfirete nail olacagı umulur. Haccın geciktirilmeden ifasına, hacla ilgili âyetler delâlet ettiği gibi, şu hadisler de bunu destekler: "Hac yapmakta acele ediniz. Çünkü sizden biriniz ölümün kendisine ne zaman geleceğini bilmez" (Ebû Davûd, Menasik, 5; İbn Mâce, Menâsik, 1; İbn Hanbel, I, 214, 225). " Bir kimseyi hastalık, açık bir ihtiyaç, bir sıkıntı veya zalim bir sultan alıkoymaksızın hac yapmazsa; ister yahudi, isterse hrıstiyan olarak ölsün"(eş-Şevkânî, IV, 284).
Şâfîlere ve imam Muhammed`e göre, hac ömrî (terâh)dir; Yani, hac için gerekli şartları taşıyan yükümlü, bunu ilk yılda yapmak zorunda değildir. Ancak bu kimsenin hac veya umreyi, geciktirmeksizin yapması sünnettir. Çünkü tâat sayılan amelleri çabuk yapmak, hayırlı işlerde acele etmek İslâm`ın tavsiye ettiği hususlardandır. Ayette; "Ey müminler, hayır işlerine koşunuz, birbirinizle yarış ediniz" (el-Bakara, 2/148) buyurulur. Hac kendisine farz olan kimse, mesken yapma, çocuğunu evlendirme gibi sebeplerle, hatta sebepsiz olarak haccı başka bir yıla geciktirebilir. Çünkü hac farîzası hicretin altıncı yılında geldiği halde, Hz. Peygamber bunu, bir özür olmaksızın onuncu yıla tehir etmiştir. Eğer geciktirmek caiz olmasaydı, bunu onun da yapmaması gerekirdi. Bu görüş, müslümanlara kolaylık sağlayacağı için daha uygundur. Çünkü çoğunluk İslâm hukukçularının dayandığı hadisler zayıf olduğu gibi, haccın, hicretin altıncı yılında Âl-i İmrân Suresinin nüzulü sırasında farz kılındığında şüphe yoktur (eş-Şîrâzî, el-Mühezzeb, I,199; ez-Zühaylî, a.g.e. III, 17, 18).
HACCIN HÜKMÜ VE DELİLLERİ
İslâm âlimleri haccın ömürde bir defa farz olduğu konusunda görüş birliği içindedir. Delilleri; Kitap ve Sünnettir. Kur`an`da şöyle buyurulur:
"Oraya gitmeye gücü yeten herkese, Allah için Kâbe`yi ziyaret edip haccetmek farzdır" (Âl-i İmrân, 3/97).
"Haccı ve umreyi Allah için tamamlayın" (el-Bakara, 2/196) "İnsanları hacca davet et ki, gerek yaya olarak ve gerekse uzak yollardan gelen çeşitli vasıtalarla sana varsınlar" (el-Hac, 22/27)
Hadislerde şöyle buyurulur: "Şüphesiz Allah size haccı farz kıldı, haccı ifa ediniz" (Müslim, Hac, 412; Nesaî, Menâsik, 1; Ahmed b. Hanbel, II, 508). " Îslâm beş şey üzerine bina edilmiştir: Allah`tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed (s.a.s)`in, Allah`ın elçisi olduğuna şehadet etmek, namaz kılmak, zekât` vermek, Beytüllah`ı haccetmek ve Ramazan orucunu tutmak"(Buhârî, İman, l, 2; Müslim, İman,19-22; Tirmizî, İman, 3; Nesâî, İman, 13).
Hz. Peygamber haccın farz kılındığını ashab-ı kirâma duyurunca, içlerinden birisi; "Her yıl mı?" demiş, Resulullah (s.a.s.) susmuştur. Bu soru üç defa tekrar edilince; " Eğer evet deseydim, hac üzerinize her yıl farz olurdu, buna da güç yetiremezdiniz" buyurmuştur (Müslim, Hac, 412; Nesaî, Menâsik,1, Ahmed b. Hanbel, II, 508). İbn Abbas (r.a)`dan yapılan rivayette, soru soranın el-Akra` b. Hâbis olduğu belirtilir ve şu ilave yeralır: "Kim birden fazla hac yaparsa bu nafile hac olur" (İbn Hanbel, II, 508; Nesâî, Menâsik,1; eş-Şevkânî, a.g.e., IV, 279). Bu hadis, haccın farz olarak tekrarının gerekmediğini gösterir. İslâm hukukçuları, haccın bir defadan fazla farz olmadığı ve fazla haccın nafile sayılacağı konusunda görüş birliği içindedir (İbnü`l-Humam, Fethu`l Kadîr, Kahire 1316, II, 122; eş-Şevkânî, a.g.e., IV, 280). Hadiste şöyle buyurulur: " Hac ve umreyi peşi peşine yapınız. Bu ikisi, körüğün; demir, altın ve gümüşün pasını yok ettigi gibi, fakirliği ve günâhları yok eder. Mebrûr haccın sevabı ancak cennettir" (Tirmizî, Hac, 2; Nesâî, Hac, 6; İbn Mâce, Menâsik, 3). Bazı durumlarda birden fazla hac yapmak gerekebilir. Adak harcı ve bozulan bir nafile haccı kaza etmek gibi. Bazen hac haram olur. Haram para ile haccetmek gibi. Bazen de mekruh olur. Hizmete muhtaç olan ana-babanın iznini almadan haccetmek gibi. Ebeveyn bulunmayınca dede ve ninelerden, borcunu ödeyecek başka malı bulunmayan borçlu ve kefilin alacaklılardan izin almaksızın, hac yapması da mekruhtur. Hanefilere göre bu kerâhet, tahrîmendir.
Hanefî, Şâfiî ve Mâlikîlere göre, haram para ile yapılan hac, gasbedilen arazide kılınan namazda olduğu gibi farz veya ikinci defa hac yapılıyorsa nafile olarak sahih olur. Bu kimsenin üzerinden farz veya nâfile düşer. Hanbeliler ise, haram malla yapılacak hacca icazet vermezler. Çünkü bu mezhep, gasbedilen arazide kılınacak namazı da sahih kabul etmez (el-Kâsânî, Bedâyiu`s-Sanâyi`, II, 223; ez-Zühaylî, a.g.e., III, 223).
HACCIN ŞARTLARI
Haccın Şartları erkekleri ve kadınları içine alan genel veya yalnız kadınlarla ilgili özel şartlar olmak üzere ikiye ayrılır. Bunlar tam olarak bulununca hac ve edası farz olur. Aksi halde farz olmaz.
Genel Şartlar. Bunlar; farz oluşunun, sıhhatinin veya edasının şartları kabilinden olur. Müslüman, akıllı, ergin, hür ve haccetmeye gücünün yeter olması gibi.
1. Müslüman Olmak! Kâfire hac farz olmaz. İbadeti eda ehliyeti bulunmadığı için, onun yapacağı hac geçerli değildir. Münkir hac yapsa, sonra İslâm`a girse, ona İslâm`ın haccı farz olur. Hanefilere göre, kâfir, şeriatın furûu ile muhatap olmadığı için haccı terkten dolayı hesaba çekilmez. Çoğunluk hukukçulara göre ise o, furû (İslâmî emir ve yasaklar)a muhataptır ve ahirette bunlardan hesaba çekilir.
2. Ergin ve akıllı olmak: Çocuk ve akıl hastaları hacla yükümlü değildir. Çünkü bunlar şer`î hükümlerle yükümlü tutulmamışlardır. Akıl hastasının yapacağı hac veya umre, ibadet ehliyeti bulunmadığı için sahih olmaz. Bu ikisi hac yapsa, sonra çocuk büluğ çağına ulaşsa, akıl hastası iyileşse, bunlara hac farz olur. Çocuğun bülûğdan önce yaptığı hac nafile sayılır. Hadiste şöyle buyurulur: "Üç kişiden kalem kaldırılmıştır: Uyanıncaya kadar uyuyandan, gençlik çağına girinceye kadar çocuktan, şifa buluncaya kadar akıl hastasından" (Ebû Davûd, Hudud,17; İbn Mâce, Talâk, 15). Akıl hastalığı, bayılma, sarhoşluk ve uyku ihramı ortadan kaldırmaz (el-Kâsânî, a.g.e., II, 120-122, 160; İbnü`l-Hümâm, Fethu`l-Kadîr, II,120 vd.; el Meydânî, el Lübâb, I,177; İbn Rüşd, Bidâyetü`l-Müctehid, I, 308 vd.; İbn Kudâme, el-Muğnî, III, 218-222, 241, 248-250).
3. Hür olmak: Köle, esir ve mahkûma hac farz değildir. Çünkü hac, süresi uzun, belli bir yolculuğu gerekli kılan ve yolculuğa güç yetirilmesi şart kılınan bir ibadettir: Hürriyetten yoksun olan kimsenin bunu ifa etmesi mümkün olmaz.
4. Vakit: Arafat`ta vakfe ve ziyaret tavafı için belirli vakitlere yetişmedikçe hac farz olmaz. Şu ayetler haccın vakitli bir ibadet olduğunu gösterir: " Sana yeni doğan aylan (hilaller) sorarlar. De ki: "O, insanların faydası için vakit ölçüleridir" (el-Bakara, 2/189). " Hac ayları bilinen aylardır" (el-Bakara, 2/197). Hanefi ve Hanbelîlere göre, hac ayları; Şevvâl, Zilkâde ve Zilhicce`nin ilk on günüdür. Buna Abadile adıyla anılan (İbn Mes`ud İbn Abbâs, İbn Ömer ve İbnü Zübeyr)`den nakledilendir. "En büyük hac (hacc-ı ekber) günü, kurban bayramı günleridir" hadîsi delil olarak gösterilir (Buhârî, Hac, 33, 34, Umre, 9; Müslim, Hac, 123; Nesâî, Menâsik, 77; Dârimî, Menâsik, 38; Muvatta ; Hac, 63).
Bu sürenin dışındaki vakitler, farz hac için ihrama girmeyi ve haccın rükünlerini ifaya elverişli değildir. Ancak hac niyetiyle ihrama, bu aylardan önce girilse, ihram geçerli ve yapılacak hac sahih olur. Delili: "Hac ve umreyi Allah için tamamlayınız" ayetidir (el-Bakara, 2/196). Bu durumda hac ayları girmedikçe hac fiillerinden birşey yapmak caiz olmaz. Hanefilere göre ihram bir şart olup, bunun öne alınması, abdestin namaz vaktinden öne alınması gibidir. Çünkü ihram, hac yapacak kişinin kendisine bazı şeyleri yasaklaması ve bazı şeyleri de gerekli kılmasıdır. Yine bu, ihramı, Mîkat`tan önce başlatmak gibi olur. Bununla birlikte hac aylarından önce ihrama girmek mekruhtur. İbn Abbâs`ın (ö. 68/687) naklettiği; "Hac için, ancak hac aylarında ihrama girilmesi sünnetlerdendir" hadisi delildir (Buhâri)
Mâlikîlere göre, hac ayları tam üç aydır. İhramın vakti, Şevvâl`in başından, yani Ramazarı bayramının ilk gecesinden itibaren başlar, Kurban bayramı sabahı şafak sökünceye kadar devam eder. Bir kimse bayram sabahı şafak sökmezden önce, bir an, ihramlı olarak Arafat`ta dursa hacca yetişmiş olur. Geride ziyaret tavafı ve sa`y gibi ibadetler kalır (İbnü`l-Hümâm, a.g.e., II, 220 vd.; İbn Kudâme, el Muğnî, III, 271; eş-Şirâzî, el Mühezzeb, I, 200; ez-Zühaylî, a.g.e., III, 63-65).
5. Haccı ifaya gücünün yetmesi (istitâa). Bu; beden, mal veya yol emniyeti ile ilgili olabilir. Ayette, "Oraya gitmeye gücü yeten herkese, Allah için Kâbe yi ziyaret edip haccetmek farzdır" (Âl-i İmrân, 3/97) buyurulur. Ayetteki "hacca yol bulabilen, hacca gitmeye gücü yeten" ifadesi Hanefîlere göre "bedenî, mâlî ve emniyet" unsurlarını kapsamına alır. Bunlar haccın edasının şartlarını oluşturur.
a. Beden sağlığı ve sağlamlığı. Buna göre; yatalak, hasta, kör, felçli, iki ayağı kesik, binit üzerinde kendi başına duramayan yaşlı kimse, tutuklu bulunan ile zalim yöneticilerin hac için vize vermediği kimseler üzerine hac farz olmaz. Çünkü Allahu Teâlâ, haccın farz olması için "gücün yetmesi"ni şart koşmuştur. İbn Abbâs "istitâa"yı yol azığı (zâd) ve binit (râhile) olarak tefsir etmiştir. Ayette, "Allah hiçbir kimseye gücünün yeteceğinden fazlasını yüklemez" (el-Bakara, 2/286) buyurulur.
b. Gerekli maddî güce sahip olmak. Bu yolda tüketeceği yiyecek ve oraya varabilmek için bineceği vasıtadan ibarettir. Buna göre, bir kimseye haccın farz olabilmesi için, hac süresince hem kendisinin, hem de bakmakla yükümlü olduğu kimselerin nafakalarını ve nakil vasıtasını temin gücüne sahip olmalıdır. Mekkeliler ve Mekke çevresinde oturanlar için nakil aracına sahip olmak şart değildir; yaya yürüyecek durumda bulunmaları yeterlidir.
c. Yol emniyeti. Haccın farz olması için yol güvenliğinin bulunması şarttır. Bu, Ebû Hanife`ye göre, vücûbunun, bazılarına göre ise edasının şartlarındandır.
Kadın için yol emniyeti; beraberinde neseb veya sihrî (evlilikle doğan hısımlık) hısımlardan fâsık olmayan akıllı, ergin veya murâhık (12 yaşla buluğ arası erkek çocuğu) mahrem birisinin veya kocasının bulunmasıyla gerçekleşir. Kadının yanında kocası veya mahrem bir hısımı olmaksızın, Mekke`ye üç gün üç gece (sefer mesafesi) ve daha uzak yerden gelerek hac yapması tahrîmen mekruhtur. O, mahremsiz hac yaparsa kerâhetle birlikte caiz olur. Mahremin bulunması vücûb şartıdır. Eda şartı diyenler de vardır. Günümüzde yaygın fesat sebebiyle, kadın süt erkek kardeşiyle yolculuk yapamaz. Çünkü genç sıhrî hısımlarda olduğu gibi, süt hısmıyla başbaşa kalmak (halvet) mekruhtur. Şâfiîler buna "kadının, kafilede güvenilir diğer kadınlarla birlikte hac yapabileceği" esasını ilave ederler (el-Kâsânî, a.g.e., II, 121-125; el-Meydânî, el-Lübâb, I,177; İbn Âbidin, Reddü`l-Muhtâr, II,194-199; eş-Şîrâzî, a.g.e., 196-198; ez-Zühaylî, a.g.e., III, 25-32).
HACCIN SIHHATİNİN ŞARTLARI
Yapılacak haccın geçerli olması için dört şartın bulunması gereklidir:
1. İslâm: Haccın, hem farz olma ve hem de sıhhat şartıdır.
2. Özel yerler: Arafat ve Kâbe.
3. Özel vakit: Arafatta vakfe, arafe günü zevalden itibaren, Kurban bayramı sabahı şafak sökünceye; ziyaret tavafı ise, bayram sabahından, ömür sonuna kadar yapılabilir. Ancak ziyaret tavafını bayramın ilk üç gününde yapmak vacib olduğu için, ziyaret tavafını bundan sonraya bırakana, vacibi terkettiği için, kurban kesmek gerekli olur.
4. İhram: Hac veya umre niyetiyle, diğer zamanlarda helâl olan bir kısım, fiil ve davranışları, kişinin kendisine hac veya umre süresince haram kılması demektir. Halk arasında ihramlı erkeğin örtündüğü iki parça örtüye de "ihram" denilmektedir.
HACCIN YALNIZ KADINLARLA İLGILI ÖZEL ŞARTLARI
Kadınlarla ilgili iki şart vardır.
1. Hacda yol arkadaşının bulunması:
Hac yapacak kadının yanında kocası veya mahrem bir hısımının bulunması gereklidir. Aksi halde kendisine hac farz olmaz. "Kadın, yanında mahrem hısımı bulunmadıkça üç günden fazla yolculuk yapamaz" (eş-Şevkânî, a.g.e, IV, 290). "Bir kadın, yanında kocası bulunmadıkça hac yapmasın" (eş-Şevkânî, a.g.e, IV, 491) hadis-i şerifleri buna delildir. Şâfiîler ise, kadına, güvenilir kadınlarla birlikte olunca, haccı gerekli görürler. Yol arkadaşı olarak tek kadın yeterli değildir. Mâlikilere göre ise, kadın, yalnız kendilerine emanet edilmiş kadın arkadaşları veya yalnız erkekler yahut da erkek-kadın karışık bir toplulukla birlikte hac yapabilir. Bu iki mezhebin dayandığı delil; "Oraya gitmeye gücü yeten herkese, Allah için Kâbe yi ziyaret edip haccetmek farzdır" (Âl-i İmrân, 3/97) ayetinin genel anlamıdır. Bu yüzden, kadın kendisi aleyhine kötülükten güvende olunca, ona hac gerekli olur.
Mahrem hısım ifadesi, nesep, süt veya sıhrî hısımlık yüzünden kendisiyle evlenmek ebediyyen haram olan kimseleri içine alır. Oğul, torun, baba, dede, süt oğul, süt kardeş, damat, kayınpeder gibi. Kızkardeşin, hala veya teyzenin kocası olmak geçici evlenme engeli doğurduğundan, eniştelerle hac yolculuğu caiz olmaz.
Şâfiî ve Mâlikîlerle diğer fakihler arasındaki bu görüş ayrılığı, bir farzı ifa için yapılacak yolculuğa mahsustur. Hac yolculuğu böyledir. İhtiyârî yolculuklar icmâ` ile buna kıyas edilmez. Resulullah (s.a.s) şöyle buyurmuştur: "Bir erkek, bir kadınla yanlarında mahrem bir hısımı bulunmadıkça yalnız kalmasın. Kadın, yanında mahrem hısımı bulunmadıkça yolculuk yapamaz." Bir adam kalktı.
"Ey Allah`ın elçisi, karım hac yolculuğuna çıktı. Ben ise falanca gazveye yazıldım. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Git ve karınla birlikte haccet" (Buhârî, Nikâh, III, Cihâd,140,181; Müslim, Hac, 424).
2. İddetli Olmaması
Hac yapacak kadının boşanma veya vefattan dolayı iddetli olmaması gereklidir. Çünkü yüce Allah şu ayetle iddetli kadınların evden çıkışını yasaklamıştır: "Boşadığınız kadınları evlerinden çıkarmayın. Kendileri de çıkmasınlar" (et-Talâk, 65/1). Haccın başka bir vakitte edası mümkündür. İddet ise ancak özel bir vakitte sözkonusu olur (ez-Zühaylî, a.g.e, III, 36,37).
İslâm`da haccın bazı engelleri vardır, bu engeller İslâm âlimleri tarafından şöyle tesbit edilmiştir.
1. Ebeveyn: Ana veya baba Mekkeli olmayan çocuğunu nafile hac veya umre için ihrama girmekten alıkoyabilir. Ancak bu ikisi farz hacca engel olamaz. Çünkü ebeveyne hizmet, bir cihaddır. Farz hacda ana babadan izin almak sünnettir.
2. Evlilik: İslâm hukukçularının çoğunluğuna göre, koca, karısının farz haccına engel olamaz. Çünkü bu, ilk yükümlülük yılında (fevrî`) farz olmuştur. Şâfiîlere göre ise, koca, karısını farz veya sünnet hacdan alıkoyabilir. Çünkü kocanın hakkı önceliklidir. Hac ibadeti ise ömür boyu ifa edilebilir.
3. Kölelik: Efendinin kölesini farz ve sünnet hacdan alıkoyma hakkı vardır. Ancak köle onun izniyle ihrama girmişse, artık hac veya umreyi tamamlamasına engel olamaz.
4. Hapis: Haksız olarak veya maddî sıkıntı içinde olduğu halde bir borçtan dolayı hapiste bulunmak hac engelidir.
5. Borçluluk: Vâdesi gelen borcunu ödemek için başka bir malı olmayan borçlunun hac yapmasına, alacaklı engel olabilir. Vâdesi gelmeyen borçlar hac engeli teşkil etmez.
6. Hacr altında bulunmak: Sefîh olan kimse veli veya vasînin izni olmadıkça hac yapamaz.
7. İhsâr: Hac veya umre için ihrama girmiş olan kimsenin, düşmanın engel olması veya hastalık gibi bir sebeple hac veya umreyi tamamlayamadan ihramdan çıkmak zorunda kalmasıdır. Böyle bir engelle karşılaşan kimseye de "muhsar" denir. Ölüm veya malını `verme dışında engeli aşmaya gücü yetmeyen, hacı, engelin kalkması umulan bir süre bekledikten sonra ihramdan çıkabılir. Ancak bu durumda kurban kesmesi gerekir.
8. Hastalık: Bir kimse ihrama girdikten sonra hastalansa, Ebû Hanife`ye göre, muhsar sayılır ve ihramdan çıkabılir. Şâfiî, Mâlik ve Ahmed b. Hanbel`e göre ise; ihramda iken hastalanan kimse, uzun sürse bile, iyileşinceye kadar ihramlı olarak kalır (el-Kâsânî, a.g.e, II, 130, İbn Kudâme, el-Muğnî, III, 240; İbn Âbidîn, a.g.e, II, 200)
HACET NAMAZI
Herhangi bir ihtiyacı olan kişinin, bu ihtiyacının giderilmesini Allah`tan dilemeden önce kıldığı namaz. Kur`ân, "Sabırla ve namazla Allah`tan yardım dileyin"(el-Bakara, 2/45) buyurur. Mü`minler; yalnız Allah`a kulluk etmek ve yalnız O`ndan yardım dilemekle yükümlüdürler (el-Fâtiha, 1/4). Bu nedenle bir ihtiyaç içindeki insanın namaz ve dua ile Allah`a yönelmesinden, O`ndan yardım dilemesinden daha mâkul birşey olamaz. Hâcet namazı bu yöneliş ve dilemenin bir mukaddimesi niteliğindedir.
Mendûb olan hâcet namazı, yatsı namazından sonra iki, dört ya da on iki rekât olarak kılınır. Hz. Peygamber`den gelen bir rivâyete göre hâcet namazının ilk rekâtında Fâtiha`dan sonra üç defa Âyetel-Kürsî, diğer rekâtta (ya da rekâtlarda) da Fâtiha`dan sonra birer defa İhlâs ve Muavvizeteyn (Felâk ve Nâs) sûreleri okunur.
Hâcet namazı bitince Allah`a hamd ve senâ, Rasûlullah`a salât ve selâmdan sonra bir hâcet duası okunması sünnettir. Çeşitli hâcet duaları vardır. Bunlardan birisi, "Allah`ım, senden hidâyet ehlinin başarısını, yakîn ehlinin amellerini, tövbe ehlinin öğütleşmesini, sabır ehlinin azmini, korku ehlinin ibâdetini, ilim ehlinin irfânını isterim ki, senden gereği gibi korkayım. Allah`ım, senden öyle bir korku isterim ki, o beni sana isyandan menetsin; tâ ki, sana itâat ile öyle amel edeyim ki, onunla senin rızana ereyim; senden korkarak içtenlikle sana döneyim; sırf senin sevgini kazanmak için hâlis nasihat edeyim; her işte sana güvenip sana dayanayım; sana güzel zan besleyeyim. Nûrun yaratıcısı Allah`ı tesbih ederim" anlamındaki "Allahümme innî es eluke tevfîka ehlil-hudâ ve amele ehli`l-yakîni ve munâsehete ehli`t-tevbeti ve azme ehli-s-sabri ve cidde ehli`l-haşyeti ve talebi ehli`r-rağbeti ve teabbude ehli`l-vera`i ve irfâne ehli`l-ilmi hattâ ehâfek. Allahume innî es`eluke mehâfeten tahcizuni an masiyetike hatta a`mele bi ta`atike amelen estehikku bihi rıdâke ve hattâ unâsihake bi`t-tevbeti havfen minke ve hattâ uhlise leke`n-nasîhate hubben leke ve hattâ etevekkele aleyke fi`l-umûri ve husni zannin bike. Subhâne hâliki`n-nûr" duasıdır. Hâcet duası okunduktan sonra Allah`tan ihtiyacın giderilmesi yolunda dilekte bulunulur. Hâcet namazı mendubdur (Fetâvây-i Hindiyye, Beyrut 1400, I, 112).
Hz. Peygamber (s.a.s.)`den rivâyet edilen bir başka hâcet duası ise şöyledir: "Hiçbir ilâh yoktur (bütün putları ve tağutları reddederim). Yalnız ve yalnız halîm ve kerîm olan Allahü Teâlâ vardır. Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allahu Teâlâ`ya mahsustur. Allah`ım, senden rahmetinin işlerini, mağfiretinin hasletlerini ve her iyiliğinin ihsânını taleb ederim. Her günahtan da selâmetimi, kurtuluşumu istirham ederim. Bağışlanmamış bir günah ve giderilmemiş bir kederi benden bırakma. Bir de kendisinde senin rızan olan bir işi yerine getirilmemiş bırakma, ey merhamet edenlerin merhametlisi..." (Tirmizî, Sünen, Hadis No: 479). Mâlum olduğu üzere günümüzde mü`minlerin en büyük hâceti; İslâm'ın her yönüyle yeryüzünde yaşanmasıdır.
HACİZ, HACZ
Ayırmak, bölmek; Islâm hukukuna göre, borçlunun malına hâkim kararı ile el koymak.
Fıtratının gereği olarak yaptığı işlerde iradesine göre hareket etme serbestisinde bulunan insan bu serbestisini aklî yetenekleri var olduğu sürece devam ettirir. Ancak akıl ve şuur ile ilgili bir kısım noksanlıklarında şahsın adına faaliyette bulunması hem kendine hem de ilgili bulunan bir başkasına zararı olacağı nedenle Islâm hukuku bu şahsı "hacr" altına alır.
Hacr, lügatta engel olmak demektir. Islâm hukukunda hacr, bir kimseyi sözle olan tasarruflarından alıkoymaktır. Hukukî ifadeyle "bir muayyen şahsı tasarruf-ı kavlîsinden men etmektir ki, o şahsa bu hacr`den sonra "mahcur" denir. Tasarruf-ı kavlîden men, o tasarrufu hükümsüz, gayrı sâbit ve gayr-ı nâfiz addetmektir (Mecelle, mad, 942). Bir şahsın "hacr" altına alınması için çocukluk, cinnet hâli, bunama hâli ve kölelik gibi gerekli sebepler olmalıdır. Bu grup insanlar, hâkimin kararına gerek olmaksızın aslında hacr altında kabul edilir ve kendiliklerinden yaptıkları muâmeleler hükümsüz sayılır. Hâkim kararı ile hacr altına alınanlar ise: a) Borçlu olanlar; b) belâhet (ahmaklık, düşüncesızlık, ne yaptığını iyi bilmemek); c) sefâhet (zevk ve eğlenceye ve yasak şeylere düşkünlük, akılsızlık edip lüzumsuz yere sonunu düşünmeden, hazz-ı nefs için masraf etmek); d) amme zararına çalışma (câhil olan tabîbin tedavide bulunması, insanlara müctehidlerin ictihadlarına aykırı birtakım bâtıl hileleri öğreten, bilmediği halde fetvâ vermeye kalkışan "müftî-i macın" ve kendisinin muntazam nakil vasıtaları ve parası olmadığı halde yolcuların naklını deruhte eden ve nakil zamanı ortadan kaybolarak yolcuları aldatan "Mükarı-i müflis" gibi kimseler) gibi haller, bu icraatta bulunan şahısları hâkimin kararı ile hacr altına almayı gerekli kılan sebeplerdir.
Borçlanmanın, hacrin sebebi olduğu Islâm hukukunda belirtilmiş olmakla birlikte borçluya genişlik verilmesi ve ödemek kastıyla borçlanana Allah`ın yardım edeceği hususunda Allah ve Rasûlü şöyle buyurmaktadır:
"Eğer (borçlu) darlık içinde ise, bir kolaylığa çıkıncaya kadar beklemek (lâzımdır). Eğer bilirseniz (verdiğiz borcu, eli darda olan borçluya) sadaka olarak bağışlamanız sizin için daha hayırlıdır" (el-Bakara, 2/280, 282,, 283. Ayrıca bk. en-Nisâ, 4/11,12, et-Tevbe, 9/60, 88, et-Tur, 52/40, el-Vâkıa, 56/66, el-Kalem, 68/46).
Hz. Peygamber (s.a.s) "Her kim halkın malını ödemek niyetiyle (istikraz eder veya bir muâmele sebebiyle) alırsa, Allah o kimseye (dünyada) edâsını müyesser kılar. Her kim de halkın malınıitlaf etmek kastıyla alırsa, Allah (onun malını) telef ettirir" (Nesai, Buyû, 99) buyurmaktadır.
Hz. Âişe bir kere borç almış da kendisine "Ey Ümmü`l-Mü`minîn. Ne cesaretle borçlanıyorsun? ödeyecek malın yoktur," denilmiş. Hz. Âişe de:
"Ben her zaman Rasûlullah`ın; "Borcunu ödemek niyetinde bulunan her kula Allah yardım eder" buyurduğunu işittim. Ben de Allah`ın bu yardımını dilerim, demiştir (Sahih-i Buhârî, Tecrid-i Sarîh Tercümesi Hadis no: 1074).
Hacr altına alınan borçlunun malına el konulması demek olan "hacz" hususunda müctehidler şu görüşleri ile sürerler:
Genel olarak, borçlunun yaptığı tasarruflar, alacaklılarına tesir etmektedir. Mesela borçlu arsasını satıp mülkiyetinden çıkarınca alacaklının bu arsa üzerinde herhangi bir tasarrufta bulunması mümkün olamaz... Bunun aksine borçlu, bir mülk edindiği zaman alacaklının, alacağı nisbetinde bu mülk üzerinde de tasarruf hakkı doğar. Borçlunun, ölümle neticelenen son hastalığı döneminde yaptığı teberru cinsinden tasarrufu vasiyyet hükmüne girmektedir. Bu durumda vasiyyet, borçların ödenmesinden sonra kalan malın üzerinde geçerli olmaktadır. Dolayısıyla teberru cinsinden yapılan tasarruf, alacaklının alacağını almasına engel teşkil etmez, yani teberrunun borç karşılığı olan kısmı geçersiz sayılır. Ancak sağlıklı döneminde yaptığı tasarruflar borçluyu iflâs durumuna getirmedikçe ve alacaklıyı zarara uğratmadığı ölçüde geçerli olur.
Imam Ebû Hanife`ye göre borçlunun mal varlığı borcundan daha az olsa ve alacaklıları da borçlunun hacrini (sözlü tasarruflarını) talep etseler, borçlu hacredilmez. Ancak, alacaklıları borçlunun hapsedilmesini talep ederse, malınısatıp borcunu ödemesi için borçlu hapsedilir. Imam Ebû Yûsuf ve Imam Muhammed`e göre ise, iflâs hâlindeki borçlunun, alacaklıların isteği ile hacredilmesi câizdir (Mecelle mad, 998). Diğer bir görüşe göre ise borçlu iflâs hâlinde olmasa bile, imkânı olduğu halde borcunu ödemekten kaçınması hâlinde borçlu hacredilebilir. Mecelle, sözkonusu maddede bu görüşü kanunlaştırmıştır. Borçlunun hapsedilmesi ya da hacredilmesi şâhitlerle ispat ve ilân edilir (Mecelle mad, 961). Netice olarak borçlunun varsa mevcut parası, kâfî gelmezse ticaret malları, o da yetmezse diğer akarı borcuna karşı haczedilir, satılıp borcu ödenir. Ancak mesken, giyim gibi borçlu için kâfi miktarda, lüks olmamak şartıyla, zarûrî ihtiyaçların haczine gidilmez (Mecelle mad. 998-999).
Hacr müddetince borçluya ve bakmakla görevli olduğu şahıslara kendi malından, yeme içme hakkı ve imkânı verilir. Hacr hâli borçlunun hacredildiği andaki mülkiyeti üzerinde geçerlidir.
Mâlikiler de borçlunun hacri hususunda Hanefiler gibi düşünürler. Iflasına hükmedildiği zaman borçlunun mevcut malları, hâkim tarafından, borçlunun huzurunda imkân nisbetinde en yüksek fiyatla satılır; elde edilen bedel, alacaklılara hisseleri oranında paylaştırılır. Bu işlemin sonunda borçlu hacr hâlinden kurtulur. Bu halden sonra borçlunun miras, hibe, vasiyyet yoluyla elde ettiği yeni mallar üzerinde eski hacr kararı geçerli olmaz. Gerekirse yeniden dava açmak icap eder. Borçlu borcunu ödemek için çalışmaya zorlanmaz; iş ve zanaatı ile ilgili aletleri, kendisinin ve bakmakla yükümlü olduğu kişilerin nafakası ve elbiseleri haczedilerek satılamaz.
Bütün mezhepler hacrin, ancak vadesi gelmiş borçların mal varlığını aşması, alacaklıların hacri talep etmeleri, hacre hâkimin hükmüyle karar verilmesini, bu hükme şâhid tutulması ve verilen hükmün ilân edilmesi gereğinde ittifak hâlindedirler.
Ebû Hanife`ye göre borçlu hayatta kaldığı sürece borcundan ve iflâsından dolayı onu hacretmek ve mallarını haczederek cebren satmak câiz değildir. Imam Ebû Yûsuf ve Imam Muhammed aksi görüştedirler. Diğer bir ictihad da Hanefî mezhebi tüKerimek durumunda olan malı borcundan çok olan borçlunun hacrini câiz görürken; bir başka ictihadda da malı borcuna yetmediği zaman borçlunun hacrini câiz görür.
Malıkî hukukçular, ikinci bir görüşte yalnız ödeme tarihi gelmiş borç, malınıaştığında hacre gerekli gördüğü gibi, vadesi gelmiş ve gelmemiş borçlar toplamı, mal varlığını aştığı zaman da borçlunun hacrini câiz görüyor. Ancak borçlu temerrütte bulunmazsa yani imkân nisbetinde borcunu ödemekten kaçınmazsa hacrine karar verilmez.
Şâfiî hukukçular borçlunun gideri gelirinden fazla olunca ve iflâs âlametleri belirince, malı, vadesi gelmiş borçlarını ödemeye yeterli olan borçlunun dahi hacredilmesini câiz görüyor. Aynı mezhebe göre borçlu, hâkime başvurarak kendini hacrettirebilir.
Bütün mezhebler hacr altına alınan borçlunun mallarının satılacağı; bozulması ve değişmesi muhtemel olanların hemen satılacağı, diğerlerinin en yüksek fiyatla satılması hükmünde ittifak hâlindedirler. Hanefî ve Mâlikîlere göre hacr, yalnızca hacre hükmedildiği zaman mevcut bulunan malları kapsadığı halde, Şâfiî ve Hanbelî hukukçulara göre, yeni bir hacr kararı alınmaksızın, sonradan edinilen mallarda da eski alınan hacr kararı uygulanabilir. Ebû Hanife, mahcurun mallarının zorla satışını câiz görmez; onu satıp borcunu ödemeye zorlamak maksadıyla hapsedilmesini câiz görür. Imam Ebû Yûsuf ve Imam Muhammed ise hem zorla satışı (haczi) hem de hapsi câiz görürler.
Hacr altına alınan borçlunun zanaat ve iş aletleri ve nafakası için gerekenler satılmaz. Bu hususta bütün Islâm hukukçuları görüş birliğindedirler. Mâlikî ve Şâfiîlere göre oturduğu ev satılır. Hanefî ve Hanbelilere göre satılmaz. Üç mezhebe göre malları haczedilerek satılan borçlunun, diğer borçların ödenmesi için çalışmaya zorlanmaz. Hanbelilere göre ise çalışmaya zorlanır.
Alacaklılar haczedilip satılan malların bedellerinden alacakları nisbetinde mal alırlar. Sonradan ortaya çıkan alacaklı, alacaklılara başvurarak onlardan hakkını alır. Bir alacaklı, sattığı malı, vasfı değişmemiş olduğu halde borçlunun elinde mevcut olursa; ya satış akdini feshederek malının aynısını alır, ya da diğer alacaklılar arasına katılarak alacağı nisbetinde hakkını alır.
Mâlikîlere göre borçlunun, vadesi gelmemiş borçları, hacr sebebiyle vadesi gelmiş borç sayılır. Diğer üç mezheb bunun aksini savunur. Bu duruma göre vadesi gelmemiş alacak sahipleri, haczedilip satılan malın bedelinden birşey alamazlar. Hanefîler bir alacaklının, mahcur borçlu yanında malınıdeğişmemiş ve üzerinde başkasının hakkısâbit olmamış malıntn aynısını bulması hâlinde satış akdini feshederek bu malı alma hakkına sahip olduğunu kabul etmez. Ancak satılan mal, henüz satıcının yanında bulunuyor ise bu takdirde bedeli ödeninceye kadar malı kendi yanında hapsedebilir. Dört mezhebe göre borçluyu, iflâs etmese de borcunu ödemeye zorlamak maksadıyla hapsettirmek caizdir.
HAD, HADLER
Sınır çekmek, bilemek dikkatle bakmak, ayırmak ve ceza tatbik etmek. Bir isim olarak; sınır, son, bıçak vb. ağzı, tarif ve şer`î ceza. Çoğulu hudûd gelir. Bir hukuk terimi olarak hadler; Islâmî ölçüler, Islâm Dininin ortaya koyduğu helâl-haram sınırları, miktarı ve niteliği nasslarda belirlenmiş olan şer`î cezalar demektir.
Mükellef, yani akıllı ve ergin kişilerin yaptığı işlerin Allah ve Resûlünün rızasına uygun olup olmadığını gösteren ölçüler vardır. Bu ölçüler Kur`ân ve Sünnetle bildirilmiştir.
Islâm`da mükelleflerin yaptığı işlerin (ef`al-i mükellefi) değer hükmünü gösteren ölçüler şunlardır: Farz, vacip, Sünnet, Müstehap, Helâl, Mübah, Mekruh, Haram, Sahih, Fâsit, Batıl. Mükellefin yaptığı her iş, şer`î sınırları gösteren bu ölçülere göre değerlendirilir. Sonuçta ona göre ceza veya mükâfaat alır; yapılan iş ya geçerli (sahih) veya geçersiz (fâsid, bâtıl) olur.
Şer`î hadlerin genel anlamı Allah`ın koyduğu helâl-haram ölçüleridir. Bu mana aşağıdaki âyet ve Hadislerden anlaşılmaktadır: Nisâ suresi 12. âyette mirasla ilgili hükümler açıklandıktan sonra şöyle buyurulmaktadır: "Bunlar Allah`ın sınırlarıdır, Kim Allah`a ve elçisine itaat ederse Allah onu, altından ırmaklar akan cennetlere sokar, orada ebedî kalırlar. Işte büyük kurtuluş budur. Kim de Allah`â ve O`nun Elçisine karşı gelir, O`nun sınırlarını aşarsa, Allah onu ebedi kalacağı ateşe sokar. Onun için alçaltıcı bir azab vardır" (en-Nisa, 4/ 13, 14). Burada Allah`ın emirleri "O`nun sınırları` olarak ifade edilmiş, bu sınırları aşanların ceza ile karşılaşacakları haber verilmiştir.
"Allah`ın yasak sınırına uyup o sınırı aşmayanlar kendilerine Cennet va`dedilen mutlu kişilerdir. Allah onlarla alış-veriş yapmış, Cennet karşılığında mallarını ve canlarını satın almıştır (et-Tevbe, 9/111). "(Bu alışverişi yapanlar), tevbe eden, ibadet eden, hamdeden, rükü` eden, secde eden, iyıliği emredip kötülükten meneden ve Allah`ın (yasak) sınırlarını koruyan (onları çiğnemeyen) insanlardır. O mü`minleri müjdele" (et-Tevbe, 9/ 112).
Allah`ın yasak sınırları, şüphesiz O`nun haram kıldığı işlerdir. Allah`ın haram kıldığı fiiller yani günahlar, büyük ve küçük olmak üzere ikiye ayrılır (bkz. en-Necm, 53/32; el-Kehf, 18/49).
Büyük günahların sayısı hakkında kesin bir rakam yoktur. Doğruya en yakın olanının 125 olduğunu ifade eden A. Ziyaeddin Gümüşhânevî (v. 1311/ 1893) kitabında bunları tek tek açıklamıştır (bkz. Gafillerin Kurtuluş yolu. Terc. Ali Kemal Saran, Ikbal Yayınları, Ankara, (Tarihsiz).
Hadis-i Şerifte Allah`ın haram kıldığı şeyler "Allah`ın korusu" olarak nitelendirilmiştir: "Muhakkak helâl belli, haram da bellidir. Ikisinin arasında çok kimselerin bilemeyecekleri (birtakım) şüpheli şeyler vardır. Kim şüpheli şeylerden sakınırsa dinini ve ırzını kurtarmış olur. Kim şüpheli şeylere dolarsa, korunun etrafında (sürüsünü) otlatan çoban gibi, çok sürmez içine düşer. Haberdar olun!. Her hükümdârın bir korusu vardır. Dikkat edin Allah`ın yeryüzündeki korusu da haram kıldığı şeylerdir. Haberiniz olsun! Cesed içinde bir parça et vardır ki o iyi olursa bütün cesed iyi olur. O bozuk olursa bütün cesed bozuk olur. Biliniz ki o, (et parçası) kalbdir" (Riyazüssalihîn, 419, 420, M. Emre terc.).
Islâm ceza hukuku (Ukûbat) terimi olarak hadler; "belirli bazı suçlara İslam`ın tayın ettiği cezalar" dır. Bu cezayı gerektiren suçlar beş tanedir: zina, hırsızlık, içki içmek, kazf (namuslu kadına zina iftirası) ve yol kesme (hırâbe).
Islâm ceza hukukunda "had"ler "Allah hakkı" olarak kabul edilmiştir. Yani haddi (İslam`ın tesbit ettiği cezayı) gerektiren suçlar amme hukukuna tecavüz anlamı taşımaktadır. Kısas kul hakkıolduğu için buna had denilmemiştir. Haddin dışında kalan yani Kur`an ve Sünnetle tayın edilmeyip hâkimin takdirine bırakılmış cezalara ta`zir cezaları denir. Hapis, teşhir, sürgün vb. (ez-Zühaylî, el-Fıkhu`l-Islâmî ve Edilletüh, 2. baskı, Dimaşk 1405/1985, IV, 284 vd.).
Içki içme cezası dışındaki hadler Kur`an`la, içki içme cezası ise Sünnetle sabittir.
HADİS USÜLÜ ISTILAHINDA VASİYET
Hadis usûlü ilminde Vasiyet, hadis tahammül yollarından birisidir. Sefere çıkacak veya ölmek üzere bir şeyh (hadis bilgini) in, rivayet etmekte olduğu bir kitabı bir şahsa Vasiyet ederek bırakması demektir. Bu ilimde, vasîyette bulunan şeyhe, mûsî, kendisine kitap bırakılan öğrenciye mûsa leh denilir.
Vesayet yoluyla hadis tahammülünün caiz olup olmadığı bu sahanın bilginleri arasında tartışmalıdır. Içlerinde Nevevî`nin de bulunduğu bir gruba göre caiz değil, bir başka gruba göre caizdir. Caiz görenler de bu yolu hadis tahammül şekillerinin en alt seviyesi olarak kabul etmişlerdir. Vasiyet yoluyla tahammülü kabul edenler, şeyhi bu vasiyetiyle öğrencisine muayyen bir şey vermiş, ve onun kendi rivayetlerinden birisi olduğunu kabul etmiş gibi telakki ederler. Vasiyet edilen bir kimsenin rivayet sırasında vasiyet edenin sözlerini fazla veya eksik olmadan aynen aktarması gerekir (Suyutî, Tedrîbu`r-râvî fı Şerhi Takribi`n Nevevî, II, 59, 60; Tehanevî, a.g.e., II,1526; Yaşar Kandemir, Hadis Ilimleri ve Hadis Istılahları, trc. 79, 80).
HADLERİN UYGULANMASI KONUSUNDA BAZI HADİSLER
HADLERİN UYGULANMASI KONUSUNDA BAZI HADİSLER:
"Allah`ın hadlerini yakında ve uzakta yerine getiriniz. Hiçbir kınayanın kınaması sizi Allah`ın hakkını yerine getirmekten alıkoymasın. "
"Allah`ın yasaklarına uyan kimseyle o yasakları (hududu) ihlâl eden kimse, bir gemiye binip, kur`a çekerek bir kısmı alt kata bir kısmı üst kata yerleşen topluluk gibidir. Aşağı katta olanlar su almak istedikleri zaman yukarı katta olanlara gidip: "Sizi zarara sokmadan biz kendi katımızda bir delik açsak!.." derler. Eğer yukarıdakiler onları serbest bırakırsa hepsi helâk olur, mani olursa hepsi kurtulur" (et-Terğib ve`t-Terhib, 4/25, 27).
Şer`î hadlerin tatbiki konusunda gözden uzak tutulmaması gereken bazı hususlar vardır: Her şeyden önce had cezaları bütün müessese ve kurumlarıyla işleyen Islâm Devletinde ve Devletin hakiminin kararlarıyla uygulanır. Toplumda suça sebeb olabilecek bütün unsurların ortadan kaldırılmış olması, insanların islâmî eğitimle yetiştirilmiş olması, fertlerin maddî manevî ihtiyaçlarını devlet tarafından eksiksiz giderilmiş olması gerekir.
Suça götüren yolların tamamen kapatılamaması, şüphelerden sanığın faydalanması, suçun sübut bulması için gerekli şartların tam teşekkül etmemesi gibi sebeplerle geçmişte had cezaları nadır olarak uygulanmıştır. Buna, yöneticilerin bu cezaları uygulamakta gösterdikleri ihmal, acz ve gevşekliği, kayıtsızlığı da eklemek gerekir.
Hadis-i Şerifte: "Şüphelerden dolayı hadleri kaldırınız (uygulamayanız)" " (Ebû Dâvud, Salât,14; Tirmizî, Hudûd, 2) buyurulmuştur. Islâm ceza hukukunda bu önemli bir prensiptir. Bu prensibe göre, Hz. Ömer`in tatbikatıyla, kıtlık yılında hırsızlık yapanın eli kesilmemiş; efendisinin veya akrabasının malından çalan kimseye de, o malda hakkıolabileceği şüpheşiyle, bu had uygulanmamıştır. Aşağıdaki örnekler de bu prensiple ilgilidir:
Dört kişi bir şahsın zina ettiğine şehâdette bulunur; ancak bunlardan ikisi gönüllü diğer ikisi ise gönülsüz olarak şahitlik yaparlarsa Ebû Hanife`ye göre, bunların hiçbirine yani erkeğe, kadına ve şahitlere had tatbik edilmez.
Suçluya celde (dayak cezası) uygulanırken şahitlerden birisi şehadetinden dönse, kalan kırbaçlar vurulmaz.
Iki kişiden birisi bir şahsın "içki içtiğine", diğeri ise, o şahsın "içki içtiğini ikrar ettiğine" şehadette bulunurlarsa yine sarhoşluk haddi uygulanmaz.
Bir kimse önce hırsızlık yaptığını ikrar eder; sonra bu ikrarından döner ve daha sonra da bu malın bir kısmını çaldığını tekrar ederse eli kesilmez (Geniş bilgi iç in bkz. Cevat Akşit, Islâm Ceza Hukuku ve Insanî Esasları, Ist. 1987, 2. bak.).
HAFAZA MELEKLERİ
İyi ve kötü her yapılanı gözetip hıfz etmek ve korumakla görevli melekler. Hafaza ve hâfızîn, hâfız kelimesinin çoğuludur.
Gözetlemeye memur melekler insandan hiç ayrılmaksızın her an onu murakabe etmekte ve her hareketini yazmaktadırlar. Bütünüyle bu işin nasıl olduğunu da bilemediğimiz gibi keyfiyetini bilmekle de mükellef değiliz.
"Muhakkak sizin üzerinizde hafız (gözetleyici) melekler var. Kiram (değerli) kâtipler var. Her ne yaparsanız bilirler" (el-İnfitâr, 82/ 10, 11, 12).
"Hafızın" gözetleyici, amelleri ezberleyen, muhafaza eden ve koruyan anlamında tefsîr edilmiştir. Âyette hafaza melekleri "kirâmen" değerli, şerefli sıfatlarıyla anılmıştır. Melekler Allah katında şerefli ve değerlidirler (Taberî, Tefsîr, XXX, 88). Bu suretle kalplerde o şerefli meleklerin yanında utanma ve toparlanma hissi uyarılmak istenmiştir. Zira insanoğlu yüksek mevkide bulunanların huzurunda söz, hareket ve davranış bakımından bir hata yapmamak hususunda son derece dikkatli ve itinalı hareket eder. "Kirâmen" vasfıyla anlatılan meleklerin her an ve her durumda kendilerini gözetlediğini bilen kimselerde huy ve davranışlarını dikkatle ve güzel bir şekilde yapmalarıdır.
Yaptığınız bütün işler melekler tarafından muhafaza edilmektedir.
"Yaptığınız bütün hileleri meleklerimiz kaydediyor" (Yûnus, 10/21).
"İnsanın arkasında ve önünde, Allah`ın emriyle onu koruyan ve yaptıklarınızı kaydeden melekler vardır" (er-Ra`d, 13/11).
Rasûlullah (s.a.s) hafaza meleklerinin vazifelerini anlattığı bir hadiste şöyle buyurur: "Bir müslüman bir rahatsızlığa düşünce Allah onu koruyan hafaza meleklerine şöyle emreder: " Kulumun her gün ve gecede yaptığı iyiliklerin sevabını ona bu hastalık müddetince yazın" (Dârimî, Rikâk, 56).
Gece melekleri ile gündüz melekleri sabah ve ikindi namazlarında bir araya gelirler. Allah bu meleklere "kullarım ne yapıyorlar?" diye sorar. Melekler; "Onlara vardığımızda namaz kılıyorlardı, ayrıldığımızda da namaz kılıyorlardı" derler (Buhârî, Ezân, 31, Mevâkit, 16, Nesâî, Salât, 21).
İnsanın sağ ve sol omuzlarında bulunan hafaza melekleri insanın günah ve sevaplarını kaydederler. Bu melekler insandan cima, helâ ve gusül anında bu haller bitinceye kadar ayrılırlar. Hz. Peygamber (s.a.s) "Sizden hela ve cima hali hariç ayrılmayan Kirâmen Kâtibin`e saygı gösterin. İçinizden biri banyo yaptığında bir bez parçası ile avret mahallini örtsün" Hz. Ali (r.a) da şöyle buyuru: "Avret mahalli açık olduğu melek kişiye yaklaşmaz" "Örtüsüz hamama girilince iki meleği kişiye lanet eder" (Kurtubî, el-Câ`m`î !i-Ahkâmi`l Kur`ân, XIX, 248).
Âlimler helâ ve cimâ halinde hafaza melekleri bulunmadığından dolayı, konuşmayı câiz görmemişlerdir.
Bazı âlimler kâfirlerin hafaza meleklerinin olmayacağını, çünkü onların durumunun belli olduğunu, amellerin yalnızca kötülük olduğunu, sağlarında bulunan meleklerin mü`min olmadıklarından hayır yapamayacağını ileri sürmüşlerdir. Nitekim Allahu Teâlâ şöyle buyurur: "Mü`minler alemetlerinden tanınırlar" (er-Rahman, 55/41).
Ancak genel olarak İslâm âlimleri kâfirlerin de hafaza meleklerinin olduğunu kabul etmişlerdir. Allah Teâlâ: "Kitabı solundan verilene gelince..." (el-Hâkka, 69/25) "Kitabı arkasından verilene gelince..." (el-İnşikâk, 84/10) buyurmuştur. Bu âyetler kâfirlerin kitaplarında hafaza melekleri tarafından yazıldığını gösterir. Sağda bulunup hayır yazan melekler de kendisi bir şey yazmasa da solda bulunan meleğe kâfirlerin kötülüklerini yazarken şâhitlik yapar. (Kurtubî, a.g.e., XIX, 248).
Hz. Peygamber (s.a.s): "Allahu Teâla şöyle buyurmuştur: "Kulum bir günah işlemeye karar verirse onun cezasını yazmayın. Şayet o kötülüğü işlerse ona bir günah yazın. Bir iyilik yapmaya karar verirse yapmasa bile ona bir iyilik yazın. Yaparsa on iyilik yazın " der (Müslim, İmân, 203).
Bu kudsî hadiste bildirilen karar vermek duygularla ilgili bir özellik olduğu için bunu hafaza melekleri nasıl tespit ederler meselesi tartışılmıştır. Bu husus Şüfyan es-Sevrî`ye sorulunca şöyle cevaplandırmıştır: "Kul iyiliğe karar verince ondan bir misk kokusu yükselir. Kötülüğe karar verince de leş kokusu yükselir. Bunu melekler duyar ve yazarlar" (Kurtubî, a.g.e., XIX, 248). Nitekim âyet-i kerime de şöyle buyurulmuştur. "Hatırla ki (insanın) sağında ve solunda oturan, yaptıklarını tespit eden iki melek vardır. İnsan bir söz söylemeye dursun, mutlak onun yanında (hayır ve şerrini) görüp gözetlemeye hazır bir (melek) vardır" (Kâf, 50/17, 18).
Hafaza melekleri, sağ ve sol tarafta bulunan melekler Allah katında değerli, şereflidir. Kul helâ, cimâ`, banyo gibi avret mahallerinin açılmasına sebep olacak hallerde olunca bu melekler geçici olarak ayrılır.
HAKKU`L-MECRA ( SU GEÇİRME HAKKI)
Su geçirme hakkı.
Sulanacak akarı, suyun geçtiği yerden uzak olan kimsenin, komşu akarlardan kendi akarına kadar suyu geçirme ve akıtma hakkı. Tarım ürünlerini sulamak için başkasının arazisi üzerinden kanal açarak, boru veya künk döşeyerek sulama suyunun geçirilmesi irtifak haklarından birisidir.
Hz. Peygamber (s.a.s) "insanlar üç şeyde ortaktırlar; su, ateş, ot" buyurmuştur (Zeylaî, Nasbu`r-Râye, IV, 294). Suyun sahibi veya suyun geçirileceği arazının sahibi suyun kullanılmasını engellerse, gerekirse silah kullanarak sudan yararlanılır. Hz. Ömer (r.a.)`in uygulaması böyledir (Ebû Yûsuf, Kitâbü`l-Harac, s. 97; Mevsılî, İhtiyâr, III, 71).,
Eğer suyu geçirecek şahsın kendi arazisi ile su arasında kalan arazide hakkı varsa ortaklık hakkına dayanarak suyu geçirebilir. Şayet bir ortaklığı yok ise irtifak hakkı ile suyu araziden geçirir, arazi sahibi veya komşu arazi sahipleri bunu engelleyemez.
Dahhâk b. Halîfe, el-Ureyz mevkiinden bir kaynak suyu çıkartır. Suyunu Muhammed b. Mesleme`nin arazisinden geçirerek kendi arazisini sulamak ister: Muhammad b. Mesleme izin vermeyince Hz. Ömer (r.a.)`a başvururlar. Hz. Ömer Muhammed b. Mesleme`ye kendisi için de yararlı olacak olan bu suyun kullanılmasına niçin izin vermediğini sorar. Muhammed b. Mesleme yemin ederek bu suyun geçmesine izin vermeyeceğini söyleyince; Ömer şöyle der: "Yemin ederim ki, karnının üzerinden geçmesi gerekse bile o suyu oradan geçiririm" (Mâlik b. Enes, Muvatta`, II, 218). Suyun geçtiği yol (mecrâ) birkaç kişi arasında ortak ise bunlardan birisi, diğerlerinin sulamasını engelleyecek şekilde suyu kapatamaz. Ancak nöbetleşe su kullanılsa kendi nöbetinde suyun mecrâsını tamamen tarlasına çevirebilir. Ortak mecrâ hakkında, ortaklardan birisinin arazisini sulaması için mecranın önünü kapatıp su biriktirmesi gerekiyor ise ihtiyacım görecek, diğerlerine zarar vermeyecek şekilde suyun önünü kapatabilir.
Bütün irtifak haklarının kullanımında olduğu gibi burada da şart, suyun üzerinden geçtiği hâdım akara önemli zarar vermemektir (Hayreddin Karaman, Mukayeseli İslâm Hukuku" III, 128)
Mecrâların bakım ve temizliğini devlet veya hususî şahıslar üstelenecektir. Bu cihetten mecrâlar üçe ayrılır:
a) Bakım ve temizlik masrafı devlete âit olan mecrâlar; Fırat, Dicle gibi büyük nehirler.
b) Masrafı hususî şahıslara âit olup bakımı ihmal edildiğinde devletin zorlama hakkı olan mecrâlar. Belirli beldedeki insanların istifade ettiği akarsu ve ırmak kolları. Bunların ıslahı, temizlenmesi faydalanan kimselere âittir.
c) Masrafı hususî şahıslara âit olup ihmal edilme durumunda cebir bahis mevzûu olmayan mecrâlar. Nehr-i hass denilen hususi akarsular. Bu sular on kişiye, kırk kişiye veya bir köye âit sular diye tarif edilir. Ancak hangi suyun hususî akarsu sayılebileceği hâkimin kararına bağlıdır (Ali Haydar, Duraru`l-hukkâm fi Şerh-i Meceletti`l-Ahkâm, III, 499, 1224. maddenin şerhi).
HAKKU`L-MESİL (BAŞKASINA AİT ARSA)
Başkasına âit arsa, bahçe veya araziden, kullanılmış veya ihtiyaç fazlâsı suyun geçeceği kanal veya kanalızasyon geçirme hakkı. Bir kimsenin ev, bahçe veya arazisindeki ihtiyaç fazlası saçak, tuvalet ve benzeri yerlerin temiz veya pis sularını, ev veya fabrikasının sıvı artıklarını kendi mülkü dışına akıtma hakkı vardır. Bu sıvıların en kolay geçebileceği komşu gayr-i menkul sahipleri buna katlanmak zorundadır. Artık sulan geçirme, ya toprak zeminine açılacak kanalla, ya dâ toprak altına döşenecek boru, kanalızasyon gibi altyapı tesisleriyle olur. Bu, bir gayr-i menkul lehine, diğer gayr-i menkul aleyhine bir irtifak hakkıdır.
Su geçirme hakkı (hakku`l-mecrâ) ile bunun arasındaki fark şudur: Birincisi, içme, kullanma veya araziyi sulamaya elverişli suyu bir boru veya kanalla başkasının gayri menkulûnden geçirmeyi; mesîl hakkı ise kullanılmış suları ve pis sıvı artıkları, başkasının mülkünden geçirip dışarı akıtmayı ifade eder. Kanalızasyon, bazan yararlanana âit özel mülk olur, bazan içinden geçtiği komşu arazi sahibine âit bulunur, bazan da umuma âit olabilir. Kanalızasyon geçirme hakkı sâbit olunca, açık bir zarar söz konusu bulunmadıkça komşu gayr-i menkul sahibi bunu engelleyemez. Bu hak, gayr-i menkulün tarım arazisi iken, ev veya fabrika arazisine dönüşmesi gibi yollarla niteliği değişse bile devam eder.Mesîl hakkı eskiden beri geliyorsa, umûmî veya husûsî maslahata zarar vermedikçe eski hâli üzere kalır. Başkasına zarar veriyorsa bu zarar kaldırılır. Zararın eskiden beri gelmesi sonucu etkilemez. Çünkü zarar kadîm olmaz.
Kanalızasyonun tamir masrafları, yararlananın mülkü olsun veya üçüncü bir şahsın mülkü bulunsun yararlanana âittir. Ancak, umûma âit yerlerdeki kanalızasyonların onarım masrafları devlete âittir (ez-Zühaylî, `el-Fıkhu`l-İslâmî ve Edilletühu, IV, 65, V, 606, 607; Fahri Demir, İslâm Hukukunda Mülkiyet ve Servet Dağılım, 1981, s. 46, 47).
Mecelle de mesîl hakkı şöyle düzenlenmiştir: "Birinin arsasından, diğer kimsenin kanal veya su yolu normal olarak akarken, arsa sahibi bundan sonra akıtmam diye alıkoyamaz. Bunlar onarıma muhtaç olduğunda mümkünse sahibi kanala girerek bunları onarır. Fakat o arsaya girmedikçe onarımları mümkün olmadığı taktirde, sahibi arsasına girmeye izin vermezse, hâkim tarafından kendisine; ya arsana girmek üzere izin ver veya kendin onar, diye mecbur edilir" (madde, 1228). "Bir evde, normal olarak akan bir pis su borusu dolup yahut yarılıp da ev sahibine fâhiş zararı olsa pis su borusunun sahibi bu zararı ödemeye zorlanır" (madde, 1233, bkz. madde, 1229-1232).
HAKKU`L-MÜRUR (GEÇİŞ HAKKI)
HAKKU`L-MÜRÛR(GEÇİŞ HAKKI)
Geçiş hakkı.
Mürûr, merre fiilinin mastarı olup, geçmek, gitmek ve uğramak demektir. Mürûr hakkı, bir kimsenin kendi ev, arsa, bahçe ve arazi gibi gayr-i menkulüne ulaşabilmek için, başkasına âit bir gayri menkuldeki yoldan geçiş hakkını ifade eder. Bu yol, ya umûmî, ya da kendisine veya üçüncü şahsa âit özel bir yol olabilir. Geçiş hakkı, irtifak haklarından olup, bir gayr-i menkul lehine başkasına âit bir gayr-i menkul üzerinde kurulmuş bir yararlanma hakkıdır (bk. Hakku`l-İrtifâk)."
Geçiş hakkının esası İslâm hukukçularınca şöyle açıklanır: Bir kimse ölü (mevât) bir araziyi ihyâ etse, daha sonra başkaları bu arazının dört yanını ihyâ ettiği için, geçiş yolu kalmasa, en son ihyâ edilen arazının geçiş hakkı tanıması kesinleşir. Çünkü ortada kalan arazının giriş-çıkış yolunu en son kapatan bu arazidir (İbn Âbidîn, Reddü`l-Muhtâr, . V, 303; Fahri Demir, İslâm Hukukunda Mülkiyet ve Servet Dağılımı, İstanbul 1981, s. 46).
Geçiş hakkı, yolun umûmî veya husûsî oluşuna göre bazı özellikler arzeder.
a) Umûmî yollar: Herkesin bu yollardan yararlanma hakkı vardır. Bu, geçiş olabileceği gibi, yola karşı pencere veya çıkmaz aralık açma, balkon ve benzeri çıkıntılar yapma şeklinde de olabilir. Ayrıca yolun kenarına otomobil, traktör vb. araçlar konulabilir. Yararlanma iki durumda sınırlanabilir: Birincisi, başkalarına zarar vermek. Çünkü hadiste, "zarar ve zarara karşılık zarar vermek yoktur" buyurulur. İkincisi de yetkili makamların iznidir. Yoldan geçenler veya yararlananlar, geçişi engellemek gibi başkalarına zarar verirlerse men olunurlar. Yoldan yararlananın fiilinde bir zarar yoksa, Ebû Hanife`ye göre hâkimin izniyle intifa câiz olur. Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed`e göre ise izin şart değildir. Şâfiîlere göre de bu durumda yetkililerden izin şartı aranmaz. Çünkü hadiste; "Mübah bir şeyi başkalarından önce kullanan kimse, onda daha fazla hak sahibidir" (Ebu Dâvûd, İmâre. 36) buyurulur. Şâfiî`ye göre, yol kenarlarına yoldan geçenlere zarar verecek şeyler yapılamaz. Çünkü hak bütün müslümanlara âittir. Mâlikîler umûmî yola tecavüz eden yapı, eklenti vb. şeylerin engellenmesi gerektiğini söylerler (İbnü`l-Hümâm, Tekmiletü Fethi`l-Kadîr, VIII, 330 vd.; Zeylaî, Tebyînü`l-Hakâik, el-Emîriyye, VI, 142 vd.; İbn Âbidîn, a.g.e, V, 3I9 vb.).
b) Husûsî yollar: Başkasının arsa, bahçe veya arazisinden geçirilen özel yoldan, yalnız, geçiş hakkı sahibi, onun aile fertleri veya ortakları yararlanabilir. Bunlardan başkası, özel yola doğru, izinsiz olarak kapı veya pencere açamaz. Umûmî yolda trafik çok sıkıştığı zaman, herkesin husûsî yollardan da yararlanma hakkı doğar. Hak sahipleri, toplumun bu hakkına saygı göstererek, husûsî yolu kapatma veya kaldırma cihetine gidemezler. Geçiş hakkı sahiplerinden hiçbirisi, diğer hak sahiplerinin izni olmadıkça, özel yol tarafına; oda, balkon, oluk vb. şeyler yapmak gibi, örfe uygun kullanım dışı irtifak hakkı kuramaz (İbnü`l-Hümâm, a.g.e, VIII, 330 vd.; Zühaylî, el-Fıkhu`l-İslâmî ve Edilletuhu, V, 607, 608; Mecelle, madde, 1224-1227).
HALİFE NASIL SEÇİLİR?
İslam`da halifenin seçilişi üç yoldan birisiyle meydana gelir.
1- Müslüman, mükellef, adil -yani büyük günahlardan sakınıp, küçük günahlarda ısrar etmeyen- ve kendisini şüphelerden koruyan ve şahsi menfaatını ön planda tutmayan, bilgili, şahsiyetli ve müslüman halkın ileri gelenlerinden birini müslümanların tayin etmesi. Hazreti Ebubekir Sıddık`ın halife olarak seçilişi bu yolla olmuştur.
2- Adil halifenin henüz vefat etmeden önce adil ve bu işe layık olan bir kimseyi tayin etmesi Hz. Ebubekir Sıddık hz. Ömer`i (ra) bu yolla tayin etmiştir. Hz. Ebubekir vefat etmeden evvel şöyle buyurdu: ben Ömer bin Hattab`ı size amir olarak tayin ettim. İyilik eder ve adelete bağlı kalırsa zaten benim bilgim ve görüşüm de hakkında budur. Zulüm eder ve durumu değiştirirse ben gaybı bilmem. Ben istedim. Herkes ne kazanırsa kendisine aittir. Durum öyle olmakla beraber ehli hal ve akdin muvafakatıda şarttır. Bunların muvafakatı olmazsa o hilafet hilafet değildir.
3- Hilafetin şartlarına haiz bir kimsenin zor kullanmak suretiyle kendini seçtirmesi (Nihayetü`l-Muhtac).
HALİFENİN BELİRLENMESİ
Hz. Peygamber (s.a.s) hayatta olduğu sürece peygamberlik görevinin yanısıra devlet başkanlığını da şahsında toplamıştı. Bu nedenle Hz. Peygamber hayatta iken, kurulan ilk Islâm devletinin başkanını belirlemek gibi bir problem ile karşılaşılmış değildi. Diğer taraftan Hz. Peygamber (s.a.s) kendisinden sonraki halifeyi belirleyen herhangi bir söz de söylememişti. Durumun böyle olması nedeniyle Hz. Ebu Bekir (r.a) halîfe seçilene kadar bazı farklı görüşlerin ortaya çıktığını görüyoruz. Ancak bu durumlar geçici ve oldukça kısa bir süre için sözkonusu olmuş; bir müddet sonra unutulup gitmiştir. Yani bu görüş ayrılıkları Hz. Peygamber (s.a.s)`in vefatından sonra Hz. Ebu Bekir halife seçilinceye kadar devam etmiş ve onun seçilmesiyle tam anlamıyla son bulmuştur.
Ancak daha sonraki dönemlerde Hz. Ali (r.a)`ın halifeliği zamanında başlayan ve gittikçe yayılan karışıklıklar sonucunda ondan önceki halifelerin halifelikleri tartışma konusu yapılmıştır. Bu tartışmalar, Hz. Peygamber`in, Hz. Ali`yi vasiyet ettiği iddiasıyla başlatılmış; pek çok yanlış görüşlerin, düşünüşlerin, Islâm dünyasında yayılmasına neden olmuştur. Geçmiş dönemlerin kapatılmış sahifeleri tekrar aralanmış, ileri-geri, doğru-yanlış pek çok fikirler ortaya atılmıştır.
Aslında Hz. Peygamber (s.a.s)`in kendisinden sonraki halifenin kim olacağına dair açık hiç bir tavsiyede bulunmadığı hususu, başta Hz. Ali (r.a) olmak üzere pek çok sahabinin açıkça ifade ettiği bir husustur (Müslim, Vasiyye 18,19; Edâhi 43; Tirmizî, Fiten, 48; Nesâî, Vesaya, 2; Ibn Mace, Cenâiz 64; Vesaya 1; lbn Kuteybe, el-Imame ve`s-Siyâse, I, 6).
Sahabiler söz birliği halinde böyle bir tavsiyenin olmadığını ifade etmişlerdir. Çünkü öyle birşey olsaydı, onları bu tavsiyenin dışına çıkıp önceleri Ensar`ın, Sa`d b. Ubâde`yi seçmek istemeleri ve sonradan da hep birlikte Hz. Ebu Bekir (r.a)`in halifeliğinde karar kılmaları mümkün olmazdı. Böyle bir şeyi kabul edecek olursak onarın hep birlikte Hz. Peygamber`in emirlerine aykırı hareket etmiş olduklarını da kabul etmemiz gerekecektir. Bu ise imkansızdır.
Imamın özelliklerinin en çok Hz. Ali`de toplandığı iddiasını ileri sürenler ise, büyük bir ihtimalle Hz. Peygamber`in Hz. Ali hakkındaki övücü sözlerinden hareket ederler. Oysa Hz. Peygamber`in pek çok sahabe hakkında övücü sözler söylediği bilinen bir husustur. Bu tür hadislerin hepsini de hilafet için bir gerekçe olarak kabul etmek mümkün değildir. Bu tür hadislerin pek çoğu özel nedenlere bağlı bulunmaktadır. Bunları imamet konusunu da içine alacak şekilde genişletmek doğru olmaz. Hadislerin maksatlarına ters düşer (Müslimin Fedâilu`s-Sahâbe 31`de zikrettiği ve Hz. Peygamber`in Hz. Ali`ye "Sen bana Harun`un Musa ya yakınlığı kadar yakınsın" hadisinin, onu halifeliğe aday göstermek anlamına gelemeyeceğine dair açıklamalar için bk. Ibn Hazm, el-Fisal, IV, 94-95; Kurtubî, Tefsir, I, 267-268; Tecrid-i Sarıh Tercümesi, IX, 363).
HALVET VE MAHREMLİK
Bir erkeğin, yabancı ve hür bir kadınla, bir evde başbaşa kalmaları, harama yakın mekruhtur. (Bazı fıkıh kitaplarında ise "Haramdır" denilir. Bak. Ibn Nüceym, el-esbah ve`n-Nezâir (Hamevi şerhi ile birlikte) M. Âmire; N/lll.)
Ancak bulundukları odaların araları kesikse ve herbirinin ayrı ayrı kilidi varsa; ya da kilidi yoksa da aralarında duvar ve perde gibi bir engel olup, erkek de güvenilir birisi ise veya kadının yanında bir mahremi, ya da cinsel ilişkide bulunamayacak, ancak saldırıyı önleyebilecek derecede yaşlı bir kadın varsa, veya erkek o derece (yaşlı kadın gibi) yaşlı ise veya yanında bulunduğu kadın borçlu olup, erkek onu takip için orada bulunuyorsa, halvet haram değildir.(Alâuddin Abidin, el-Hadıyy·e`l-Alâiyye, (1984) s. 243-44)
Resülullah: Biriniz, mahremi olmayan bir kadınla başbaşa kalmasın", "Bir erkekle bir kadın başbaşa kaldıklarında, üçüncüleri mutlaka şeytan dır." buyurmuştur. (Buhârî, Nikah, 111-ll2; Müslim, Hac 424; Tirmizi, Radâ`, 16)) Erkeğin, mahremi olan kadınla halvette bulunmasında ise, şehvetten emin olunması halinde mahzur yoktur. Ancak süt kız kardeş, genç kayınvalide ve eşinin başka kocadan olan kızı gibiler bunlardan istisna edilmiştir. (Alâuddîn - Abidin, age. 244.) Erkek, yabancı kadınlarla, birden çok olsalar da bir arada bulunamaz. (Kadızâde Efendi, Netâicü`l-Efkâr, N/122.) Bu yüzden erkeğin; içlerinde başka erkek ya da kendi hanımı ve annesi gibi bir mahremi bulunmayan kadınlara, ev gibi bir yerde imam olup namaz kıldırması, mekruh görülmüştür. Ancak bunun camide olması halinde mekruhluk ortadan kalkar. (Serahsî, age N/166.) Serahsî`nin bu ifadesine dayanarak bazıları; bir erkekle bir kadının halveti, yabancı da olsa, bir başka erkeğin bulunmasıyla önlenmiş olur, ancak mahremi ve güvenilir bir yaşlı kadın dışındaki yabancı kadınlarla ortadan kalkmaz ve erkeğin birden çok yabancı kadınla başbaşa kalması da, harama yakın mekruh olur demişlerdir. (Bak. Ibn Abidin, age. VI/368-69; Hamid Mirzâ Fergâni, el-Fethur-Rahmanî, Kahire 1396, N/212.)
HAMELE-İ ARŞ (ARŞI TAŞIYAN MELEKLER)
Arşı taşıyan melekler. Allahu Teâlâ`nın Arş`ı taşımakla vazifelendirdiği sekiz müvekkel melek. Arşın mahiyetini bilmediğimiz gibi bu meleklerin arşı taşıma keyfiyetini de bilemiyoruz. "Gök yarılmış ve o gün bitkin bir hale gelmiştir. Melekler onun çevresindedir. Ve o gün Rabbının Arş`ını, onların da üstünde sekiz tanesi yüklenir" (el-Hâkka, 69/16,17). Bu âyette anlatılan olay müteşâbihdir. Nasıllığı hakkında izahlar, sahih rivâyetlerin ötesinde fazla bir kıymet taşımaz. Bu melekler "Subhanallahi ve bihamdihi" diyerek Arş`ı tavaf ederler.
Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur: "Size arşı taşıyan meleklerden bahsetmem konusunda bana izin verildi. Onlardan her birisinin kulak memesi ile boynunun arasındaki mesafe yedi yüz yıldır" (Ebû Dâvûd Sünne,18): Abdullah b. Amr "Arş`ı taşıyan melekler sekiz tanedir" der. Sa`id b. Cübeyr âyetteki "sekiz melek" ifadesini sekiz saf melek olarak tefsir etmiştir. Bu meleklere Allahu Teâlaya yakın ve meleklerin efendileri olmalarından dolayı Kerûbiyyûn melekleri denilir. İbn Abbâstan nakledilen bir rivâyete göre Kerûbiyyûn melekleri, sekiz bölümdür. Onlardan her bir cinsinin insan, cin, şeytan ve melek gücü kadar gücü vardır (İbn Kesîr, Tefsiru`l-Kur`âni`l-Azîm, VIII, 239).
"Arşı taşıyanlar ve çevresinde bulunanlar Rablarını hamd ile tesbih ederler, O`na inanırlar ve mü`minlerin bağışlanmasını isterler. Rabbımız ilim ve rahmetle herşeyi kuşattın; tevbe edip senin yoluna uyanları bağışla ve onları Cehennem azabından koru" (el-Mü`min, 40/7). Bu âyetin tefsirinde İbn Kesîr "Allahu Teâla, Arş`ı taşıyan dört mukarrebûn melek ile onların çevresindeki "Kerûbiyyûn melekleri`nin Allah`ı tesbihle Rablerine hamdettiklerini haber verir" der. Bu âyete dayanılarak meleklerin sayısının dört olduğu iddia edilmiştir (İbn Kesîr, a.g.e. VII, 120).
Hasan-ı Basrî, Hamele-i Arş meleklerinin sayısının sekiz mi sekiz bin mi olduğunun ancak Allah tarafından bilinebileceğini söyleyerek meseleyi Allah Teâla`nın ilmine havale eder. Sa`lebî`nin rivâyet ettiği bir hadîste Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur.
"Hamele-i Arş şu anda dörttür, Kıyamet günü Allah onları bir dört melekle daha kuvvetlendirir, böylece sekiz olur" (Kurtubî, el-Cami`u fî-Ahkâmi`l-Kur`ân, XII, 266).
İbn Sina " Melâike" risalesinde Arş`taki meleklerin tesbih ve tahmid ile Rablerine kulluk ettiklerini ve mü`minler için istiğfar ve duada bulunduklarını kaydeder. Erzurumlu İbrahim Hakkı (ö.1780) "Allah dört büyük melek yaratmıştır, bunlar Arş`ı taşır, Hamele-i Arş denilen bu meleklere Kerûbiyyûn da denilmiştir. Allah`ın yanında bütün meleklerden daha üstün ve faziletlidirler. İsrafil de bu meleklerdendir, İsrafil diğer üçünden daha üstündür" der (bk. Tecrîd-î Sarîh tercemesi, IX, 7).
HAMİLELİK ÇİLLERİ VE ESTETİK AMELİYAT
Estetik ameliyat yaptırmanın caiz olmadıgını biliyoruz. Doğumdan sonra yüzümde benekler ve lekeler oluştu. Aslında bir rahatsızlık veriyor değiller, ama estetik ameliyata benzer diye endişe ettiğim için ilaç kullanamıyorum. IIaç kullanmamızın Şer`an bir mahzuru var mıdır?
Insanın normal yaratılışını beğenmeyip estetik ameliyatlarla burnunu, dişini, göğsünü vb. değiştirmesi, sizin de dediğiniz gibi haramdır ve sıhhi bir gerekçe yokken bunu yapanlar lânetlenmiştir. Bunu estetik ameliyat adı altında açıkladık. Ancak Islâm, fıtratı bozmaya karşı çıktığı kadar, bozulan fıtratı tedaviyi ve estetiğin korunmasını da teşvik etmiştir. Hamilelik çilleri de aslî görünümü bozan, yani fıtrata halel getiren türden bir olgudur. Bu yüzden giderilmesi ve tedavisinin yapılması daha iyi olur. Dolayısı ile bunu estetik ameliyatla bir tutmak doğru değildir.
Ümmü Seleme annemiz diyor ki: "`Lohusa olan kadınlar Rasûlüllah zamanında kırk gün otururlardı (ibâdet etmezlerdi). Biz o dönemimizde yüzümüzde oluşan lekeler için vers kürü uyguluyorduk." (vers turuncu bir ot olup yanakları kızartmak için kullanılırdı).(Ebû Dâvûd, tahâret 121) Demek ki, sizin sorununuz "asr-ı saâdet"te de söz konusu olmuş, hal çâresi aranmış ve Rasûlüllah Efendimiz buna karşı çıkmamıştır.
HÂMİLENİN NAMAZI
Hamile bir kadına, namaz kılacak kadar süre ayakta durmasının sakıncalı olduğu söylenirse, namazlarını oturarak kılabilir mi?
Adil, yani dinin asgari farzlarını yapan ve büyük günahlardan sakınan uzman bir doktor, namaz kılarken ayakta durmasının sakıncalı olduğunu söylemişse, bu durumdaki bir hâmile namazlarını oturarak kılabilir.
HANBELİLERE GÖRE AVRET
1- Namazda: Bu konuda Hanbeliler, Malikilerle aynı görüştedirler. Ancak kadının namaz içerisindeki avretinden sadece yüzü istisna ederler. Namazda kendi kasdı olmaksızın açılan avret az ise, namaza mani olmaz; çok ise, zamanın uzaması halinde namazı bozar.
2- Namaz dışında: Kadının mahremlerine karşı avreti yüz, boyun, baş, eller, ayaklar, ve bacaklardan başka, bütün vücududur. Yabancı erkeklere göre ise, elleri ve yüzleri dahil bütün bedenidir. (Sâbânî, N/156.) Müslüman kadınlarla kâfir kadınlar arasında, avreti gösterme bakımından fark yoktur. Dolayısıyla kadın, kâfir kadına bile göbek ve diz kapağı arası hâricini gösterebilir. Erkeğin avreti konusunda Hanbelî mezhebinde uygun görüş, Hanefilerde olduğu gibi göbekle diz kapağı arasının avret oluşudur. Mezhepte erkeğin avretinin ön ve arka uzuvlardan ibâret olduğu görüşü de vardır. (Ibn Kudame el-Mugnî, I/578, Kahire (Tarihsiz).) Bedenden ayrılan avret bir uzuv, avret olma niteliğini kaybeder.
7 yaşın altındaki çocuklar için avret yoktur. 7-9 arası erkek çocuğun avreti, namaz içinde de namaz dışında da, sadece ön ve arka uzuvlardır. Kız çocuğun namazda ve namaz dışında mahremlerine karşı avreti, göbekle diz kapağı arası, yabancı erkeklere karşı baş, boynu, dirseklere kadar eller, bacak ve ayakları dışındaki bütün bedenidir.
HANEFİLERE GÖRE AVRET
Namazda: Erkeğin namazdaki avreti, namaz dışındaki olduğu gibi, göbekle diz kapağı arasıdır. Diz kapağı avrettir, göbek ise avret değildir. Kadının avreti ise, yüzü, ellerinin içleri, ayaklarının ise üstleri hariç, bütün bedenidir. Hatta kulağı hizasindan aşağıya sarkan saçlarının açılması, bazılarına göre namaza mâni değilse de, sahih olan görüşe göre avrettir. Avret olmadığını söyleyenlere göre de, mahremi olmayanın saçına bakması haramdır. Bu haramlık avret oluşundan değil saçın fitneye sebep olabileceğinden ötürüdür. (Ibrahim el-Halebî, Gunyetü`l-mümteli fi serhi Münyeti`l-musallî, s. 212.)
Namazda iken kaba avretin -ki, ön ve arka uzuvlar ve etraflarıdır- ya da hafif avretin -ki, avretin geri kalan kısmıdır- dörtte biri, kendi fiili ile olmasa bile, bir rükün edâ edebilecek kadar açık kalırsa" namazı bozulur. Kerhî ise, galiz avretten bir dirhem mikdarının, hafif avretten ise, dörtte birinin açılmasının namaza mâni olacağını söyler. (Halebî, age., s. 2l3.) Ama bu kadarı, ya da daha azı kendi fiili ile açılırsa, açılma süresi bir rükün edâ edecek zamandan kısa bile olsa, namazı hemen fâsid olur. Ancak uzvun dörtte biri namaza girmeden önce açıksa bu, namaza başlamaya mânidir. Avretin kişinin kendi nefsine karşı da örtülmesi şart değildir. Mekruh olmakla birlikte, elbisesinin yakasından avretini görmesi, namazını iptal etmez. (Halebî, age. s. 209-210.)
HARAM
Kelime anlamı, hürmet gösterilen, dokunulmayan, saygın demektir. Terim olarak; farzın tam zıddıdır, yani Allah`ın, ya kendi sözüyle, ya da Elçisinin sözüyle yapılmamasını kesinkes istediği şeylerdir. Ancak haram herkes için haramdır. Geri kalan yönleri ise aynen farz gibidir. Meselâ kabullenmeyen kâfir olur.
HARAM MALDAN İKRAM
Malına herhangi bir yolla haram karıştığı bilinen birisinin ikramını, ya da hediyesini kabul etmek için bakılır, eğer malının veya kazancının çoğu haramdan değilse alınır ve yenilir. Bu durumda ikram ettiği şeyin haramdan olduğu bilinse, malının çoğu helâldan olsa dahi kabul edilemez, yenemez. Aksine, malının çoğu haramdan olsa ve fakat ikram ettiği şeyin helâldan olduğu bilinse, ya da ikram eden öyle olduğunu söylese alınır ve yenilir.(Hindiyye, V/342; Kâdihan, NI/400-402). Faizle para kazanan için de durum aynıdır. (Hindiyye, V/343) Helâl kazancı daha çoksa ikramı alınır, değilse alınmaz. Durumu bilinmiyorsa, bir mü`min ancak helâl yolla kazanır diye hüsn-i zan edilir ve yine kabul edilir.
HARAM PARA İLE TAHSİL
Diploma belli bir ilmi ya da meslegi öğrenmiş olmanın belgesidir. Ehil olma açısından hakederek alınmış olduktan sonra, haramla beslenerek alınmış olsa bile onu kullanmamak, bildiklerini unutmakla eş anlamlıdır. Bu olmayacağına göre, söz konusu diplomadan yararlanmamak da olmaz. Ama ne var ki, haram yapacağı tahribatı yapar. Içe doğru olan duyuların, alıcıların (letaif) paslanıp körelmesine vereceği zarardan da geri durmaz. Bunun için de ondan sakınarak çok tevbe edip bağışlanma dilemek gerekir.
Işi daha sağlama bağlamak isteyenler için, (Allah`u a`lem) bir de yediği paraya karışan faiz (haram) miktarını hesap ederek eline para geçtikçe, ne olduğunu söylemeden halka yönelik meşru hizmetlere (çünkü faiz bütün bir milletten sömürülmektedir) vermek iyi olur. bu konuda fıkıhçılarımız şöyle açıklamalarda bulunmuşlardır: "Birisine bir hediye ya da ziyafet verenin, malının çoğu haramdan ise alanın kabul etmemesi ve yememesi gekerir. Ama ona verdiği kısmı, miras ve karz gibi helâl yoldan edindiği bir malından ise onu almasında ya da yemesinde sakınca yoktur. Malının çoğu helâl olan ise almasında ve yemesinde zaten mahzur yoktur. Yeter ki bizzat verdiği kısmın haramdan olduğunu biliyor olmasın. O takdirde onu da alamaz ve yiyemez. Böyle olmadıkça yer çünkü az da olsa malına haram bulaşmayan insan (özellikle de günümüzde) yoktur."(Hâniyye (Hindiyye kenarında), NI/400; Hindiyye; V/343) "Böyle bir durumda hediyesi ya da ziyafeti kabul edilmeyecek olan kişi kırılacaksa, hediye ya da ziyafet verilen yiyeceğinin tutarı (Bezzâziye, VI/360) kadar bir hediyeyi ona götürür ve adeta kendi malından yemiş olur."
HARAM VE TEMİZ OLMAYAN BİR İLACI TEDAVİDE KULLANMAK CAİZ MİDİR?
İslam dini sağlığa büyük ihtimam gösterip hasta olmamak için tedbir almamızı emrettiği gibi, hastalık olduktan sonra tedaviyi de emretmiştir. Ancak varsa tahir bir ilaç kullanmak gerekir. Necis veya müteneccisi kullanmak caiz değildir. Remli ve Şirazı: Temiz bir ilaç bulunmadığı takdirde müslüman bir doktorun tavsiyesine binaen necis veya müteneccis bir ilacı tedavide kullanmakta beis yoktur, diyorlar. Bir hastalık için, "İçkiden başka ilaç bulunmazsa içilmesi caizdir” diyen olduğu gibi "caiz değildir” diyen de olmuştur. Yalniz Şafi`i mezhebine göre, ilaca maslahata binaen müteneccis bir şey katmakta beis yoktur. Binaenaleyh çeşitli hastaliklara yarayan ve içinde alkol bulunan şurubu (başka bir ilacin bulunmamasi şartıyla) içmek caizdir.
HARB SIRASINDA DÜŞMAN GÖZETLEYEN VARSA DÜŞMANI VURMAK IÇIN SIPER ARKASINDA SAKLANAN KIMSE NASIL NAMAZ KILACAK?
Savaş sahasinda düşmani gözetleyen veya düşmanı vurmak için siper arkasında gizlenen kimse ayakta namaz kıldığı takdirde düşman onu görecek, dolayısıyle de kendisi ve Islam ordusu zarar görecektir. Böyle bir durum karşısında bu kimse oturarak namazını kılacaktır. Hatta yatarak kılması gerekiyorsa yattığı yerden de kılabilir.
HAREM-I ŞERİF
Kâbe-i Muazzama'yı çepeçevre kuşatan, etrafı kubbeli, ortası açık büyük câmi. Ortasındaki küçük meydan (tavaf yeri, xxf) üzerinde bulunan Kâbe, Zemzem ve Makam-ı İbrahim (a.s), bu câminin birer parçasını teşkil eder. Dilimizde daha çok Haremi Şerif olarak bilinen bu mescide, Mescid-i Haram veya Mescid-i Şerif de denilir. Kur'ân-ı Kerîm'de onaltı ayette "el-Mescidü'l-Harâm" geçmektedir. Bu ayetlerden iki taneşinin anlamı şöyledir: "Ey iman edenler, müşrikler murdarın murdarıdırlar bu yıldan sonra artık Mescid-i Haram'a yaklaşmasınlar. Yoksulluktan korkarsanız bilin ki, Allah dilerse, yakında sizi büyük lütuf ve ihsanı ile zenginliğe kavuşturacaktır. Şüphesiz Allah bilendir, hikmet sahibidir" (et-Tevbe, 9/28). "Muhakkak ki, o inkar edenler, Allah'ın yolundan ve bir de kendisinde yerli ve yabancının eşit hakka sahip olduğu ve bütün insanlar için meydana getirdiğimiz Mescid-i Haram'dan alıkoymaya çalışanlar, bilmelidirler ki, kim zor kullanarak orada bir dinsizlik ve zulme yeltenirse, ona acı azabı tattıracağız" (el-Hacc, 22/25). Bu ayetlerden de anlaşıldığı gibi, "haram" olarak isimlendirilmesi, hürmet duyulan yer olduğundandır. Harem dahilinde kan dökmek, ağaç kesmek ve avlanmak haram kılınmıştır.
Harem-i Şerif'in sadece tanıttığımız cami'den ibaret olduğu, ya da tüm haram beldeyi içine aldığı hususunda ihtilaf vardır. Ancak genellikle söz konusu büyük cami olarak zikredilmiştir (Geniş bilgi için bkz. el-Ezrakî, Ahbâru Mekke, neşr. Rüşdi Salih Melhas, Beyrut 1979, II, 62,130 vd. Eyüp Sabri, Mir'at-ı Mekke, İstanbul h. 1301,127; el-Fâsî, Takiyyüddin Muhammed b. Ahmed, el-Ikdu's-semîn, Beyrut 1986, I, 44).
Harem-i Şerif, İslâm öncesi dönemde herhangi bir duvar ile çevrili değildi. Kâbe'yi tavafa mahsus, etrafı evlerle çevrili, kumluk dar bir saha (xxf)'dan ibaretti. Oraya evler arasındaki sokaklardan girilirdi. Asr-ı Saâdet'te ve Hz. Ebu Bekir'in halifeliği esnasında bu şekilde kaldı. Hz. Ömer zamanında, İslâm ülkesinin genişlemesi, müslüman nüfusun artması ve hacı sayısının büyük rakamlara ulaşması üzerine, tavaf yeri dar gelmeye başladı. Tavaf esnasında büyük bir izdiham oluyordu. Bu sebeple, Harem-i Şerif'in civarındaki bazı evler sahiplerinden satın alınarak yerleri yıkıldı ve mescide ilave edildi. Hz. Ömer'in yaptırdığı bu ilk genişletme esnasında, harem-i Şerif'in etrafına, yüksekliği bir adam boyuna ulaşmayan bir ihata duvarı inşa edildi. Bu duvar üzerine kandiller konuldu (Belâzurî, Fütûhu'l-Buldân, Kahire 1901, 53; el-Ezrakî, a.g.e., II, 68 vd.; Yâkut, Mu'cemu'l-buldân, VIII, 50). Daha sonra Hz. Osman ve Abdulah b. Zübeyr zamanlarında, civardaki bir takım evler daha satın alınarak yeni genişletmeler yapıldı.
Emevî hükümdarlarından Abdülmelik b. Mervan 75/694 yılında, oğlu Vetid de 91/709 yılında Mescid-i Haram'ı tamir ve bir miktar daha genişlettiler. Mekke'ye birçok mermer direk gönderen Velid tarafından gerçekleştirilen tamirat ve genişletme esnasında, mescidin zemini mermer mozaikle döşendi. Direkler üzerine Sac ağacından bir tavan yapıldı. Anlaşıldığına göre, Harem-i Şerif'te ilk minareler bu tamirat sırasında yapılmıştır. Harem-i Şerif'in genişletilmesi faaliyeti, bölgeye daha sonra hâkim olan devletler zamanında da devam etti. Abbasîlerin ikinci halifesi Ebu Cafer Mansur tarafından 159/775-776 yılında yaptırılan tamirat sırasında, Harem-i Şerif'in Kuzeye düşen tarafı Bab-ı Nedve'ye, diğer tarafı Bab-ı Umre'ye kadar genişletildi. Yapının dört tarafı altın ve gümüş kakmalı rengarenk mozaiklerle süslendi. Kâbe'de Rükn-i Şâmî ile Rükn-i Irâkî arasında, Altın oluğun altında, iki arşın yüksekliğinde yay şeklinde bir duvar ile çevrili olan Hatîm (=Hicr)'in iç tarafı renkli mermerle tefriş olundu. Mansur'un oğlu Mehdî zamanında (M. 775-785) iki defa tamirat yapıldı. Bu tamiratlarla Kâbe ile Mesâ' (=say yeri) arasındaki evlerin tamamı Harem-i Şerif'e katıldı. Kahire'den getirtilen beşyüz'e yakın direk gereken yerlere dikilip, üzerlerine kubbeler inşa edildi. Tavan ve revaklar ise ahşap olarak yapılmıştır (Bu tamiratlar hakkında bkz. Belâzurî, a.g.e., 53 vd.; el-Ezrakî, a.g.e., II, 68-81, 96 vd.; Yâkut, a.g.e., VIII, 50 vd.; Eyüp Sabrî, a.g.e., 631-637; M. Es'ad, Tarih-i Din-i İslâm, İstanbul 1983, 334, vd.).
Memlukler zamanında 802/1399-1400 yılında çıkan bir yangında Harem-i Şerif'in kuzey ve batı taraflarının ahşap tavanları yanmıştı. Sultan Ferec'in emriyle 804/1401-1402'de başlayan inşaat sırasında tavanın tamamı yine ahşap olarak yeniden yaptırıldı. O sırada revaklar üç sıra olup, mescidin beş minaresi vardı. Harem-i Şerif Osmanlılar zamanına kadar bu şekilde kaldı. Sultan II. Selim'in emriyle, 979/1571 tarihinde Mısırlı Ahmed Bey'in nezaretinde başlatılan ve beş yıl süren inşaat esnasında, bu ahşap tavanlar yıkılarak yerlerine mermerden. inşa edilmiş ve üzerlerine altın alemler konulmuş kubbeler yapıldı. Sonraları Sultan Ahmed, I. Hamid, IV. Murad, II. Mahmud ve Abdülmecid zamanlarında, Harem-i Şerif'in muhtelif tarafları tamir ve tezyin edildi. Etrafında yeni bölümler yapıldı (E. Sabri, a.g.e., 760-771).
Osmanlılar zamanındaki bu tamirât ve genişletmeler neticesinde, tavaf mahalli 537 x 550 zirâ' genişliğine çıkarıldı. Revaklardaki yenilenen 892 sütuna yeni sütunlar ilave edildi. Yenilenen kemerler üzerine Türk üslûbunda beşyüz küçük kubbe ilave edildi. Mevcut on dokuz kapı yenilendi. Tavaf yeri etrafına, ağaç şeklinde kandiller dikildi. O sırada mescid'in yedi minaresi vardı.
Suûdî yönetimi de, zamanına kadar dört defa genişletme faaliyetinde bulundu. 1955 yılında Kral Abdülaziz zamanında başlatılan ve 1961'de bitirilen büyük genişletme faaliyetinde Safa ve Merve tepeleri arasındaki tavansız toprak bir yol halinde olan say mahalli (=mesa'), Harem-i Şerif'e ait yapıya dahil edildi. Suûdiler, daha sonra Harem-i Şerif'i üç defa daha genişlettiler. Bu tamirat ve genişletmelerin birincisi, 1961-1969, ikincisi 1969-1976 yılları arasında yapıldı. Sonuncusu ise Fahd b. Abdülaziz'in emriyle mescidin batı tarafında başladı. Bu genişletmelerde, Harem-i Şerif'in alanının, üç yüz bin kişiyi alabilecek şekilde, 160.000 m2'ye çıkarmak hedef alınmıştır.
HAREMLİK - SELAMLIK
Arapça bir kelime olan "Harem", girilmesi yasak olan yer, mukaddes ve muhterem olan şey demektir. Eskiden saray, konak ve evlerin kadınlara ait kısmına "Harem", erkeklere ait kısmına ise "Selâmlık" derlerdi. Kadınlar ayrı, erkekler ayrı yerlerde otururlardı. Bu uygulama örften ve âdetten değil, dinî ernirlerden kaynaklanırdi. Çünkü "Avret ve Örtü" bölümünde de gördüğümüz gibi, erkeklerin mahremi olmayan kadınlara, kadınların da mahremi olmayan erkeklere belli ölçüler dışında bakmaları câiz değildir. Buna göre aralarında birbirinin mahremi olmayan kadınlar ve erkekler bulunan insanlar, birbirlerini görmeyecek şekilde ayrı ayrı yerlerde oturacaklardır. Bu nefislere zor gelir ama, kalplerin ve duyguların selâmeti için daha elverişlıdır.
Aslında haram olan, bir kadınla bir erkek başbaşa kalmadıktan sonra bir arada oturmak değil, birbirlerinin avret yerlerine bakmaktir. Buna göre; elleri ve yüzünden başka bir yeri açık olmayan kadınların, kendi erkekleri de yanlarında varken, erkeklerin bulunduğu mecliste oturmalarının ne zararı vardır? denebilir. Zararlarını saymadan önce biz aynı soruyu tersine çevirerek soralım: Ne yararı vardır? Öyleyse şimdi de zararlarını söyleyelim:
Sadece Hanefi mezhebinde kadınların elleri ve yüzü avret değildir, ancak bu fitneye yani kötü bir düşünceye sebep olmamakla sınırlandırılmıştır. Eğer kem düşüncelere sebep olacaksa, onlara göre de kadın elini ve yüzünü kapatmak zorundadır. Ayrıca Kur`ân-ı Kerîm de kadınların seslerine de dikkat etmeleri, kadınlığını hatırlatacak biçimde kırıla döküle konuşmamaları emredilmiştir. (Ahzâb (33) 32.) Çünkü kadının çekici yönü erkekten fazladır. O sırf seşiyle bile bir erkeğin beynini döndürebilir. Gülüsleri, gamzeleri, egilip-bükülmesi, cinsel câzibe açısından özelliği olan yönlerindendir.
Şimdi bir kadının sadece yüzü ve elleri açık olarak da olsa böyle bir mecliste oturduğunu düşünelim. Sesiyle ve davranışlarıyla mahremi olan erkeğin devamlı dikkatini çekecek ve sırf kalbinde de kalsa, şeytanla nefsin işbirliği yapmasına sebep olacaktır. Bu. yüzde bir ihtimalle de olsa onu, ileride nefsî arzulanın gerçelestirmenin planlarını yapmaya itecektir. Ya da ilk bakışta birşeyler düşünemediği yüzüne uzun zaman bakma imkânı bulunca, yine yüzde bir insan için de olsa kalbine bazı duygular uğrayıp uğrayıp geçecektir ve o takdirde yüz. Hanefîler için de avret olmuş olacaktır.
Böyle söyleyenleri kalbi pis olmakla suçlayanlar çıkabılir. Onlann da haklı tarafları vardır. Ancak herkesin kendileri gibi temiz kalpli olacağını düşünmek de hatadır.
Ancak avretini İslam`ın emrettiği şekilde örten, kadınsi konuşma ve gülümseyişlerine dikkat eden, normal bir ev elbisesi üzerine "cilbâb" sayılabilecek geniş ve süssüz başörtü gibi bir üslük atan kadının, fitne endişesi de yoksa, kocasıyla beraber olan misafirlerine edeple hizmet etmesinin câiz olduğu söylenmiştir.
Halvet, yani birbirlerinin mahremi olmayan bir kadınla bir erkeğin başbaşa kalmaları ise, haramlığı kesin olan daha kötü bir davranıştır. Peygamberimiz böyle zamanlarda üçüncü kişinin mutlaka şeytan olacağını söylemiş ve inananların bundan sakınmalarını emretmiştiir. (Tirmizî, radâ` 10, fitne 7; Müsnerl 1/18, 26 NI/339, 446. )
"Kayınbiraderler de mi Ey Allah`ın elçisi," diye soran sahabiye, "o zaten ötüm demektir!" cevabını vermiştir. (Tirmizî, radâ` 16; Dârimî, istizân 16; Müsned IV/149,153.) yanlarında başka erkek bulunmaksızın, bir erkeğin birden çok kadınla bir arada bulunmamasının da yasaklanan halvet türünden olduğunu söyleyenler vardır. (Kadızâde Efendi, Netâicül-efkâr N/122; Serahsî I/166.)
HAREMLİK SELÂMLIK HAKKINDA İLMÎ BİR ARAŞTIRMA
Kavramın Tarif ve Şumûlü
"Harem" kelimesi Arapça bir kelime olup, "kişinin özenle koruduğu ve ugrunda savaştığı şey"( el-Mu`cemül-vasît, (ha-ra-me) md.) demektir. "Harâm", "hürmet", "muhterem" ve "ihtiram" kelimeleriyle aynı köktendir. Bu türevlerinden de anlaşılacağı gibi kelimemizde "saygınlık", "saygın" "korunmaya ve savun maya değer" gibi anlamlar saklıdır. Bir hadîs-i şerîfte "Malı ugrunda öldürülen şehittir, canı ugrunda öldürülen şehittir, dini ugrunda öldürülen şehittir, ırzı ugrunda öldürülen de şehittir. "(Buhari, mezalım 33; Müslim, imhan 226; Tirmizi, diyyât 21) buyurulmuştur ki, bu hadîs bir bakıma Islâmda "özenle korunması gereken" değerleri saymaktadır. Kişinin "ırzı"da bu korunması gereken değerlerin önemlilerinden olmakla."harem" telakki edilmiş ve "kötü ellere", "kem gözlere" karşı titizlikle korunmuştur. "Hurmet" kelimesi de, saygınlığı çiğnenemeyecek zimmet, hak ve sohbet vb. manalara geldiği gibi, yine bu manayı taşıması itibari ile "kadın" anlamına da gelir.( el Mu`cemu`1-vasît agy.) "Harîm" kelimesi de aynı kökten olup yaklaşık manalar taşır.Bütün bu anlamlar göz önünde bulundurularak "harem", herkesin girmesine müsaade edilmeyen, saygıdeğer ve kutsal yer,( bk. Devellioğlu (harem) md.) diye tanımlanmıştır. Mukaddes Mekke ve Medine şehirlerini çevreleyen ve sınırları Hz. Peygamber tarafından çizilip "mü`min" olmayanların girmelerine müsaade edilmeyen bölgelerin her birine de "harem" adı verilir ve "Harem-i Mekke" (Mekke`nin kutsal bölgesi) ile "Harem-i Medîne"nin ikisine birden, iki kutsal bölge, anlamında "Haremeyn" tâbir edilir."Harem-i şerif", şerefli harem, anlamında olarak, hem Kâbe ile Hz. Peygamber Mescidi ve civar larına, hem de Devellioğlu`na göre, büyük islâm konaklarında bulunan kadınlar dairesine denir.(agy.) Ancak "Büyük Islâm Konakları" ifadesi pek yerinde görülmediğinden, onun yerine "Islâm öğretisine göre inşa edilmiş evler" denmesi daha isâbetli olduğu kanaatindeyiz.
Bu konuda Pakalın`ın tanımlaması daha güzeldir: "Harem, sarayla konakların ve evlerin kadınlara mahsus kısmına verilen addır. Bu yere "Harem Dairesi" de denilirdi. Erkeklerinkine ise "selâmlık" adı verilirdi. Harem; zevce mânasına da gelir. Arapça bir kelime olan Harem, girilmesi memnun olan yer, mukaddes ve muhterem olan şey demektir. Bundan dolayı ki, eskiden harem ve selâmlık diye ikiye ayrılan saray ve konakların girilmesi memnun olan harem kısmı, kadınların ikametine mahsustu." Türk Ansiklopedisi`nin "harem" maddesine yaptığı tarif ise daha da şumüllü ve efradını câmîdir: "Islâm toplum hayatında ve kadınların yabancı erkeklere karşı şer`an tarif edilmiş şekilde örtünme (tesettür) ye mecbur oldukları devrede, çatısının altında âileye mensup olmayan ve çeşitli hizmetler gören erkeklerin de yaşadığı, barındığı büyük evlerde, konaklarda ve saraylarda kadınlara mahsus olan daire... Sadece Harem denildiği gibi, Harem Dairesi de denilir; padısahlara mahsus köşklerde de, sahilsaray ve saraylardaki Harem dâireleri de Harem-i Hümâyun adm taşır"(Türk Ansiklopedisi (Harem) md.) Burada da "şer`an örtünmeye mecbur oldukları devrede" ifadesi hatâlıdır, zirâ Islâm gerçeğinin varolduğu her dönemde, inanan kadınların örtünmeye mecbur olacakları da bir vâkiadır.Anlaşılan "Harem" ve "Harem dâiresi" "selâmlik" la birleşerek Türkçe yapım eki olan -lik eki almış ve kadınların bulunduğu yeranlamında "Haremlik" haline gelmiştir. Buna göre, daha sonra Islâmî menşe ve kökenini araştırmaya çalışacağımız "Haremlik": Maddî imkânlarına bağlı olarak evlerini büyükçe yapabilen müslümanların, erkeklerin oturma mekânına mukabil, kadınlar için inşa ettikleri ve yabancı erkekler girmeksizin sadece kadınların bulunduğu, böylece de oturma ve sohbet sırasında üstbaşları tabiatıyla dağınık olacak kadınların "hicab" emrine uymuş olacakları ev bölmesi diye tanımlanabilir.
"Selâmlık" ise yine Arapça bir kelime olan "selâm"a, yine yapım eki olan Türkçe -lık takısı eklenerek yapılmış "selâm ve selâmlama yeri" anlamında bir terimdir. Ancak anlaşılan o ki, bunda "selâm" kelimesinin etimolojik anlamları olan "selâmet, esenlik, bariş, güven" gibi manalar gözetilmemiş, sadece bu manalarıda içine alan "selâmlama"dan hareketle "Haremlik"in mukabili mekâna "selâmlık" demiştir. Yani, "selâmlık" konaklarda erkeklere mahsus daireye verilen addır. Bunun yerine "Selâmlık Dâiresi" de kullanılırdı.."Selâmlık" tâbiri, konak sahibinin selâm ve arz-i ihtiram için gelenleri burada kabul etmesinden meydana gelmiştir. Konaklarda selamlıklar ayrı bir dâire halinde idi. Ev sahibi sabahleyin hâremden çıkar, işine gidinceye kadar misafirlerini burada kabul ettiği gibi, işinden döndükten sonra da yatma zamanına kadar yine burada oturup gelenlerle vakit geçirirdi. Orta hallilerin evlerindeki selâmlık dâireleri konaklardakilere nisbetle basit şekilde idi.(Pakalın, (selâmlık) md.) Bir başka ifade ile: "Büyük evler, konaklar ve saraylarda aile hizmetindeki yabancı erkeklerin (erkek asçılar, asçı yamakları, uşaklar, ayvazlar, kâhyalar, vekilharçlar, erkek çocuğu lalaları, kâtipler, arabacılar, kayıkçılar, seyisler, bahçıvanlar, efendi tarafından himaye altına alınmış genç erkekler, âileye intisap etmiş şeyhler, dervişler, bulûg çağını idrak etmiş köleler, günlük misafirler, gece yatışı misafirleri, diyar garibi misafirler) bulunduğu, yaşadığı kısma da selâmlık denilmiştir."(Türk Ansiklopedisi (TA) (Harem) md.)"Haremlikle selâmlık arasındaki bağlantı kısmına "Mabeyn" (arayer, arabölme) ismi verilirdi... Büyük mutfak selâmlıkta bulunurdu, fakat ekseriye Haremlik`in de ayrı mutfağı olurdu...
Konak ve saraylarda Haremlikle Selâmlıkta mutlaka iki hamam bulunurdu, büyük evlerde haremlikte mutlaka bir hamam yapılır, selâmlık halkı için civardaki bir çarsı hamamından faydalanırlardı. Uşaklardan biri külhancılık hizmeti görürdü. Binada hamam külhanları selâmlıkta olurdu. Harem lik`in ve selamlığın bahçeleri de ayrı olurdu..."(agk.)
HAREMLİK VE SELÂMLIK`IN MENŞEİ
Önce konumuzla çok yakından ilgili bir âyet-i kerime ve bazı hadisleri ele alacak, sonra da "Haremlik-Selâmlık" ın tarihi seyrine kısaca temas etmeye çalışacağız.
Söz konusu âyet-i kerîme Rasûlüllah`ın Zeynep`le evlendiklerinde verdikleri ziyafet sırasında bazı sahâbîlerin oturma ve sohbeti sıkıntı verecek biçimde uzatmaları üzerine; onları ikaz için gelmiş bir âyet-i Kerimedir: "Ey mü`minler, size yemek için izin verilmeden ve vaktine de bakmaksızın Peygamberin hücrelerine girmeyin, ancak çağırılırsanız girin, yemeği yiyince de dağılıverin. Söz ve sohbet için de girmeyin. Gerçekte bu, peygambere eziyet vermekte ve o da sizden sıkılmaktadır; oysa Allah hak`tan sıkılmaz. Onlardan (peygamberin eşlerinden) bir şey isteyeceğiniz zaman, perde (hicap) arkasından isteyin. Bu sizin kalpleriniz için de, onların kalpleri için de dâha temizdir..."(K. Ahzab (33) 53)
Buhâri`nin naklettiği habere göre, Ömer b. Hattâb`in : "Ey Allah`ın Rasulü, senin yanına iyiler de giriyor kötüler de Mü`minlerin annelerine "hicâb" emretseniz nasıl olur?" demesi üzerine bu âyet-i kerime indirildi.(Buhari, tefsir (Ahzâb) Enes b. Mâlik`in anlattığına göre: "Düğün yemeğine gelenler dağıldıktan sonra geldim ve "Ey Allah`ın Rasulü, gittiler." dedim. Hemen kalkıp odasına girdi. Ben de girmek üzere kalktım ama, önüme perde (hicap) çekiverdi de bu âyet indirildi."(Buhari, agy; Ibn Kesir VI/441) Kurtubi`nin ifadesine göre, söz konusu âyetin "nüzul sebebi" ile ilgili en sağlam rivâyetler bu ikisidir.(bk, Kurtubi, XIV/224) Âyette geçen "hicâb" kelimesi konumuz açısından anahtar kelimedir ve "Haremlik ve Selâmlık"ın anlaşılabilmesi için se mantık yönünden bu kavram üzerinde durmak gerekir:
"Hicâb": Örtü, perde. "Hicablanmış kadın": Bir örtü ile perdelenen kadın. "Hicâbul-cevf`: Göğsü karından ayıran zar, diyafram. "Hicâb" : Kendisi ile gizlenilen her şey. Buna göre iki şeyi birbirinden ayıran her engel "hicâb" dır. Bir şeye mâni olan her şey onu "hicâblamış" demektir. Erkek kardeşlerin anneyi mirastan "hacb" etmesi de buradandır.(Ibn Manzûr, Lisânii`1-Arab (Hacb) md.) "Hacb" ve "Hicâb", ulaşmayı, kavuşmayı engellemektir. Vahyin geliş biçimlerini anlatan âyette "ya da hicâb arkasından (getir)"(K. Sura (42) 51) denir ki, konuşuların görülmeyeceği bir yerden demektir.( Ragib el-Isfehânî, el-Müfredât 108.) "Hacb" setr ve nihân eylemek, "Hicâb" isim olur, kendisiyle setr olacak perdeye denir."(Asim Efendi, Kâmûs, (hacb) md.) Ayrıca hadîslerde Güneşi perdeleyen ufuk, müşrik olarak çıktığı için mağfirete engel olan can, öbür âleme muttalî olmayı önleyen ölüm... gibi manalarda kullanıldığına bakılırsa(Ibnül-Esîr, en-Nihâye, I/340)"Hicâb" ın elbise gibi insana bitişik birşey olmadığı, insandan ayrı ve onun görülmesine tamamen engel olan bir hâil olduğu anlaşılır."Hicâb" a gerçi bazı müfessirler "setr", "tesettür" anlamı vermiş ve onu kadının örtünmesi karşılığında kullanmışlardır, ancak bu, kavramın ilk dönemlerdeki manası değildir.(krs. M. Mutahhari, Islâmda Tesettür 68-69) Sanıyorum buna gerek de yoktur. Çünkü kadının her yönüyle tesettürünü anlatan başka âyet-i kerimeler vardır (bk. K. Nûr (24) 31, 60; Ahzâb (33) 59) ve bunun da aynı anlamda algılanması tekrar demek olur. Zaten "setr" ve "tesettür" manasına gelmiş olsaydı, o takdirde kök anlamı (etimolojisi) gereği kadının tamamen örtünmesini, yani yüzüne de peçe kullanmasını farz kılmış olurdu. Gerçi kadının baştan ayağa avret olduğunu, yüzünü dahî kapatması, yani peçe kullanması gerektiğini söyleyen pek çok tefsirci ve fıkıhçı vardır ve bu konudaki delilleri de aksini söyleyenlere göre oldukça güçlüdür; ancak onlâr bu görüşe bu âyetle varmış değil, sadece bu âyeti de o görüşlerine destek olarak kullanmışlardır. Imdi, kadının yüzünün ve ellerinin, hattâ bazılanna göre ayaklarının avret olmadığını söyleyen hatırı sayılır sayıda fıkıhçı bulunduğuna göre, onlar bu âyeti "tesettür" ve "peçe" anlamında görmemişler demektir. Yani "hicâb" kadının bizzat üzerinde olup görülmesine mâni bir perde değil demektir.
Sözkonusu âyeti ve nüzul sebebini anlatan hadîsleri tekrar gözden geçirirsek, konumuzla ilgili olarak su noktalar dikkatimizi çeker: Hz. Peygamberin "beytlerine", yani geceleme yerleri olan odalarına çagrılmadan girmemelidirler. Onun zevcelerinden bir şey isterlerse "hicâb" (perde) arkasından istemelidirler(Hz. Peygamberin zevcelerinden istenecek "metâ" dört şeyle izah edilmiştir: Âriyet (yani ödünç gereçler), herhangi bir hâcet, fetvâ ve Kur`an sahifeleri, (Ibnü`1-Arabî, Ahkâmü`1-Kur`an NI/158) Rasulüllah`ın yanına iyi-kötü, herkes girip çıkmaktadır. Enes b. Mâlik içeri girmek isteyince önüne perde çekılmıştir...
Dikkat edilirse bütün bunlar, ev içi düzeniyle ilgili hususlardır. Yani: Kadının evdeki kiyafeti elbette dışardaki gibi değildir. Genellikle yabancı erkeklere görünemeyecek üst-başla dolaşır. O halde eve gelen yabancı erkeklerle evin kadın arasında bir engel (hicab, perde vb.) bulunmalı ve erkekler kadınlardan bir hacet isteyeceklerse bu engelin arkasından istemelidirler. Tabiatiyla bu tür bir hâcet perde arkasından isteniyor ve ihtiyaç halinde dahî bir araya gelinemiyorsa, ihtiyacın olmadığı zamanlarda kadınların yabancı erkeklerle, ev içi oturmaları tarzında bir arada olmaları bu âyetin isteğine aykırı olmuş olur. "Cilbâb", yani dış tesettürüne riâyet eden bir kadının, "halvet" olmamak kaydıyla, yabancı erkeklerin de bulunduğu mekânlara girmesinin câiz olmasıyla bu, farklı farklı şeyler olmalıdır. Tamamen yabancı bir edâ ile, geçici olarak bir arada bulunmakla, ev içi sohbetleri ve beraber oturmalar arasında elbette farklar bulunmalıdır. Çünkü sohbet ülfeti, ülfet de ilgiyi kolaylaştırır. Bu yüzden olmalıdır ki, Islâm`da komşunun hanımı ile zinâ, diğerlerinden çok daha büyük görülmüş, kayınlar gibi yakın-yabancıyla halvet "ölüm" sayılmıştır.Elmalılı, âyetin tefsirine çok kısa değinmiş olmakla beraber meseleyi bizim vaz`ettiğimiz biçimde açıklamıştır: "Artık onlara bir hicab: yani görülmelerine mani bir perde, bir siper arkasından sorun. Bundan böyle Harem farz kılınmıştır ki, o zamana kadar Arapta âdet değil idi".( Elmalıli Hamdi Yazır, VI/3921) Bedîüzzaman da aynı görüştedir Ayet-i kerime muktezâsınca irhâ-yı hicâb ile emrolundu ki , harem ile selâmlığı ayırmak demektir. (bk. Yeni Ansiklopedi "Tesettür" md.)
Peki bu hüküm ya da uygulama sadece Rasulüllah`ın (s.a.s.) zevcelerine mi hastır yoksa bütün mü`min kadınlar için de istenmiş midir? Bu hükmün sadece Rasulüllah`ın (s.a.s.) zevcelerine has olduğunu söyleyenler yok değildir. Ancak adı geçen âyette böyle bir tahsîs, işaretle dahî olsa, yoktur. Hattâ hangi Ayette Rasulüllah`ın zevceleri zikredilerek bir hüküm bildirilmişse, o hüküm diğer bütün mü`min kadınlar için de geçerlidir. Bundan sadece onun zevcelerinin kendisinden sonra hiç kimse tarafından nikâhlanamayacağı hükmünü istisna edebiliriz ki, bunun da sebebi açıklanmıştır "Onun zevceleri mü`minlerin anneleridirler." (K. Ahzâb (33) Nitekim Kurtubî: "Bu hükme bütün kadınlar dahildirler.( Kurtubî, XIV/27) derken Cessâs da : "Bu hüküm her ne kadar özellikle Rasulüllah ve onun zevceleri hakkında inmişse de, manası onlara da başkalarına da şâmildir. Çünkü biz Allah`ın (c.c.) sadece ona has kıldıkları dışında Rasulüllah`a uymak ve onu örnek edinmekle memuruz". demiştir.(Cessâs, V/249)
HÂRİCÎLİK (HÂRİCİYE, HAVÂRİC)
Hz. Ali döneminde ortaya çıkan siyasî ve itikadî mezhep. Mezhebe Hâricı"lik adının verilmesi konusunda çok çeşitli yorumlar yapılır. Mezhepler tarihçilerince en çok kabul gören yoruma göre, mezhep üyeleri, ümmetin başındaki hak imam olan Hz. Ali`ye karşı çıkarak itâattan ayrıldıkları için Havâric (Hâriciler) olarak anılmış, mezheblerine de Hâricilik adı verilmiştir. Kendi ifadelerine göre ise, Allah yolunda huruc etmelerinden dolayı hâricîler adını almışlardır.
Hâricîler başka adlar ve lâkablarla da anılmış, tanınmışlardır. Sözgelimi Hz. Ali`nin ordusundan ayrıldıklarında ilk toplandıkları yer olan Harûra`nın adına izafetle Harûrîler (Harûrîye); Allah`tan başka kimsenin hüküm verme yetkisine sahip olmadığı gerekçesiyle hakem olayına karşı çıktıkları için el-Muhakkime adıyla anılmışlardır. Kendilerinin ençok hoşlanarak kullandıkları isim ise Şürât`tır. Satın alıcı anlamındaki Şârî`nin çoğulu olan Şürât`ı kendini Allah`a verenler, satanlar anlamında kullanıyorlardı. Hâricîler iman sorununa yanlış bir usulle yaklaşarak bu konuda kimlerin kâfir olduğunu tartıştılar. Hakem olayında hakemlik yapanları ve taraflarını kafir ilan ettiler. Cemel Vak`ası`na karışanları ve taraftarlarını lânetlediler. Adâletsiz hükümdara karşı isyanı bütün mü`minlere farı kabul ettiler. Büyük günâhlar işleyen (mürtekîbü`l-kebâir) herkesi kâfir ilân ettiler (el-Bağdâdî, el-Fark beyne`l-Firâk, s. 55).
Hâricîler, Hz. Ali ile Şam valisi Hz. Muâviye arasında yapılan Sıffin savaşında, sorunun çözümü için tarafların birer hakem atamaları üzerine ortaya çıktılar. Onlara göre Allah`tan başka kimsenin herhangi bir konuda hüküm verme yetkisi yoktur. (lâ hukme illâ lillâh). Böyle bir yetkiyi kabul edenler kâfir olurlar. Sorunu hakemler aracılığı ile çözmeyi kabul ettiği için Hz. Ali de kâfir olmuştur. Kâfir olduğuna inandıkları Hz. Ali`den ayrılmanın farz olduğu düşüncesiyle Hâricîler, gizlice ordudan ayrılarak Harûra`da toplandılar. Bu huruc (çıkış) hareketi ile İslâm tarihindeki ilk siyasî parçalanma gerçekleşti. Harûra`dan sonra Nehrevân`da üslenen bu grup, İslâm tarihinin en katı, en savaşçıl partisini oluşturdu (Ahmet Emin, Duha`l-İslâm, III, 5).
İşin ilginç yanı, Kur`ân`ı mızraklarının ucuna takarak Hz. Ali ve ordusunu kitab`ın hükmüne çağıranlar, bunu düpedüz yenilgiden kurtulmak amacıyla bir hile olarak yapmışladı ve ilk başta buna aldanarak savaşı durdurması ve isteklerini kabul etmesi için Hz. Ali`yi zorlayanlar, hattâ tehdit edenler, sonradan hurûc edenlerle aynı insanlardı. Savaşı kendileri durdurmuş, Hz. Ali adına, onun hiç istemediği bir kişiyi hakem atamışlar, sonra da bütün bunlardan dolayı Hz. Ali ve ona uyanları kâfir ilân ederek ayrılmışlardı. Bu durum, en bağnaz düşmanlarınca bile teslim edilen doğruluk ve samimiyetleri konusunda şüphe uyandırdıktan başka, hareketin kökeninde sadece inanç farkının yatmadığını da düşündürmektedir.
Mezhepler tarihçileri, Hâricîlerin ortaya çıkışını ünlü hakem olayına bağlamakla birlikte başka nedenlerin varlığından ve etkisinden de sözetmektedirler. Bunların en önemlileri şöyle özetlenebilir:
1. Hâricîlik hareketi, kurra diye bilinen son derece dindar ve bilgili bir kesimin öncülük ettiği bir düşünceyi temsil etmektedir. Bu kesim siyas"ı çalkantılardan ve toplumsal dengesizlikten rahatsız olmakta, İslâm`ın ilk yıllarındaki ideal toplumun özlemini duymaktadırlar. Hâricîlik hareketi, bu idealist grubun özlemlerini gerçekleştirme girişimidir.
2. Hâricîliğin ortaya çıkmasındaki önemli bir neden, merkezî yönetime karşı süregelen geleneksel direniş psikolojisidir. Buna, câhiliye döneminin zihin yapısını karakterize eden bireysel bağımsızlık eğiliminin de önemli bir etkisi olduğu eklenebilir.
3. Hâricîlik hareketinde, çeşitli Arap kabîleleri arasında eskiden beri süregelen kavmiyet psikolojisi ile babadan oğula geçen savaş ruhu da önemli ölçüde kendisini göstermektedir.
4. Hâricîlerin ortaya çıkmalarına yol açan nedenlerden biri de, bu kişilerin aşırı Şii fırkalardan olan Sebeiyye ile olan bağlantılarıdır. Hz. Osman`ın şehid edilmesiyle sonuçlanan isyan hareketleri sebeiyye tarafından başlatılmış ve yürütülmüştü. Hâricîler ve önderleri de bu hareketler içinde yeralmışlardı. Hâricîler, Hz. Osman`ın şehîd edilmesi sorumluluğuna katılıyorlar, hattâ bununla övünüyorlardı. Haremlerin bir anlaşma sağlamaları durumunda hiç şüphesiz bundan en çok zarar görecekler Hâricîler olacaklardı. bu riedenle Hz. Ali`yi terkederek bu yoldaki muhtemel bir gelişmenin etkilerinden kendilerini kurtarmak istemişlerdi.
Hz. Ali`den ayrılarak önce Harûra`da, daha sonra Nehrevân`da toplanan ve Abdullah b. Vehb er-Râsibî el-Ezdî`yi kendilerine halife seçen Hâricîler, kısa zamanda tam bir terör havası estirmeye başladılar. Görüşlerine katılmayan, önderlerini halife olarak tanımayan, Ali ve Osman`ı kâfir ilân edip lânetlemeyen her müslümanı kâfir sayıyor, acımasızca öldürüyorlardı. Başlangıçta sayıları on iki bin kadardı. Hz. Ali`nin çeşitli girişimleri sonucunda büyük bir bölümü isyandan vazgeçerek Ali saflarına katılmış, geride yalnız dört bin kişi kalmıştı. Bunların bütün uyarılara rağmen eylemlerini sürdürmeleri, Hz. Ali`nin ordusuyla üzerlerine gelmesine neden oldu. Nehrevân`da, Hz. Ali`nin ordusuyla Hâriciler arasında yapılan savaş, güçler arasındaki dengesizlik nedeniyle Hâricîler için tam bir felâketle sonuçlandı. Bazı rivâyetler bu savaştan ancak sekiz-on Hâricînin kurtulabildiğini belirtir. Bu büyük hezimetten sonra hayatta kalabilen Hâricîlerin her birinin başka bir yere kaçtıkları ve çok sayıda hâricî kollar oluşturdukları söylenir.
Nehrevân bozgunu Hâriciler üzerinde silinmez bir etki bırakmış, onlar için Allah yolunda ölmenin, şehâdetin bir simgesi hâline gelmiştir. Bu olaydan sonra hâricileri yönlendiren en önemli duygu, intikam duygusu olmuş ve bu, bir türlü tatmin edilememiştir. Hz. Ali bir Hâricî tarafından şehîd edilmiş; Hâricîler, Emevîler ve Abbasîler döneminde de sayısız isyan hareketiyle varlıklarını sürdürmüşlerdir (Taberî, Tarih, VI, 29 vd).
Hâricîlerin büyük çoğunluğunu bedevî çöl Arapları oluşturuyordu. Yaşama şartları ve biçimleri, çoğu yoksul olan bu insanları sertliğe, şiddete ve kabalığa sürüklemişti. Taşkın bir ruha, atılgan bir mizaca sahiptiler. İslâm`a samimiyetle inanmışlardı ancak ufukları dar, düşünceleri yüzeyseldi. Onlar için hareket her zaman bilgiden önce geliyordu. Bu nedenle inançlarındaki samimiyet onları bağnazlığa, katılığa, hoşgörüsüzlüğe götürmüştü. Kendilerini bilgi değil, bir din hâline getirdikleri slogan ve heyecanları yönlendiriyor, muhâlif olma düşüncesi gerçeğe ulaşmalarını engelliyordu. Kur`ân`ı çok okuyor, zâhir anlamına sarılıyor, kendi anladıklarının dışında başka bir anlam tanımıyorlardı. Kendilerinin haklılık ve doğruluğundan öylesine emindiler ki, her an ölmeye, kendilerini fedâ etmeye hazırdılar. Hiçbir önemli neden olmadan tehlikelere atılmaktan sakınmıyorlardı. Kendileri gibi düşünmeyen bütün insanları kâfir sayıyor, öldürülmeleri gerektiğine inanıyor ve bu yolda son derece acımasız davranıyorlardı. Başlangıçta tek bir slogan (lâ hukme illâ lillâh) etrafında toplanan Hâricîler, Nehrevân olayından sonra çeşitli kişileri önder tanı(Zeker) kollara ayrıldılar ve kendilerine özgü kimi inanç ve düşünce ilkeleri belirlediler. Bu kollar arasında, aynı kökten geldiklerinden şüpheye düşürecek kadar derin görüş ayrılıkları görülür. Muhâlif tavırları ve savaşçılıkları bir yana, düşünce ve inanç açısından paylaştıkları görüşler son derece azdır. Mezhepler tarihçilerinden Ka`bî ve Şehristânî`ye göre bütün Hâricîler yalnızca şu üç noktada görüş birliği içindedirler.
1. Hz. Ali ve Hz. Osman`ı, hakemler Amr b. el-Âs ve Ebû Musa el-Eş`arî`yi, Cemel savaşına katılan Hz. Âişe, Talha ve Zûbeyir`i hakemlerin hükmüne razı olan herkesi kâfir kabul etmek.
2. Büyük günâh işleyen kimseyi cehennemde ebedî olarak kalacak kâfirlerden saymak.
3. Zâlim devlet başkanına karşı isyanı farz kabul etmek. Bunlara göre ayrıca devtet başkanının Kureyş`ten olması gerekli değildir. Hür seçimle işbaşına gelmesi şartıyla herkes İmam olabilir. Hattâ zulme saptığında görevden alınması daha kolay olacağı için İmam`ın Kureyş`ten olmaması daha iyidir. Seçimle başa geçirilen kişi doğru yoldan saparsa görevden alınması, hattâ öldürülmesi farz olur.
Eş`arî ve Bağdâdî`ye göre hâricîler yukarıda sıralanan maddelerden yalnızca birinci ile üçürıcüde sözbirliği içindedirler. İsferâyînî ve Razi`ye göre ise, yalnız birinci ve ikinci maddede ittifak edebilmektedirler. Bu bilginlere göre Hâricîler yalnız büyük günâh işleyenleri değil, küçük günâh işleyenleri, hattâ bir hata yapanları bile kâfir saymaktadırlar.
Muhakkime-i Ulâ da denilen ilk Hâricîlerden sonra Hâricîlik çok sayıda kola ayrıldı. Bunlar içinde en önemlileri, kendilerinden de birçok kollara aynlan Ezânka, Necâdât, Sufriyye, Acâride, İbâdiyye ve Şebibiye`dir.
Ezârika, Ebû Râşid Nâfi b. el-Ezrâk`ı İmam tanıyan Hâricîlerin oluşturduğu koldur. el-Ezrâk, taraftarlarıyla birlikte 64/683 yılında Basra`da isyan etti, Ehvâz`da Basra valisinin kuvvetleriyle savaşırken öldürüldü (ö. 65/684). Ezârika`nın görûşleri şöyle özetlenebilir: Hz. Ali, Hz. Osman, Hz. Âişe, Hz. Talha, Hz. Zübeyir, Hz. Abdullah b. Abbâs ve bunlarla birlikte hareket edenlerin tümü kâfirdir ve cehenemde ebedî kalacaklardır. Savaşlarda kendilerine katılmayarak bir kenarda oturmayı seçenler de kâfirdir. Hem bunlar, hem de kadın ve çocuklarının öldürülmesi mübahtır. Zinâ suçunun cezası kırbaçtır, recm uygulamak yanlıştır. Müşriklerin çocukları da babaları ile birlikte cehennemde ebedî olarak kalacaklardır. Takiyye hiçbir şekilde câiz değildir. Büyük günâh işleyen kimse İslâm`dan çıkmıştır. İmam`ın emrine itâat, emri ister haklı, ister haksız olsun, farzdır. İmamın emrine karşı gelen kâfir olur ve öldürülmesi gerekir.
Necedât, Necde b. Âmir el-Hanefiyye`yi İmam tanıyan Hâricîlik koludur. Necde, Yemâme`de isyan etti. Yemen, Hadramût ve Taif`i istilâ etti. Kendisi ve taraftarları Haccac tarafından öldürüldü (ö. 69/688). Necedât`a göre din iki bölümdür. Birincisi, Allah`ı, Peygamber`i, müslümanların (yani kendilerinin) kanlarının haram olduğunu ve Allah katından gelen şeylerin tümünü bilmektir. Bunları bilmek farzdır, bilmemek özür sayılmaz. İkincisi ise bu sayılanların dışında kalan hususlardır. İnsanlar, haram ve helâl olan hususlarda kendilerine delil gösterilene kadar bilgisizliklerinden dolayı mazurdurlar. Kendileriyle anlaşma yapılan kişilerin kan ve malları helâldir. Küçük, zararsız bir yalan söyleyip bu yalanında ısrar eden kişi müşriktir. Buna karşılık zinâ eden, içki içen, hırsızlık yapan fakat bu hareketinde ısrar etmeyen kimse müşrik değildir. Can korkusu varsa takiyye câizdir. İnsanların başında bir imam`ın bulunması şart değildir.
Sufriyye Ziyâd b. el-Asfar`a uyanların oluşturdukları koldur. Buna Ziya`diyye de denir. Sufriyye`ye göre kendileriyle birlikte isyan ettikleri halde savaşa katılmayanlar, inançları kendilerininkine uyuyorsa, tekfir edilmez. Zinâ eden recmedilir. Müşriklerin çocukları cehennemlik değildir. Takiyye, amelde değil, ancak sözde câizdir. Zinâ, içki ve iftira gibi dünyada cezayı gerektiren fiilleri işleyenlere kâfir ya da müşrik denilemez. Fakat bu dünyada cezası olmayan namazı terk gibi büyük günâhları işleyenler kâfirdir. Birisi şeytana uymak, diğeri putlara tapınmak olmak üzere iki çeşit şirk vardır. Küfür de, birisi nimeti inkâr, diğeri Allah`ı inkâr olmak üzere iki çeşittir. Berâet de ikiye ayrılır; birisi, sünnet olan, haddi gerektiren fiilleri işleyenlerden uzaklaşmak; diğeri de farz olan ve Allah`ı inkâr edenlerden uzaklaşmak.
Acâride, Abdulkerim b. Acred`e uyanların oluşturduğu Hâricîlik koludur. Kurucusu hakkında hemen hiçbir şey bilinmeyen bu kolun başlıca görüşleri şunlardır: Yûsuf sûresi Kur`ân`dan değil, yalnızca bir kıssadır. Böyle bir aşk kıssasının Kur`ân`da yer alması câiz değildir. Büyük günâh işleyenler dinden çıkmışlardır. Savaşa katılmayanlar, aynı inancı paylaşıyorlarsa düşman sayılmazlar. Acâride kolu, kendi içinde Hazımiyye, Şu`aybiyye, Halfiyye, Ma`lûmiyye, Mechuliyye, Saltıyye, Hamziyye ve Sa`lebiyye olmak üzere sekiz kola ayrıldı. Sa`lebiyye`den de Ma`bediyye, Ahnesiyye, Şeybaniyye, Rûşeydiyye, Mukremiyye adlarıyla anılan kollar sürdü.
İbâdiye, Abdullah b. İbâd tarafından kurulan Haricilik koludur. Günümüze kadar varlığını sürdüren tek Hâricîlik kolu budur. Haliç ülkelerinden Umman sultanlığı ve Zengibar`da resmî mezheb durumundadır. Bu kola göre kendi görüşlerini paylaşmayanlar kâfirdir. Ama bunlarla evlilik ilişkisi kurulabilir, mirasları helâldir. Bu kimselerle savaşıldığı zaman ele geçirilen ganimetler helâl, kalanları haramdır. Muhâliflerin şâhitliği câizdir. Büyük günâh işleyenler mü`min değildirler. Müşriklerin çocuklarını ne olacağım yalnız Allah bilir. İntikam amacıyla işkence câizdir. Nifak çıkaran kimse müşrik değildir. İbâdiyye`nin Hafsıyye, Harisiyye ve Beyhesiyye adlarıyla anılan üç kolu vardır (bk. E. Ruhi Fığlalı, İbadiyenin Doğuşu ve Görüşleri, s. 53).
Şebibiyye, Şebib b. Yezid eş-Şeybâni`ye uyanların oluşturduğu koldur. Abdulmelik b. Mervan zamanında huruç eden Şebib, Haccac ve Abdulmelik tarafından üzerine gönderilen yirmi ayrı askerî birliği bozguna uğrattı. Sonunda Kûfe`yi bastı. Mescide giderek orada bulunanları öldürdü. Ancak sabahleyin toplanan Haccac`ın askerlerince kaçmak zorunda bırakıldı. Şebib, Duceyl (Küçük Dicle) ırmağı üzerindeki asma köprüden geçerken, Haccac`ın askerlerinin köprüden iplerini kesmesi üzerine ırmağa düşerek boğuldu. Şebib, kişisel isteklerinin yerine getirilmemesi üzerine isyan ettiği için düşünce ve inançları konusunda bilgi yoktur. Fakat kendisinin ve taraftarlarının Hâricîliğin genel inançlarını benimsediği bilinmektedir.
Hâricîler "Allah`ın vahyettiği ile hükmetleyenler kâfirdirler" (el-Mâide, 5/47) âyetini "Lâ hukme illâ lillâh" (Allah`tan başka kimse hükmedici değildir) şeklinde formüle ediyorlardı. Akîdelerini de mâsum mü`minleri kılıçlarıyla katlederek tatbike geçtiler ve öldürülünceye kadar öldürmeye doymadılar (el-Malatî et-Tenbîh, Neşr. İzzet el-Attar el-Hüseynî, s. 51).
Hâricîler Allah`ın sıfatlarında teşbihe karşıdırlar. Kur`ân`ın mahluk olduğunu, çünkü yalnızca Allah`ın Kadîm olduğunu ifade ederler. İmâmet hakkında imamların Kureyş`ten olmasına karşıdırlar. Son derece sert ve acımasız bir adâlet görüşüne sahiptirler. Emr-i bi`l-ma`ruf ve nehy-i ani`lmünker ilkesini şiddet yoluyla müslümanlara tatbik etmişlerdir. Hâricîler bu görüşleriyle Mu`tezile`ye tesir etmişlerdir.
Bazı görüşlerinde Kur`ân ve Sünnet`e dayandıklarından ehl-i sünnet`e uygun görüşleri de vardır. Ancak ehl-i sünnet`le temel de ters düştükleri meseleler de vardır. Allah`ın hem dünyada hem âhirette görülemeyeceği, haktan ayrılan imamı azletmek için isyan etme, ehl-i kıbleyi tekfir, İslâm`ın imandan olduğu, Kur`ân`ın yaratılmış olması, Hz. Peygamber`in günahkârlara şefâatini red, büyük günâh işleyenin ebedî cehennemde kalacağı gibi görüşleriyle ehl-i sünnet`e karşı çıkmışlardır.
HAŞR SURESİNİN SON AYETLERİNİ OKUMAK
Sabah ve akşam namazlarından sonra çeşitli "Eûzü"lerle "Lev-enzelnâ" okunuyor. Her yerde de ayrı uygulanıyor. Bunun aslı var mıdır, doğrusu nasıldır?
Bu konuda kitaplarımızda bulunan çeşitli rivayetlere baktığımızda şu hadis-i şerife benzer çeşitli hadislerin olduğunu görürüz. "Malik b. Yesâr`dan rivayet edildiğine göre Rasûlüllah (sav) şöyle buyurmuştur: Kim sabahleyin üç defa "euzubillahis-Semî`il-Alîmi mines-şeytanirracım" der, sonra Haşr suresi`nin sonundaki üç ayeti okursa Allah kendisine yetmiş bin melek vekil kılar, bunlar akşama kadar o kişiye dua ve istigfar ederler. Eğer o gün vefat ederse şehid olarak ölür. Bunu akşamleyin okuyan da aynı derecededir" (Tirmizî, Fedâilü`l-Kur`ân, 22; Müsned, V/26; Ayrıca Darimî, Beyhakî ve Taberani`de rivayet etmişlerdir. bk. Ibn Kesîr, IV/537; Tuhfetü`1-Ahvezi, VNI/240; Fethu`1-Beyân, IX/363).
Rivayetlerin çoğunda son üç ayetten bahsedilmekle beraber, "Levenzelnâ`dan aşağısı" diyen rivayetler de vardır (bk. Kurtubî, XVNI/1). Bazı rivayetlerde de sadece "Haşr sûresinin sonu" denir ve ayet sayısı bildirilmez (bk. Kurtubî, XVNI/1). "Ism-i A`zam" Haşr Sûresinin son altı ayetindedir," rivayeti de vardır (bk. Kurtubî, XVNI/49; Fethu`1-Beyân, IX/368 (Ibn Adıy, Ibn Merdüye, Hatip Bagdâdî, Beyhakî (Su`abu`1-Iman) rivayet etmişlerdir). Ama bu, sabah-akşam okunmasıyla alâkalı değildir. Yine "on defa e`uzü çekerek." diyen rivayet de vardır (Suyûti, Ed-Dürrü l-Mensûr, VNI/123; Alûsî, XXVNI/64). Dikkat çeken bir nokta da, bu ayetlerin sabah ve akşam namazlarını müteakip okunacağına dair bir açıklığın bulunmamasıdır. Sabah ve akşam denmiş ama sabah ve akşamın neresinde okunacağı söylenmemiştir. Bunun sabah ve akşam namazlarının bitiminden sonraya alınması, alimlerimizce belli bir yer tesbitiyle düzenli okunmalarını sağlamak için olmalıdır.
Bütün bu rivayetlerden çıkacak sonuç sudur: Rivayetler çok sahih olmamakla beraber sabah ve akşamleyin, tercihen namazların bitiminde, üç defa "Euzü billahi`s-semî`il-Alimi mine`ş-şeytânirracîm..." diyerek "Lev-enzelnâ"dan aşağı dört ayeti (iki rivayetin arasını bulmuş olarak) okumak müstehaptır. Bu "Eûzü"nün değiştirilip, "Merdûdil-mekhûril-la`înirracîm" gibi ilaveler yapılması, ya da ayetlerin sonuna başka sûrelerden ayetler katılması doğru değildir.
HASTA BİR KADININ ERKEK DOKTOR VEYA HASTA ERKEĞİN KADIN DOKTORA MUAYENE OLMASI CAİZ MİDİR?
Hasta bir kadın, muayene, tedavi ve ameliyat gibi şeylere muhtaç olabilir. Ancak kadın, hasta olduğunda ehliyetli bir kadın doktor varsa ona yaptırır. Aksi takdirde erkeğe gitmesi günah ve vebaldir. Kezalık bir erkek hasta olursa, ehliyetli erkek bir dokor varsa ona gitmeye mecburdur. Yoksa bir kadın doktora gidebilir (Beda`iü's-Senai).
HASTA NAMAZI
Sıhhatini kaybeden bir müslümanın namazın tüm şartlarını yerine getirme imkânı olmadığı durumlarda yüce Allah bazı kolaylıklar göstermiş ve namazı "imkânı elverdiği" şekilde kılmasına izin vermiştir. Hasta müslümanın tüm rükünlerini yerine getirmeyerek kıldığı bu namaza hasta namazı adı verilir.
İslâm`daki ibâdetlerin amacı insanı zora koşmak olmadığı için ibâdetler katı şekilci kurallarla çevrili değildir. En önemli ibâdet olan namaz, günde beş defa müslümanlara farz kılınmıştır; ancak namazın amacı Allah`ı sürekli olarak hatırlamak, günde beş kez O`nun huzuruna çıkıp iki namaz arasında yaptıklarının muhâsebesini yapma fırsatını ona vermektir. Bu şekilde günde beş kez Allah`ın huzuruna çıkan bir müslüman kötülük duygusunu kalbinden atıp onun yerine Allah korkusu ve sevgisini yerleştirir. Namazın amacı bu olunca, yani insanları kendi rızalarıyla Allah`ın gözetimine sokmak olunca sıhhatli ya da sıhhatsiz olması bunu yapmaya, yani Allah`ın huzurunda boyun eğmeye engel değildir. O halde hasta olan bir müslüman bu görevini gücünün yettiği şekilde yerine getirir. Bunun bazı kuralları vardır: Namazda; farzlar, sünnetler, müstehablar vardır.
"Sıhhatli müslüman tüm bunları dosdoğru yerine getirerek namaz kılar. Allah, "namazı dosdoğru kılın" emrini şekil açısından, sadece sıhhatli olanlara farz kılmıştır. Hasta olanlar ise görünen şekil yönünün dışında kalben, ruhen ve tüm düşüncesiyle "dosdoğru kılmak" zorundadır. Ona gösterilen kolaylık yapacağı hareketler yönündendir.
Hastalığı eğer ayakta duramayacak kadar şiddetliyse ve ayakta durması hastalığı arttıracaksa oturarak; oturarak kılınamayacaksa, yattığı yerde; hareket edemeyecek durumdaysa baş ile başını dahi oynatamıyorsa göz hareketiyle, bu da olmuyorsa düşünceyi yoğunlaştırarak namaz kılınır. Ama hiçbir zaman terkedilmez.
Temel ölçü yapılabileceğinin en son şeklini yapmaktır. Örneğin bir yere yaslanarak kılabilecekken yatarak kılmak nefsin kontrolüne girmenin göstergesidir ki bu yanlıştır.
Namazın diğer bir farzı olan okuyuşlarda da durum böyledir, dili ile okuyamıyor, dilini kullanamıyorsa kalbinden okur.
Diğer bir kolaylık okuyuşlarını kısaltabilir ve eksiltebilir. Örneğin uzun süre rükû ve secdede kalması rahatsızlık veriyorsa, ta`dili erkan üzere kılınan namazda en az üç kez okunan
"Sübhane rabbiyel azim" ve "sübhane rabbiyel a`lâ" cümlelerini birer kez söyler. Örneğin son oturuşlardaki
"Allahûmmâ salli ve barik" dualarını okumadan selâm verebilir. Mümkün olanı en iyi şekilde yapmak, gücünün yettiği kadarını yapmak, terketmemek esastır. Çünkü insanın açığa vurduğunu da kalplerde gizli olanını da bilen Allah, hastalığın şiddetini hastadan daha iyi bilir. Ufak hastalıkları bahane edip namazları hafifletmek ve kolaya kaçmak ancak imanı zayıf olanların yapacağı bir tercihtir. İmanda samimi olanların yapacağı, gücünün tamamını kullanarak namazı hâlis bir kalp ile kılmaktır.
Namaz öncesinde farz olan "maddî ve manevî pisliklerden temizlenmek" hasta için de farzdır. Gusül abdesti ve namaz abdesti alması o an hastalığına zarar verecekse teyemmüm alarak namazını kılar. Yatalak bir hastanın istenmeyen durumlar sonucunda yatağında maddî pislikler varsa ve yatağının değiştirilme imkânı yoksa görünen yüzeysel pislikler temizlenerek namazını kılabilir. Elbise için de durum aynıdır.
Hastalık durumunda şartları tam olarak yerine getirilmeden kılınan namazlar hastalıktan kurtulduktan sonra tekrar kılınmaz. Hasta, daha önceden kazaya kalan namazlarını da kılabildiği şekilde kılar. Abdesti bozan durumlardan herhangi biri sürekli olsa; örneğin sürekli kanama durumu devam ettiği halde namaz kılınır. Ancak bir sonraki namaz için yeniden abdest alınır, Özürlü halde kılınan bir namazın vakti çıkmadan özür hali sona erse kılınan namaz tekrar edilir. Özür, bir namaz vaktinin tamamında sürerse geçerlidir. Özür nedeniyle elbiseye bulaşan pislikler de bu hal devam ettiği sürece namaza engel değildir. Ancak imkânı varsa Allah`ın huzuruna en güzel "zinetlerini (elbiselerini) giyip durmak daha güzeldir.
HASTA OLAN KİMSE SECDE İÇİN BAŞINI YERE KOYAMAZSA NASIL NAMAZINI KILACAKTIR?
Hasta olan kimse secde için başını yere koyamazsa İmam-ı Harameyn ve Gazali`ye göre yastık ve masa gibi yüksekce bir şeyin üzerine başını koyup secde eder. Rafi`i gibi başka ulemaya göre ise imkan nisbetinde başını eğerek secdesini eda eder. Otobüs gibi vasıtalarda vasıtanın durakta durmaması sebebiyle namaz kılma mecburiyeti hasıl olursa aynı ihtilaf mevcuttur. Buna göre boşluğa secde etmesi bir kolaylıktır. Bu kolaylıktan istfade edilebilir.
HASTALIK KANI (İSTİHAZA)
Dinî terminolojide "istihaza" denen ve kadının fercinden âdet ve lohusalık sebebiyle değil de bir hastalıktan dolayı gelen kandır ki, biz ona "hastalık kanı" tâbirini kullanacağız.
"Hastalık Kanı" diyeceğimiz "Istihaza"da kadının fercinden, yani üreme organından geldiğine göre bunu âdet ya da lohusalık kanından ayırabilmek, öncelikle âdet ve lohusalık kanlarının ve özellikle de âdet kanının iyi tanınmasına bağlıdır. Bu yapıldıktan sonra, âdet ve lohusalık kanı olmayan kanlar hastalık, yani istihaza kanıdır, denebilir. Bu yüzden âdet kanından sözederken; "Temizlik ve çeşitleri" ile "Kan ve Çeşitleri" başlıkları altında söylenenleri burada da var kabul edip tekrar okumak gerekir. Böylece normal (sahih) kanın âdet ya da lohusalık kanı, anormal (fasit) kanın da hastalık yani, istihaza kanı olduğunu görecegiz. Oradaki bilgilere dayanarak hastalık kanının (anormal yani fasit kanın) çeşitlerinin aşağıdakiler olduğunu görürüz.
Çeşitleri
1. Dokuz yaşınıdoldurmamış kızdan gelen kan,
2. Ümitsizlik yaşına ulaşan kadından siyah ve kırmızı dışında gelen kan,
3. Hamilenin doğum olmaksızın gördüğü kan,
4. Âdetin ve lohusalığın en çok sınırını geçen kan,
5. Âdet süresince üç günden az gelen kan,
6. Kanın on günü aşması ve âdet günlerinde en az sürenin (nisab) bulunması şartıyla, âdeti aşıp başka bir âdete geçen kan. Meselâ: Âdeti, ayın ilk beş günü olan bir kadın, bu beş günde ya da bunun üç gününde kan gördükten sonra, kan ikinci aydaki ikinci âdete kadar sürse, âdeti olan beş günden sonraki diğer âdete kadar olan günler, anomial kan, yani hastalık kanıdır.
7. Düzgün âdetin sayısı dolduktan sonra, on günü aşması ve içinde en az sürenin bulunmaması şartıyla yine başka bir âdete dek süren kan.
Meselâ: Âdeti yine ayın ilk beş günü olan kadın, bu beş günden önce bir gün kan görse, bu beş günde ya da üç gününde temiz kalsa, sonra yedi ya da daha fazla gün kan görse, bu durumda kan on günü aşmıştır ve âdet günlerinde en az süre (nisab miktarı) olan üç tam gün kân görmemiştir, dolayısıyla hem zaman hem de sayı olarak eski âdetine döner ve ona itibar eder. Yani, eski âdeti olan beş gün âdetli, geri kalan ilk kan gördüğü gün ve beş günden sonra ikinci âdete kadar olan günler hastalık kanı yani, anormal kan sayılır.
Bu maddede on günü aşması şartı, aşmadığı takdirde âdetin değişmiş olacağı ve kan gördüğü günlerin âdet sayılacağındandır. Içinde en az sürenin bulunmaması şartı ise, bunu altıncı maddeden ayırmak içindir.
8. Lohusalıkta âdeti aşıp kırk günü geçen kan.
HASTALIK KANIYLA İLGİLİ HÜKÜMLER
Kadınlar özel hastalık kanının, hüküm bakımından, burundan akan kandan farkı yoktur. Eğer sürekli akarlarsa böyle bir özrü bulunan kimseye; "özürlü","özür sahibi" ya da "mazur" denir.
Kısaca; üreme organından âdet ve lohusalık dışında kan gelen kadın (istihazali), sürekli burnu kanayan, kanı giden, idrarını kaçıran, yel kaçıran, akıntısi dinmeyen, yarası bulunan, hastalık sebebiyle gözü yaşaran kadın ve erkek özürlü sayılır ve aşağıda sayacağımız hükümler hepsi için geçerlidir.
Kadından gelen hastalık kanı ve yukarıda saydığımız diğer özürlerin özür sayılmaları, sürekli olmalarıyla olur. Sürekliliğin ölçüsü ise, bir namaz vakti boyunca devam etmesi. öyle ki, bir abdest alıp o vaktin namazını kılabilecek zaman kadar bir süre kesilmemesi, yani bir vakti hükmen ya da hakikaten kaplamasıdır. Hükmen kaplaması, abdeste ve namaza yetmeyecek kadar kısa bir süre kesilmesi ile olur. Ama özrün bundan sonraki vakitleri kaplaması şart değildir. Her vakitte en az bir defa görülmesi özrün devam ettiğini göstermek için yeterlidir. Kısaca: Özrün özür sayılması için hükmen de olsa bir vakti kuşatması şarttır. Devam ettiği için her vakitte en az bir defa görülmesi şarttır. Özrün kalkması için bir vaktin tamamında kesilmiş olması şarttır.
Hastalık kanı namaza, oruca engel olmadığı gibi cinsel ilişkiye de engel değildir. Cinsel ilişki, ancak adil bir doktorun sağlıga zararlı olacağını bildirmesiyle sakıncalı (mekruh) olabilir.
Özürlü kimse namaz kılabilmek için her farz namaz vaktinde ayrı bir abdest alır ve artık o vakit çıkıncaya kadar o özründen dolayı abdesti bozulmaz. Ancak abdesti bozan bir başka sebepten ötürü abdesti bozulacağı gibi, o vaktin çıkmasıyla da abdesti bozulur. Abdestin, vaktin çıkmasıyla bozulacağı Imam A`zam ve Imam Muhammed`e göredir. Imam Züfer`e göre diğer vaktin girmesiyle, Imam Ebû Yûsuf`a göre ise hem o vaktin çıkmasıyla, hem de diğer vaktin girmesiyle bozulur. Aralarındaki fark, sabahın vaktinin çıkmasında belli olur.
Buna göre bayram namazı için abdest alan özürlü, Imam A`zam ve Imam Muhammed`e göre, bir başka sebeple bozulmamışsa o abdesti ile öğleyi de kılabilir.
Özürlü, aldığı abdestle o vaktin farzını kılabileceği gibi, diledigi kadar nafile de kılabilir.
Özürlü iken aldığı abdestle giydiği mestler üzerine ancak o vakit içerisinde meshedilebilir. Bu, mestleri giyerken ve abdest alırken özrü devam etmekte idiyse böyledir. Ama özrü kesikken abdest almış ve başlamadan giymişse mestlerine normal süresi zarfinda meshedebilir.
Özürlü erkek diğer özürlüye imam olabilirse de, özürlü olmayana imam olamaz. Ama özürlü erkek özürsüz kadına imam olabilir mi? Bu konuda birşey görmedim.
Bir vakit girdikten sonra özür sahibi olan, o vaktin sonunu bekler. Özrünün kesilmediğini görürse vaktin, bir abdest ve bir namaza yetecek kadarki son kısmında abdest alırve namazını kılar. Ondan sonraki vakit dolmadan özür kesilirse kıldığıbu namazı iade eder. Çünkü bir tam vakti kuşatmayan bu durum özür olmamış olur, kıldığı namaz da abdestsiz kılınmış sayılır ki, bu caiz değildir. Ama ikinci vakti tamamen kaplarsa iade etmez, çünkü özür gerçekleşmiştir. Başlangıcı ise ikinci vaktin girişi değil, özrün ilk başladığı zamandır. Kısaca: Vaktin tamamını kaplama bulunduktan sonra, özrün sabit olması da düşmesi de ilk başladığı zamandan geçerlidir.
Özürlü iken abdest aldığıbir vakit içerisinde bir başka özrü sabit olsa abdesti yine bozulur.
Özürlü iken abdest aldığında özrü kesilmiş. olsa ve kesilme, vaktin çıkmasına kadar sürse vaktin çıkmasıyla abdesti bozulmuş olmaz.
Burnunun bir deliginden akan kandan dolayı özürlü olsa ve bu halde iken abdest aldıktan sonra kan öbür deliginden de aksa abdesti bozulur. Ancak iki deliğinden aktığından dolayı özürlü olanın özrü. bir deliğinden akanın kesilmesiyle kesilmiş olmaz ve bu kesilmeden ötürü vakit içerisinde abdesti bozulmaz.
Çiçek hastalığından oluşan gözenekler ve çıban ve sivilceler bir yara değil, ayrı ayrı yaradırlar. Yani birisinden ötürü özürlü iken diğeri de aksa abdesti bozulur.
Özürlü iken aldığı abdestle namaz kılarken vakit çıksa, yeniden abdest alır ve o namazı yeniden kılar, kaldığı yerden devam etmez. Çünkü namazın bozulması aslında vaktin çıkmasıyla değil o anda bozulan abdestin bozulma sebebinin önceden bulunmuş olmasıyladır.
Özrü kesilmişken abdest alsa ve o şekilde vakit çıksa, abdesti sürmektedir. Bu abdest bozulmadan üzerine bir abdest daha alsa,. sonra özrü tekrar başlasa, abdesti bozulur. Çünkü ikinci abdest. abdesti varken alındığı için yok sayılmış ve birinci abdeste itibar edilmiştir.
Özürlünün bir namaz için vakti girmeden aldığı abdest de vaktin girmesiyle bozulmuş olur.
Özürlü, akmakta olan kan ve benzerlerini bağlamak gibi bir yolla durdurabilecekse bunu yapması gerekir. Böylelikle özürlü olmaktan da çıkar. Ancak, daha önce de görüldüğü gibi, bu hüküm lohusa ve âdetli için geçerli değildir. Bunlar akıntıyı bez ya da pamukla durdursalar da kan akıyor sayılır.
Akıntısı sadece secde halinde gelen özürlü secdeyi terkeder. Sadece ayağa kalktığında gelen özürlü de kıyamı (ayakta durmayı) terkeder ve her ikisi de namazlarını imâ ile kılarlar. Çünkü secdeyi, ya da ayakta durmayı terketmek, namazı abdestsiz kılmaktan daha hafif bir kusurdur.
Ancak sadece sırt üstü yattığında özrünün akıntısı kesilen birisi sırtüstü yatarak değil, akıntısına rağmen abdest alıp normal şekilde kılar. Çünkü namaz abdest bozan bir akıntı varken nasıl ancak zarûreten (zorunluluktan ötürü) kılınabilirse, sırtüstü yatarak da ancak zarûreten kılınabilir. Madem ki, ikisinde de zorunluluk vardır, öyleyse bu bakımdan ikisi de eşit demektir. Bu durumda akıntıya rağmen tam kılmayı, sırtüstü yatarak kılmaya tercih ettiren olaya, yani bu halde namazın rukünlerinin tam yapılabilmesine itibar edilir ve namaz normal şekilde özürlü niteliğiyle kılınır.
Özürlünün, akıntısının elbisesine ya da yara bezi veya sargısına bulaşması durumunda, akıntı bir dirhemden (3,23 gr.) fazla ise, yıkamakta da bir yarar varsa, yani yıkadığında en az bir namaz süresi kadar zamanda tekrar bulaşmayacaksa onu yıkaması gerekir. Yok, namazını bitirmeden tekrar bulaşacak kadar sık geliyorsa yıkamaması câizdir.
Kabul edilen bir görüşe göre de süreyi namaz kılmakla sınırlamadan, tekrar eden bir akıntı olması halinde yıkaması gerekmez.
Göz ağrısından ötürü durmadan yaşları akan kimsenin de her vakit için abdest alması güzel (müstehap)`dir. Çünkü bu yaşa irin karışıyor olması muhtemeldir. Ancak bu durum âdil doktor raporuyla belirlenirse ona göre davranması ve irin karıştığını söylemesi halinde abdest alması gerekir, karışmadığını söylemesi halinde ise gerekmez.
Özet Olarak Hastalık Kanı
l. Hastalık kanı (istihaza), kadınların üreme organlarından, âdet ve lohusalık kanı dışında gelen ve bir hastalığın sebep olduğu anormal bir kandır.
2. Genel olarak; âdet sırasında üç günden az ve on günden fazla, lohusalıkta da kırk günden fazla gelen kan, âdetten sonra onbeş gün temizlik görülmeden gelen kan hastalık kanıdır.
3. Hastalık kanı gören kadın, özür sahibi demektir. Ibadetlerini her vakitte alacağı abdestle yerine getirir. Bir vakitte aldığı abdest bir başka şeyle bozulmadıkça vakit içerisinde o özürüyle bozulmaz ve o vaktin sonuna kadar abdestli sayılır.
4. Hastalık kanı, sağlık açısından zararlı değilse, cinsel ilişkiye engel değildir.
HATİM DUASI
Evde, yalnız başına hatim bitiren birisi, hatim duası bilmiyorsa ne yapmalıdır?
Hatim yapanın kendi çoluk çocuğunu toplayıp, evinde onlarla beraber dua yapması müstehaptır, denmiştir. (167 Hindiyye V/317) Çünkü Enes b. Mâlik`in böyle yaptığı rivayeti vardır. (168 Dârimi N/469; Ibn Kudâme, el-Mugnî I/803 Ayrıca "Kur`an-ı Kerîm hatmedildiğinde yapılan dua kabul olunur" (169 Dârimî N/470) rivayeti de olduğuna göre, hatim duası yapmanın bir sakıncası yoktur.
Hatim duasının hatmeden kimse tarafından yapılması en güzelidir. Bu dua birkaç kelime ile de eda edilebilir. Besmele, hamd ve salattan sonra "Ya Rabbi! Okuduğum Kur'ân-ı Kerim'in sevabını Hz. Peygamber (sav)'e, Al-ü Ashabına ve bütün mü'minlerin ruhuna özellikle annem ve babamın ruhlarına ithaf ediyorum" şeklinde kısa bir dua yapılsa kafidir. Mutlaka birisine para vermek ve kendisine hatim duası ettirmek şart değildir. Ayrıca birisinin Kur'ân-ı Kerîm'i hatmi münasebetiyle cemaatin hatim duasını icra etmesinin mekruh olduğunu söyleyenler de vardır. Çünkü Peygamber'den böyle bir şey vârid olmamıştır (el-Fetava El-Hindiyye, c. 5, s. 318).
Ancak toplu halde yapmanın bazı güzellikleri de vardır. Kuran okumak, salatü selam getirmek, duaya vesile olmak gibi. Bu nedenle bidat olsa bile hasene kısmından olduğu söylenebilir. Bir müslüman toplu halde yapmayı tercih etmese bile yapanlara da karşı çıkmamak gerekir diye düşünüyoruz.
HATİM MESELELERİ
Apartmanımızdaki kadınlar toplanıp mukabele okuyoruz. Bazı meselelerimiz oluyor:
I - En güzel hatim nasıl olmalıdır?
2- Kadın adetli iken Kur`an`ı dinleyebilir ve yüzünden takip edebilir mi?
3- "Ha`mim" ler tek seferde okunacak deniyor doğru mudur?
4- Hatim duası nasıl olmalıdır?
5- Kur`an`ı dinleyen ya da her satırı yerine bir ihlas okuyan hatmetmiş olur mu?
Önce Kur`an`ı okumaktan maksadın onu anlamak ve yaşamak olduğunu söyleyelim. Bu yüzden camide yapılan va`zı dinlemek, (manasını anlamadığı) Kur`an dinlemekten daha sevaptır denmiştir.( F. Hindiye V/317 ) Yine bu yüzden, manasını düşünme mümkün olamıyacağı için Kur`an`ı üç günden kısa sürede hatmetmek mekruhtur denmiştir.( F. Hindiye V/318) Çünkü Kur`an`ın kendi ifadesi ile o "hayatta olanları uyarmak için" indirilmiştir. Okunması da, yaşanmasını sağlayacağı için ibâdettir. Onun için en güzel hatim; herhalde Kur`an`ın anlamaya çalışarak okunduğu hatimdir. Hepsini anlayamayan, imkanı kadar anlar. Meselâ Ramazanda mukabele okuyan kadınlar-erkekler, hiç olmazsa her cüzden bir sayfanın mealini, sağlam bir mealden okuyarak manasını düşünebilir ve böylece Kur`an`ın ne olduğunu bir nebze anlayabilirler. Kur`an`ı bir yılda bir kere hatmedebilen onu terketmiş olmaktan kurtulmuş olur. Hafızların ise kırk günde bir hatmetmesi güzeldir. (F. Hindiye V/317)
Hatmin bitirilişinde "ihlâs suresi"ni üç defa okumanın hoş olmadığını söyleyen fıkıhçılar varsa da, çoğunluk bunun güzel olacağını, bunun okuma esnasında yapılan hatâlar için bir telâfi sayılacağını söylemişlerdir. Kur`an`ı Kerimi dinleyen dinlemiş olma sevabı, okuyan da okumuş olma sevabı alır. Dinleyen okumuş olmaz. Ancak gaye Kur`an`ı hatmetmek değil, düşünmek ve anlamak olduğu için, dinleyen okuyandan daha çok sevap alır. Çünkü dinlerken daha iyi düşünülür. Ama müslümanın Kur`an okumayı bilmesi de ayrı bir görevdir.
Durum böyle olunca her satır için bir "Ihlâs" okuyan da Kur`an`ın tamamını okumuş olmaz, satırları sayısınca "ihlâs" okumuş olur.( F. Hindiye V/317) Öyle yapacağına okuyanı dinlemesi ve bir yandan da okumayı öğrenmeye çalışması, Allahu a`lem, daha sevap olur.
"Hâ-mîm"lerin tek seferde okunacağına dair hiçbirşey bi1miyoruz.
Âdetli kadın Kur`an`a bakabilir, dinleyebilir; dinlemelidir.
Hatim duasına gelince: Bu da günümüzde bir takım bid`atlara konu olan bir meseledir. Gerçi: "Kur`an-ı hatmedenin kabul edilecek bir duası vardır" anlamında iki hadis rivayet edilmiştir.( Suyûtî, el-Câmi`us-sağîr) Ancak bunlar meşhur hadis kitaplarında bulunmadıktan başka, çok zayıf kabul edilen hadislerdir. Bu yüzden Hanefilere göre hatim yapıldığında cemaatle dua yapmak uygun görülmemiştir; çünkü bu konuda Rasulullah`tan birşey nakledilmemiştir.( Hindiye V/318) Hele duâda.okuyanların ve kendileri için okunanların isimlerini zikretmek riyâya ve gösterişe sebep olabilir. Toplulukta hatim duası yapmanın sakıncalı görülmesi riya ve gösterişe uygun olma ihtimalinden kaynaklanabilir. Ayrıca bu hadislerle, zayıf da olsalar, fazîlet babında amel edilebilir ve gösterişe ve riyaya girmeden yapılırsa inşallah bir sakıncası olmaz. Enes b. Mâlik`in hatim yaptığında eşini ve çocuklarını toplayıp duâ yapmış olması da bunu destekler. Böyle olursa hatim duası müstehap olur, demişlerdir.
Ibn Merdûye`nin Ebû Hureyre`den naklettiğine göre: "Rasûlullah Kur`an`ı hatmettiği zaman ayakta dua ederlerdi". Beyhakî`nin "Şu`abü`1-Îmân"da kaydettiğine göre Rasulullah (s.a.s):"Kim Kur`an`ı okur da Rabbine hamdeder, O`nun Rasûlüne salât eder ve Rabbinden mağfiret dilerse, karşılığında hayrı talep etmiş olur." buyurmuştur. Beyhâki`nin yine aynı yerde Ebu Ca`fer`den naklettiğine göre Ali b. Hüseyin Rasûlullah`ın Kur`an`ı hatmettiğinde, ayakta olarak O`na yanaşır hamdle hamdettiğini ve ... dua ettiğini söylemiştir. Ibn Durays`in nakline göre Abdullah b. Mes`ûd: "Kur`an`ı hatmedenin kabul olacak bir duası vardır" demiştir.( Buraya kadar olan rivâyetler için bk. Suyûtî, ed-Dürru`1-mensûr VNI/698-99) Demek ki bu söz hadis değil, Ibn Mes`ud`un sözüdür. Abde b. Lübâbe ve Mücâhid: "Kur`an hatmedildiğinde yapılan duanın makbûl olduğu söylenirdi" demişlerdir.( Suyûtî, et-Tibyân fi-âdâb-i hameleti`1-Kur`an 126; Dârîmî, Sünen N/470; Nevevî el-Ezkâr`da, Hakem b. Uteybe`den sahih senetlerle rivayet edildiğini söyler
2) Ibrahim (en-Nehaî) demiştir ki: "Kişi Kur`an`ı gündüz okursa, melekler ona akşama kadar salât ederler, gece okursa sabaha kadar salât ederler." Süleyman el-A`mes: "İşte bu yüzden arkadaşlanmızın gecenin ve gündüzün başında hatmetmek istediklerini gördüm" demiştir.( Dârimî N/469; Benzer sözler başkalarından da rivayet edilmiştir. (Nevevi, el-Ezkâr 87) Mâlîk b. Dînâr`ın: "Kur`an`ın hatmedilişinde hazır bulunun" dediği vâkîdir.( Bu ve önceki iki rakamın alıntıları için bk. ed-Durays el-Becelî, Fedâilü`1-Kur`an, (Tahki"k: Gazve Bedir, Dimesk 1408-1987) 44-45)
HATİM VE MEVLİT
Insanlarda yüce bir güce inanma duygusu doğuştan vardır. Nasıl her insan doğuştan, maddî ihtiyaçlarını kimseden öğrenmeksizin arayacak ve isteyecek duygularla yaratılmışsa, görünmeyen, yani manevi bir güce inanma duygusunu da beraberinde getirir. Sonra annesi Babası ve çevresi bu duyguyu köreltirlerse, ya da bozarlarsa, insanın ruh dünyası alabildiğine gıdasız kalırve her fırsatta önüne gelen inanış biçimlerine, doğrusuna yanlışına bakmadan salıverir. Tıpkı boğulmakta olanın yılana sarılması gibi. İşte mevlit ve hatîm okutma da, bu tür görünümlerden örneklerdir.
Aslında Kur`ân-ı Kerîm`in okunması da başlıbaşına bir ibadettir ve her harfine en az on sevap verileceği bildirilmiştir. Bu sevapların ölmüş olan birisinin ruhuna bağışlanması da uygundur ve yararlıdır. Ancak böyle bir ibadet karşılığında para almak, ya da vermek, câiz değilir. Fıkıhçılar, Kur`ân okuma karşılığında para alınması halinde. alınan ücretin alana haram olacağını ve ölünün bundan hiçbir fayda görmeyeceğini bildirmişlerdir. Çünkü Kur`ân-ı Kerîm`i okuyabilmek her müslümana farzdır. Böyle herkese farz olan birşeyin, başkasına ücretle yaptırılması câiz değildir. Sonra böyle bir uygulama, iş sözleşmesine benzer. Verilen ücretin karşılığının da belli olmasını gerektirir. Oysa bundan sevap elde edileceği kesin değildir. Böyle kesin olmayan bir menfaat karşılığında ücret ödenmez.
Ayrıca ameller niyetlere göredir. Okuyan okumasıyla para almayı kastederse, bu okumasından bir sevap oluşmuş olmaz. Parayı önceden konuşmus olmakla olmamak arasında da bir fark yoktur. Okuyanın, âdet olarak para verileceğini bilmesi ve o duygu ile okuması, bu okuyuşun sevabının olmamasına yeter. Hatim okumayı âdet haline getiren ve her hatim okutmak isteyenin istediğini kabul edenler arasında. okuduğuna para almayan yok denecek kadar azdır. Bazı âlimler sadece okumayı öğretme karşılığında para alınabileceğini söylemişlerdir. Bu konuda müstakil bir kitap yazan Imam Birgivî, "okudukları Kur`ân karşılığında para alanlar, hiçbir şey bulamıyorlarsa, keşke leş yeselerdi de böyle bir parayı yemeselerdi" der.
Ücretle Kur`ân okumanın câiz olmaması bir yana, okuyuş biçimlerinde de bir sürü haram davranışlar vardır. Bunlardan bazıları, ya verilen bütün hatimleri yetiştirebilmek için olanca hızlarıyla okur ve kelimeleri birbirine karıştırdıklarından, Kur`ân`ı, Kur`an olmaktan çıkarırlar, ya verilen hatimler çoğalınca, işin hilesine kaçar ve bir hatimi onbeş kişiye birden okur veya hiç okumaz, üç "ihlâs" bir "Fatîha" ile hatim yaparlar, ya önceden okuyup biriktirir ve sevap sanki buğday gibi bir şeymiş de onu stok eder ve isteyene satarlar, ya da evlerde mahrem nâmahrem gözetmeksizin, sevap adına haramları işlerler.
Dikkat edilirse, bu işi para karşılığı âdet edinenlerde şu özelliklerin olduğu görülür: Bunlar dinî yönleri zayıf ve takva yönleri olmayan insanlardır. Ailelerini dinî hayatına da pek önem vermezler. Çoğunlukla sosyete evlerinde ve kadınların hazır bulunduğu meclislerde kur`ân ve mevlid okudukları için, fiyakalarına ve tuvaletlerine çok dikkat ederler. Büyük şehirlerde olanları, bu işi örgütlenerek yaptıkları için, çok yüksek fiyat tesbitleri yaparlar sonuçta da maddî durumları diğerlerine oranla oldukça yüksek olur. Hattâ, memur maaşı aldıkları halde, çoğunun bu yolla zebgin olduğu görülür. Sosyete çevrelerinde ve merkezî yerlerdeki camileri özellikle sahiplenirler ve örgütlü bir çabayla oraların imamlık ve müezzinliklerini ele geçirirler.
Halbuki, Allah (c.c.) Kur`ân-ı Kerîm`de : "Allah`ın âyetlerini basit dünya menfaatleri karşılığında satmayın" buyurur. (Bakarâ (2) 41; Mâide (S) 44.) Peygamber Efendimiz de; "Kur`an-ı okuyun, onu yemeyin" der. (bk. Tecrîd-i Sarîh Tercemesi VN/46.)
Mevlid okumak ise: Sözleri, Peygamberimiz için yazılmış övgülerdir. Aşırı övgü ifadelerinde bulunmadan, bunları sade bir şekilde ve mahrem nâmahrem ölçülerine uyarak okunmasında bir sakınca yoktur. Hattâ Peygamberimizi tanımak ve sevmek için yapılması güzel bir davranış sayılabilir. Allah için ve O`nun sevgili elçisini sevdirmek için okunması, katılaşmış kalpleri yumuşatabilir ve gönülleri dinin güzel saydığı eylemlere doğru coşturabilir. Bütün bunlar güzel şeylerdir.
İlâhi ve mevlidin tarihi bir hayli eskidir. İslâm tarihine göz gezdirdiğimizde bunların hiç bir şekilde Hıristiyanlıktan geldiği neticesine varamayız.
Resul-i Ekrem Efendimiz (a.s.m.) Hicret edip Medine’ye teşrifleri sırasında Medine halkı, çoluğuyla çocuğuyla tam bir bayram havasına bürünmüşlerdi. Şiirler okuyorlar, İlâhîler söylüyorlardı. Bugün de hâlâ dillerden düşmeyen ve koro halinde söylenen “Talaa’l-bedrü aleynâ” ile başlayıp devam eden ilâhî, Medineli Müslümanların hep birlikte söylediği bir manzumeydi. Türkçesi şöyledir:
“Veda yokuşundan doğdu dolunay bize./ Allah’a yalvaran oldukça şükretmek gerekir mes’ut halimize./ Ey bize gönderilen yüce Peygamber, sen,/ İtaat etmemiz gereken bir emirle geldin bize!”
Neccaroğullarının mâsum kız çocukları da defler çalarak Peygamber Efendimize “Hoş geldin” diyor, hep birlikte şunları söylüyorlardı:
“Nahnü cevârin min benî’n-Naccar/ Yâ habbezâ Muhammedün min câr.” (Biz Neccaroğulları kızlarıyız/ Muhammed’in komşuluğu ne hoştur!)1
Evet, İslâm tarihinde koro halinde söylenen ilk ilâhi budur diyebiliriz. Hıristiyanlıkta dinî mûsiki-nin olması, koro halinde ilâhi söylenmesi, bugün büyük bir repertuar teşkil eden tasavvuf mûsiki-mizdeki bize has edâ ve ifadenin onlardan kaynaklandığını söylemek, dayanaktan mahrum bir sözden başka bir şey değildir.
Ayrıca unutulmamalıdır ki, Hıristiyanlık da semavî bir dindir. İtikatta bazı müştereklikler olması gibi, usülde de müştereklik olması fark etmez. Meselâ onlar da âhirete inanır, biz de, onlar da meleklere inanır, biz de...
Mevlid ise, Peygamberimizden (a.s.m.) üç dört asır sonra icad edilen İslâmî bir âdet olmakla birlikte, bid’atın hasene (güzel) kısmına girmektedir. Büyük hadis ve fıkıh âlimi olan İbni Hacer, mevlid merâsiminin meşrûiyeti hakkında şu hadisi zikreder.
İbni Abbas’ın rivayetine göre, Resûl-i Ekrem Efendimiz (a.s.m.) Medine’ye hicret ettiklerinde Aşure gününde Yahudilerin oruç tuttuklarını öğrenir. Oruç tutmalarının sebebini sorduğunda Yahudilerden şu cevabı alır:
“Bu çok büyük bir gündür. Bugünde Allah, Mûsâ ile kavmini kurtardı. Firavun ile kavmini suda boğdu. Mûsâ da buna şükür için oruç tuttu. İşte biz de bugünün orucunu tutuyoruz.”
“Bunun üzerine Peygamberimiz, ‘Öyleyse biz Mûsâ’ya sizden daha yakın ve evlâyız’ buyurdu. O günden sonra hem kendisi oruç tuttu, hem de tutulması için tavsiyede bulundu.”2
İbni Hacer bu nakilden sonra şöyle der: “Bundan anlaşılıyor ki, böyle bir günde, mevlid gecesinde Allah’a şükretmek tam yerindedir. Fakat mevlid merasiminin Peygamberimizin doğum gününe denk getirilmesi için dikkat etmek gerektir.”3
Bugünkü İslâm ülkelerinde Peygamberimizin doğumunu yâd etmek, ona salât-selâm getirmek maksadıyla çeşitli dillerde okunan mevlidler vardır. Arapça “Bâned Suâd, Bürde ve Hemziyye” kaside-leri birer mevliddir. Türkçede ise yirmiden fazla mevlid manzumesi vardır. Fakat bunların içinde en çok tutulan ve okunanı Süleyman Çelebi merhumun 1409 yılında yazdığı Vesiletü’n-Necât isimli mevlid kitabıdır.Önceleri yalnız Peygamberimizin doğum gününde okunan ve tertip edilen mevlid merâsimleri, daha sonra bütün mübarek gecelerde tekrarlanmış, bilhassa memleketimizde daha da yaygınlaşarak, ölüm, hastalık ve daha birçok vesilelerle okunagelmiştir.Bazı İslâm âlimleri mevlidi bid’at sayarak karşı çıkmışlarsa da, Bediüzzaman, zamanımızda bu meseleyi şöyle tashih etmiştir:
“Mevlid-i Nebevî ile Miraciyenin okunması gayet nâfi (faydalı) ve güzel âdettir ve müstahsen (iyi, hoş) bir âdet-i İslâmiyedir. Belki hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyenin gayet lâtif ve parlak ve tatlı bir medar-ı sohbetidir (sohbet sebebidir). Belki hakaik-i imani-yenin ihtarı (hatırlatılması) için, en hoş ve şirin bir derstir. Belki îmanın envarını ve muhabbetullah ve aşk-ı Nebevîyi göstermeye ve tahrike en müheyyic (heyecan uyandıran) ve müessir bir vasıtadır.”4
1. İbni Mace, Nikâh: 21.
2. Müslim, Siyam: 127.
3. el-Hâvî fi'l-Fetevâ, ı: 190.
4. Meklubat, s. 281-285
HAVA PARASI
Bir dükkan veya işyerini kira ile tutacak kimseden, kira bedeli dışında karşılıksız olarak alınan bedel.
İslâm hukukuna göre kira akdinin geçerli olması için şu şartların bulunması gerekir:
1- Tarafların rızası. Satım akdinde olduğu gibi, kira akdinde de tarafların rızası gerekir (en-Nisâ, 4/29). Malı malla mübâdele niteliği yüzünden kira akdi de ticârî bir muamele sayılır.
2- Akdin konusu olan "yararlanma"nın, anlaşmazlığa yol açmayacak şekilde belirli olması. Bu şart; kiralanan malın, kira süresinin ve iş akdinde, yapılacak işin belirlenmesini gerektirir. Çoğunluk bilginlere göre, kira süresi kısa olsun, uzun olsun akit geçerlidir. Hatta kiralanan malın var olabileceği süreye kadar akit yapılabilir. Çünkü süre belli olunca yararlanma miktarı da belirlenmiş olur. Ancak Hanefîlere göre, vakıf ve yetim mallarında kiracının mülk iddiasında bulunmaması için, bunlara ait gayr-i menkullerde en uzun kira süresi üç yıl, menkullerde ise bir yıl olarak sınırlandırılmıştır (el-Kâsânî, Bedâyiu`s-Sanâyi`, IV, 179, 180; es-Serahsî, el-Mebsût, XVI, 43; İbnü`l-Hümâm, Tekmiletü Feti`l-Kadîr, VII, 150; el-Meydânî, el-Lübâb, II, 88).
Diğer yandan kiralanan şeyin kiracıya tesliminin mümkün olması ve yararlanma şeklinin meşrû bulunması da gereklidir.
Bu duruma göre, bir kimse menkul veya gayri menkulünü, peşin veya ay, ya da yıl sonlarında alacağı kira bedeli ile kiraya verebilir. Kira bedelinin bir bölümünü peşin, yani akit yapılırken topluca; geri kalanın da sözleşmeye veya örfe göre va`de sonlarında alabilir. Peşin aldığı meblağ, akitte şart koşulan ücretin peşin bir parçası sayılır. İleride ay veya yıl sonlarında ödenecek kira ise, peşin kirayı tamamlayan başka bir parçayı oluşturur. Kısaca, mal sahibinin, gerek ilk kiraya vermede ve gerekse kiralananın başlaması hâlinde, daha sonraki kiraya vermelerinde bu hakkı vardır.
Kiracının, menkul veya gayr-i menkul üzerinde, kira akdinden doğan "yararlanma hakkı"ndan üçüncü bir şahıs lehine feragat etmesi karşılığında alacağı bedele gelince, şu temelde mücerred bir hakkı başkasına satmak demektir. Hanefîler şuf`a hakkı gibi mücerred haklarını bir bedel karşılığında satılmasını câiz görmemişlerdir. Ancak Hanefilerin çoğu, imamlık, hatiplik ve müezzinlik gibi görevlerden bir bedel karşılığında feragatın câiz olduğuna fetvâ vermişlerdir. Bu fetva, zarurete ve örfe; Kıyas olarak ise, iki hanımlı bir evlilikte bir kadının kocasının nöbetini diğer eşe bırakmasının câiz olduğu esasına dayanır. Çünkü bunlardan her biri, mücerred hakkı düşürmek anlamındadır. Nitekim vakıf nâzırı da, hâkim önünde, görevinden başkası lehine bir bedel karşılığında feragat ederek kendisini azledebilir.
Hanefiler dışındaki İslâm hukukçuları ise yararlanma hakkı verme mücerred hakların satımını caiz görürler. Ancak kira akdinde kiracının bir bedel karşılığında ferâgatının akit süresi içinde olması gerekir. Şâfiîler bu konuda, bir görevden, bedel karşılığı feragatın caiz olduğu prensibine dayanır (ez-Zühaylî, el-Fıkhu`l-İslâmî fî Uslübihi`l-Cedîd, Dımaşk (t.y) I, 566, 567).
ez-Zühaylî bu konuda müteahhirûn âlimlerine ait "Tunuslulara Göre Hava parası ve Yararlanma Hakkından Ferâğat Konusundaki Ölçü ve Fetvâlara Toplu Bir Bakış (Cümletu Tekâdîr ve Fetâvâ fî`l-Huluvvât ve`l İnzâlât ınde`t-Tûnusiyyîn)" adlı bir risaleden söz eder. Burada, hava parasının örf ve âdet deliline göre câiz olduğu belirtilir ve şöyle denir: Kiracı, kiralanan maldan yararlanma hakkına sahiptir. Bu hakkından kira akdinde olduğu gibi bir bedel karşılığında, âriyette olduğu gibi bedelsiz feragat edebilir. Diğer yandan hava parasını mugâreseye (bk. Mugârese) benzetenler de olmuştur. Ancak hava parası yararlanma karşılığı olduğu için, bununla kuru mülkiyet üzerinde bir hak meydana gelmez (ez-Zühaylî, a.g.e., I, 567, 568).
HAVA PARASINI, İCAD VE TE`LİF GİBİ ŞEYLERİN ÜCRETİNİ ALMAK CAİZ MİDİR?
Zaman değişti, büyük İslam hukukçularının kaleme almadıkları ve hükmünü beyan etmedikleri bazı şeyler hayat sahnesinde ortaya çıktı. Onların bazıları da soruda adı geçen şeylerdir. Yalnız Kur`an`da ve sünnette ve bu büyük hukukçuların meydana getirdikleri güzel eserlerde bunları ve benzerlerini kapsayacak kaideler vardır. Ortaya çıkan her şeyin hükmünü anlayabilmek için bu kaidelere baş vurmak kafidir. Bu soruda sorulan şeylerin hükmünü anlayabilmek için bey`in -alış verişin- şartlarını gözden geçirip ne olduğunu bilmemiz lazımdır. Bey`in şartı beştir:
1- Satılan şeyin satış zamanında mevcut ve ele geçmesi mümkün olması.
2- Nehir ve deniz suyu gibi herkes için mübah olan şey olmaması.
3- Satıcının mülkü olması.
4- Dinen değer sahibi olması.
5- Teslim alınması mümkün olması, yani denizdeki balık, havadaki kuş gibi, satıcının elinde olmayan bir şey kabilinden olmaması.
Binaenaleyh hava -kiralık bina veya dükkan devretme- icat ve te`lif gibi şeylerin hakkını satmak konusudna farklı görüşler vardır:
Maliki mezhebinin büyük ulemasından olan Nasır al-Din al-Lakanı ve Abd al-Rahman al-İmadı gibi bazı ulema örfe veya zarurete dayanarak hukük-ı mücerrede satılabilir demişlerdir. (İbn Abidin).
Asrımızda da hala yaşamakta olan Ahmed Mustafa al-Zerka şöyle diyor: Mal olsun, hukuk-ı mücerrede olsun örfen değeri olan her şey satılabilir (al-Fıkhü`l-İslami fi sevbihil cedid). Al-Fıkh ala`l-mezahib al-arba`a isimli kitap, Malıki mezhebinde hava parasını almanın caiz olduğunu beyan ederek şöyle diyor: Mısır`da meşhur olan hava parası da böyledir. Mesela: birisi bir dükkan kiralar, sonra boşaltma karşılığında bir miktar para almak üzere başkasına devreder. Halkın örfüne istinaden bu mu`amele caizdir. Çünkü dükkanın menfaati kendisine aittir (al-Fıkh ala`l-Mezahib al`Arbaa). Ancak Maliki mezhebinde bu fetva varsa da, mal sahibinin izni olmadan kira için tayin edilen müddetten fazla oturması doğru değildir. Dolayısıyla başkasına devr etmesi de caiz olmaması gerekir. Şunu da ilave etmek isterim. Hava parası ile icat ve te`lif hakkı arasında fark vardır. Dükkan ve binanın sahibi malını kısa süreli olarak kiraya veriyor. Ma`lum olduğu gibi, para sabit olmadığı, ev ve dükkan devamlı yükseldiği için uzun zaman kiraya verilmezler. Her sene yani bir fiat tayin edilir. Durum böyle iken kiracının ne hakkı var ki, onu başkasına devr edip parasını alsın. Ama icat ve te`lif meselesi uzun bir çalışmanın neticesidir. Cümhur-i ulemaya göre satışı mümkün değilse de ca`ale yoluyla onları değerlendirmek mümkündür. Mesela bir yayınevi sahibi bir yazara şu kadar sahifelik bir fıkıh veya tefsir kitabını yazarsan sana şu kadar sahifelik bir fıkh veya tefsir kitabını yazarsan sana şu kadar para vereceğim, dese ca`ale akdi sahih olur. Ve böylece yazar, harcadığı emeğin karşılığını almış oluyor, filvaki bugün müslüman yazarlar da yazdıkları eserlerin parasını almaktadırlar.
HAVAİC-İ ASLİYE NE DEMEKTİR?
Havaic-i asliye normal olarak maddi ve manevi hayatı idame ettirmek için insanın muhtaç olduğu şeylerdir. Mesken ve onun için lüzumlu olan eşya, elbise, silah, kitap, san`at aletleri, binek hayvanı ve hizmetçi gibi şeylerdir.
Havaic-i asliyye, zaman ve mekanın değişmesiyle değişti gibi, şahsa göre de değişir. Mesela: Asr-ı sa`adette kitap yoktu. Yazma ve alma ihtiyacı doğdu, bilim sahasında ilerlemek için kitap bulundurmak icab etti. Böylece ehl-i ilim için kitap, havaic-i asliyeden sayıldı. Radyo ve teyp gibi araçlar da, kötüye kullanmamak şartıyla havaic-i asliyedendir. Çünkü bu zamanda insanın ufkunu açan bir çok kitaplardan daha fazla bilgi vermektedirler. Ama kötü kullanılırsa, havaic-i asliyeden olması şöyle dursun, bulundurulmaları bile haramdır. Çamaşır makinesi ve buzdolabı ise kesinlikle havaic-i asliyedendir. Çünkü yukarıda belirttiğimiz gibi hizmetçi havaic-i asliyedendir. Bunlar bir cihetten hizmetçiden daha ucuz, masrafı daha az ve daha faydalıdırlar. Onun için havaic-i asliyeden sayılırlar. Yalnız burada bilinmesi gereken bir husus vardır. Şöyle ki; namı olmayan havaic-i asliye dışındaki eşya; ticaret eşyası olmadığı takdirde nisaba baliğ olunca zekat almamaya, kurban kesmeye ve fitre vermeye sebebtir. Ama zekata tabi değildir.
HAVÂİC-İ ASLİYYE
Hâcet, çoğulu Havâlic; ihtiyaç. Aslî; temel, esas. Hâcet-i aslıyye; temel ihtiyaç demektir. Bir zekât terim olarak; zekâttan muaf tutulan ve bir kimsenin kendisi ve bakmakla yükümlü olduğu kimselerin temel ihtiyaç maddelerini teşkil eden şeylerdir. Zekât yükümlüsü hür, müslüman, âkıl-bâliğ ve nisap miktarı mala sahip olan kişidir. Nisap miktarı, aslî ihtiyaçların dışında hesaplanır. Ayrıca zekât yükümlüsü olacak kimsenin mala tam mâlik olması, malda alış-veriş veya doğurmakla nemâ (gelişme-çoğalma) kabıliyetinin bulunması, malın temel ihtiyaç maddelerinden fazla olması ve nisap miktarına ulaşması dâ gereklidır (Yusuf el-Kardâvî, Islâm Hukuku`nda Zekât, Terc. Ibrahim Sarmış Istanbul 1984, c. I, s. 134-168).
Kişiyi zekât yükümlüsü hâline getiren nisap miktarı malın üzerinden bir yıl geçmesi lâzımdır. Hadîste: "Kim servet elde ederse, zekât bir yılın geçmeşiyle farz olur" (Tirmizî, Mişkât, 6).
Temel ihtiyaç ve yıllık zorunlu harcamalar zekâttan muaftır. Buna geçim indirimi de denilebilir. Bu geçim indirimi için, para yerine belli ihtiyaç maddeleri geçtiğinden mal sahiplerinin mağduriyeti sözkonusu olmaz. Çünkü bir kimse önce temel ihtiyaç maddeleri ve borçları düşürdükten sonra geri kalan altın, gümüş, ticaret eşyası veya nakit para nisap miktarını aşar ve üzerinden de bir yıl geçmiş olursa zekât farz olur.
Âyette; "Sana, neyi fakirlere harcayacaklarını sorarlar; de ki; artan malı verin"(el-Bakara, 2/219) buyurulur. Ibn Abbâs, artan malın, "Aile fertlerinin ihtiyaçlarından arta kalanı" olduğunu belirtir (Ibn Kesîr Tefsîri, Mısır (t.y.), I, s. 255-256) Elmalılı, âyetteki "arta kalanı infâk ediniz" hükmünün şu anlama geldiğini belirtir: "Malınızın temel ihtiyaçlarınızdan fazlasınıinfâk ediniz. Meşrû yoldan mal kazanınız ve bu maldan kendinizin ve aile fertlerinizin zorunlu ihtiyaçlarından fazlasınıhayır için harcayınız. Çeşitli âyetlerde belirtildiği üzere karı, küçük çocuklar, fakir durumdaki ana-baba, dede ve nineler aile ferdidir. Bunların nafakası, bir kimsenin kendi nafakası kabılindendir. Bu yüzden hayır yapacağız diye kendinizi ve aile fertlerini nafakasız bırakmak câiz olmaz" (Elmalılı, Hak Dini Kur`ân Dili, Istanbul 1960, II, s. 767).
Işte bir kimsenin zekât yükümlüsü olması için kendisinin ve yukarıda belirtilen aile fertlerinin bir yıllık temel ihtiyaçlarını karşılayacak mâlî güce sahip olması, ayrıca nisap miktarı mala da bir yıl süreyle mâlik bulunması gerekir. Altının zekât nisabı 80 gr. gümüşün 640 gr. olup, nakit para veya ticaret mallarının nisabı da bunlardan birisi esas alınarak belirlenir. Nakit para veya ticaret malı nisabı aşınca, nisap miktarı da eklenerek kırkta bir zekâta tâbi olur.
"Ancak zengin olan, sadaka ile yükümlüdür", başka rivâyette, "Zenginden başkası sadaka (zekât) ile yükümlü değildir" (Ahmed b. Hanbel, Müsned, H. No: 7155).
Hz. Peygamber bir kimseye şöyle demiştir: "Sadaka vermekte önce kendinden başla; eğer senin ihtiyacından bir şey artarsa onu çoluk çocuğuna harca; eğer bundan da birşey artarsa yakınlarının muhtaçlarına harca; yakınlarına harcadıktan sonra birşey artarsa onu da sırayla yakınlık derecesine göre sağlına soluna, önüne arkana (çevrendekilere) harca" (Müslim, c. II, s. 692, H. No: 997)
Buna göre temel ihtiyaç maddeleri ve ailenin bir yıllık zarûrî ihtiyaçları zekâttan muaftır. Hadîste: "Müslümana atı ve kölesinden dolayı zekât yoktur" (Buhârî, II, s. 121; Müslim, II, s. 676) buyurulur. Bunun dışındaki temel ihtiyaçlar isim olarak nass`larda yer almamış, ancak bu konuda "ma`rûf=bilinen, örfleşen, devirlere göre aslî ihtiyaç sınıfına giren şeyler" esas alınmıştır.
Aslî ihtiyaçlar şöylece sıralanabilir:
1) Bir kimsenin ömür boyu içinde oturacağı evi, bağ, bahçe ve tarlası.
2) Binek ve koşum hayvanları, otomobil, servis arabası, traktör, su motoru, meslek ve sanatını ifa için kullandığı makıne, tezgah, fabrika vb. âletler. Bunlar geliri üzerinden zekâta tâbi olur.
3)Örfe uygun giyim ve ev eşyası. Halı, kilim, altın ve gümüş olmayan yemek takımları, koltuk, çamaşır makınesi, buzdolabı, televizyon, radyo vb. elektronik âletler.
4) Ilim adamlarının kütüphanesi.
5) Kendisinin ve bakmakla yükümlü olduğu kimselerin bir yıllık yeme, içme, giyim vb. harcamaları.
6) Nisap miktarına ulaşmayan ve ticaret için kullanılmayan süs ve zinet eşyası.
Ibnü`l-Hümâm bunları "oturulacak ev, giyilecek elbise, ev eşyası, binilecek hayvanlar ve kullanılan silâhlar için zekât yoktur" (Fethu`l-Kadîr, I, 487) şeklinde özetler.
HAYAT SİGORTASI
Günümüzde yaygınlık kazanan "Hayat sigortası" (Halk sigorta ve Anadolu sigorta gibi) caiz midir?
Sözü edilen iki sigorta kurumunun mahiyetini ve çalışma biçimini bilmiyoruz. Ancak genel olarak "hayat sigortası" için şunları söyleyebiliriz:
Sigorta bir takım risk (tehlike)lerin zararlarından korunma müessesesidir ve Türkiye için "Sosyal Sigortalar" ve "Özel sigortalar" diye ikiye ayrılır. Sosyal Sigortalar Emekli sandığı, Isçi Sigortası ve Bağkur olmak üzere üç birimden oluşur ve resmi bir kurumdur. Kâr düşüncesi yoktur, ideal şekliyle yardımlaşma (sosyal dayanışma) ve sosyal risklerin zararlarını daha çok kişiye dağıtarak azaltmayı hedefler. Islâm`da böyle bir müesseseye hiç ihtiyaç yoktur, ancak yardımlaşma esprisi taşıdığı için birçok çagdaş Islâm alimince caiz görülmüştür.
Soruda sözü edilen özel hayat, yangın, araba vb. sigortalar ise bünyelerinde taşıdıkları birçok haram unsurdan dolayı gayr-i Islâmîdir, caiz değildir. Çünkü bu sigortalar "garar" (taraflardan biri için aldanma ve zarar) içerir. Kumar, faiz, başkasının malını bedelsiz alma, lûzumlu olmayanı lûzumlu kılma, borcu borca karşılık satma, müşterek bahis ... gibi ma`nâlar ihtiva eder ki, bunların hepsi haramdır. Çok büyük suistimallere, yakmalara ve tahriplere sebep olur ki, bunlar da hem haram hem de ekonomik açıdan gayri makuldür. (Geniş bilgi için bk. Dr. Muhammed Biltacî, ‚Ukûdût-Te`min min Vicheti`1-Fıkhı`1-Isâmî, 150 )
Eğer bu sayılan haram yollar yoksa hayat sigortası dışındki sigortalar caiz olur. Özellikle yardımlaşma maksatlı kurulan sigortaların caiz olduğunu söyleyebiliriz.
HAYIZ BEZLERİ
Hanımların kullandıkları hayız bezi ve pamuğu atılabilir mi? Normal günlerde kullanılan pamuk da aynı durumda mıdır?
Özellikle bu konuyu anlatan bir nas ya da hüküm bilemiyoruz. Bu da bunun çok fazla önemi olan bir şey olmadığı gösterse gerek. Ancak Ebû Dâvûd`da rivayet edilen bir hadis-i şeriften, asr-ı saâdette de kadınların hayız bezlerini kenar çöplüklere attıkları anlaşılıyor. Buna göre bu bezleri, ya da sair günlerde kullanılan pamukları atmakta bir mahsur olmadığı söylenebilir. Fakat hayızlı kadının, yanındakileri ve özellikle kocasının tiksindirmemek için; hayız bezine ağır kokuları giderici kokular sürmesi sünnetten olduğuna göre, bu konuda da dikkatli olup çirkin manzaralara sebep olmaması, bu şeylerden habersiz düşünceleri ifsad etmemesi, sünnetin yani Islâm terbiyesinin gereği olmuş olur.
HAYIZ HALİNDE AVRET
Bakma konusunda kadının kocasına göre avreti, hayızlı iken de temiz olduğu zaman gibidir. Tutma ve yararlanma konusunda ise farklıdır. Kocanın hayızlı karısı ile cinsî ilişkide bulunması, ayetle belirlendigi için (bak. el-Bakara 2/22) ittifakla haramdır; helâl sayan küfre girer.
Birleşmenin dışındaki cinsel oynaşma, tutma ve karısının eli v.s. ile tatmin olma, kadının göbekle diz kapağı arası örtülü olmak üzere, bütün alimlere göre caizdir. Örtü varken, göbekle dizkapağı arasından da, örtünün üzerinden olmak üzere her türlü yarlanabilir. Imam Muhammed`e göre ise, hayızlı iken yasaklanan, sadece kadının cima organını kullanarak yapılacak cinsel ilişkidir. Çünkü Kur`an-ı Kerim`de bu yasağa gösterilen illet "eziyet"tir. Bu ise ancak cima organını kullanmakta bulunur. Buna göre, koca karısının cima organı dışında her yerinden örtü olmaksızın da yararlanabilir. (Fetâvâ-yi Kâdîhân, (yazma) 611/b,; Serahsi, Mebsût, X/159.)
HAYIZ VE HAFIZLIK
Hâfizlık yapan kız talebelerin ve hanım hocaların hayız durumlarında ne yapmaları gerekir?
Hayız halindeki kadının Kur`ân-ı Kerim okuyamayacağı temel bir kraldır. Hâfizlık yapanların ve hoca olanların durumu da aynıdır. Hâfizlık yapanlar bu dönemlerinde hâfizlığa ara vermelidirler. Öğretici olanlar ise, her iki kelimeden birini atlamak sûretiyle kesik kesik okur ve öğretir. Arada bir tek kelimenin okunuşunu, meddini, harflerinin mahrecini talim edebilir. Bazılarına göre de âyetin yarısını öğretir ve böylece devam eder. Ama ihtiyata uygun olan birincisidir, bunda bir mahzur yoktur ve mekruh da değildir.
HAYIZLI IKEN AYETÜL-KÜRSİ OKUNUR MU?
Âdetli, cünüp ve lohusanın Kur`ân-ı Kerim okumaları haramdır. Dua anlamındaki âyetleri, dua maksadıyla okumalarında bir mahzur yoktur diyenler vardır.
HAYIZLI İKEN CENAZE YIKAMAK
Hayızlı bir kadın cenaze yıkayabilir mi?
Bilindiği gibi, kadın cenazeyi kadın, erkeği de erkek yıkar. Yıkayanın cünüp, hayızlı, nifaslı, ve gayrı müslim olması mekruhtur. (Yani hoş olmamakla beraber, bunların yıkadığı da olur.) Ama bunlardan başka yıkayabilecek kimse yoksa, bunların da yıkamalarında bir mahzur yoktur. (Bilmen 248 (md. 533))
HAYIZLI İKEN KINA YAKMAK
Adetli bir hanım kına yakabilir mi? Sol ele kına yakılabilir mi?
Cünüpken kına yakılabilir. Cünüpken yapılabilen şey âdetli iken daha rahat yapılabilir. Erkeğin cünüpken yaktığı kına ile kadının kınalanmasında da mahzur yoktur. Ancak onun yıkanabilen çamur ve tortusunu yıkamadan namaz kılamaz. Kadın her iki eline de kına yakabilir. Bu bir zevk ve örf meselesidir. ( Hindiyye V/359; Kâdihân Ill/412 ) Cünüpken koyduğu kınayı yıkayarak namaz kılabilir. (Kâdihân NI/431)
HAYIZLI İKEN TIRNAK KESMEK
Hanımlar adetli günlerinde saç ve tırnak kesebilirler mi? Bu artıkları yakmakta ya da çöpe atmakta dinimizce bir mahzur var mıdır? Vücuttan cünüpken tırnak v.s. kesilirse, sonra yıkanıldığında gusül tamam olmuş olur mu?
Bu konuda âdetli de cünüp hükmündedir. Vücudtan tırnak ya da tüy kesmesi mekruhtur. Bir zaruret yoksa temizlenmeyi beklemelidir.
Bu tür artıkları imkân varsa biriktirip sakin bir bucağa gömmek iyi olur. Şehirlerde olup gömecek yer bulamazsa, çöpe atması ya da yakması uygun olur. (Allah`u a`lem) Bunun gusülle alâkası yoktur. Gusül tamamdır.
HAYIZLI İKEN TRAŞ
Hayızlı iken vücuttan tüy koparılmaz, tırnak kesilmez gibi söylentiler var. Bunun doğruluk derecesi nedir? Lohusa da aynı durumda mıdır? Ayrıca devamlı olan renksiz, kokusuz akıntı özür sayılır mi? Namaza mâni midir?
Fıkıh Kitaplarının:
Âdetli, lohusa ve cünübün yapması haram olan şeyler bölümlerine bakıldığında, vücutlarından tüy yolmaları, traş etmeleri, ya da tırnak kesmeleri gibi temizliklerin sayılmadığını görürüz. Bu da bu davranışların, bu halde iken hâram olmadığını gösterir. Ancak Gazâlî, öbür dünya`daki dirilme bedenen olacâğından (haşr-ı cismânî) ve bu dünyada iken insandan kopan her parça; orada koptugu yere yeniden takılacağından, bu hallerde iken tüy yolmaları mekruh olduğunu söyler. ( Hindîyye V/358) Bazı fetvâ kitaplarında da: "Cünüpken vücudundan tüy koparılmayacağın da bilmek gerekir." ( Nemenkânî, N/206) denir. Ancak koltuk altı; kasık ve tırnak temizliğinin kırk gün geciktirilmeşinin tahrimen (harama yakın) mekruh olduğunu düşünürsek diyebiliriz ki, temizlik süresi kırk günü aşmayacaksa, âdetli; lohusa ve cünübün vücudundan bir şey koparmaması gerekir. Aşacaksa "zararların hafif olanını" seçer ve bu tür temizliklerini yapabilir.
Renksiz ve kokusuz akıntı; pamuk kullanılmak suretiyle önlenebileceği için, özür değildir. Pamuk kullanılır ve akıntının dışarı çıkması önlenirse, aldığı abdestle istediği kadar namaz kılabilir.
HAYIZLI KADININ KABİR ZİYARETİ
Hayız, ya da lohusalık halinde kadının kabır ziyaret etmesinde "bir sakınca yoktur."(Hindiyye I/38 (Sirâciyye`den)
HAYIZLI VE CÜNÜP İKEN BEBEĞE BAKMAK
Hayızlı, nifaslı ya da cünüp iken, yeni doğmuş bebege bakılmaz deniyor. Bu ne derece doğrudur.
Cünübün, âdetlinın ve lohusanın yapamayacağı şeyler fıkıh kitaplarında etraflıca anlatılmıştır. Yani bakması haram değildir. Bu, olsa olsa maddeten ve mânen temiz olmaya karşı duyulan titizlikten ve bu konudaki hassaslıktan doğmuş bir söylenti ve bir yönüyle de güzel bir kabulleniş biçimidir. Çünkü bunda temizlikte acele etmeye teşvik vardır. Ancak insanın bir helâla; haram deme yetkisine sahip olmadığı ve Kur`ân-ı Kerim`de geleneklere göre yaşayanların kınandığı da bilinmelidir. Bu nedenle adetli ve cünüp olanların çocuğa bakmasının bir sakıncası yoktur.
HAYVAN YEMLERİNİN TEMİZLİĞİ
Tavuk yemi üretiyorum. Yeme belli oranlarda balık unu ya da kan katıyoruz. Bunların katılmaması halinde tavuklarda vitamin eksikligi yüzünden bir hastalık oluyor ve birbirlerini yiyorlar. Aslında bu ihtiyaç balık unuyla karşılanıyor, ama onu bulmak her zaman mümkün olmadığından kanı tercih ediyoruz. Ama kan kullanmanın da mahzurlu olduğunu öğrendik?
Sorunuzu iki farklı yönüyle ele almayı deneyecegiz:
1. Genel esaslar ve mes`elenin tahlili.
2. Olayın, halihazırdaki durum.
Kur`ân-ı Kerim`de murdar ölü eti (meyte), kan, domuz eti ve Allah (cc)`ın adıyla kesilmeyen etler aynı kategoride olmak üzere birden çok yerde yasaklanır ve haram oldukları bildirilir: "De ki, bana vahyolunanlar içinde bir yiyenin yemesi için ölü eti (meyte), akıtılan kan, domuz eti-ki, bu gerçekten murdardır- Ya da Allah (cc)`tan başkası adına kesilmiş iş bir fısk dışında haram kılınan bir şey bulamıyorum..."(K. En`am (6) 145; Yakın anlamlar için bk. Bakara (2) 173; Mâide (4) 3; Nahl (16) 115)
Buradan hareketle alimler; hayvan boğazlandığında akıtılan kanın murdar olduğu, yenmeyeceği ve ondan (herhangi bir yolla) yararlanılamayacağı konusunda ittifak etmişlerdir. (Ibnü`1-Arabî, Ahkâmül-Kur`ân, I/53) Bu ittifakın icma halinde olduğu ifade edilmiştir.(bk. Sabûnî, Ahkâmü`I-Kurari, I/160,163) O kadar ki, meşhur Hanefi fıkıhçısı Cessâs, bu maddelerin haram kılınışının her türlü yararlanmaya şamil olduğunu, binanaleyh ölmüş hayvan etinden hiç bir suretle yararlanılamayacağını, hatta köpeklere ve diğer et yiyenlere dahi yedirilemeyeceğini, çünkü bunun da bir nev`i yararlanma olduğunu söyler.(Sabunî, age, I/160)
Yine Cessâs`ın naklettiği şu haber de bu görüşü destekler: "Rasûlüllah (sav) Mekke`ye gelince iç yağlarını toplayan Hiristiyan asıllılar ona gelerek: Ey Allah (cc)`in Rasûlü, biz ölmüş ve kokmuş hayvanların iç yaglarını alırız ve sadece deri ve gemi yağlamada kullanırız, ne dersiniz? dediler. Rasûlüllah Efendimiz (sav) de: "Yahudilerin Allah canını alsın, onlara da etler yasak edilince onları sattı ve parasını yediler" diye memnuniyetsizliğini bildirdi".(Cessâs, Ahkâmül-Kurân, I6145) Gerçi "Meytenin haram olan kısmı sadece etidir", bir başka rivayette, "Haram olan sadece onu yemektir" hadis-i şerifleri de rivayet edilmiştir.(Cessâs, age. I/150) Ama cumhur (fıkıhçılar çoğunluğu) diğer haberlerin yanında bunlara itibar etmemiştir ya da bu haram maddeler bizzat yenmeseler dahi, bunlardan başka bir yolla yararlanmak dâhi netice itibariyle yeme sayılmıştır. Bu konuda Yahudilerin kınanma biçimi de bunu gösterir.
Bununla birlikte "Içilmesi haram olanın satılması da haramdır" hadisi şerifi de vardır.(bk. el-Cezîri, el-Mezâbiu`1-Erbâ`a, N/8) Zorunlu olarak satınalınması da haram olmuş olur. Bu konudaki icmaı ve Malikî görüşünü Kurtubî de bu doğrultuda açıklar: "Artık bunlardan ve her türlü murdar şeylerden ne şekilde olursa olsun yararlanmak caiz değildir. Hatta pis su ile ekin de (Ebussuûd Efendi, pislikle sulanmış bitkilerin, fıkıhçıların çoğuna göre kerehatsiz helal olduğunu söyler. bk. Ibn Abidin, VI/341), hayvan da sulanmaz, murdar şeyler davarlara yem olarak verilmez. Ölen hayvan köpeklere ve yırtıcı hayvanlara verilmez. Ama bunları yerse engel de olunmaz. Bu, "size ölü hayvan... Haram kılındı" ayetinin zahir ma`nâsıdır ve bunlardan hiçbir türlü yararlanma ayrı tutulmamıştır".(Kurtubî, N/218) Ayrıca, hiçbir tefsirde temas edilmemekle beraber, yukarıda mealini verdiğimiz ayette haram olarak sayılan maddelerin kime haram olduğu, "bir yiyenin yemesi için" gibi ilginç bir Kur`ân ifadesi ile anlatılır. Hayvanlarda birer "yiyen" olduklarına göre bu ayetle bu maddelerin onlara da haram olduğuna işaret olsa gerektir. Burada: "haramlık" mükelleflerin fiilleriyle ilgili bir kavram olduğuna göre bir şeyin hayvanlara haram olduğu nasıl söylenebilir? diye bir itiraz akla gelebilir. Bunu kısaca: Haram olan onların yemesi değil, onların insanlar tarafından yedirilmesidir, diye cevaplayabiliriz. Tıpkı "Erginlik yaşına girmemiş çocukların, ebeveynlerinin odalarına girerken izin istemekle emrolunmaları" (bk. K. Nûr (24) 58) gibi. Orada da mükellef olanlar çocuklar değil onları öğretme durumunda olan ebeyevndir.
Imdi durum bu olunca; serbest dolaşan tavuğun (decâce muhallât) ve pislik yiyen inegin (cellâle) etleri kokmadıkça, ya da pislikle beraber normal yiyecek ve alaflarını da yiyor ve pislik, bütün yediklerinin yarısından azı kalıyorsa, mekruh olmakla beraber etlerini yemek helâldir. Hatta domuz sütü emmiş kuzunun durumu da böyledir, hükmüne kıyasla, kan gibi maddelerin tavuk ve hayvan yemlerine yarıdan az olmak üzere karıştırılabileceğini söylemek doğru olmasa gerektir. Çünkü bunların kendiliğinden yemiş olmaları sözkonusudur. Halbuki, yukarıda da söylediğimiz gibi dökülen kan ve benzerlerinden, hangi yolla olursa olsun yararlanılması haramdır. Kan haram olduğuna, yani "mütekavvim mal" olmadığına göre satışı ve alışı haramdır. Öyleyse, hangi oranda karıştırırsa karıştırsın, yem yapmak üzere kan almak isteyen bir müslüman onu nasıl satın alacak, satan nasıl satacaktır? Görüldüğü gibi bu iki tarafın yaptığı muameleyi meşru kılacak bir yol yoktur. Bu konuda olsa olsa bu yemlerle beslenen hayvanları alıp yiyenler açısından bir meşruiyetten sözedilebilir bu hayvanlar yenir, denebilir. Bu ikisi farklı şeylerdir.
Hanefiler özetle söyle derler: Dışkı yiyen hayvanın eti kokmadıkça yenmesi helâldir. Nitekim domuz sütü emen kuzu da, eti değişmeyeceği için yenir. Ama serbest dolaşan tavuk (muhallat) üç, dışkı yiyen koyun dört, inek de on gün hapsedilip temiz gıdalarla beslenmelidir. Bu hapis gününü daha değişik tutanlar da vardır. Ama Serahsi, bu gün tayininin bir dayanağı, olmadığını, mühim olanın koku gidinceye kadar beklemek olduğunu söyler. Tavuk hiç bekletilmeden yenirse hafif (tenzihen) mekruh olur.(Ibni Abidîn IV/341)
Malikilerin görüşünü temsil eden Kurtubî ye göre: Etinin tadında ya da kokusunda pisliğin belirtisi olursa yenmesi haramdır, olmazsa helâldir. Hattabi, bu Hadislerdeki yasağın hafif bir yasak olduğunu söylemiştir. Bu durumlar, yediğinin çoğu pislik olması halinde böyledir. Ama ot otluyor, tahıl yiyor, bununla beraber zaman zaman da pislik yiyorsa ona "cellâle" denmez. O serbest tavuk gibidir. Buradan hareketle, hayvanların dolaştıkları yerlere pislik atılması yasaklanmıştır. Rivayete göre adamın biri bahçesini insan dışkısı ile gübrelerdi. Hz. Ömer`de ona: "Sen insanlardan çıkanı onlara yedirmeye kalkışan birisisin!" diye çıkıştı.(Kurtubî VN/122)
Hânbelilere göre, Ahmed b. Hanbel`in ifadesi ile: "Cellâle`nin etini de sütünü de haram (mekruh) görürüm".(Ibn Kudame, el-Mugni, VNI/593-94) Aynı görüş Sevri`den de nakledilmiştir.(Sevkânî; Neylü`1-Evtâr, VNI/l40)
Şafiîler de "cellâle"nin etinin yenmesinin hâram olduğu görüşündedir. Nevevi, alafinin çoğu temiz ise "cellâle" adını, dolayısı ile bu hükmü almayacağını söyler. Izz b. Abdusselam da; bir koyun on yıl haram şeyler yese, onu yemek ne sahibine ne de başkasına haram olur (Sevkânî, age, VNI/139-140) demiştir.
Sevkânî ise: "Bu hadislerin zahiri, (cellâleyi yemenin, sütünü içmenin) haram olduğunu anlatır. Çünkü nehyin hakiki anlamı budur. Binaenaleyh hapsedilmeden kesilmesi caiz değildir. Eğer hapsetmeden kesilirse eti haram olur" (Sevkânî, es-Seylü`1-Cerâr, IV/102; ayrıca bk. Segid Sabik, Fıkhu`s-Sünne, NI/256) der.
Gerçi Hanefi mezhebinde söyle bir görüş daha vardır: Kuyuda ölüp şismiş bir hayvan bulunsa, onun görülmesinden sonra o su ile hamur yapılmış olsa zayıf bir görüşe göre o hamur köpeklere atılır veya hayvanlara yedirilir. Bazılarda hamur, o kuyunun suyu bununla pis olmadığı görüşünde olan Şafiîlere satılır, demiştir.(Tahtavı âlâ-Merhaki`1-Felah, 33) Ancak burada da hayvanlara yedirme kastı yoktur, görüş kuvvetli bir görüş değildir. Içinde hayvan ölen ve Şafiîlere göre değildir. Dolayısı ile ne maksatla olursa olsun, kan satmak ya da satın almak, hayvan yemlerine katmak yoluyla da olsa yedirmek (Allah`u a`lem) caiz değildir. Bu hükmün hikmetlerinin neler olacağı buranın konusu değildir ve biraz da müslüman tabip ve veterinerleri ilgilendirir.
Ö. Nasuhi Bilmen`in su ifadesi de, yukarıda söylediklerimizi destekler: "Pak olmayan şeyleri, meselâ bozulup temizliğini kaybeden kolamış etleri vesaireyi, etleri yenilebilen hayvanlara yedirmek caiz değildir.(Bilmen, Büyük Islâm Ilmihali, 426)
HAYVANLARDA SUNİ TOHUMLAMA
Bu konu hakkında, bilebildiğimiz kadarıyla, klasik fıkıh kitaplarımızda bir hüküm yoktur. "Eşyada aslolan ibahadır", yani Allah her şeyi insanlar için yaratmış olduğuna göre (bk. Bakara(2) 29) haram kılınmış olmayan şeylerin helâl olmakta devam ediyor olması gerekir. Sözü edilen suni tohumlamanın da direkt olarak haram olduğuna dair bir nas bulunmadığına göre bunun da helâl olması gerekir, diye düşünülebilir. Ancak mesele o kadar da basit değildir. Yine Kur`ân-ı Kerim`de "Allah (cc)`ın yaratışını (fıtratı)" bozanlar şeytanın dostu olup hüsrana ugrayanlar olarak nitelendnilirler.(K. Nisâ (4) 119) Bu da acaba fıtrata müdahale değil midir? Hayvanların normal çiftleşmesine engel olunması halinde, erkeklerinin hakkına ve tabiî ihtiyacına tecavüzden sözedilebilir. Ama bunun için denebilir ki, onlar da insanlar için yaratıldığına göre spermalarının bu yolla alınması daha yararlı ise bu yolla alınır, fazla gelenleri de kesilerek değerlendirilir ve artık onların ihtiyaçları da söz konusu olmaz. Sonra hayvanların erkeklerinin semirmesi ve bu yolla daha faydalı olmaları söz konusu ise birçok alim burulmalarının caiz olduğunu ve bunun fıtratı değiştirme sayılmayacağını söylemişlerdir.(Burmanın caiz olmadığını söyleyenler de vardır. bk. Kurtubî, V/390-91)
Ama yine de ilerleyen zooloji ve özellikle de genetik ilminin verileri kesin sonuçlara varmadan nihâi sözü söylemek imkânsızdır. Kiloda biraz daha ağır, süt veriminde biraz daha fazla bir hayvan türü geliştirelim derken, insana da, çevreye de ve hatta o türe de zararlı bir sonuç ortaya çıkabilir. Günümüzde çokça sözü edilen hormon skandalı bunun bir başka açıdan tezahürü sayılmalıdır.
Diğer yönden meselenin, bir ölçüde ağaçların aşılanması olayına benzerliği de yok değildir. Bilindiği gibi Rasulülah Efendimiz (sav) Medine`ye geldiklerinde halkın hurma çiçeklerini aşıladıklarını görmüş ve: "Bunun faydalı olacağını sanmıyorum", ya da, "bunu yapmasanız belki de daha iyi olur" buyurmuş, onlar da aşılamayı terketmişlerdi. Sonunda verimin düşük olduğu kendilerine hatırlatıldığında da "faydalı işi yapsınlar. Ben sadece zanla konuştum. Zandan dolayı beni muahaze etmeyin. Ama size Allah (cc)`tan gelen bir şeyden sözedersem onu hemen alın... Siz dünya işinizi iyi bilirsiniz" (bk. Müslim, Fedâil,139,141; Ibn Mâce, Ruhun 15; Müsned, V/16, 298, VI/128) buyurmuştu. Hayvanların suni yolla tohumlanması da bir bakıma buna benzer. Ancak benzemediği yönler de vardır. Meselâ hurmanın aşılanmasında yapılan şey tabiî olanı kolaylaştırmak ve çabuklaştırmaktır. Erkek hurma ve onun hakkına tecavüz söz konusu değildir. Çiftleşme ve ondan doğacak tabiî etkileşimden söz edilemez. Kimbilir, belki de hayvanların tabî çiftleşmelerinde bilinen sperm alışverişinin dışında başka psikolojik ve genetik etkileşimler vardır ve bu etkileşimler neslin sıhhatli devamında bir takım fonksiyonlara sahiptirler. İşte bunlar özellikle genetik ilminin ve müstakbel fıkıh heyetlerinin ileride halledecekleri meselelerdendir. Şimdilik mahzurlu olduğunu gösteren bir delil yoktur (Allah`u a`lem).
"Hayvanların spermlerinin (melakîh) ve ceninlerinin (medâmîn) satışı yasak edildi" (Muvattâ, Buyû 63) diye bir hadis vardır, ama bununla anlatılan sun`i dölleme değil, sağlam doğumla sonuçlanıp sonuçlanmayacağı bilinmeyen sperm ve ceninin satılmasıdır.
Hazret-i Ali`nin kabri nerededir? Bu hususta çeşitli sözler söylenmektedir. Acaba bu hususta aydınlatıcı bilgi verir misiniz?
Bilindiği gibi Hz. Ali (k.v) Haricilerden Abdurrahman bin Mülcem tarafından şehid edilmiştir. Kesin olarak nerede medfun olduğu belli değildir. Kimi Küfe`nin emirlik binasında, kimi Rahbetü`l-Küfe denilen yerde, kimi Necef`tedir dediler. Bazılarına göre onu Medine`ye götürülmek üzere bir sandık içine koyarak deveye yüklediler. Tay kabilesinin toprağına varınca kabile mensupları deveyi gasp edip kestiler. Hz. Ali`yi de orada defn ettiler. Kabrini gizli tutmaktan gaye onu Harici`lerden korumak idi. Çünkü belli bir yerde defn etseydiler Hariciler kabrini kazıp cesedini çıkaracaklardı.
Şii`lere göre Hz. Ali (k.v) Necef şehrinde medfundur. Kabir orada ziyaret edilmektedir. Bazı muhakkiklere göre de Necef şehrindeki kabir al-Mugire bin Şu`be`nin kabridir. Hz. Ali`nin değildir. Bu kabrin Hz. Ali`ye nisbeti hicretten üçyüz sene sonra olmuştur.
HELAL VE HARAM OLAN HAYVANLARIN BAZILARINI AÇIKLAR MISINIZ?
Haram olan hayvanları üç kısma ayırmak mümkündür.
1- Başkasına saldırıp azı dişleriyle parçalayarak kendisini müdafaa eden domuz, kaplan, aslan, ayı, kurt, fil, pars, kedi, maymun ve köpek gibi dört ayaklı hayvanlar.
2- Tırnaklarıyla kendini müdafaa edip zayıf olan olan hayvanları avlayan kartal, akbaba, atmaca, karga ve şahin gibi hayvanlarla leş yiyen kuşlar.
3- Tiksindirip nefret veren ve kötü olarak bilinen yılan, akrep, böcek, fare gibi yer haşreleridir. Bunlardan başka hayvanlar mübah sayılırlar. Ancak bazılarının hakkında ihtilaf vardır. Mesela Hanefi mezhebine göre, sırtlan, keler, tilki, at, kirpi gibi hayvanlar haram ise de, Şafii mezhebine göre helaldır. Kırlangıç, tavus, hüdhüd, papağan ve baykuş gibi hayvanlar da Şafii`ye göre haram. Hanefi`ye göre helaldır (Fıkh, Essünne).
HEM PARA, HEM DE SATILAN ŞEY VADELİ OLMAK ÜZERE ALIŞ VERİŞ YAPMAK CAİZ MİDİR?
Alışveriş akdi dört kısımdır:
1- Hem para hem de satılan şey peşin olmak üzere yapılan akittir.
2- Para peşin, satılan şey ise vadeli olmak üzere yapılan akittir. Buna Selem akdi denilir. Mesela: Hasan Efendi, Halit Efendiye diyor ki: "Şu vasıflarda bulunan on teneke buğdayı, falan yerde ve tarihte bana teslim edilmek üzere şu onbin lira karşılığında senden satın aldım." Halit Efendinin de onun sözüne uygun olarak: "Ben de sattım" demesinde olduğu gibi.
3- Satılan şey peşin, para ise vadeli olmak üzere yapılan akittir. Birisinin belli bir kitabı vadeli olmak üzere bir başkasına satması gibi.
4- Hem para hem de satılan şey vadeli olmak üzere yapılan akittir.
Akdin ilk üç çeşitli şartları yerinde olduğu takdirde caizdir. Dördüncü kısım ise caiz değildir. Peygamber (sav) böyle bir alışverişi men etmiştir. Yalnız, akit yapmadan iki, üç ay evvel ileride satıcı ve alıcı vasfını kazanacak kimseler, satış akdini yapmak üzere birbirine söz verseler ve zamanı gelince de akit yapsalar caizdir. Çünkü va`d ve akit ayrı ayrı şeylerdir.
HER HANGİ BİR LİDERİN BİR YERE GELİŞİ MÜNASEBETİ İLE ŞEREFI İÇİN VEYA SALİH KİMSELERİN KABRİ İÇİN ADAK OLARAK KESİLEN HAYVANIN ETİ HELAL MIDIR?
Her hangi bir liderin bir yere gelişi münasebeti ile şerefi için veya veli ve salih kimsenin kabri için nezr edilmiş bir hayvan kesilirse eti haramdır, yenilmez.Çünkü hayvan Allah namına kesilmemiştir.O gelen zat veya veliye tazim için kesilmiştir. (İbn Abidin)
Ancak kurban Allah rızası için kesilir ve bunlar da Kurban kesmeye bir vesile olursa yenilmesi caiz olur.
HERHANGI BİR İŞE GİREBİLMEK İÇİN YÖNETİCİYİ GÖRÜP RÜŞVET VERMEK İCAB EDERSE BÖYLE BİR MESELE İÇİN RÜŞVET VERMEK CAİZ MİDİR?
Herhangi bir işe girebilmek için az olsun çok olsun rüşvet vermek haramdır. Peygamber (av) şöyle buyurmuş: Allah (c.c.)hem rüşvet verene, hem alana lanet etmiştir.
Böyle bir iş için rüşvet vermek caiz değildir. Rızık Allah`a aittir. O herkesin rızkını tekeffül etmiştir. Şurada iş sahası bulunmazsa burada bulunur. Rüşvet sadece iki yerde verilebilir.
1- Haksız bir yerde hapis ve işkenceye maruz kalındığında.
2- Malın elden gitmeye maruz kalındığı zaman rüşvet vermek çare ise ona başvurabilir (Şirvani,İbn Abidin). Veren Allah`ın indinde mesul değildir. Fakat alan Allah`ın lanetine müstahaktır.
HEYKEL
Taş, tunç, mermer ve pişmiş toprak gibi dayanıklı maddelerden yapılmış insan ya da hayvan görüntüsü, simgesi. Heykel, Islâm terminolojisinde "suret" kavramı içerisinde değerlendirilmiş resim anlamındaki suretten bunu ayırmak için "gölgeli suret" deyimi kullanılmıştır. Heykel, şekil olarak müşriklerin tapındığı putlarla aynı olmakla birlikte kendisine tapınılan anlamda put olmadığı için suret kavramı içerisinde ele alınmış ve onunla birlikte hükme bağlanmıştır.
Kur`an, heykelden put anlamı dışında bir yerde söz etmekte, hakkında herhangi bir hüküm vermemektedir. Sebe` sûresinde cinlerin bir kısmının Hz. Süleyman`ın emrinde çalıştığı bildirildikten sonra "Ona dilediği gibi kaleler, heykeller, havuzlar kadar (geniş) leğenler, sabit kazanlar yaparlardı"(Sebe 34/13) buyurulmaktadır. Bu âyet bilginlere göre Hz. Süleyman devrinde heykel yapmanın mübah olduğunu ifade etmektedir. Ama yine bilginler Hz. Süleyman devrine ait olan Rasulullah (s.a.s.) den gelen haberlerle ortadan kaldırıldığını, Islam dini tarafından neshedildiğini söylemektedirler.
Kur`an, Hz. ibrahim (a.s.)`ın putları, heykelleri kırdığını anlatmaktadır. Rasul (s.a.s.)`da Mekke`nin fethinde Kâbenin içinde, çevresinde ve Safa ile Merve tepeleri üzerinde bulunan putları (heykelleri) kırıp temizletmiştir.
Rasulullah (s.a.s.)`dan gelen hadisler heykel (suret) yapmayı yasaklamaktadır. Bu konuda gelen haberler tevâtür derecesine ulaşacak kadar çoktur. (Resim için bk. Resim mad.)
Hz. Âişe (R. anha) dan Nebi (s.a.s.)`in şöyle dediği nakledilmiştir: "Kıyamet günü en şiddetli azaba uğrayacak olanlar, yaratma hususunda kendisine Allah`ın yerine koyup, kendini ona benzetenlerdir" (Buhari, libas, 39; Nesai, Zinet, 112-114).
Ibn Abbas (r.anhum)`a Iraklı bir adam gelip; Şu suretleri yapıyorum, bu konuda ne dersiniz diye sorunca, o, şu cevabı vermiştir: Yaklaş, yaklaş, Muhammed`i (s.a.s.)` şöyle derken işittim: "Kim dünyada bir sûret yaşarsa, Kıyamet günü buna can vermekle yükümlü tutulur. Halbuki ona can verecek değildir." Ibn Abbas ve Ebû Hureyre`nin naklettiği başka bir rivayet şöyledir: "Kim suret yaparsa, ona can verilinceye kadar azap olunur. Halbuki bu surete can verebilecek değildir" (Nesai, Zinet,113). Ibn Ömer`den, Nebi (s.a.s.)`in şöyle dediği nakledilmiştir: "Suret yapan kimselere kıyamet gününde azap olunur ve kendilerine; yarattığınız şeylere can veriniz, bakalım denilir" (Nesai, Zinet, 113).
Imam es-Sindi, Nesâi Hâşiyesinde yukarıdaki Ibn Abbas ve Ibn Ömer hadislerini şöyle açıklar: Ibn Abbasa hükmü sorulan "suret" ten maksat "canlılara ait sûretler" dir." Sureti diriltinceye kadar azap olunmaktan maksat, azabın sona ereceği zamanı belirtmektir. Hadiste; sureti hiçbir zaman diriltemeyeceklerinin belirtilmesi azabın devamlı olarak uygulanacağını ifade eder. Ancak es-Sindi, yukarıda sözü edilen azabın, suret yapma sebebiyle dinden çıkan kimse ile ilgili olduğunu belirtir. Ve bunun da üç şekilde ortaya çıkabileceğini ifade eder.
a) Helal kabul ederek suret yapmak,
b) Tapınmak amacıyla yapmak,
c) Zaten mü`min olmayan kimsenin suret yapması?
Bu üç sınıfın dışında kalanlar, sureti helal saymadan ve tapınma kastı da taşımaksızın yapmışsa bu fiili sebebiyle "asi" olur. Hak ettiği azabı Allah affetmezse azap görür, sonra azaptan kurtulur. Yahut da bu azaptan maksat; işin çirkinliğini şiddetle ortaya koyup, yasaklayarak suret yapımını engellemektedir. Bu son değerlendirmeye göre, hadisin açık anlamının kastedilmediği düşünülebilir (es-Sindi, ö 136/1724 Haşiye Süneni`n-Nesâi, Istanbul 1931, VIII, 215).
HEYKELİN YASAKLANMA NEDENİ
Islam bilginlerinin ortaklaşa belirttiklerine göre heykelin yasaklanma nedeni, onları yapanların Allah`ın yarattıklarına benzetmeye çalışmaları kendilerini yaratıcı yerine koymuş olmalarıdır. Yasağın hikmeti ise, insanları putperestlikten uzaklaştırmak, saf tevhid inancını şirk ve putperestlikten korumaktır. Çünkü bütün kavimlere putperestlik heykel yoluyla girmiştir.
Âyette Nuh Peygamberin kavmi ile ilgili olarak şöyle buyrulur: "Sakın ilahlarınızı bırakmayın "ved ", "suvâ", "Yeğâus", "Nesr" gibi putlarınızdan vazgeçmeyin, dediler. Böylece bir çok insanı sapıttılar. Sen bu zalimlerin sadece sapıklıklarını arttır" (Nuh, 71 /23-24). Bunlar Nûh kavminin Allah`tan başka kendilerine taptıkları putlarının adlarıdır. Abdullah bin Abbas ve Muhammed bin Kays`tan şöyle dediği nakledilmiştir: Ayette adı geçen put isimleri Nuh kavminin bazı salih kimselerinin adlarıydı. Bu kimseler öldükten sonra, şeytan onların birer heykelinin dikilmesini öğütleyerek: "siz onların yaptıklarını bu heykeller aracılığıyla hatırlar ve yaparsınız." der. Şeytanın bu yanıltmasına kanan insanlar o salih kimselerin heykellerini yaparak dikerler. Önceleri güzel amelleri hatırlamada birer araç olan heykeller, bir kaç nesil geçtikten sonra nitelik değiştirir ve kendilerine tapınılan birer put halini alırlar. Işte Islam`dan önceki arap toplumunda bu putları yeni ilavelerle devir almış ve onlara tapınırken Islam güneşi doğmuştur (Ibn Kesir, Muhtaşaru Tefsiri Ibn Kesir, 7. baskı, Beyrut 1402/1981, III, 554).
Sonuç olarak, Islam`ın heykel yasağının kökeninde tevhid inancını korumak, yaratmada yüce yaratıcıya benzemeyi engellemek, mahrem yerleri tasvire karşı tedbir almak ve zararı faydasından çok olan bir alanda israfı önlemek gibi sebebler yatar. Diğer yandan Islam`da ne Hz. Peygamberin ve ne de din büyüklerinin heykellerle tasvir edilmeye ihtiyaçları yoktur. Onlar mû`minlerin gönüllerinde taht kurmuş, mesaj ve doktrinleri Islam toplumunda baş tacı edilmiştir. Hatta Islam Peygamberi sözle aşırı övmeyi bile yasaklamıştır. O şöyle buyurur: "Hristiyanların Meryem oğlu Isa`yı övdükleri gibi beni övmeyiniz. Yalnız, Allah`ın kulu ve elçisidir. Deyiniz" (Buhari, Enbiya, 48; A.B. Hanbel, Müsned, I, 23, 24, 47, 55).
HIBE
Karşılıksız vermek, bağışlamak, karşılıksız bağış, bağışlanmış şey.
Ivaz (bedel) şart koşulmaksızın bir malın derhal temlik edilmesi: Arapçada genel olarak atıyye, nihle, sadaka ve hediyye sözcükleri de bû anlamda kullanılmaktadır. Mecelle 833. maddesindeki tarif şöyledir: "Hibe, bilâ ivaz bir malı temlik etmektir". 855. maddede, ivaz şartına bağlı hibe, her ne kadar başlangıçitibariyle hibe ise de, sonuçlan bakımından satıştan ibarettir.
Ibnü'l-Hümâm (ö. 861/1457), hibenin tarifinde bilâ ivaz (bedelsiz) kaydından maksadın: "bilâ iktisab-ı ivaz", yani bir bedel kazanmamak şartıyla bir malı başkasına temlik olduğunu belirtir (Ibnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadl, Mısır 1315-17, VII,113; Ali Haydar, Düreru'l-Hukkâm şerhu Mecelleti'l-Ahkâm, II,614).
Hibe ile teberru sözcükleri arasındaki ilişki şöyle ifade edilebilir. Gerçek veya tüzel bir kişinin, başka bir şahsın mal varlığı lehine, kendi mal varlığında meydana getirdiği eksilmeye "teberru" denir. Teberru sözcüğü, ivazsız hukukî tasarrufların hepsini kapsayan geniş bir kavram olup, hibeyi de içine alır: Buna göre "heber hibe bir teberrudur, fakat her teberru bir hibe değildir."
Teberru çeşidine giren başlıca hukukî tasarruflar şunlardır: Hibe, vasiyet, vakıf, ibrâ, ibâha, sadaka ve âriyet. Vasiyet; vasiyet edenin ölümünden sonra sonuç doğuran ve mirasçılar razı olmazlarsa sadece terekenin üçte birinde geçerli olan bir tasarruftur. Hibe kabzla tamam olurken vasiyet Iehine vasiyet edilenin kabulü ile tamamlanır. Vakıf; bir malı, genel olarak bir akan, bir hayır cihetine ebedî olarak tahsis etmektir. Ibrâ; alacaklının, alacağını almadığı halde, borçlusunu ödemeden muaf tutmasıdır. ibrâ, mecaz yoluyla hibe sayılır ve borçlunun bunu kabul etmesi şartı aranmaz. Hibe temlîkî bir tasarruf olduğu halde, ibâha genellikle yapıldığı anda lehine teberru yapılan şahısça tüketilen, yenilip içilen bir bağış çeşididir. Meselâ; bir kimseye yemek parası vermek bir hibe, onu eve götürüp yemek ikram etmek bir ibâha tasarrufudur. Sadaka; Allah rızası için ve sevap kazanmak amacıyla birine yapılan bir teberrudur (Mecelle, mad. 835). Âriyet; menfaatin meccânen temliki, yani kullanma ve yararlanma hakkının teberru edilmesidir. Hediye ise; birine ikramda bulunmak amacıyla verilen şeylerdir. Hanefilere göre, hibeden dönmeye (rucu') engel hallerden birisi yoksa, hediyeden dönülebilir. Diğer fıkıh ekolleri hediyeden dönmeyi caiz görmezler (Bkz. el-Bakara, 2/263, et-Tevbe, 9/60,104; Mecelle, mad, 834, 862, 863, 864, 874; Ali Haydar, a.g.e. Mecelle, mad. 834 şerhi; Ibn Âbidîn, Reddü'l-Muhtar, Mısır 1286 IV,776; el-Mevsılî, el-Ihtayar, III, 48; Ö. Nasuhi Bilmen Istilahat-ı fıkhıye Kamusu, Istanbul 1967, IV, 262-283).
Islâm hukukuna göre, rüşvet olarak verilen şeyler hibe veya hediye sayılmaz ve bunların aynen geri verilmesi gerekir. Bu gibi şeyler tüketilmiş ise kıymeti ödettirilir (Ali Haydar, Mecelle, 834, mad, şerhi).
Hibenin meşrûluğu kitap, sünnet ve icmâ delillerine dayanır. Kur'ân-ı Kerîm'de açık olarak hukukî anlamda hibeden söz eden âyet yoktur. Kur'an'da sık sık geçen sadaka ve infak terimleri teberru ve hibeyi de içine alacak geniş kapsamlı sözcüklerdir. Verme ve lutfetme anlamlarında kullanılan hibe yerine, daha çok bu kökten türetilmiş olan fiil ve sıfatlar kullanılır: "Mallarını Allah yolunda harcayanların hali, yedi başak bitiren, her başakta yüz tane bulunan bir tek tohumun hali gibidir" (el-Bakara, 2/261). "Ey iman edenler, sadakalarınızı-malınıinsanlara gösteriş için harcayan, Allah'a ve ahiret gününe inanmayan bir kim gibi başka kakmak ve incitmek suretiyle heder etmeyin" (el-Bakara, 2/264). "Eğer sadakaları açık olarak verirseniz o, ne güzel. Eğer onları gizler ve bu şekilde yoksullara verirseniz, içte bu, sizin için daha hayırlıdır" (el-Bakara, 2/271). Hibe, kişiyi cimrilikten korur. Âyette; "Nefsinin cimriliğinden korunanlar gerçekten kurtuluşa erişmiş kimselerdir" (el-Haşr, 59/9) buyurulur. Bağışlarda orta yolun izlenmesi tavsiye edilir. "Onlar harcadıkları zaman ne israf ederler, ne de cimrilik yaparlar; ikisi orasıorta yoldan giderler" (el-Furkân, 25/67). "Elini bağlı olarak boynuna asma, onu büsbütün de açıp saçma. Sonra kınanmış ve pişman bir halde oturup kalırsın" (el-Isrâ, 17/29).
Hz. Peygamber'den hibe konusunda çeşitli hadisler nakledilmiştir. Rasulullah (s.a.s.) Kendisi hediye kabul eder ve karşılığında da hediye verirlerdi (Buhârî, Hibe,11). O şöyle buyurur. "Karşılıklı hediyeleşiniz. Böylece dostluğunuz artar ve aranızdaki düşmanlık yok olur" (Mâlik, el-Muvatta, Hüsnü'l-Huluk,16). Başka bir hadiste şöyle buyurulur "Nu'mam b. Beşir, (ö. 44/664) oğlu Muhammed'e bir şey bağışlamış; fakat karısı Amre binti Revâha ona; Hz. Peygamber'i buna şahit yapmazsan razı olmam, demiştir. Bunun üzerine Numan b. Beşir, Hz. Peygamber'e gelip; Amre binti Revâha'dan doğmuş olan bu oğluma bir şey bağışladım; o da seni bu işe şahit yapmamı istedi, demiş; Hz. Peygamber ise; "öteki çocuklarına da bunun benzerini bağışladın mı?" diye sormuş; hayır, cevabını alınca; "çocuklarınız orasında adâletli davranın" buyurmuştur" (Buhârî, Hibe,13). Başka bir rivâyette, Allah elçisi, "hayır, cevabını alınca; o halde bağışlananı geri al" demiştir (bkz. Buhârî, Hibe,12; Müslim, Hibât, 9; Muvatta', Akdiye, 39).
Ebû Hanîfe (ö. 150/767), Ebû Yûsuf (ö. 182/798), Imam Muhammed (ö. 189/805), Imam Şâfiî (ö. 204/819) ve bir rivayette Ahmed b. Hanbel'e (ö. 24/855) göre, bir kimse çocuklarından bazılarına mal bağışlayıp, diğerlerine bir şey vermese, bu tasarruf geçerli olur. Onlara göre hadisteki "geri al" emri, vücûb için değil, fazîlet ve ihsan kabılindendir. Nitekim, Enes (r.a)'ten rivayete göre, erkek çocuğunu öperek dizine, daha sonra gelen kız çocuğunu önüne oturtan bir adama Hz. Peygamber; "Bunların ikisini de eşit tutsana" buyurmuştur. Bu emir, vücub için değil insaf ye ihsan niteliğindedir (Sahih-i Müslim, Tercüme ve Şerh, Ahmed Davudoğlu, Istanbul 1978, VIII, 155).
Hibe bir akit olup, diğer akitler gibi rükünleri icap ve kabuldür. Mecelle'nin 837. maddesinde; "hibe, icap ve kabul ile mün'akid ve kabz ile tamam olur" denilmiştir. Hibe yaşayanlar arasında cereyan eder.
HİBE VE HİBEDEN RUCÛ (VAZGEÇME)
Karşılıksız vermek, bağışlamak, karşılıksız bağış, bağışlanmış şey.
İvaz (bedel) şart koşulmaksızın bir malın derhal temlik edilmesi: Arapçada genel olarak atıyye, nihle, sadaka ve hediyye sözcükleri de bû anlamda kullanılmaktadır. Mecelle 833. maddesindeki tarif şöyledir: "Hibe, bilâ ivaz bir malı temlik etmektir". 855. maddede, ivaz şartına bağlı hibe, her ne kadar başlangıç itibariyle hibe ise de, sonuçlan bakimından satıştan ibarettir.
İbnü'l-Hümâm (ö. 861/1457), hibenin tarifinde bilâ ivaz (bedelsiz) kaydından maksadın: "bilâ iktisab-ı ivaz", yani bir bedel kazanmamak şartıyla bir malı başkasına temlik olduğunu belirtir (İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadl, Mısır 1315-17, VII,113; Ali Haydar, Düreru'l-Hukkâm şerhu Mecelleti'l-Ahkâm, II,614).
Hibe ile teberru sözcükleri arasındaki ilişki şöyle ifade edilebilir. Gerçek veya tüzel bir kişinin, başka bir şahsın mal varlığı lehine, kendi mal varlığında meydana getirdiği eksilmeye "teberru" denir. Teberru sözcüğü, ivazsız hukukî tasarrufların hepsini kapsayan geniş bir kavram olup, hibeyi de içine alır: Buna göre "heber hibe bir teberrudur, fakat her teberru bir hibe değildir."
Teberru çeşidine giren başlıca hukukî tasarruflar şunlardır: Hibe, vasiyet, vakıf, ibrâ, ibâha, sadaka ve âriyet. Vasiyet; vasiyet edenin ölümünden sonra sonuç doğuran ve mirasçılar razı olmazlarsa sadece terekenin üçte birinde geçerli olan bir tasarruftur. Hibe kabzla tamam olurken vasiyet Iehine vasiyet edilenin kabulü ile tamamlanır. Vakıf; bir malı, genel olarak bir akan, bir hayır cihetine ebedî olarak tahsis etmektir. İbrâ; alacaklının, alacağını almadığı halde, borçlusunu ödemeden muaf tutmasıdır. ibrâ, mecaz yoluyla hibe sayılır ve borçlunun bunu kabul etmesi şartı aranmaz. Hibe temlîkî bir tasarruf olduğu halde, ibâha genellikle yapıldığı anda lehine teberru yapılan şahısça tüketilen, yenilip içilen bir bağış çeşididir. Meselâ; bir kimseye yemek parası vermek bir hibe, onu eve götürüp yemek ikram etmek bir ibâha tasarrufudur. Sadaka; Allah rızası için ve sevap kazanmak amacıyla birine yapılan bir teberrudur (Mecelle, mad. 835). Âriyet; menfaatin meccânen temliki, yani kullanma ve yararlanma hakkının teberru edilmesidir. Hediye ise; birine ikramda bulunmak amacıyla verilen şeylerdir. Hanefilere göre, hibeden dönmeye (rucu') engel hallerden birisi yoksa, hediyeden dönülebilir. Diğer fıkıh ekolleri hediyeden dönmeyi caiz görmezler (Bkz. el-Bakara, 2/263, et-Tevbe, 9/60,104; Mecelle, mad, 834, 862, 863, 864, 874; Ali Haydar, a.g.e. Mecelle, mad. 834 şerhi; İbn Âbidîn, Reddü'l-Muhtar, Mısır 1286 IV,776; el-Mevsılî, el-İhtayar, III, 48; Ö. Nasuhi Bilmen İstilahat-ı fıkhiye Kamusu, İstanbul 1967, IV, 262-283).
İslâm hukukuna göre, rüşvet olarak verilen şeyler hibe veya hediye sayılmaz ve bunların aynen geri verilmesi gerekir. Bu gibi şeyler tüketilmiş ise kıymeti ödettirilir (Ali Haydar, Mecelle, 834, mad, şerhi).
Hibenin meşrûluğu kitap, sünnet ve icmâ delillerine dayanır. Kur'ân-ı Kerîm'de açık olarak hukukî anlamda hibeden söz eden âyet yoktur. Kur'an'da sık sık geçen sadaka ve infak terimleri teberru ve hibeyi de içine alacak geniş kapsamlı sözcüklerdir. Verme ve lutfetme anlamlarında kullanılan hibe yerine, daha çok bu kökten türetilmiş olan fiil ve sıfatlar kullanılır: "Mallarını Allah yolunda harcayanların hali, yedi başak bitiren, her başakta yüz tane bulunan bir tek tohumun hali gibidir" (el-Bakara, 2/261). "Ey iman edenler, sadakalarınızı-malını insanlara gösteriş için harcayan, Allah'a ve ahiret gününe inanmayan bir kim gibi başka kakmak ve incitmek suretiyle heder etmeyin" (el-Bakara, 2/264). "Eğer sadakaları açık olarak verirseniz o, ne güzel. Eğer onları gizler ve bu şekilde yoksullara verirseniz, içte bu, sizin için daha hayırlıdır" (el-Bakara, 2/271). Hibe, kişiyi cimrilikten korur. Âyette; "Nefsinin cimriliğinden korunanlar gerçekten kurtuluşa erişmiş kimselerdir" (el-Haşr, 59/9) buyurulur. Bağışlarda orta yolun izlenmesi tavsiye edilir. "Onlar harcadıkları zaman ne israf ederler, ne de cimrilik yaparlar; ikisi orası orta yoldan giderler" (el-Furkân, 25/67). "Elini bağlı olarak boynuna asma, onu büsbütün de açıp saçma. Sonra kınanmış ve pişman bir halde oturup kalırsın" (el-İsrâ, 17/29).
Hz. Peygamber'den hibe konusunda çeşitli hadisler nakledilmiştir. Rasulullah (s.a.s.) Kendisi hediye kabul eder ve karşılığında da hediye verirlerdi (Buhârî, Hibe,11). O şöyle buyurur. "Karşılıklı hediyeleşiniz. Böylece dostluğunuz artar ve aranızdaki düşmanlık yok olur" (Mâlik, el-Muvatta, Hüsnü'l-Huluk,16). Başka bir hadiste şöyle buyurulur "Nu'mam b. Beşir, (ö. 44/664) oğlu Muhammed'e bir şey bağışlamış; fakat karısı Amre binti Revâha ona; Hz. Peygamber'i buna şahit yapmazsan razı olmam, demiştir. Bunun üzerine Numan b. Beşir, Hz. Peygamber'e gelip; Amre binti Revâha'dan doğmuş olan bu oğluma bir şey bağışladım; o da seni bu işe şahit yapmamı istedi, demiş; Hz. Peygamber ise; "öteki çocuklarına da bunun benzerini bağışladın mı?" diye sormuş; hayır, cevabını alınca; "çocuklarınız orasında adâletli davranın" buyurmuştur" (Buhârî, Hibe,13). Başka bir rivâyette, Allah elçisi, "hayır, cevabını alınca; o halde bağışlananı geri al" demiştir (bkz. Buhârî, Hibe,12; Müslim, Hibât, 9; Muvatta', Akdiye, 39).
Ebû Hanîfe (ö. 150/767), Ebû Yûsuf (ö. 182/798), İmam Muhammed (ö. 189/805), İmam Şâfiî (ö. 204/819) ve bir rivayette Ahmed b. Hanbel'e (ö. 24/855) göre, bir kimse çocuklarından bazılarına mal bağışlayıp, diğerlerine bir şey vermese, bu tasarruf geçerli olur. Onlara göre hadisteki "geri al" emri, vücûb için değil, fazîlet ve ihsan kabilindendir. Nitekim, Enes (r.a)'ten rivayete göre, erkek çocuğunu öperek dizine, daha sonra gelen kız çocuğunu önüne oturtan bir adama Hz. Peygamber; "Bunların ikisini de eşit tutsana" buyurmuştur. Bu emir, vücub için değil insaf ye ihsan niteliğindedir (Sahih-i Müslim, Tercüme ve Şerh, Ahmed Davudoğlu, İstanbul 1978, VIII, 155).
Hibe bir akit olup, diğer akitler gibi rükünleri icap ve kabuldür. Mecelle'nin 837. maddesinde; "hibe, icap ve kabul ile mün'akid ve kabz ile tamam olur" denilmiştir. Hibe yaşayanlar arasında cereyan eder.
Hibenin Şartları:
1. Bağışlananın, bağışlama sırasında mevcut olması. Hanefi, Şâfiî, Ahmed b. Hanbel ve Zâhirîlere göre, hibe konusu olan şeyin, bağışlama sırasında, bağışlayanın mülkünde mevcut olması şarttır. Buna göre, bir hayvanın doğacak yavrusunu, bağın meydana gelecek üzümünü hibe etmek geçerli değildir. Ma'dûmun satışı caiz olmadığı gibi, hibesi de geçerli olmaz (el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi', Mısır 1327-1328, VI,119; İbn Âbidîn, a.g.e, IV, 782; İbn Hazm, el-Muhallâ, Mısır 1347-1352, IX,116; M. Kadri Paşa, el-Ahkâmü'ş-Şeriyye, mad. 508; Mecelle, mad. 856).
2. Bağışlanan malın, bağışlayanın kendi mülkün olması gereklidir. Buna göre, kiracı, kiraladığı malı, âriyet alan, elindeki emânet şeyleri hibe edemez. Ayrıca hibe edilecek şeyin mütekavvim mal olması da şarttır (el-Cezîrî, a.g.e., III, 403; Mecelle, mad. 857).
3. Bağışlanacak malın belirlenmiş olması gereklidir. Taraflar arasında bir anlaşmazlığa yol açmaması için hibe edilenin, muayyen ve bilinir olması şarttır (İbn Hazm, a.g.e., IX,116; Mecelle, mad. 858).
4. Bağışlayanın âkıl ve bâliğ olması. Bağışlayanın teberru ehliyetine sahip olması gereklidir. Bu, Mecelle'nin 859. maddesinde şöyle ifade edilir:
"Vâhibin, âkıl ve bâliğ olması şarttır binaenaleyh sağîr (küçük), mecnûn ve ma'tuh (bunak) un hibesi sahih değildir; Amma bunlara hibe sahihtir."
5. Tarafların rızasının bulunması. Rıza bulunmaksızın cebir ve ikrah ile yapılan hibe geçerli değildir. Hata ve hile hallerinde hibe akdinin iptali istenebilir (Abdulkadir Şener, İslâm Hukukunda Hibe, Ankara 1984, s. 36).
Bir satım akdinde, icap ve kabulden sonra, satıcı, malı alıcıya teslim etmekle yükümlüdür. Hibe akdinde ise İslâm hukukçularının çoğunluğuna göre, bağışlayanın teslim zorunluluğu yoktur. Hibe bir teberru olduğu için, kabza kadar, bağışlayanın mülkiyetinden çıkmaz ve bu yüzden hibeden dönmek mümkün olur. Ebu Hanîfe, Şâfiî ve Hanbelîlere göre hibede kabz şarttır. Kabzdan önce, mücerred hibe akdi ile, mülkiyet nakledilmiş olmaz (el-Kâsânî, a.g.e, VI,115 vd.; İbn Kudâme, a.g.e., VI, 246-248).
Şartlı ve mükellefiyetli hibe:
Bir hibe tasarrufunda, şart veya mükellefiyetin bulunmaması asıldır. Hanefilere göre, şart veya mükellefiyeti de içine alabilen ivazlı hibe başlangıç itibariyle hibe ise de, sonuç itibariyle satımdan ibarettir, bu yüzden de câizdir. Hatta İmam Züfer'e (ö. 158/775) göre, bu çeşit hibe tam olarak satım akdi hükmündedir. Şâfiî ve Mâlikîler de, bu konuda Züfer'le aynı görüştedir (es-Serahsî, el-Mebsût, Kahire 1324-1331, XII, 79; Sahnun, el-Müdevvenetü'l-Kübrâ, Kahire 1323-1324, XV, 79; Mâlik, el-Muvatta'. Kahire 1348, II, 128).
İvaz şart koşulan hibe ile ilgili Abdullah b Abbas'tan (ö. 68/687) şöyle bir hadis nakledilir: "Hz. Peygamber'e (s.a.s) birisi bir deve hibe etmiş, o da karşılığında bir ödemede bulunduktan sonra, o şahsa ran oldun mu? diye sormuş; o şahıs, hayır deyince, onu razı edinceye kadar mukabil ivazı arttırmıştır" (Ahmed b. Hanbel, I, 295; Abdurrezzak, el-Musannef, IX, 105). Tirmizî aynı hadisi naklettikten sonra, bedelin "altı tane genç deve" olduğunu belirtir. İbn Hibbân'ın rivayetinde, Hz. Peygamber'in: "Vallahi Kureyş'ten veya Ensar'dan yahut Sakîf'ten olandan başka hiç. bir kimseden hibe almamak içimden geçti" dediği nakledilir (el-Askalâni, Bulûğu'l-Merâm, Terc. ve Şerh, A. Davudoğlu, İstanbul 1967, III, 191, H. no: 790/958).
Hz. Ömer'in (ö. 23/643), yapılan bir hibeye, karşılık bekleyen kimse hakkında; ya bağışladığı şey geri verilmelidir, ya da mukabil bir ıvaz ödenmelidir, dediği nakledilir (Abdurrezzâk, a.g e., IX, 105). Yine Hz. Ömer'den şöyle dediği rivayet edilmiştir: "İyi cins bir atımı Hak yolunda tasadduk ettim. Bir süre sonra sahibi hayvana yazık etmiş. Ben onu ucuza satacağını anlayarak, Rasûlüllah (s.a.s)'a hükmünü sordum da: "Onu ne satın al, ne de sadakadan dön; Çünkü sadakasından dönen, dönüp kusmuğunu yiyen köpek gibidir" buyurdular (Müslim, Hibât, 1):
Mecelle'nin 855. maddesinde ; "Ivaz şartı ile hibe sahih ve şart muteberdir" denildikten sonra, konu şu örnekle açıklanır. Bir kimse ölünceye kadar kendisine bakmak şartıyla mülkü olan bir akan birine hibe ve teslim etse, lehine hibe yapılan kimse, bağışlayanı bakmaya razı iken, bağışlayan pişman olup hibesinden dönmekle o akarı geri alamaz.
Rucu Şartıyla Hibe:
İslâm hukukunda, bağışlanılan şeyin belirli şartlar altında, tekrar bağışlayana dönmesi şartıyla yapılacak hibe akdi tartışmalıdır. Bu çeşit hibeler "umrâ", "rukbâ" ve "süknâ" terimleriyle ifade edilir.
a. Umrâ: Bir evi veya yeri, birisine ömür boyu yararlanmak üzere vermektir. "Evimi filana ömrüm boyunca verdim" veya "Evimi sâna ömrüm boyunca verdim" gibi sözlerle yapılır. Cahiliye devrinde Araplar bir evi veya yeri ömür boyunca birine verir, o kimse öldükten sonra geri alırlardı. İslâmiyet bunu gerçek bir hibe sayarak, tasarrufun sürekli olarak meydana geldiğini ve lehine umrâ yapılanın mirasçılarına intikal edeceği esasını getirdi. Câbir b. Abdullâh'tan, (ö. 74/693) Hz. Peygamber (s.a.s)'ın şöyle dediği nakledilmiştir: "Bir kimse umrâ yaparsa bu, lehine umrâ yapılan şahsa ve nesline aittir, verene dönmez. Çünkü, onda artık miras cereyan etmiştir" (Müslim, Hibât, 20, 21, 22; Mâlik el-Muvatta', II,127-128). Hz. Câbir'in şu rivayeti, şartlı umrâ'yı diğerlerinden ayırır. Câbir (r.a) şöyle demiştir: "Rasûlüllah'ın (s.a.s) cevaz verdiği umrâ; "Bu senin ve çocuklarının olsun" demekle yapılır. Fakat; "Bu mülk, yaşadığın sürece senin olsun" derse, mülk, sahibine döner. Ma'mer: "Zührî, bununla fetvâ verirdi" demiştir (Müslim, Hibât, 23). Umrâ ile ilgili hadislerin, sürekli hibeyi ifade etmesi karşısında, müctehidler görüş ayrılığına düşmüşlerdir.
Hanefi, Şâfiî, Hanbelî ve Zâhirîlere göre, umrâ câizdir. Fakat bağışlayan ölünce, tekrar sahibine geri dönmesi şartı bâtıldır. Yani, umrâ yoluyla bağışlanan mal, lehine umrâ yapılanın ölümü hâlinde, onun mirasçılarına geçer, bağışlayana veya mirasçılarına dönmez (el Merginânî, el Hidâye, Kahire 1937, III,168; Şâfıî, el-Ümm, Mısır 1321-1325, VII, 201; İbn Hazm, el Muhallâ, Mısır 1347-1352, IX,164; İbn Kudâme, el Muğnî, Taif, t.y., VI, 302, 308). Mâlikilere, İmam Şâfiî'nin eski bir görüşüne ve Ahmed b. Hanbel'in iki ictihadından birine göre, umrâ ve rucu' şartı sahihtir. Mâlikîlere' göre, "Bu sana ömür boyu bir bağıştır" denilmişse lehine bağışlananın ölümünden sonra mal, bağışlayana döner (İbn Kudâme, el Muğnî, VI, 304, 307, 308). İmam Mâlik'in (ö. 179/795), şartlı umrâ'nın cevaz konusunda, Medînelilerin amelini (uygulama), âhad haber kabilinden olan Câbir hadisine tercih ettiği anlaşılmaktadır. İmam Mâlik, Kasım b. Muhammed'den (ö. 102/720) şartlı umrâ hakkında şunu nakleder: "Benim yetiştiğim insanlar, mallarında ve verdikleri şeylerde öne sürdükleri şartlara bağlı idiler". Mâlik, Medinelilerin uygulaması hakkında şöyle der: "Medîne'deki duruma göre de umrâ, bağışlayana döner. Ancak bağışlayan, bu sana ve senin nesüne umrâ'dır, demişse, o zaman durum değişir" demiştir (Mâlik, el-Muvatta', II,127,128).
b. Rukbâ: Bir kimsenin; "Şu evimi sana rukbâ yoluyla verdim; ben senden önce ölürsem ev senin; sen benden önce ölürsen benim olacak" sözleriyle yaptığı bir bağış şeklidir.
Ebû Hanîfe, İmam Muhammed ve İmam Mâlik'e göre, rukbâ şartıyla yapılan hibe bâtıldır. Bu şekilde verilecek mal, alan kimsenin yanında "âriyet" olarak kalır. Yani mal sahibi, malını dilediği zaman geri alabilir. Ebû Yûsuf ve İmam Şâfiî'nin yeni ictihadına göre ise, rukbâ yoluyla hibe câizdir. Sadece şart batıldır ve hibe, umrâda olduğu gibi sürekli olarak meydana gelmiş bulunur. Mal, sahibine geri dönmez (es-Serahsî, a.g.e., XII, 89; el-Merginânî, a.g.e., III,168; İbn Kudâme, a.g.e., IV, 311). Ebû Hanife ve İmam Muhammed; Şa'bî (ö.105/723) ve Şureyh (ö. 78/697) vasıtasıyla rivayet edilen, umrâyı caiz gören, rukbâyı ise reddeden bir hadisi delil alırlar. Ebû Yusuf ise, Câbir (r.a)'den rivayet edilen, Hz. Peygamberin hem umra'yı hem de rukbayı caiz gördüğünü bildirdiği hadisine dayanır (es-Serahsî, a.g.e., XII, 89).
c. Süknâ: Bir kimsenin, evini bir başkasına yaşadığı sürece oturmak üzere mesken olarak bağışlamasıdır. Hanefilere göre, bu çeşit bağışta mesken, mülkiyet sahibine ait olup, mesken bağışlananın elinde âriyet olarak kalır (es-Serahsî, a.g.e., XII, 89). Mâlikilere göre ise, süknâ, lehine bağış yapılan kimsenin veya neslinin tükenmesine kadar yapılmışsa, bunlar ölünce, süknâ hakkı bağışlayana veya en yakın mirasçısına döner (Sahnun, a.g.e., XV, 92). Nitekim Hz. Hafsa (ö.41/244), evini ömür boyu oturması için Zeyd b. el-Hattab'ın kızına vermiş, Zeyd'in kızı ölümü üzerine, Hafsa'nın mirasçısı olan Abdullah b. Ömer (ö. 73/692), bu evi geri almıştır. (Mâlik, el-Muvotta', II,128, Akdiye, H.No: 45).
Ca'ferîlere göre, umrâ, rukbâ ve süknâ'da konulan şartlara tam olarak uyulması gereklidir (Abdulkadir Şener, a.g.e., s. 62).
Hibe Yapacak Kimsenin Ehliyeti:
1. Mümeyyiz ve reşidlerin hibe yapma ehliyeti.
İslâm hukukuna göre, hibe yapacak kimsenin teberru yapmağa mâlik olan kimselerden olması gerekir. Çünkü hibe bir teberrudur. Teberru yapamayan kimse, hibe de yapamaz. Bu yüzden küçüklerin ve akıl hastasının hibesi geçerli değildir. Tasarrufta, ivaz bulunmadığı için tamamen aleyhlerine sayılır. Yine baba, küçüğün malını ivaz şartı olmaksızın hibe etmeğe yetkili olamaz. Bu, teberruda ivaz olmadığı için, küçüğün (yetimin) malına en güzel yaklaşma sayılmaz. Âyette; "yetimin malına, rüşdüne erinceye kadar, o en güzel olanından başka bir şekilde yaklaşmayın" (el-En'âm, 6/152) buyurulur. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Bizim küçüklerimize merhamet etmeyen bizden değildir" (Tirmizî, Birr,15; Ebû Dâvud, Edeb, 58; A.b. Hanbel, I, 257). Baba, ivaz şart koşsa bile, Ebû Hanîfe ve Ebû Yusuf'a göre hibe câiz olmaz. İmam Muhammed bu durumda hibeyi geçerli sayar. Çünkü O'na göre, satışa mâlik olan, ivazlı hibeye de mâlik olur (el-Kâsânî, a.g.e., V1,118).
Mecelle'nin 859. maddesinde; "Hibe edenin âkıl ve bâliğ olması şarttır" denilir. Buna göre, âkıl ve bâliğ kimsenin, sağlığında malının tamanını veya bir bölümünü dilediği kimselere hibe etmesi câizdir. Usul ve fürûu da buna dahildir. Çoğunluk İslâm hukukçularına göre, hibe yaparken çocukları arasında eşit davranmanın müstehap olduğu, eşit davranılmadığı takdirde, hibenin mekruh olmakla birlikte geçerli olacağı kabul edilmiştir.
2. Hacr altındaki kimselerin hibe yapma ehliyeti. İslâm bilginlerinin ittifakla hacr sebebi saydığı haller şunlardır: a) Küçüklük, b) Akıl hastalığı, c) Bunaklık (ateh), d) Kölelik (rikk), e) Topluma zarar verme, f) Ölüm hastalığı. İlk üç sebepte, temyiz gücü bulunmadığı için, bunlarla kısıtlı olanlar ne kendileri ve ne de veli veya vasileri, bunların mallarında teberruda bulunamaz. Diğer yandan; sefihlik, aptallık ve borç sebebiyle hacr altına almanın hibeye engel olup olmayacağı konusunda görüş ayrılığı vardır.
Ebû Hanîfe'ye göre, sefil ve bu hükümde olan aptal (ebleh) ile borçlu kimseler hac altına alınamaz. Bunların sözlü tasarrufları ve bağışta bulunmaları geçerlidir.
Ebû Yusuf, İmam Muhammed, Şâfiî, Mâlik ve Ahmed b. Hanbel'e göre ise, sefih, aptal ve borçlu kimseler hacredilir. Mahkemece hacr karan verildikten sonra, artık bunların vakıf ve hibe gibi ivazsız tasarrufları geçerli sayılmaz (Abdulkadir Şener, İslâm Hukukunda Hacr, A.Ü.İ.F. Dergisi, C. XXI yıl; 1977, s. 345 vd.).
3. Ölüm hastasının hibede bulunma yetkisi.
Ölümle sonuçlanan ağır bir hastalığa yakalanan kimsenin kavlî tasarrufları bazı kayıt ve şartlarla geçerli olur. Bu yüzden onlar kısmen kısıtlı sayılırlar. Ezcümle; hasta iken yaptıkları vakıf, borç ikrarı ve hibe gibi yükümlülük doğuran tasarrufları, ancak mallarının I/3 ünden geçerli olur. Fazlası, vasiyette olduğu gibi tenkise tabi tutulur (es-Serahsî, XIII,101 vd.; Ali Haydar, a.g.e, II, 736, 740; Mecelle, mad., 1595).
Hibeyi Kabul Ehliyeti:
Hibe tasarrufu kabul ile tamam olur. Bunun için, lehine hibe yapılanın, hibe sırasında hayatta bulunması, akıl, bâliğ, mümeyyiz küçük veya mümeyyiz bunak durumunda olması gerekir. Bu durumda olanlar, hibeyi bizzat kabul ve kabz edebilirler. Gayri mümeyyiz küçük, akıl hastası veya bu hükümde olan bunak adına hibeyi velî veya vasileri kabul ve kabz ederler. Cenin için yapılacak vasiyet geçerli olduğu halde, hibe batıldır. Çünkü vasiyet mirasa benzer, ceninin sağ doğduğu takdirde mirasçı olacağında şüphe yoktur. Hibe ise hayatta olanlar arasında yapılan bir temliktir (Mecelle, mad. 851-853).
Hibeden Rucû (Vazgeçme):
Hibenin karşılıksız ve bir daha geri alınmamak üzere yapılması asıldır. Ancak karşılıksız yapılan hibede mal henüz bağışlananın elinde duruyorsa, yabancıya yapılmış olsa bile dönmek mümkündür. Fakat bu mekruh sayılmıştır. Hanefilerin benimsediği bu görüş, ashab-ı kiramdan Hz. Ömer, Hz. Ali, Abdullah b. Ömer, Ebû Hureyre ve Fudâle b. Ubeyd (r. anhüm)'a dayanır.
Hz. Peygamber, hibeden dönmeyi çirkin görmüş ve yukarıda (Müslim, Hibat 5) kaydettiğimiz hadisi buyurmuştur. Yukarıda isimleri zikredilen sahabeye göre, hadisteki benzetme, şer'an değil, mürüvvet ve ahlâk yönünden yapılan bir benzetmedir. Çünkü köpek, helal ve harama muhatap değildir. Burada davranışın çirkinliği belirtilmek istenmiştir (Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, A. Davudoğlu, VIII,147,148). Diğer yandan hibeden vazgeçmeye cevaz veren bazı hadisler de nakledilmiştir. Bir hadiste şöyle buyurulur: "Hibede bulunan, bir ivaz (bedel) almamışsa, hibesinden rucu edebilir" (İbn Mâce, Hibât, 6; es-Serahsî, a.g.e., XII, 48).
Hibeden rucûa engel teşkil eden Durumlar:
a) Kan hısımlığı: Biri kadın farzedildiği takdirde evlenme engeli doğacak derecede nesep hısımı olanlara yapılan hibeden dönülemez. Usul, fürû, kardeşler, kardeş çocukları, amca, hala, dayı ve teyze bu gruba girer.
b) Eşler, biri diğerine hibede bulunsa, artık dönemez.
c) İvaz verilmesi halinde hibeden dönülmez.
d) Hibe edilen malda ayrılmaz bir artış (ziyade-i muttasıla) meydana gelmesi. Bağışlanan tarla üzerine ev yapılması gibi.
e) Malın, bağışlanan kimsenin elinden çıkması. Satmak, hibe etmek, helâk veya istihlâk etmek gibi.
f) Taraflardan birinin ölümü. Buna göre, bağışlanan öldüğü takdirde, bağışlayan hibes inden dönemediği gibi, bağışlayan öldüğü takdirde de, mirasçıları bağışlanmış olan malı geri alamazlar.
Mâlikî, Şâfiî ve Hanbelî hukukçulara göre, hibeden dönmek caiz değildir. Ancak, baba çocuğuna yaptığı hibeden dönebilir. Delilleri şu hadistir: "Kişinin hibesinden dönmesi caiz değildir. Ancak çocuğuna bir şey hibe eden baba bundan müstesnadır" (Tirmizî, Büyû', 62; İbn Mâce, Hibât, 2). Hanefîler bu hadisi, hâkim kararı olmaksızın, rızaya dayanan, hibeden vazgeçme anlamında kabul ederler (el-Kâsânî, a.g.e., VI, 128-134; İbn Kudâme, el-Muğnî, VI, 296; es-Serahsî, a.g.e., XII, 54; el-Cezîrî, a.g.e., III, 417-419; Şâfiî, el-Ümm, Mısır, 132-1325, VII, 105; Abdulkadir Şener, a.g.e, s. 103-105; Mecelle, mad., 866-874).
Hamdi DÖNDÜREN
HİBENİN ŞARTLARI
1. Bağışlananın, bağışlama sırasında mevcut olması. Hanefi, Şâfiî, Ahmed b. Hanbel ve Zâhirîlere göre, hibe konusu olan şeyin, bağışlama sırasında, bağışlayanın mülkünde mevcut olması şarttır. Buna göre, bir hayvanın doğacak yavrusunu, bağın meydana gelecek üzümünü hibe etmek geçerli değildir. Ma`dûmun satışı caiz olmadığı gibi, hibesi de geçerli olmaz (el-Kâsânî, Bedâyiu`s-Sanâyi`, Mısır 1327-1328, VI,119; Ibn Âbidîn, a.g.e, IV, 782; Ibn Hazm, el-Muhallâ, Mısır 1347-1352, IX,116; M. Kadri Paşa, el-Ahkâmü`ş-Şeriyye, mad. 508; Mecelle, mad. 856).
2. Bağışlanan malın, bağışlayanın kendi mülkün olması gereklidır. Buna göre, kiracı, kiraladığı malı, âriyet alan, elindeki emânet şeyleri hibe edemez. Ayrıca hibe edilecek şeyin mütekavvim mal olması da şarttır (el-Cezîrî, a.g.e., III, 403; Mecelle, mad. 857).
3. Bağışlanacak malın belirlenmiş olması gereklidir. Taraflar arasında bir anlaşmazlığa yol açmaması için hibe edilenin, muayyen ve bilinir olması şarttır (Ibn Hazm, a.g.e., IX,116; Mecelle, mad. 858).
4. Bağışlayanın âkıl ve bâliğ olması. Bağışlayanın teberru ehliyetine sahip olması gereklidir. Bu, Mecelle`nin 859. maddesinde şöyle ifade edilir:
"Vâhibin, âkıl ve bâliğ olması şarttır binaenaleyh sağlîr (küçük), mecnûn ve ma`tuh (bunak) un hibesi sahih değildir; Amma bunlara hibe sahihtir."
5. Tarafların rızasının bulunması. Rıza bulunmaksızın cebir ve ikrah ile yapılan hibe geçerli değildir. Hata ve hile hallerinde hibe akdinin iptali istenebilir (AbdulKadir Şener, Islâm Hukukunda Hibe, Ankara 1984, s. 36).
Bir satım akdinde, icap ve kabulden sonra, satıcı, malı alıcıya teslim etmekle yükümlüdür. Hibe akdinde ise Islâm hukukçularının çoğunluğuna göre, bağışlayanın teslim zorunluluğu yoktur. Hibe bir teberru olduğu için, kabza kadar, bağışlayanın mülkiyetinden çıkmaz ve bu yüzden hibeden dönmek mümkün olur. Ebu Hanîfe, Şâfiî ve Hanbelîlere göre hibede kabz şarttır. Kabzdan önce, mücerred hibe akdi ile, mülkiyet nakledilmiş olmaz (el-Kâsânî, a.g.e, VI,115 vd.; Ibn Kudâme, a.g.e., VI, 246-248).
Şartlı ve mükellefiyetli hibe:
Bir hibe tasarrufunda, şart veya mükellefiyetin bulunmaması asıldır. Hanefilere göre, şart veya mükellefiyeti de içine alabilen ivazlı hibe başlangıç itibariyle hibe ise de, sonuç itibariyle satımdan ibarettir, bu yüzden de câizdir. Hatta Imam Züfer`e (ö. 158/775) göre, bu çeşit hibe tam olarak satım akdi hükmündedir. Şâfiî ve Mâlikîler de, bu konuda Züfer`le aynı görüştedir (es-Serahsî, el-Mebsût, Kahire 1324-1331, XII, 79; Sahnun, el-Müdevvenetü`l-Kübrâ, Kahire 1323-1324, XV, 79; Mâlik, el-Muvatta`. Kahire 1348, II, 128).
Ivaz şart koşulan hibe ile ilgili Abdullah b Abbas`tan (ö. 68/687) şöyle bir hadis nakledilir: "Hz. Peygamber`e (s.a.s) birisi bir deve hibe etmiş, o da karşılığında bir ödemede bulunduktan sonra, o şahsa razı oldun mu? diye sormuş; o şahıs, hayır deyince, onu razı edinceye kadar mukabıl ivazı arttırmıştır" (Ahmed b. Hanbel, I, 295; Abdurrezzak, el-Musannef, IX, 105). Tirmizî aynı hadisi naklettikten sonra, bedelin "altı tane genç deve" olduğunu belirtir. Ibn Hibbân`ın rivayetinde, Hz. Peygamber`in: "Vallahi Kureyş`ten veya Ensar`dan yahut Sakîf`ten olandan başka hiç. bir kimseden hibe almamak içimden geçti" dediği nakledilir (el-Askalâni, Bulûğu`l-Merâm, Terc. ve Şerh, A. Davudoğlu, Istanbul 1967, III, 191, H. no: 790/958).
Hz. Ömer`in (ö. 23/643), yapılan bir hibeye, karşılık bekleyen kimse hakkında; ya bağışladığı şey geri verilmelidir, ya da mukabıl bir ıvaz ödenmelidir, dediği nakledilir (Abdurrezzâk, a.g e., IX, 105). Yine Hz. Ömer`den şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Iyi cins bir atımı Hak yolunda tasadduk ettim. Bir süre sonra sahibi hayvana yazık etmiş. Ben onu ucuza satacağını anlayarak, Rasûlüllah (s.a.s)`a hükmünü sordum da: "Onu ne satın al, ne de sadakadan dön; Çünkü sadakasından dönen, dönüp kusmuğunu yiyen köpek gibidir" buyurdular (Müslim, Hibât, 1):
Mecelle`nin 855. maddesinde ; "Ivaz şartı ile hibe sahih ve şart muteberdir" denildikten sonra, konu şu örnekle açıklanır. Bir kimse ölünceye kadar kendisine bakmak şartıyla mülkü olan bir akan birine hibe ve teslim etse, lehine hibe yapılan kimse, bağışlayanı bakmaya razı iken, bağışlayan pişman olup hibesinden dönmekle o akarı geri alamaz.
Rucu Şartıyla Hibe:
Islâm hukukunda, bağışlanılan şeyin belirli şartlar altında, tekrar bağışlayana dönmesi şartıyla yapılacak hibe akdi tartışmalıdır. Bu çeşit hibeler "umrâ", "rukbâ" ve "süknâ" terimleriyle ifade edilir.
Bağışlanilan Şeyin Belirli Şartlar Altında Tekrar Bağışlayana Dönması
a. Umrâ: Bir evi veya yeri, birisine ömür boyu yararlanmak üzere vermektir. "Evimi filana ömrüm boyunca verdim" veya "Evimi sâna ömrüm boyunca verdim" gibi sözlerle yapılır. Cahiliye devrinde Araplar bir evi veya yeri ömür boyunca birine verir, o kimse öldükten sonra geri alırlardı. Islâmiyet bunu gerçek bir hibe sayarak, tasarrufun sürekli olarak meydana geldiğini ve lehine umrâ yapılanın mirasçılarına intikal edeceği esasını getirdi. Câbir b. Abdullâh`tan, (ö. 74/693) Hz. Peygamber (s.a.s)`ın şöyle dediği nakledilmiştir: "Bir kimse umrâ yaparsa bu, lehine umrâ yapılan şahsa ve nesline aittir, verene dönmez. Çünkü, onda artık miras cereyan etmiştir" (Müslim, Hibât, 20, 21, 22; Mâlik el-Muvatta`, II,127-128). Hz. Câbir`in şu rivayeti, şartlı umrâ`yı diğerlerinden ayırır. Câbir (r.a) şöyle demiştir: "Rasûlüllah`ın (s.a.s) cevaz verdiği umrâ; "Bu senin ve çocuklarının olsun" demekle yapılır. Fakat; "Bu mülk, yaşadığın sürece senin olsun" derse, mülk, sahibine döner. Ma`mer: "Zührî, bununla fetvâ verirdi" demiştir (Müslim, Hibât, 23). Umrâ ile ilgili hadislerin, sürekli hibeyi ifade etmesi karşısında, müctehidler görüş ayrılığına düşmüşlerdir.
Hanefi, Şâfiî, Hanbelî ve Zâhirîlere göre, umrâ câizdir. Fakat bağışlayan ölünce, tekrar sahibine geri dönmesi şartı bâtıldır. Yani, umrâ yoluyla bağışlanan mal, lehine umrâ yapılanın ölümü hâlinde, onun mirasçılarına geçer, bağışlayana veya mirasçılarına dönmez (el Merginânî, el Hidâye, Kahire 1937, III,168; Şâfıî, el-Ümm, Mısır 1321-1325, VII, 201; Ibn Hazm, el Muhallâ, Mısır 1347-1352, IX,164; Ibn Kudâme, el Muğnî, Taif, t.y., VI, 302, 308). Mâlikilere, Imam Şâfiî`nin eski bir görüşüne ve Ahmed b. Hanbel`in iki ictihadından birine göre, umrâ ve rucu` şartı sahihtir. Mâlikîlere` göre, "Bu sana ömür boyu bir bağıştır" denilmişse lehine bağışlananın ölümünden sonra mal, bağışlayana döner (Ibn Kudâme, el Muğnî, VI, 304, 307, 308). Imam Mâlik`in (ö. 179/795), şartlı umrâ`nın cevaz konusunda, Medînelilerin amelini (uygulama), âhad haber kabılinden olan Câbir hadisine tercih ettiği anlaşılmaktadır. Imam Mâlik, Kasım b. Muhammed`den (ö. 102/720) şartlı umrâ hakkında şunu nakleder: "Benim yetiştiğim insanlar, mallarında ve verdikleri şeylerde öne sürdükleri şartlara bağlı idiler". Mâlik, Medinelilerin uygulaması hakkında şöyle der: "Medîne`deki duruma göre de umrâ, bağışlayana döner. Ancak bağışlayan, bu sana ve senin nesüne umrâ`dır, demişse, o zaman durum değişir" demiştir (Mâlik, el-Muvatta`, II,127,128).
b. Rukbâ: Bir kimsenin; "Şu evimi sana rukbâ yoluyla verdim; ben senden önce ölürsem ev senin; sen benden önce ölürsen benim olacak" sözleriyle yaptığı bir bağış şeklıdır.
Ebû Hanîfe, Imam Muhammed ve Imam Mâlik`e göre, rukbâ şartıyla yapılan hibe bâtıldır. Bu şekilde verilecek mal, alan kimsenin yanında "âriyet" olarak kalır. Yani mal sahibi, malınıdilediği zaman geri alabilir. Ebû Yûsuf ve Imam Şâfiî`nin yeni ictihadına göre ise, rukbâ yoluyla hibe câizdir. Sadece şart batıldır ve hibe, umrâda olduğu gibi sürekli olarak meydana gelmiş bulunur. Mal, sahibine geri dönmez (es-Serahsî, a.g.e., XII, 89; el-Merginânî, a.g.e., III,168; Ibn Kudâme, a.g.e., IV, 311). Ebû Hanife ve Imam Muhammed; Şa`bî (ö.105/723) ve Şureyh (ö. 78/697) vasıtasıyla rivayet edilen, umrâyı caiz gören, rukbâyı ise reddeden bir hadisi delil alırlar. Ebû Yusuf ise, Câbir (r.a)`den rivayet edilen, Hz. Peygamberin hem umra`yı hem de rukbayı caiz gördüğünü bildirdiği hadisine dayanır (es-Serahsî, a.g.e., XII, 89).
c. Süknâ: Bir kimsenin, evini bir başkasına yaşadığı sürece oturmak üzere mesken olarak bağışlamasıdır. Hanefilere göre, bu çeşit bağışta mesken, mülkiyet sahibine ait olup, mesken bağışlananın elinde âriyet olarak kalır(es-Serahsî, a.g.e., XII, 89). Mâlikilere göre ise, süknâ, lehine bağış yapılan kimsenin veya neslının tüKerimesine kadar yapılmışsa, bunlar ölünce, süknâ hakkıbağışlayana veya en yakın mirasçısına döner (Sahnun, a.g.e., XV, 92). Nitekim Hz. Hafsa (ö.41/244), evini ömür boyu oturması için Zeyd b. el-Hattab`ın kızına vermiş, Zeyd`in kızı ölümü üzerine, Hafsa`nın mirasçısı olan Abdullah b. Ömer (ö. 73/692), bu evi geri almıştır. (Mâlik, el-Muvotta`, II,128, Akdiye, H.No: 45).
Ca`ferîlere göre, umrâ, rukbâ ve süknâ`da konulan şartlara tam olarak uyulması gereklidır (AbdulKadir Şener, a.g.e., s. 62).
Hibe Yapacak Kimsenin Ehliyeti:
Mümeyyiz ve reşidlerin hibe yapma ehliyeti.
Islâm hukukuna göre, hibe yapacak kimsenin teberru yapmağa mâlik olan kimselerden olması gerekir. Çünkü hibe bir teberrudur. Teberru yapamayan kimse, hibe de yapamaz. Bu yüzden küçüklerin ve akıl hastasının hibesi geçerli değildir. Tasarrufta, ivaz bulunmadığı için tamamen aleyhlerine sayılır. Yine baba, küçüğün malınıivaz şartı olmaksızın hibe etmeğe yetkili olamaz. Bu, teberruda ivaz olmadığı için, küçüğün (yetimin) malına en güzel yaklaşma sayılmaz. Âyette; "yetimin malına, rüşdüne erinceye kadar, o en güzel olanından başka bir şekilde yaklaşmayın" (el-En`âm, 6/152) buyurulur. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Bizim küçüklerimize merhamet etmeyen bizden değildir" (Tirmizî, Birr,15; Ebû Dâvud, Edeb, 58; A.b. Hanbel, I, 257). Baba, ivaz şart koşsa bile, Ebû Hanîfe ve Ebû Yusuf`a göre hibe câiz olmaz. Imam Muhammed bu durumda hibeyi geçerli sayar. Çünkü O`na göre, satışa mâlik olan, ivazlı hibeye de mâlik olur (el-Kâsânî, a.g.e., V1,118).
Mecelle`nin 859. maddesinde; "Hibe edenin âkıl ve bâliğ olması şarttır" denilir. Buna göre, âkıl ve bâliğ kimsenin, sağlığında malının tamamınıveya bir bölümünü dilediği kimselere hibe etmesi câizdir. Usul ve fürûu da buna dahildir. Çoğunluk Islâm hukukçularına göre, hibe yaparken çocukları arasında eşit davranmanın müstehap olduğu, eşit davranılmadığı takdirde, hibenin mekruh olmakla birlikte geçerli olacağı kabul edilmiştir.
Hacr altındaki kimselerin hibe yapma ehliyeti.
Islâm bilginlerinin ittifakla hacr sebebi saydığı haller şunlardır: a) Küçüklük, b) Akıl hastalığı, c) Bunaklık (ateh), d) Kölelik (rikk), e) Topluma zarar verme, f) Ölüm hastalığı. Ilk üç sebepte, temyiz gücü bulunmadığı için, bunlarla kısıtlı olanlar ne kendileri ve ne de veli veya vasileri, bunların mallarında teberruda bulunamaz. Diğer yandan; sefihlik, aptallık ve borç sebebiyle hacr altına almanın hibeye engel olup olmayacağı konusunda görüş ayrılığı vardır.
Ebû Hanîfe`ye göre, sefil ve bu hükümde olan aptal (ebleh) ile borçlu kimseler hac altına alınamaz. Bunların sözlü tasarrufları ve bağışta bulunmaları geçerlidir.
Ebû Yusuf, Imam Muhammed, Şâfiî, Mâlik ve Ahmed b. Hanbel`e göre ise, sefih, aptal ve borçlu kimseler hacredilir. Mahkemece hacr karan verildikten sonra, artık bunların vakıf ve hibe gibi ivazsız tasarrufları geçerli sayılmaz (AbdulKadir Şener, Islâm Hukukunda Hacr, A.Ü.I.F. Dergisi, C. XXI yıl; 1977, s. 345 vd.).
HİBEYİ KABUL EHLİYETİ
Hibe tasarrufu kabul ile tamam olur. Bunun için, lehine hibe yapılanın, hibe sırasında hayatta bulunması, akıl, bâliğ, mümeyyiz küçük veya mümeyyiz bunak durumunda olması gerekir. Bu durumda olanlar, hibeyi bizzat kabul ve kabz edebilirler. Gayrı mümeyyiz küçük, akıl hastası veya bu hükümde olan bunak adına hibeyi velî veya vasileri kabul ve kabz ederler. Cenin için yapılacak vasiyet geçerli olduğu halde, hibe batıldır. Çünkü vasiyet mirasa benzer, ceninin sağ doğduğu takdirde mirasçı olacağında şüphe yoktur. Hibe ise hayatta olanlar arasında yapılan bir temliktir (Mecelle, mad. 851-853).
HİÇ ÖLMEYECEKMİŞ GİBİ ÇALIŞMAK
Hemen her hutbede ve her vaazda duyduğumuz bir hadise, hocaefendinin biri "uydurmadır" demiş: Böyle meşhur bir hadisin uydurma olması mümkün müdür? Sözkonusu hadis Şöyle: "Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyan için, yarın ölecekmiş gibi de ahiretin için çalış."
"Meşhur" olan bir hadis elbette uydurma olamaz. Ama hadîs dilinde "meşhur" deyince Rasulülah (sav)`tan itibaren her devirde en az üç ravinin rivayet etmiş olduğu hadis anlaşılır.(bk. Abdullah AYDINLI, Hadis Istilahları Sözügü 97) Sizin meşhur dediğiniz, halk arasında yaygın anlamındadır. Aslında uydurma olan bir söz, sonradan halk arasında yaygın, yani meşhur hale gelebilir: Bu onun "sahih" olduğunu göstermez.Önce bu "söz" altı değil, meşhur dokuz hadis kitabında da yoktur. Beyhakî ve Ibn Kuteybe zayıf senetlerle rivayet etmişlerdir.
“Hiç ölmeyeceğini zanneden biri gibi çalış, yarın ölecek biri gibi de tedbirli ol.” (Câmiu’s-Sagîr, 2:12, Hadis No:1201.) şeklinde zayıf bir rivayette vardır.
Bu Hadis, insanları dünyaya teşvik etmek, dünya ve ahiret dengesi kurmak ve ahirete her an hazır olmayı ahtırlatmak içindir. Bu anlamda değerlendirilirse bir sakıncası olmaz. Ancak ahiret hiç dikkate alınmadan sadece dünyaya daha çok çalışmak için söylenirse asla doğru olmaz.
HIDRELLEZ
Hızır ve Ilyas (a.s)`ın her bahar başlangıcında buluştuklarına inanılan milâdi 6 Mayıs, Rumî 23 Nisan`a rastlayan güne verilen isim. Söz konusu günde Hızır ve Ilyas (a.s)`ın buluşarak sohbet ederler ve bu günlerde vakitlerini Allah yolunda olmanın ve birlikteliklerinin verdiği sevinçle kuvvet bulurlardı. Hızır (a.s)`ın Allah`ın lütfu ile dolaştığı yerde yeşillikler çıkar ve çorak yerler çiçeklere bezenirdi. Işte bu olaya dayanarak, halk zamanla bu günlerde buluşup Hızır ve Ilyas (a.s) ın geleneğini sürdürmek amacıyla özel anda ve dua günleri tertib eder olmuşlar.
Hızır, Hıdır yahut Hadır Arapça bir kelime olup, yeşillik mânasına gelmektedir (Tecrîd-i sarîh Tercümesi, IX,144). Islâm âlimlerinin çoğuna göre Kur`ân-ı Kerîm`in Kehf sûresinde geçen Salih adam kıssasından Hızır (a.s)`ın anlaşıldığı ve onun Peygamber olduğu görüşü müfessirlerin bazılarının tercih ettiği bir görüştür (Ibn Kesîr, Tefsir, V,179; el-Kehf,18/65). Ancak bazı âlimler tarafından da Nebî değil Velî olduğu görüşü ileri sürülmektedir (Tecridî Sarîh tercümesi, IX, 145). Ebû Hureyre (r.a)`den nakledildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.s), Hızır (a.s)`a Hızır denmesinin sebebini izah ederken; "Hızır otsuz kuru bir yere oturduğunda ansızın o otsuz yer yeşillenerek hemen dalgalanırdı"buyurmaktadır (Tecrîdî Sarıh tercümesi, IX, 144).
Hızır (a.s) Kur`ân-ı Kerîm`in Kehf suresinde "Kullarımdan birisi..." şeklinde sabit olmuştur. Veli olduğunu dahi kabul etsek, "Ikinci Tabaka-i Hayatta bulunmaktadır. Bu mertebede aynı anda çok yerde bulunmak mümkündür."
Ilyas (a.s) Israiloğulları Peygamberlerinden olup Kur`ân-ı Kerîm`de ismi geçen ve Tevrat`ta "Elia" diye zikrolunan Peygamberdir. M.Ö. IX. asırda yaşadığı ve daha sonra zamanın hükümdarları ile çok mücadele ettiği, çoğu zaman mağaralarda yaşadığı kaydedilmektedir.
Hz. Ilyas (a.s) yada "Ilyasîn" şeklinde ismi zikredilen (es-Sâffât, 37/130). Peygamberliği bildirilen "Hiç Şüphe yok ki Ilyas gönderilen Peygamberlerdendir" (es-Sâffât, 37/123), şeklinde hitab edilen Ilyas (a.s.) Israiloğullarına Allah`ın elçisi olarak gittiğinde onlar "Ba`l" adında dört cepheli put`a tapıyorlardı. Hz. Ilyas`ın bütün gayretlerine rağmen Israiloğulları bu puta tapınmaktan vazgeçmemiş Hz. Ilyas`ın Peygamberliğini yalanlayarak (es-Saffât, 37/ 124). Onu ülkeleri olan Ba`lbak`ten çıkarmışlardı. Fakat Allah`ın gazabı bunların üzerine geldiğinde pişman olmuşlar ve Ilyas (a.s)`ı geri çağırmışlardı. Ancak tekrar nankörlük etmişler, bunun üzerine Ilyas (a.s) oradan uzaklaşmıştır.
Ilyas (a.s)`ın Israiloğullarından ayrılması Hızır (a.s) ile buluşması gerçekleşti. Bu buluşma "Hızır Ilyas" iken sonradan Hıdrellez şeklinde değiştirilmiştir.
Bazı konular halk örfünde kabuk bağlayıp özünden uzaklaşır duruma girebilmektedir. Mayıs ayının başında kutlanan Hıdırellez bayramında da böyle bir kabuk bağlama durumu söz konusudur. Olayın aslını şöyle ifade edebiliriz:
Hazret–i Musa aleyhisselam zamanında hükümdarın birinin temiz niyetli bir oğlu kendini dine verir, dinî hayat yaşayıp dinî hizmetlerle hayatını değerlendirmek ister. Babasının hükümdarlığı, makamı, mevkii onu tatmin etmez. Hükümdar oğlunun kendini dinî hizmetlere adaması, çevrenin irşadına yönelmesi Rabb'imizin de hoşuna gider. Ona kerametler ihsan eder. Bu sebeple bu genç irşat için gezerken uğradığı çorak araziler yeşillenmeye başlar. Kupkuru çöllerin yemyeşil hale gelişi, oradan hükümdarın oğlunun geçtiğini göstermiş olur.
Arapça da yeşilin bir adı da (hazr) olduğundan çorak yerlerin yeşillendiğini gören halk buradan Hızır geçmiştir diyerek Hızır ismini meşhurlaştırmaya başlarlar. Bir ara bu genç, zamanın peygamberi İlyas aleyhisselamla da buluşur. Böylece İlyas aleyhisselamla buluştuğu güne halk Hızır–İlyas buluşma günü olarak isim verirler. Sonraları bu isim yuvarlanarak Hıdırellez şekline dönüşür. Tıpkı hoca merhumun, oğlunuzun adını Eyyüb koyarsanız dikkat edin, sora söylene söylene ip kalır, sözündeki gibi, Hızır ile İlyas da Hıdırellez olup çıkar..
Hızır’ın aslında geçtiği yerleri yeşillendiren bir veli mi, yoksa ayrıca bir de peygamber mi olduğu konusunda çeşitli rivayetler vardır. Fakat gerçek olan odur ki, velilerin hayatını yaşamakta olan Hızır aleyhisselam, beş çeşit hayat derecesinin ikinci derecesinde yaşamaktadır. Bu derecedeki hayat bizim gibi maddi şartlarla bağlı değildir. Bir anda birçok yerlerde farklı görüntülerle bulunabilir.
Bu yüzden halk arasında da Hızır aleyhisselam erişmiştir imdadına diye de söylentiler yayılmaktadır..
Bazen Hızır makamına çıkıp da Hızır’dan ders alan velilerin de olduğu, bunların Hızır gibi darda kalanların imdadına koştuğu, bu yüzden de onların da Hızır'ın kendisi sanıldığı anlaşılmaktadır.
Bediüzzaman Hazretleri'nin Mektubat’ında bu konudaki soru cevapta, Hızır aleyhisselam hayattadır, ancak onun hayatı ikinci derecede hayat olduğundan birçok alimler hayatta olmadığını düşünmektedir, şeklinde bilgi vardır.
Hızır–İlyas buluşma günü olarak bildiğimiz altı mayıs Hıdırellez bayramına bu bilgi ve ilgi bakılırsa herhalde gerçeğe daha yakın bir bakışla bakılma ve kutlama söz konusu olur.
Bugüne ait ateş yakılıp üzerinden atlanılması, oyuncak evler yapıp gerçeğine kavuşulacağının düşünülmesi.. gibi âdetler halkın iyilik temennilerinden ibaret arzulardan sayılırlar. Kesinlik arz eden gerçekler olarak kabul edilmezler ve islami değildir.
HİLÂFET
Allah'ın hâkimiyet hakkının bir tecellisi olarak Islâm hükümlerini uygulamaya koymaktan sorumlu makamının adı.
Islam yönetiminin hem teorik hem de pratik açıdan kendine özgü olan bu makam genellikle "halifelik" veya "hilâfet" diye adlandırılmaktadır. Bu makama gelebilmek için belirli özelliklere sahip olmanın yanında, belirli yoldan o makama gelmiş olmak da gerekir.
Hilâfet, kelime anlamıyla, başkası nın yerine onun adına görev yapmak veya tasarruflarda bulunmak demektir (Ibn Teymiyye Mecmuu'l-Fetava, XXXV, 43; el-Kettânî, et-Terâtibu'l-Idâriyye, I, 2). Halife ise, başkası tarafından kendi adına iş görmek üzere görevlendirilen kişiye denir (Ibn Hazm, el-Fisal, IV, 107). Başkasının adına görev yapmanın veya tasarruflarda bulunmanın ise birkaç nedeni vardır. Ya yerine görev yapılan kimsenin acız olması sözkonusudur. veya halife olarak tayın edilen kimsenin değerini yükseltme amacı güdülmüştür (Rağıb el-Isfahânî, el-Müfredât fi Garîbi'l-Kur'an, s. 156). Yerine görev yapılan kimsenin hazır olmaması ya da ölümü durumunda hilafet, Hz. Peygamber (s.a.s.)'in risalet dışında kalan görevlerini yüklenmek demektir.
Islâm hukukçuları "hilâfet" terimini, genellikle Hz. Peygamber (s.a.s)'in yerine geçmek anlamına kullanmışlardır. "Gerçekte hilâfet, şeriatı Allah'tan tebliğ eden Peygamber'in yerine geçip dini korumak ve dünya işlerini de düzene sokmak" (Ibn Haldun, Mukaddime, 191) demektir; en yüksek başkanlık ve amme velayetidir; dini koruma ve dünya işlerini düzenleme makamıdır. Bu makama getirilene halife adı verilir.
Bu makama geçen, toplumu sevk ve idarede Hz. Peygamber'e halef olmuştur. Bu nedenle "Peygamber'in halifesi" demekte sakınca görülmemiştir. Fakat genellikle yalnızca "halife" demekle yetinilir. Hz. Peygamber'in hadislerinde "hilâfet" ve onunla aynı kökten türeyen kelimeler, yerine göre terim anlamıyla, yerine göre kelime anlamıyla kullanılmış bulunuyor (Buhârî, Meğâzi, 37; Ahkâm, 43; Müslim, Hacc, 425; Imâre, 61; Ebu Dâvûd, Cihâd, 72; Tirmizî, Deavât, 41, 46; Nesâî, Istiâze, 43 vs).
Halife'ye "Allah'ın halifesi" demenin câiz olduğunu söyleyenler: "O, sizi yeryüzünün halifeleri yapandır" (el-Enam, 6/165) anlamındaki ayeti delil gösterirler. Bunun caiz olmadığını söyleyenler de Hz: Ebu Bekir (r.a.)'ın kendisine Allah'ın halîfesi denilmesine müsaade etmedığını söylerler (el-Maverdî, el-Ahkâmû's-Sultâniyye, Çev, A. Şafak, s. 19; el-Ferra, el-Ahkamû's-Sultaniyye, s. 27; Ibn Haldun aynı yer; Ibn Teymiyye, a.g.e., XXXV, 44-5).
Ilâhî emirler gözönünde bulundurulmadan kurulan yönetimlere hiçbir zaman "hilâfet" adı layık görülemez. "O, sizi yeryüzünde halifeler yapandır. Artık kim küfrederse küfrü kendi zararınadır. Kâfirlerin küfrü kendilerine Rableri katında şiddetli buğzdan başka birşey artırmaz. Kafirlerin küfrü kendilerine hüsrandan başka birşey artırmaz" (el Fatır, 35/39).
"Allah, içinizden iman edip de güzel amelde bulunanlara yeminle vâdetti ki, kendilerinden evvel gelenleri (kafirlerin yerine) nasıl halife yaptı ise, onları da muhakkak (müşriklerin yerine geçirip halife kılacak; onlara kendileri için beğendiği dini (Islâm'ı) herhalde payıdar kılacak; onların korkularını güvenliğe çevirecektir. Ta ki onlar bu güvenlik içinde bana ibadet etsinler bana hiçbir şeyi ortak tutmasınlar. Kim bundan sonra nankörlük ederse artık onlar fâsıkların ta kendileridir" (en-nur, 24/55).
Demek ki asıl önemli olan, bu yüce makamın gereklerinin yerine getirilmesidir. Bunlar da Allah'ın hükümlerini mutlak ölçü kabul etmek; sâlih amel işlemek ve Allah'a karşı gelmemek, küfre sapmamaktır.
Halifelik makamına geçen kimse için "halife" adı kadar kullanılmış ikinci bir unvan daha vardır ki, o da: "Imam"dır. Imam, sözüne veya davranışlarına uyulan kimse demektir (Râğıb, a.g.e., 24).
Imamet de terim olarak: "Dinî, dünyevî ve her konuda en yüksek başkanlık demektir" (el-Cürcânî, Şerhu'l-Mevâkıf, 602; M. E. Zehra, Mevzu'atu'l-Fıkh, I, "Al" mad., 3. kısım; Elmalılı, I, 491). Ancak bunun yerine halifelik kavramının kullanılmasının daha tercih edilir bir adlandırma olduğu da belirtilmiştir (el-Cürcânî a.g.e., aynı yer). Bu makamı işgal edene halîfe veya Imam denmesinin nedenlerine gelince:
Ilk halifenin Rasûlullah (s.a.s)'den sonra gelip risalet dışında kalan görevleri yerine getirme hususunda onun yerini almış olması; asıl hâkim Allah olduğundan, O'nun yeryüzündeki hakimiyetini temsil etmesi ve bu temsilini (hilafet) görevi bütün mü'minlere yöneltilmiş bulunduğundan, (bk. el En'am, 6/165) mü'minlerin onu seçimle ve akidle bu makama getirmeleri dolayısıyla, Islâm devleti başkanına hafife adı verilir. Ona "Imam" denmesinin nedeni ise; Islâm devlet başkanının namaz kıldıran imama benzetilmiş olmasındandır. Imamın arkasında namaz kılan cemaatin imama uymaları nasıl bir zorunluluk ise,toplumun da aynı şekilde devlet başkanına itaat etmesi gerekir. Bu nedenle devlet başkanlığına: "el-Imâmetü'l-Kübrâ" veya "el-Imâmetü'l-Uzmâ" (büyük imamlık) da denilir. Aslında Islâm devlet başkanım belirli bir isimle adlandırma zorunluluğu yoktur. Ona verilen isimden çok onun işgal ettiği makamın özellikleri ve bunların yitirilmesi önemlidir.
Islâm yönetimini kastederek "hilâfet" ile birlikte "meliklik" ve "saltanat" terimlerinin de kullanıldığını görmek mümkündür.
Meliklik genellikle, babadan oğula geçen yöneticilik anlamı,na kullanılmıştır. Bu nedenle Islâm'da meliklik -bu anlamıyla- söz konusu değildir. Bu anlamıyla meliklik, Israiloğullarının yönetimlerinde görülmüştür. Bunu da Kur'an-ı Kerim'in bazı ayetlerinden anlamaktayız. (bk. el-Maide, 5/20; el Bakara, 2/247; Sad, 38, 35)... (Konu ile ilgili daha etraflı âçıklamalar için bak. Ibn Teymiyye Mecmu'ul-Fetava, XXXV. 33 vd.).
Hz. Ömer (r.a) bir gün Selmân (r.a)'a: "Ben melik miyim, halife miyim? diye sorar. Selmân da: "Eğer sen müslümanlardan bir dirhem veya daha az bir miktar toplayacak ve bunu hakkıolmayan bir yere harcıyacak olursan, sen meliksin, halife değilsin" der. Haksız tasarrufları yanında melikin insanları zora koştuğu da bildirilmiştir. Bu bakımdan Hz. Ömer'e etrafında bulunanlar: "Hamd olsun ki sen melik değilsin" demişlerdir (Ibn Sa'd, Tabakat, III, 306-7; el-Kettânî, a.g.e., I, 13; Kandehlevî, Hadislerle Müslümanlık, II, 632). Abdullah b. Ömer (r.a) de ümmetin topluca bey'at etmediği kimseye halife demenin doğru olamayacağını bildirmiştir (Tecrid-i Sarıh Tercümesi, VII,175).
HİLAFET NE DEMEKTİR?
Allah`ın emirlerini uygulayıp, yasaklarından menetmek, zulm ve anarşinin doğuşuna meydan vermemek hak ve adaleti ayakta tutmak için bir lider lazımdır. İslam dininde buna Halife veya imam denilir. Hilafet de onun vasfıdır. İslam dininde hilafetin büyük bir yeri vardır. Bunun için Peygamber (sav) vefat ettiğinde defn edilmeden evvel ashab-ı kiram bir halife tayin etmek için çalışmaya başladılar. Ancak Hz. Ebubekir`i halife seçtikten sonra defn işine döndüler. Halife olmanın şartları şunlardır:
1- Müslüman olmak. Yahudi, hıristiyan, putperest ve mürted gibi kimseler halife olmaz.
2- Mükellef olmak Akil ve baliğ olmayan kimse halife olamaz. Saltanat ve krallık ile idare edilen memleketlerde Sultan veya kral vefat ederse veliyyülahd çocuk da olsa yerine geçer. İslam dini böyle bir şeye yer vermemiştir.
3- Erkek olmak. Kadın, zayıf olup, hamilelik, doğum, hayz ve nifas gibi hallere maruz kaldığından vazifesinin gereğini yapmayacağından Halife olarak tayin edilemez. Peygamber (sav) şöyle buyuruyor: "Başına bir kadın getiren bir toplum felah bulamaz."
4- Müctehid olmak. Çünkü Peygamberin (sav) irtihalinden sonra vahiy gelmeyeceğine göre müçtehid olmazsa Kur`an ve sünnette yer almayan yeni olayların cevabını bulamaz.
5- Cesur olmak.
6- İleri görüşlü olmak. Yani müslümanların işini tedvir edebilecek kadar yeterli olmak.
7- Azaları sağlam olmak. Yani,a`ma, dilsiz ve sağır olmamak. Çünkü böyle olduğu takdirde tam anlamıyla görevini yapamaz.
8- Adil olmak. Yani Allah`ın emirlerine imtisal edip nehiylerinden sakınmak.
HİLÂFETİN MÜDDETİ
Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurur: "Hilâfet, ümmetim arasında otuz yıl devam edecektir. Bundan sonra melikliğe denilecektir." Bu da şöyle yorumlanmıştır: "Ebubekir`in halifeliği iki yıl, Ömer`in on, Osman`ın on iki, Ali`nin altı yıllık halifelik sürelerinin toplamı, otuz yıl etmektedir" (Ebu Davud, Sünne, 8: Tirmizî, Fiten, 49)
et-Taftâzânî aynı hadise dayanarak Muaviye`nin ve ondan sonra gelenlerin halife sayılamayacaklarını, bunların emir veya hükümdar (kral) olabileceklerini söylemekle birlikte, bunun mutlak bir ölçü olamayacağını da belirtir.
Çünkü Ömer b. Abdülazız gibi bazı kimselerin Raşid halifelerin yolunu izledikleri açıktır. Dolayısıyla hadisle anlatılmak istenen şey, kâmil bir halifeliğin bazen olacağı, bazan da bulunmayacağı hususudur. (et-Taftâzânî, Şerhu`l-Akâid, s. 180).
HİLAL MESELESİNİN SIK SIK GÜNDEME GELMESİNİN SEBEPLERİ NELERDİR?
Bir müslüman yaşadığı ülkede Şaban ayının yirmi dokuzuncu günü hilal görürse ertesi gün ramazan olduğunu anlar oruç tutar. Hilali görmezse Şaban ayını otuz olarak sayar ve sonra ramazana başlar. Aynı şekilde ramazanın yirmi dokuzuncu günü hilali görürse ertesi gün bayram günüdür, oruç tutmaz. Eğer görmezse ramazanın sayısını otuz kabul eder, bir gün daha oruç tutar sonra bayram yapar.
Türkiye’de uygulanan takvim, bu konuda en doğru takvimdir. Bunun doğruluğu gözlemlerle de doğrulanmaktadır. Bu takvim, bütün dünyada Ramazan ve bayram vakitlerinde birlik sağlanması için oluşturulan uluslararası komisyon tarafından hazırlanmıştır. Buna uyulursa doğrusu yapılmış olur.
HÎLE
Aldatacak tarz ve tedbir. Sahtekarlık, düzenbazlık.
Başkasını kurnazca hareket ve fiilleriyle aldatmak. Alış-verişlerde hîleden maksat, bir kimseyi söz, fiil ve davranışlarıyla etkileyerek, satım akdinin onun yararına olduğunu telkin etmek ve onu piyasa fiyatının dışında bir satış bedeli ödemeye razı etmektir. Hîle, ayet ve hadislerle yasaklanmıştır.
Kur`ân-ı Kerîm`de şöyle buyurulur: "Ey iman edenler, Allah`a ve Peygambere hâinlik etmeyin. Kendiniz bilip dururken emânetlerinize de hâinlik etmeyiniz" (el-Enfâl, 8/27). Ebû Hureyre (ö. 57/676)`den rivâyete göre, Hz. Peygamber bir gün pazar yerinden geçerken elini bir hububât yığınının içine sokmuş, altının ıslak olduğunu görünce satıcıya sebebini sormuştur. Satıcı yağan yağmurun ıslattığını bildirince, Allah`ın elçisi şöyle buyurmuştur: "Bu ıslaklığı herkesin görmesi için hububatın üzerine çıkarman gerekmez miydi? Hîle yapan, bizi aldatan benden değildir" (Müslim, Iman, 164; Ebû Davud, Büyû`, 50; Tirmizî, Büyû`, 72).
Bu hadis alış-verişte hile yapmanın yasak olduğunu gösterir.
Satılan malda ayıp varsa, satıcının bunu müşteriye açıklaması gerekir. Ticaret örfünde, satılacak malın kıymetini ve dolayısıyla satış bedelini azaltan kusurlara "ayıp" denir (Ali Haydar, Düraru`l Hukkâm Şerhu Mecelleti`l-Ahkâm, I, 554 vd.; Mecelle, mad., 338).
Hadis-i şerifte şöyle buyurulur:
"Satıcı doğru söyler ve sattığı şeyin ayıbını açıkça beyan ederse, satışı bereketli olur. Yalan söyler ve sattığı malın ayıbını gizlerse, satışın bereketi yok olur" (Buhârî).
Cenâb-ı Allah şöyle buyurur: "Ey iman edenler, birbirinizin mallarını bâtıl yollarla yemeyiniz. Bu mallar, sizden karşılıklı rızaya dayanan bir ticaret yoluyla olursa bu müstesnâdır" (en-Nisâ, 4/29). "Azap olsun, ölçü de tartıda noksanlık edenlere. Onlar insanlardan ölçüp aldıkları zaman tam olarak alırlar; fakat insanlara verilmek üzere ölçtükleri veya onlara tarttıkları zaman eksiltirler" (el-Mutaffifın, 83/1, 2, 3). "Ölçüyü ve tartıyı doğru yapın. Biz insana ancak gücünün yeteceği kadarını yükleriz" (el-En`âm, 6/ 152).
"Ölçüyü tam yapın, eksiltenlerden olmayın, doğru terazı ile tartın. Insanların hakkını azaltmayın. Yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın"(eş-Şuarâ, 26/181-183).
Bu ve benzeri âyet ve hadisler müslümanın bütün iş ve muâmelelerinde doğru hareket etmesini hîle ve hud`adan uzak durmasını bildirmektedir.
Allah Rasûlü özellikle ticaret yapanlara bu konuda şu tavsiyede bulunmuştur: "Bu tüccarlar topluluğu, alış-verişe boş söz ve yalan yere yemin çokça karıştığı için bunu sadakalarınızla telâfi ediniz" (Ebû Dâvud, Büyû`, 1).
Hîle, ya sözle veya fiille karşı tarafı etkilemek suretiyle vuku bulur. Sözlü hile; tarafların birbirini etkilemek ve akde razı etmek için, bir takım aldatıcı ve yanıltıcı sözler konuşmasıdır. Amaç, ayıplı bir malı, müşteriye ayıpsız gibi satmak veya normalın üstünde bir fiyatla satışı gerçekleştirmektir. Meselâ, satılan malı mevcut olmayan sıfatlarla övmek, malın kusurunu giilemek, üçüncü bir kişi aracılığı ile fiyatın yükselmesini sağlamak bunlar arasındadır (Abdülkerîm Zeydan, Islâm Hukukuna Giriş, Terc. Ali Şafak, Istanbul (t.y), s. 521). Fiilî hile ise; taraflardan birisinin diğerini etkilemek ve alış verişe razı etmek için birtakım hîleli hareketler yapmasıdır. Meselâ; kalitesi düşük bir mala, aynı cins fakat kalitesi yüksek bir malın damgasını vurmak; kalan değeri yüksek olan kömüre düşük kalitelisini karıştırmak; sütsüz ineğin memelerini bağlayarak süt biriktirmek ve alıcıya çok süt varmış gibi göstermek (Buhârî, Büyû`, 64) ve böylece normal fiyatının üstünde fâhiş gabn * derecesinde bir satış bedeli ile satmak gibi hilelerdir. Günlük hayatta buna benzer pek çok hile ve aldatma çeşitleri görülmektedir.
Işte, Islâm bütün hîle ve aldatmaları yasaklamış, müslümanın özünün ve sözünün bir olmasını istemiştir. Bütün namazların her rek`atında okunan Fâtiha suresinde "Ey-Rabbimiz, bizi dosdoğru yola ilet" (el-Fatiha, 1/6) dûasının tekrar edilmesi toplumu en doğruya, en güzele ulaştırma amacına yöneliktir.
HİLE-İ ŞER`İYYE
Hîle, çözüm, çare, beceriklilik demektir. Çıkış yolu anlamına gelen mahrec ve çoğulu mehâric de hîlenin eş anlamlısı olarak kullanılır. Hîle-i şer`iyye; amel ve tasarrufları şekil ve dış görünüş bakımından fıkha uygun düşürmek, İslâm`da yasak olan hususları görünüşte meşrû olarak yapabilmek için bulunan yollar, çâreler, çıkış noktaları demektir. Karşılaşılan güçlüğü çözmeye çalışırken başvurulan muâmeleye "muâmele-i şer`iyye", bu işlem sonucu kazanç elde edilmişse, buna da "ribh-i şer`î" denir. Meşrû kâr demektir.
Hîle prensibi ilk Hanefî müctehidlerince İslâm hukukunu yürüyen hayatla uyumlu hâle getirmek, zarûret yoluyla haramların mübah sayılmasını azaltmak, insanların apaçık şer`î kaideleri çiğnemesini önlemek gibi güzel amaçlar için kullanılmış ve daha çok yemin, talâk (boşanma) gibi konularda uygulanmıştır. Ancak bu kaide zamanla çığırından çıkmış "kanuna karşı hile yapmak" şekline dönüşmüştür.
İmam Muhammed, muâmele-i şer`iyyeye "iyne" adım vermiştir. Bu yüzden iyne satışını açıklığa kavuşturmak hîle-i şer`iyyeyi anlamaya yardımcı olur. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Însanlar dinar ve dirhemlerin peşine düşer, iyne satışı yapar, hayvancılık yapar ve Allah yolunda cihadı terkederlerse, Allah onlara bir belâ indirir ve bu belâyı yeniden dinlerine dönünceye kadar da kaldırmaz" (Ebû Dâvud, Büyû`, 54; Melâhim,10; Ahmed b. Hanbel, II, 42).
İyne satışı, ödünç para isteyen bir kimseye bir malını veresiye bir bedelle satmak, aynı malı daha az peşin bir bedelle geri almaktır. Bu konudaki bir uygulama örneğini Ebu`l-âli`ye Hz.Âişe`den şöyle nakleder: "Zeyd b. Erkam (ö. 66/689)`ın ümmü veledi olan bir kadın O`na dedi ki: Ey mü`minlerin annesi, Zeyd`e veresiye sekizyüç dirheme bir köle sattım. Sonra onu ondan altıyüz dirheme peşin satın aldım. Hz. Aişe şöyle dedi: Ne kötü bir satım, ne kötü bir alım yaptın. Zeyd`e şunu bildir ki, eğer tevbe etmezse Rasûlullah (s.a.s) ile yaptığı cihadın sevabım kaybetmiş olur. Kadın dedi ki; "Satışı bozup, altı yüze geri alsan olmaz mı?" "tabii, kime Rabbinden bir öğüt gelir de faizden vazgeçerse, önceden verdiği kendinindir" (el-Bakara, 2/275) (Ahmet b. Hanbel, IV,180; el-Kâsâni, Bedâyiu`s-Sanâyi`, V, 198, 199; Vehbe ez-Zühaylî, el-Fıkhu`l-İslâmî ve Edilletühu, Dimaşk 1984, IV, 469).
Şâfiîler dışında İslâm hukukçularının büyük çoğunluğu iyne satışını geçersiz saymışlardır. Çünkü bu fâize götürür. Hanefîlerden Ebû Yusuf ise "iyne câizdir ve sevabı vardır. Sevabının olması haramdan kaçınmayı sağladığı içindir" (Kâdîhân, II, 244, 245) demiştir. İmam Muhammed ise, iyne satışını faizcilerin uydurduğunu ve bu akde kalben razı olamadığını söyler (İbnü`l-hümâm, Fethu`l-kadîr, V, 207, 208; İbn Âbidîn, a.g.e., IV, 244).
Muâmele-i Şer`iyyesiz alınacak bir kâr mutlaka haramdır. Fakat muâmele-i şer`iyye suretinde İmam Ebû Yusuf`a göre riba kalkar kâr câiz olur. Bu bir şer`î kurtuluş yoludur. Çünkü yetimin veya vakfın malını velî veya mütevellî bir kimseye kârsız (ribhsiz) karz olarak veremez, fâiz alması ise haramdır. O halde meşrû bir alım-satım akdi vasıtasiyle bunların menfaatleri sağlanmış olur. Artık bu muâmeleyi gayr-i meşrû bir hiyle olarak kabul etmek doğru değildir" (Ö. N. Bilmen, Istılahat-ı Fıkhıyye Kamusu, İstanbul 1969, V, 47-48). Ö. N. Bilmen, diğer borçlar konusunda farklı sonuca ulaşır ve şöyle der:
"Ödünç para alanın üzerine, muâmele-i şer`iyye ile bir kâr (ribh) yüklemek sahih ise de, fakihlerin büyük çoğunluğuna göre kerâhetten uzak değildir. İbnü`l-Hümâm Fethu`l Kadîr`de şöyle der: Böyle bir işlemde kerâhet yoktur. Şu kadar var ki, bu tercihe şayan değildir. Çünkü bundan karz-ı hasen suretiyle yapılacak bir iyilikten yüz çevirme vardır (Ö. N. Bilmen, a.g.e., VI, 100, 101).
Hanefilerde genel olarak muâmele-i şer`iyye faiz sayılmayarak câiz görülmüş, dolayısıyla uygulama bu şekilde olmuş, fetvalar ile hükümler bu yolda verilegelmiştir. Osmanlı sultanları hâkim ve müftîlerin, Hanefi mezhebinde sahih görülen görüşlerle hüküm ve fetvâ vermelerini emretmiştir (Ali Haydar, Dürarü`l-Hükkâm Şerhu Mecelleti`l-Ahkâm, IV, 696-700, İstanbul 1330). Bunun bir sonucu olarak Belh fakîhleri; "Zamanımızda iyne usulüne göre yapıları alış-veriş, çarşılarımızda yapılmakta olan alışverişlerden hayırlıdır" demişlerdir.
Ancak hîle-i şer`iyye açıkça veya gizlice fâizli işleme yol açmamalıdır. Mecelle`de de yer aldığı gibi "akitlerde itibar lafza değil mânâyadır". Diğer yandan, alacaklıya menfaat sağlayan borç akdinin, bütün mezheplerce fâiz sayılarak yasaklandığı görülür (Abdurrahman b. Süleyman (Damad) Mecmau`l Enhur, İstanbul 1301, II, 303). Bu yüzden yapılan akit gerçekçi olmalı, yapmacık olmamalıdır. Amellerin niyetlere göre olduğu âyet ve mütevatir hadîslerle sâbittir. Bu hüküm amellerin âhiretteki durumu ile ilgili görülse bile, akitlerde tarafların gerçek niyet, maksat ve iradelerini araştırmaya bir engel yoktur. Meselâ, bir kimse ödünç olarak 1000 gram altın verip, yıl sonunda 1300 gram olarak geri alsa, bu işlem, bir İslâm ülkesinde fâiz sayılacaktır. Bunun yerine evini 1000 gr. altın karşılığında satıp, bir yıl sonra 1300 gr. altına geri alsa, bu bir alım satım muamelesi olur. 300 gr. fazlalık kârdır. Ancak alım-satım faizi gizlemek için yapılmışsa o zaman muvazaalı bir akit sözkonusu olur. Böyle bir durumda Ebû Hanîfe ve İmam Şâfiî`ye göre dışa karşı açıkça yapılan satım akdi geçerli sayılır. Meselâ; evi alan, artık bir yıl sonra tekrar geri satmaya zorlanamaz. İmam Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed`e göre ise tarafların gerçek iradesi araştırılır. Gerçek irade satım akdi ise ona göre, fâiz alıp-vermek ise, buna göre işlem yapılır (el-Mavsılî, el-İhtiyar Li Ta`lîli`l-muhtâr, II, 21; ez-Zühaylî, el-Fıkhu`l-İslâmî, I, 171). Kanun boşluklarından yararlanarak, kanuna karşı hîle yapmak isteyenler her devirde olmuştur. Hükümlerin amaçlarından ve özünden uzaklaşmamak için akitlerde gerçek iradeyi araştırmak veya Ebû Hanîfe`nin dediği gibi dış görünüşe (âhire) göre hükmetmek gerekir. Bu taktirde hîle-i şer`iyyelerin önüne geçilebilir veya bu konuda tarafların muvâzaalı akit değil de gerçek akitler yapması sağlanabilir.
Bize kadar ulaşan hîle ve mehâric kitapları daha çok Hanefi ve Şâfiîlere aittir.
İmam Muhammed (ö.189/805)`in el-Hiyel ve`l Mehâric`ini el Hâkim eş-Şehîd özetlemiş, İmam Serahsî de bunu şerhetmiştir. el-Hiyel`in iki ayn rivâyeti Sahabe tarafından " el Mehâric fi-Hiyel" adıyle neşredilmiştir (Leipzig, 1930).
el-Hassâf, Alî b. Muhammed en-Nehaî ve Sad b. A es-Semerkandî gibi fakihlerin de müstakil "el Hiyel" kitapları vardır. Diğer bir takım fıkıh ve fetvâ kitaplarında da hiyel için fasıllar açılmıştır.
Şâfiîlerden Gazâlî ve İbn Ziyad gibi âlimler hiyele cephe almışlarsa da, İbn Hacer, Fetâvâ`sında bunlara karşı çıkmış ve uygulamayı hiyelin lehine çevirmiştir.
HIRSIZLIK CEZASI (HADD-I SIRKAT)
"Akıllı ve ergin (baliğ) bir kimsenin nisab miktarı bir malı bulunduğu yerden çalması"na hırsızlık denir. Cezası Kur`ân-ı Kerîm`de bildirilmiştir: "Hırsızlık eden erkek ve kadının, yaptıklarına karşılık Allah`tan bir ceza olarak ellerini kesin! Allah daima üstündür, hikmet sahibidir" (el-Mâide, 5/38).
El kesme cezasının tatbik edilebilmesi için iki âdil şahidin şahitlik yapması ve hakimin de sorgulaması (muhakemesi) neticesinde suçun sabit olduğuna kanaat getirmesi gerekir. Hakim şahitlere sırasıyla:
Hırsızlığın mahiyetini, çalınan malın cinsini, kıymetini, nasıl çalındığını, hırsızlık yerini, hırsızlığın ne zaman yapıldığını, malı çalan şahsın kim olduğunu sorar.
Hırsızlığın nisabı (el kesme cezasını gerektirecek en az miktarı) Hanefi mezhebine göre on dirhemdir. Cezanın tatbik edildiği dönemdeki dirhemin değeri esas alınır (bk. el-Kâsânî, Bedâyiu`s-Sanâyî`, VI, 67; Ibnü`l-Hümâm, Fethu`l-Kadîr; IV, 220, 230; Nesaî, Sârık, 10; Zeylaî, Nasbu`r-Râye, III, 359, 360).
El kesme cezası tatbikatına örnek olarak ve Allah hakkı olan bu cezada herhangi bir şefaatçının kabul edilemeyeceği konusunda şu hadisi zikredebiliriz: " Mahzum kabilesine mensub bir kadının hali Kureyş (kabilesin)i üzdü. Onlar: Kim Rasûlullah`a (gidip de) bu kadın (a şefaat) için konuşacak` dediler. Bir kısmı da: "Bu işe Rasûlullah`ın sevgili (sahabî)si Üsâme b. Zeyd`den başkası cesaret edemez` dediler. Üsâme (kadına şefaat için) Resûl-i Ekrem`le konuştu. Bunun üzerine Rasûlullah buyurdular ki: "Yüce Allah`ın hadlerinden bir hadd(in yapılmaması) hususunda şefaat mı ediyorsun?" Sonra kalkıp bize bir hutbe irad etti. Daha sonra buyurdu: "Sizden evvelkilerden (şerefli bir kimse hırsızlık yaptığında (suçluyu) bırakırlardı. (Şeref itibariyle) zayıf olan kimse çaldığında haddi tatbik ederlerdi. Allah`a and olsun ki, Muhammed`in kızı hırsızlık yapmış olsaydı elbette onun elini de keserdim " (Eş-Şevkânî, Neylü`l-Evtâr, VII,` 131, 136).
HISIMLARIN NAFAKASINDA ZAMAN AŞIMI
Hanefî, Şâfiî ve Hanbelîlere göre, çocuklara, ana-babaya ve diğer hısımlara verilecek nafaka zamanın geçmesiyle düşebilir. Hanefilere göre, hâkim hısımlar lehine nafakaya hüküm verdikten sonra, nafaka alacaklısı hısım nafakayı kabzetmeden veya nafaka yükümlüsü aleyhine borçlanmadan bir ay ve daha fazla bir süre geçse nafaka düşer. Çünkü eş dışındaki hısımların nafakası ihtiyaçlarını giderme esasına dayanır. Bu yüzden zengin olan hısıma nafaka vermek gerekmez. Hısımın, lehine hükmedilen nafakayı bir süre almaması, ihtiyaç sahibi olmadığını gösterir. Eşin nafakası ise, hâkimin belirlemesinden sonra, zamanın geçmesi ile düşmez. Çünkü onun nafakası eve bağlanma (ihtibas) karşılığı olup, ihtiyaç nedenine dayanmaz. Bu yüzden karı, zengin de olsa nafaka almaya hak kazanır. Hâkimin nafakayı borç olarak alma izni vermesi halinde de düşmez. Çünkü bu takdirde zimmet borcu olmuş bulunur. Diğer yandan ez-Zeylaî küçüklerin nafakasını eşin nafakasına benzetmiş ve bu ikisini aynı hükümlere tabi kabul etmiştir (el-Kâsânî, a.g.e., IV, 38; Ibnü`l-Hümâm, a.g.e., III, 354; el-Meydânî, el-Lübâb, Istanbul t.y., III, 109; Ibn Âbidîn, a.g.e.,II, 925, 942 vd.; eş-Şîrâzî, el-Mühezzeb, II,167).
Mâlikîlere göre, ana-babanın veya çocukların nafakası, hâkim miktarını belirleyip karar vermedikçe zamanın geçmesiyle düşer. Hâkim belirlediği takdirde sabit olur (ez-Zühaylî, a.g.e., VII, 783).
Sonuç olarak, bir aydan kısa sürede hısımların nafakası ile eşin ve çocukların nafakası zamanın geçmesiyle düşmez ve hâkim kararı olunca zimmet borcu olarak devam eder. Yine hâkimin emriyle borçlanma olunca eşten başka hısımların nafakası da düşmez.
HİSSE SENEDİ ALIM-SATIMI
Son zamanlarda bir hayli revaç bulan hisse senedi alım-satımı dinen mahzurlu mudur? Değilse bizler de bu kârlı piyasadan istifade edebilir miyiz?
Hisse senetleri temel esprisi itibari ile faize alternatıf bir uygulamadır. Zirâ çeşitli teşebbüsler ve yatırımlar projelerini gerçekleştirmek için kredi kullanmak ya da sermaye artırımına gitmek suretiyle, ihtiyaçları olan meblağı hisse senetleriyle toplamak zorundadırlar. Bunun dışında bir kaynağın bulunması istisnai bir durumdur. Öyleyse hisse senetleri üzerinde durulmalı ve zulüm ve haksız kazanç kendisine yasak edilen "müslüman adam" için bile bir alternatif olabileceği hesaba katılmalıdır. Ancak bizim görebildiğimiz kadarıyla şu andaki işleyiş şeklinin şer`an mahzurlu yönleri vardır, biz onlara işaret etmekle yetinecek, hem fetvâyı hem de inananlar açısından işin pratik hallini ehline bırakacağız:
Fıkhı mezhepler ya da "icma-i mürekkep" açısından:
Hisse senetlerinin isleyiş biçimine baktığımızda ve görüşleri bize "zahir" olarak ulaşan dört mezhebe başvurduğumuzda her birinin bir yönüyle buna "faizsiz" ya da "bâtıl" diyeceğini görürüz. O takdirde ictihadı ihtilaflar açısından bunun caiz olamayacağında âdeta icmâ olmuş olur. Bundan sonra zikredeceğimiz maddeler, mezheplerin söz konusu nokta-i nazarları cümlesindendir.
Naslar açısından:
Örneğin Islâm fıkhında bulunmayan bir meseleye ihtilafli içtihatlardan gitme yerine, konuylâ ilgili nasların esprileri (illetleri) araştırılarak cevap bulmak gerekir, denebilir. O takdirde karşımıza şunlar çıkar: Kur`ân`ı Kerim`de "insanların mallarını bâtıl yollarla yemeyin"(Bakara (2),188) denir. Spekülatif kazanç ve kumar diye nitelenen, ilgili çevrelerin bir parmak ve kaş-göz işaretiyle piyasası inip çıkan hisse senetlerinde bunun hiç olmadığını söylemek mümkün değildir.
Diğer yönden, Islâm`da temel üretim faktörü emektir. Halbuki bu uygulama bir aylaklar gürûhunun ortaya çıkmasına, dolayısı ile emeksiz kazanca sebep olmaktadır.
Hadislere baktığımızda ise: "Yanında olmayan bir şeyin satışı helâl değildir", "satın alınan bir şeyin, alındığı yerde satılması memnu`dur", "serbest piyasanın oluşabilmesi için kırsal kesimden mal getirenlerin yolda karşılanması menhidir", "spekülasyon yasaktır" ifadeleriyle karşılaşırız. Bütün bunların özünde haksız kazancın, aldatmanın, gararın, meçhuliyetin önlenme esprisi vardır. Hisse senedi satışı bunlardan bütün bütün uzak değildir.
Akdi fâsit kılan unsurlar açısından:
Az önce sözünü ettiğimiz garar, fahiş meçhuliyet, faizli muamele gibi unsurlar, az da olsa bu satışlarda söz konusudur. Garar, mevcut olmama ihtimali de olan şeyin satışıdır. Piyasaya hisse senedi süren şirketlerin gerçekte pozitif mal varlıkları hiç olmadığı olabiliyor. Fâhiş mechuliyet satın alınan şeyde, nizaa sebep olabilecek ölçüdeki bilinmezliktir. Bunların herbirerleri akdi fâsit kılan unsurlardır.
Şirketi elinde tutanlar açısından:
Bu günlerde pek üzerinde durulmayan, gayrı müslimle ortaklık kurma meselesi ehli kitap açısından klâsik Islâm hukukçularınca ele alınmış ve bazı içtihatlar serdedilmiştir. Öncelikle müslümanların "ehli kitap" la ateist ve mecusileri bir tutmadıklarını bilmek gerekir. Ehl-i kitap (Yahudi ve Hiristiyan) olmayanlar, olanlara göre her konuda daha olumsuz bir durumdadırlar. Ne hikmetse ehli kitabın dışındaki gayr-i müslimlerle yapılacak böyle bir muameleden söz edilmemektedir. Bu, onların bunu meşru görmediklerini anlatır olmalıdır.
Ehli kitapla ortaklık kurmaya gelince: Ortaklığa konu olan mala müslümanın hakim olması, onun insiyatifinde bulunması şartıyla caiz olacağını söyleyenler çoğunluktadır. Her halükârda ortak olunması, mekruhtur diyenler de vardır. Onlarla ortaklığı mahzurlu görenler Atâ`dan rivayet edilen: "Rasûlüllah (sav), alım-satım müslümanın elinde olmadıkça Yahudi ve Hiristiyanlarla ortaklığı yasakladı" mealindeki rivayeti delil getirirler.
Benzer bir rivayette: "Çünkü onlar faizli muamele yaparlar" gerekçesi (illet) de zikredilir. Dikkat edilirse "yaparlar" denilerek inançları sözkonusu edilir, fiilen yapıyor olup olmamaları söz konusu edilmez. Bu açıdan günümüzdeki şirketlere baktığımızda şirket idaresini ellerinde bulunduranların kimligi önemli bir unsurdur.
Şirkette çalışanlar açısından:
Bildiğimiz kadarıyla günümüzdeki şirket çalışanlarının yönetici olarak, idare heyeti üyesi olarak kazanç dışında belirli bir maaş almaları söz konusudur. Halbuki Ibnü`l Münzir şirketten ortaklara sâbit bir maaş verilemeyeceğinde icmâ` olduğunu söyler. Sadece Hanefi mezhebinde, ortakların çalışmaları halinde şirketten, ancak sene sonu itibariyle kazançtan mahsuben sabit maaş alabilecekleri, şirketin zarar etmesi halinde ise aldıkları maaşı geri vermeleri gerektiği söylenir. Görüldüğü gibi bu meselede akdi fasit kılan unsurlardan sayılır.
Sonuç olarak diyebiliriz ki:
a. Doğrudan faiz muamelesi yapan şirketlerin hisse senetlerini almak ittifakla haramdır. Bankalar, bankerlik ve tefecilik kuruluşları gibi.
b. Şer`an mütekavvim mal sayılmayan şeylerin üretim ve alım-satımıyla ugraşan şirketlerin hisse senedini almak da aynıdır; şarap, bira vb. şeyler üreten kuruluşlar gibi...
c. Mütekavvim mal üretmekle beraber, bizzat ortak olunan o malı faizli muamelelerle satan ve faiz sebebiyle elde ettiği kârı diğerine karışan ve toplam kârının yarısı ve daha fazlası faiz olan şirketlere hisse senediyle ortak olmak da haramdır.
d. Ortak olunan şey helâl bir üretim olmakla beraber şirketi elinde bulunduran müslümanlar başka haram işlerle de uğraşıyorlarsa, onlardan hisse senedi almak suretiyle onları desteklemek "günahda yardımlaşma" anlamı taşır. Halbuki bu Kur`ân`ı Kerim`de yasaklanmıştır.
e. Yahudi ve Hristiyanların hakim olduğu şirketlerden hisse senedi almak, başka hiç bir mahzur yoksa en azından mekruhtur.
f. Fıkıh kitaplarımıza bakıldığında; komünist, mason ve ateistlerin hakimiyetinde bulunan şirketlerden hisse senedi almak caiz değildir gibi bir sonuç çıkıyor, araştırılmalıdır...
g. Idaresine müslümanların hakim olduğu, haramla iştigal etmeyen, daha şeffaf olup, satıma konu olan şirket varlığını, dolayısı ile satılan senede düşen hisseyi açıkça bildiren, senetleri ise muharrer olup, ortaklıktan vazgeçmek isteyenlere bu imkânı sağlayan şirketlerin hisse senetlerini almak ittifakla caizdir. Ve bu Müslüman işadamları, Islâmî teşebbüsler ve helâl sermaye için son derece önemli bir konudur. Çünkü, işaret ettiğimiz gibi, hisse senetleri, Islâm`a göre en büyük haramlardan olan faizin şu andaki en önemli alternatifi, işletme ve yatırım sermayesi temini için en kestirme yoldur. Müslümanlar bunu haram unsurlardan uzaklaştırarak uygulayabilseler, helal temellere oturmuş, millete hizmeti ibadet bilen çok büyük işletmelerin doğmasına ve faizin belinin kırılmasına sebep olabilirler.
h. Söylediklerimiz bir hüküm ve fetvâ değil, bu konuda daha sağlıklı düşünecek olanlara bir fikir beyanından ibarettir.
HİSSE SENETLERİNE ORTAK OLMAK
Birden çok kişiler arasında ortak olan bir mal üzerinde, her bir ortağın hakkı ve payı. Hisse; pay, nasip, belli bir zaman anlamındadır. Çoğulu "hises"tir. Senet ise; maddî ve mânevi dayanak, bir mal üzerindeki hakkı belirleyen belge, vesîka anlamına gelir. Hisse senedi; birden çok kişilerin belli sermayeler koyarak kuracakları bir şirkette, onların hisse miktarlarını ve haklarını gösteren belgeleri ifade eder.
Hisse, ortaklık içinde söz konusu olacağı için, kısaca İslam`da ortaklık anlayışını belirlemeye çalışacağız. Şirket, sözlükte; iki maldan birisini diğeriyle, birbirinden ayrılmayacak şekilde karıştırmak, demektir. Bir terim olarak ise; iki ve daha çok kimsenin ortak iş veya ticaret yaparak, elde edecekleri kârı paylaşmaları ve ortaya çıkacak zarara da katlanmaları şartıyle kurdukları ortaklık, anlamına gelir (İbnü`l-Hümâm, Fethu`l-Kadîr, V, 2; İbn Âbidin, Reddü`l-Muhtâr, III, 364; İbn Kudâme, el-Muğnî, V, 1).
Geleceğe ait borçlanmaların yazıyla tesbit edilmesi, tarafların inkâr etmesi hâlinde bir isbat vasıtası olması için belge düzenlenmesi, İslâm`ın öngördüğü hususlardandır. Âyette "Ey iman edenler, belli bir vadeye kadar borçlandığınız zaman, bunu yazınız" (el-Bakara, 2/280) buyurulur. Şirket sözleşmeleri ve hisse senetleri genellikle geleceğe ait hak ve menfaatleri belgelediği için, bu yazım kapsamına girer.
İslâm hukukunda hisse senedi genellikle mufâvaza, inan ve mudârabe şirketlerinde söz konusu olur.
Mufâvaza, eşitlik esasına dayanan bir ortaklık çeşididir. Sermaye miktarlarının eşit olması, kâr ve zararın paylaşılmasının da eşitlik esasına göre çözümlenmesi gerekir. Ortaklar birbirinin hem vekili ve hem de kefilidir. Özellikle tamamen şirket hesabına çalışan, bunun dışında hiçbir özel mülkü bulunmayan, tüm harcamalarını şirketten yapan aile şirketleri, kardeşler veya baba ile çocukları arasındaki bazı ortaklıklar bu guruba girebilir. Burada hisse senetleri bütün ortaklar için eşitlik esasına göre düzenlenir.
İnan şirketi iki ve daha çok kişinin ticaret yapmak ve kân aralarında paylaşmak üzere ortaklık kurmasıdır. Burada sermayelerin eşit olması gerekmediği gibi, kârın da sermaye oranlarına göre paylaşılması şart değildir. Ancak zarara sermaye oranlarına göre katlanılır. Bu şirket çeşidi, günümüzdeki anonim ortaklıkların benzeridir. Ancak İslâm hukukunda ortakların haklarını koruyucu nitelikteki bazı tedbirler dikkati çekmektedir (es-serahsî, el-Mebsût, II, 151; İbnü`l-Hümâm, Fethu`l-Kadîr, V, 20; el-Kâsânî, Bedâyiu`s-Sanâyi, VI, 57; İbn Âbidin, Reddü`l-Muhtâr, III, 372).
İnan şirketinde, sermayeler şirkete teslim edilip mala dönüştükten sonra, haklar, hisseler oranında şirketin tüm mal varlığına intikal eder. Şöyle ki; 10 kişi 10`ar milyon lira sermaye koyarak bir ortaklık kursalar, şirket sermayesi 100 milyon lira olur. Bu para mala dönüşünce, her ortağın tüm şirket mal varlığı üzerinde onda bir hakkı doğar. Başlangıçta 10 milyon lira sermayesini ve onda bir oranındaki hakkını belirleyen yazılı bir belge düzenlenip, ortağın eline verilirse, bunun ekonomideki adı "hisse senedi" olur. Kâr, ortaklar arasındaki anlaşmaya göre paylaşılır. Zarara ise, her ortak onda bir oranında katlanır. Yıl sonlarında kârın hiç dağıtılmaması yahut kısmen dağıtılması ortakları ekonomik bakımdan etkilemez. Dağıtılmayan kâr şirketin mal varlığına yansıyacağı için hisse büyümüş olur. Hareketli bir ticaretten sonra, diyelim beşinci yılın sonunda, hisselerin para olarak belirlenmesi gerekse, bütün borçlar ve amortisman bedelleri düşüldükten sonra şirketin müsbet mal varlığı yeni fiyatlar üzerinden değerlendirilince, iki milyâr lira olsa, her bir ortağın hissesi 10 milyondan 200 milyona çıkmış olur. İlk kuruluş sırasında; üzerinde 10 milyon lira yazan hisse senedi iptal edilerek, ortaklara bunun yerine 200`er milyon lira yazan yeni hisse senedi verilecektir. Çünkü şirketin yeni sermaye durumuna veya mal varlığının yeniden değerleme sonucuna göre hisseler 20 kat büyümüştür. Günümüz anonim şirketlerinde ise, bazan çeyrek asır geçtiği halde hiç değiştirilmemiş hisse senetleri vardır. Yukarıdaki örneğimizde, üzerinde on milyon yazan hisse senetleri devam ettirilirse, iki milyar mal varlığına karşılık yüz milyon ana sermaye çelişkisi ortaya çıkar. Gerçekte onda bir hisseye sahip olan ortak bu hisse senedini % 300 kârla 30 milyona satsa, gerçekte ikiyüz milyonluk hakkını yaklaşık yüz yetmiş milyon eksiğine devretmiş olur. İşte İslâm, hisse senedi konusunda, ana paraya değil de, ortaklığın mal varlığı prensibini esas almakla ortakların haklarını korumuştur. Böyle bir uygulama, halkın tasarruflarını doğrudan doğruya yatırımlara çeker ve ekonomik hayatın hızla gelişmesine katkıda bulunabilir.
Mudârebe şirketi ise, bir veya daha çok ortak sermayeyi, diğer ortak da yalnız çalışmasını ortaya koyarak kurdukları şirkettir. Toplumda, elinde büyük meblağlara ulaşan nakit parası olan birçok kimseler bunu işletmek, ticarî bir işte kullanmak ister. Ancak bilgisi, tecrübesi veya sağlığı elverişli olmadığı için bu arzusunu gerçekleştiremez. Yine toplumda bilgili, yetenekli ve ticaret işine yatkın birçok kimseler de sermaye yokluğundan dolayı ticarete atılamaz. İşe, mudârabe şirketi birbirine muhtaç olan bu iki unsuru bir araya getirir ve iki taraf da bundan kârlı çıkar.
Mudârabe için sermaye verilirken, kârın paylaşılma şartlarının da belirlenmesi gerekir. Kâr sermâye sahibi ile işletmeci arasında I/2,1/3, 2/3 gibi bütün kârın (şâyi) bir cüz`ü olarak belirlenir (es-Serahsî, a.g.e., XXII, 27; el-Kâsânî, a.g.e., VI, 85; İbn Rüşd Bidayetü`l-Müctehid, II, 234; İbn Kudâme, el-Muğnî, V, 30; İbn âbidin, a.g.e, IV, 505).
Mudârabede, hisse senedi, kâr ortaklığı niteliğindedir. Çünkü sermayeyi çalıştıran işletmeci yalnız kâr üzerinde, anlâşma şartlarına göre hak sahibi olur: Kasıt veya kusur bulunmadıkça, meydana gelecek zarardan sorumlu olmaz. Zarara yalnız sermaye sahibi katlanır. Bu takdirde işletmeci, kâr olmadığı için meccânen çalışmış olur.
HIYAR (MUHAYYER) OLMAK
Hiyar, üç kısma ayrılmaktadır:
a- Hiyar El-Meclis:
Alıcı ile satıcının akid yaptıktan sonra bir arada kaldıkları müddetçe yaptıkları alış verişi bozmak hususunda serbesttirler. Bu Şafii mezhebine göredir. Hanefi mezhebine göre Hiyar El-Meclis yoktur. Ancak akidde şart koşulursa, yani akid yapılırken: "Bu mecliste kaldığımız sürece, akdi bozmağa yetkimiz vardır" şeklinde bir şart koşulursa Hiyar El-Meclis vardır.
b- Hiyar El-Şart:
Yani riba ile selem hariç diğer alışverişlerde İmam Şafii ve İmam A`zam`a göre üç günden fazla olmamak şartıyla muayyen bir süre içinde alıcı ile satıcıdan birisi veya her ikisi için yapılan akdi feshetme yetkisini şart koşmaktır. İmameyn`e göre muayyen olmak şartıyla üç günden fazla, mesela bir ay, iki ay gibi bir süre şart koşulursa caizdir.
c- Hiyar El-Ayb:
Aldığı bir şeyin kusurunun ortaya çıkması halinde birisi daha önce aldığı bir şeyi geri iade edebilir. Kusurdan maksat, kusurllu şeyin değerini veya kendisini eksilten bir kusurdur. Ancak bu kusur müşterinin tesliminden sonra meydana gelmiş olmaması halinde geçerlidir.
HIYARU`L-AYB (KUSUR MUHAYYERLİĞİ)
Kusur muhayyerliği. Malın kusurunun anlaşılmasından dolayı oluşan tercih hakkı. Hıyâr; seçme, tercih etme ve muhayyerlik. Ayb (ayıb); kusurlu ve ayıplı olmak, kusurlu ve eksik kılmak anlamına gelir. Çoğulu uyûb`tur. Bir terim olarak ayıb; alışverişte satış bedelini olumsuz yönde etkileyen ve alıcının akit sırasında bilseydi malı almaktan vazgeçeceği ölçüde kusur teşkil eden eksikliktir.
Satılan bir malda ayıp bulunursa alıcı dilerse malı iâde ederek akdi fesheder, dilerse geçerli kılar. Buna ayıp muhayyerliği denir. Bilirkişi tarafından, kusur sayılan ve o mala rağbeti azaltan herşey "ayıp"tır ve muhayyerlik hakkı verir (en-Nevevî, el-Minhâc, II, 50; el-Mevsılî, el-İhtiyâr, II, 18).
Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur: "Müslüman müslümanın kardeşidir. Bir müslümanın kardeşine ayıbını açıklamadıkça ayıplı bir malı satması helal olmaz" (Şevkânî, Neylü`l-Evtâr, V, 211). "Bir kimse için herhangi bir şeyi, ondaki şeyleri (eksikliği) açıklamaksızın satması helal olmaz. Yine bir kimse için bildiği şeyleri açıklamaması helal olmaz" (Şevkânî, Neylü`l-Evtâr, V, 212).
Ebû Hureyre (r.a) den rivayete göre, Hz. Peygamber bir gün pazar yerinden geçerken, elini bir zahire yığınının içine sokmuş, altının ıslak olduğunu görünce satıcıya sebebini sormuştur. Satıcı, yağan yağmurun ıslattığını bildirince, Allâh`ın elçisi şöyle buyurmuştur: "Bu ıslaklığı herkesin görmesi için zahirenin üzerine çıkarman gerekmez miydi? Hile yapan benden değildir" (Müslim, İman, 164; Ebû Dâvud Büyû`, 50; Tirmizî, Büyû`, 72). İmam Nevevî (ö. 676/1277) hadisin son kısmını; "Hile yapan benim yolumu izleyenlerden, ilim, amel hususunda yoluma uyanlardan değildir" şeklinde tefsir etmiştir (Askalanî, Buluğu`l Meram, Terc. A. Davudoğlu, III, 55),
Büyük İslam hukukçusu el-Kâsanî (ö. 587/1191), ayıp muhayyerliğinin dayandığı delilin şu hadis olduğunu belirtir: Allah Rasulü şöyle buyurmuştur: "Bir kimse memelerine süt biriktirilmiş bir koyunu satın alır ve az süt veren bu koyunun alıcıyı aldatmak için memelerinin şişirilmiş olduğunu anlarsa üç gün süreyle muhayyerdir`: Başka bir rivayette; "Bu kimse üç güne kadar muhayyerdir. Dilerse akdi geçerli kılar, dilerse bozar ve koyunla birlikte bir ölçek (sa`) buğday verir" (Şevkânî, Neylü`l-Evtâr, V, 214; Heysemî, a.g.e., IV,108; İmam Mâlik, Muvatta; II, 170).
Bir aybın kişiyi muhayyer kılması için şu şartların bulunması gerekir:1) Ayıp, bulunduğu mahallin kıymetini noksanlaştıracak kadar büyük olmalı. 2) Teslimden sonra ve fesih talebi sırasında varlığını korumalı 3) Muhayyer olan kimse ne akit ve ne de teslim sırasında ayıbın farkında olmamalı. Alıcı, akit sırasında veya teslim zamanında malın bir ayıbını görmüş ve susmuşsa, malın ayıplı haline razı olmuş sayılacağından muhayyerlik hakkı düşer.
Nikâh akdinde cinsî temasa engel teşkil eden karnâ ve retkâ gibi kadına ait kusurlar, husyelerin çıkarılmış olması veya iktidarsızlık (ünne) gibi erkeğe ait eksiklikler karşı eşe fesih hakkı veren ayıplardır.
Ayıplı mal satımında, satım akdinin hükmü, alıcı için malda derhal mülkiyet hakkının sâbit olmasıdır. Çünkü satım akdinin rüknü şartsız meydana gelmesidir. Ancak malın ayıplardan selâmeti delâlet yoluyla sâbit olur. Sağlamlık tam olmayınca ak din lüzumuna tesir eder, hükmüne değil. Şart muhayyerliği bunun aksinedir.
Ayıp iki kısma ayrılır:
1) Satılan maldan bir parçanın eksik oluşunu yahut içten değil, dış görünüşünde değişiklik durumunu ifade eden ayıplar. Satılan hayvanın bir veya iki gözünün kör olması, dişlerinin dökülmüş bulunması, müzmin hastalığının olması gibi.
2) Şekil bakımından değil, mânâ bakımından kusur sayılan ayıplar. Hayvanın kaçmaya alışık olması, yolculukta alışılanın dışında çok ağır hareket etmesi gibi (el-Kâsânî, Bedâyiu`s-Sanâyî`, V, 274; İbnü`l-Hümâm, Fethu`l Kadîr, V,154,155 vd.; İbn Âbidin, Reddü`l Muhtâr, IV, 78).
Ayıp muhayyerliğinden dolayı akdin fesih edilmesi halinde mal iki durumda bulunabilir:
1) Mal henüz satıcının elinde olabilir. Bu durumda akit, alıcının "akdi reddettim" demesiyle bozulur. Hânefi ve Şâfiîlere göre hâkimin hükmüne veya iki tarafın rızasına ihtiyaç olmaz.
2) Mal, alıcının elinde bulunabilir. Bu durumda akit, Hanefîlere göre, hâkimin hükmü veya tarafların karşılıklı rızası bulunmadıkça bozulmaz. Çünkü kabzdan sonra fesih, akdi ortadan kaldırmaktır. Nasıl akit, tek taraflı iradeyle oluşmazsa, kabzdan önce feshin aksine, tek yanlı iradeyle ve hâkimin hükmü olmaksızın bozulmaz. Şâfiîlere göre ise, akit, ne hâkim hükmüne ve ne de satıcının rızasına muhtaç olmaksızın, alıcının "akdi reddettim" demesiyle ortadan kalkar. Çünkü feshin geçerli olması, ittifakla şart muhayyerliği sebebiyle fesih ve Hanefîlere göre görme muhayyerliği ile fesih gibi ne hâkimin hükmüne ve ne de karşı tarafın rızasına bağlı bulunmaz (el-Kâsânî, a.g.e., V, 281; ez-Zühaylî, el-Fıkhu`l-İslâmî ve Edilletüh, IV, 565, 566; eş-Şîrâzî, el-Mühezzeb, I, 284).
Hanefi ve Hanbelîlere göre, malı ayıp sebebiyle geri verme, muhayyerliği geciktirilebilir (terâhî) malı, aybı öğrendikten sonra derhal geri verme (fevr) şart koşulamaz. Satın alan, ayıbı öğrenince, malı geri vermeyi geciktirse, rızaya delâlet eden bir hareket olmadıkça muhayyerlik hakkı bâtıl olmaz. Şâfiîlere göre ise, aybı öğrendikten sonra malı derhal (fevr) geri verme şart koşulabilir. Alıcı, aybı öğrenir ve geri vermeyi özürsüz olarak geciktirirse, onun geri verme hakkı düşer. Çünkü muhayyerlik maldan zararı kaldırmak için meşrû kılınmıştır. Bu yüzden şüfa`da olduğu gibi derhal kullanılır. Özürsüz geciktirme hâlinde bu hak düşer (eş-Şîrâzî, a.g.e., I, 274; İbn Kudâme, el-Muğnî, IV,144).
Muhayyer olan taraf, malı ayıplı şekilde aynen iade eder. Kendisinin yanında başka bir ayıp daha zuhur etmiş veya mala geri vermeye mâni bir ilâve yapmışsa geri verme hakkı düşer. Bu taktirde satıcıdan, önceki aybın bedelden düşülmesini talep hakkı doğar. Ancak, malı ayıplı hâliyle kabul ettikten sonra, satış bedelinde indirim isteyemez. Ahmed b. Hanbel indirim isteyebilir görüşündedir (el-Mevsılî el-İhtiyar, II,18).
HIYARU`R-RU`YE ( MALDA MUHAYYER OLMA)
Bir kimsenin görmediği mal üzerine akit yaparak, malı görünce muhayyer olması. Malı gördükten sonra dilerse akdi fesheder, dilerse satış bedelinin tamamı ile akdi geçerli kılar.
Görme muhayyerliğinin dayandığı delil sünnettir. Ebû Hureyre ve İbn Abbas (r. anhümâ)`dan rivâyete göre Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: "Görmediği malı alan kimse malı görünce muhayyerdir" (ez-Zeylai, Nasbû`r-Râye, IV, 9). Görme muhayyerliği sadece akitte alıcı veya kiracı gibi kimselerden mal henüz tasarrufu altına girmeyenlerin hakkıdır. Satıcı veya kiraya verenin bu hakkı yoktur. Zira sahabenin uygulaması böyle olmuştur. "Hz. Osman, Kûfe`deki görmediği bir arazisini Talha b. Ubeydillah`a sattı. Çevreden, Hz. Osman`a, "Aldandın" denildi. Hz. Osman, cevap olarak; "Ben muhayyerim. Çünkü görmediğim bir malı sattım" dedi. Talha`ya da: "Aldandın" denilince, Talha şöyle cevap verdi: "Ben de görmediğim bir malı satın aldığım için muhayyerim. Bunun üzerine Cübeyr b. Mut`im`i hakem tayin ettiler. Cübeyr de Talha`ya muhayyerlik hakkı verdi. Bu olay sahabenin huzurunda oldu ve onlardan kimsenin itirazı olmadı" (ez-Zeylaî, Nasbü`r-Râye, IV, 9).
Satım akdinde görmenin amacı, mal hakkında bilgi sahibi olmaktır. Yoksa soyut olarak gözle görmek değildir (el-Mevsılî, el-İhtiyâr, II, 16). Görme, binek hayvanı için binmek, esans için koklamak, et hayvanı için dokunmak, bal için tatmak, kanarya için dinlemek, ev için evi gezmek olabilir.
Numûne ile belli olan mallarda numûneyi görmek, bütün malı görmek gibidir.
Hanefiler, satıcı için görmediği şeyi sattığı zaman görme muhayyerliğini câiz görmez. Başka bir beldedeki bir mala mirasçı olan kimse, bunu görmezden önce satsa, satım akdi geçerli olur ve kendisinin muhayyerlik hakkı bulunmaz (es-Serahsî, el-Mebsût, XIII, 69 vd.; İbnû`l Hümâm, Fethu`l Kadir, V,137-140; el-Kâsânı, Bedâyiu`s-Sanâyi`, V, 292; İbn Âbidin, Reddû`l-Muhtar, IV, 68).
Satıcı, sattığı şeyi alıcıdan daha iyi bilir. Ona muhayyerlik hakkı tanınmasına gerek yoktur.
Alıcı için muhayyerlik, malı gördüğü zaman sabit olur. Bu yüzden o, satım akdine, malı görmeden önce icazet verse; satım akdi bağlayıcı olmaz ve muhayyerlik hakkı düşmez. Onun malı geri verme hakkı vardır. Çünkü Hz. Peygamber, alıcı için muhayyerliği, malı gördükten sonrası için tesbit etmiştir.
İmam Şâfiî, görülmeyen malın satılamayacağını ve bu yüzden görme muhayyerliği diye bir hakkın olamayacağını söyler. Ancak Şâfiîlerde aksi görüşte olanlar da vardır (İbnü`l-Hümâm, Fethu`l-Kadîr, V, 137; el-Cezîrî, el-Mezâhibü`l-Erbâa, II, 214 vd.).
Muhayyerliğin sâbit olmasının şartları:
1) Akdin konusunun ta`yin ile belirlenebilir cinsten olması. Satım akdi, bir malı başka malla trampa şeklinde olursa, satıcı ve alıcıdan herbiri için malı görmediği zaman muhayyerlik sâbit olur. Altın, gümüş, para ve döviz mübâdelesinde (sarf) satıcı veya alıcı için muhayyerlik sabit olmaz. Çünkü bunda pratik bir fayda yoktur. Para karşılığı mal satımında yalnız alıcı için bu hak sözkonusudur.
2) Akdin konusunun görülmemiş olması. Satın almazdan önce görülmüşse, artık muhayyerlik hakkı bulunmaz.
Bir şeyi gören kimse, meselâ bir ay sonra bu malı satın alsa, eğer mal gördüğü sıfat üzere ise, muhayyerlik hakkı bulunmaz. Çünkü eski görmesi malın özelliklerini tanımak için yeterli olmuştur. Eğer malda değişiklik olmuşsa muhayyerlik hakkı doğar (es-Serahsî, a.g.e., XIII, 77; el-Kâsânî, a.g.e., V, 298; İbnü`l-Hümâm, Fethu`l-Kadîr, V, 150; İbn Âbidîn, a.g.e., IV, 70, 72).
Görme muhayyerliği hakkını düşüren haller: Görme muhayyerliği, alıcının "Muhayyerliğimi düşürdüm" demesi gibi, açık düşürme ile, ne malı görmezden önce ve ne de sonra düşmez. Şart ve ayıp muhayyerliğinde ise durum bunun aksinedir. Görme muhayyerliği ihtiyârî veya zarûrî bir fiil ile düşer ve satım akdi bağlayıcı olur. İtiyarî fiil ikiye ayrılır:
1) Açık rıza. Satım akdine icazet verdim veya razı oldum yahut tercih ettim, gibi sözlerle görme muhayyerliği hakkı düşer. Satıcı icazeti bilsin veya bilmesin hüküm değişmez.
2) Dolaylı rıza. Gördükten sonra malda bir tasarrufta bulunmak icâzet ve rızaya delâlet eder. Gördükten sonra malı başkasına satması, kullanması, tüketmesi gibi.
Görme muhayyerliğini düşüren zarûrî fiil ise, alıcının hangi bir müdahalesi olmaksızın, kendisiyle muhayyerliğin zaruri olarak düştüğü ve satışın bağlayıcı hale geldiği işlemlerdir. Alıcının ölmesi, görmedikleri şeyi satın alan iki ortaktan birisinin icâzet vermesi, malın tamamının veya bir kısmının helâk olması, bitişik veya ayrı bir artışla artmış olması gibi. el-Kâsânî, bu konuda şöyle der: "Prensip olarak şart ve ayıp muhayyerliğini bâtıl kılan herşey, görme muhayyerliğini de geçersiz kılar. Ancak şart ve ayıp muhayyerliği sarîh olarak vazgeçtim demekle düşer. Görme muhayyerliği ise ne görmezden önce ve ne de sonra görme muhayyerliğinden vazgeçtim demekle düşmez" (el-Kâsânî, a.g.e., V, 29; İbnü`l-Hümâm, a.g.e., V, 141, 149).
Görme muhayyerliği akit konusu belirlenebilen feshi kabıl bulunan ve akit sırasında veya daha önce görülmemiş olan akitlerde söz konusu olur. Satım, nira, taksim ve sulh akitleri gibi. Nikâh ve muhâlea gibi akitler ise feshe elverişli olmadıkları için bunlarda görme muhayyerliği geçerli değildir.
HIYÂRU`Ş-ŞART (MUHAYYERLİĞİ ŞART KOŞMA)
Muhayyerliği şart koşma - satış akdinde falan zamana kadar bu alışverişi kabul etme ve etmeme hakkına sahib olmayı şart olarak belirleme. Akdî yapan taraflardan birisinin, akdi devam ettirmekle, feshedip devam ettirmemek arasında seçme hakkına sahip olması.
Taraflardan birisi için herhangi bir muhayyerlik bulunmazsa bu akde lâzım akit denir. Bu akdin askıda kalmasını gerektiren bir durum olmadığı için akit kesinleşir ve derhal uygulanır.
Hanefilere göre on yedi çeşit muhayyerlik tesbit edilmiştir. Bunlar; vasıf, nakit, ta`yîn, gabin, miktarı belirsiz bir ölçekle satış, mürabaha ve tevliyede hıyânet, akdin parçalanması, fuzulî (yetkisiz temsilci)nin akdine icâzet, satılan malla başkasının ilgili olması, satıcı için sayı, tüketim, şart, ayıb, görme, fiilî tağrîr muhayyerlikleridir.
Şart muhayyerliği, şart için belli bir süre belirlenip belirlenmemesine göre ikiye ayrılır. Birincisi: Satım akdini bozan muhayyerlik adını alır. Bu, tarafların muhayyerliği ebedî veya mutlak olarak tesbit etmeleri halinde` söz konusu olur. Bu malı "Ebed"ı muhayyer olmak üzere sattım veya satın aldım, yahut muhayyerlikle veya istediğim zamana kadar muhayyer olmak üzere sattım" demek gibi. Bazân da şart, Ali`nin gelişi, rüzgarın çıkışı, yağmurun yağışı gibi belirsiz bir vakit belirleme şeklinde olursa akit fasit olur. Üç gün geçmeden önce şart düşürülür veya muhayyerlik süresi belirli hale getirilirse, bilinmezliğin yok olması sebebiyle satım akdi sahih hâle gelir (el-Kâsânî, Bedâyiu`s-Sanâyi, V,174; İbn Âbidîn, Reddü`l-Muhtâr, IV, 49). İkincisi; meşrû muhayyerlik adını alır. Bu, belirli bir sûre konulmasıyla olan şart muhayyerliği olup, burada söz konusu edilen husustur.
Şart muhayyerliğinin meşrûluğu sünnetle sâbittir. Ashâb-ı kiramdan Habbân b. Munakkız alış-verişlerinde aldanıyordu. Hısımları Hz. Peygamber (s.a.s)`e başvurup, Habbân`ın hacr altına alınmasını istediler. Bunun üzerine Allah Rasûlü Habbân`a şöyle buyurdu: "Alış-veriş yaptığın zaman; Aldatma yok, benim için üç günlük muhayyerlik hakkı vardır, de" (Buhârî, Büyü`, 48; Müslim, Bûyû`, 48; Ebû Dâvud Bûyû`, 66; Zeylaî, Nasbu`r-Râye, IV, 6 vd.).
Şart muhayyerliğinin süresi, hakkında İslâm hukukçuları arasında görüş birliği yoktur. İmam Ebû Hanîfe, Züfer ve İmam Şâfiî yukarıdaki hadise dayanarak şart muhayyerlik süresinin üç günden fazla olamayacağını söylemişlerdir. Çünkü prensip olarak satım akdinin derhal uygulanabilmesi için muhayyerlik şartının bulunmaması gerekir. Muhayyerlik mülkiyetin nakline ve bağlayıcı olmasına engel teşkil eder. Bu yüzden sadece hadiste zikredilen kadarı meşrû olur. Bu da üç günden ibarettir. Enes (r.a)`ten rivayete göre; bir adam diğerinden, dört gün muhayyer olmak üzere bir deve satın almış. Durumu öğrenen Allah Rasûlü satım akdini iptal etmiş ve "muhayyerlik üç gündür" buyurmuştur (ez-Zeylaî, Nasbu`r-Râye, IV, 8). Muhayyerlik üç günden fazla olursa Ebû Hanîfe ve Züfer`e göre satış fasit olur. Ebû Hanîfe`ye göre, muhayyerlik hakkı sahibi üç gün için izin verirse akit sahih hale gelir. Şâfiîye göre ise bu durumda akit bâtıl olur.
İmam Ebû Yusuf, İmam Mûhammed ve Ahmed b. Hanbel ise muhayyerlikten amacın, düşünmek, zaman kazanmak olduğunu esas alarak, bazı malların satımında üç günün yetmeyeceğini, daha fazla süreye ihtiyaç olabileceğini söylemişler ve taraflarca belirlenmiş olmak şartıyla üç günden fazla sürenin de geçerli olduğunu belirtmişlerdir. Dayandıkları delil; İbn Ömer`in "İki aya kadar muhayyerliğe icazet vermesi"dir (Zeylâî, a.g.e., IV, 8). Ancak Zeylaî bu hadisin cidden garib olduğunu söylemiştir (es-Serahsî, el-Mebsût, XIII, 41; İbnü`l-Hümâm, Fethu`l-Kadîr, V, III; el-Kâsânî, a.g.e:, V,174; İbn Kudâme, el-Muğni, III, 585). Mecelle, bu ikinci görüşü insanlar arasındaki muameleler için daha uygun bulmuş ve kanunlaştırmıştır: "Satıcı veya alıcı yahut her ikisi birden belirli süre içinde satışı feshetmek yahut icâzet ile infaz eylemek hususunda muhayyer olmak üzere satım akdinde şart kılmak caizdir" (Mecelle, madde, 300).
Mâlikîlere göre ise süre, satılan malın durumuna göre taraflarca serbestçe belirlenebilir. Bazı şeyler bir veya iki güne, bazıları daha fazla zamana ihtiyaç duyurur. O`na göre, Hadislerdeki sûre örnek kabılinden olup, sınırlayıcı değildir. Meselâ; meyve bir günden fazla kalmadığı için, ona bir günden çok muhayyerlik şartı caiz olmaz. Kumaş ve hayvana üç gün uygundur. Kendisine üç günde ulaşılamayan arazilere, üç günden fazla şart muhayyerliği câiz olur. Çünkü muhayyerliğin amacı satılan malı incelemektir. Bu ise malın durumuna uygun bir süreyi gerekli kılar (İmam Mâlik, el-Müdevvene, IV, 170).
Muhayyerlik; tek tarafta da olsa lâzım, feshi kabıl ve akit meclisinde malı kabzetmenin şart olmadığı akitlerde bulunabilir. Bu özellikleri taşımayan vekâlet akdi gibi lâzım olmayan akitlerde, nikâh ve muhâlea gibi feshi kabıl olmayan akitlerde, sarf akdi gibi, akdin konusunun kabzedilme şartı olan akitlerde şart muhayyerliği bulunmaz.
Şart muhayyerliği ile satılan bir mal muhayyer olan tarafın mülkiyetinden çıkmaz, muhayyer olmayan tarafın mülkiyetinden ise çıkar (el-Cezirî, Kitabü`l Fıkh, ale`l-Mezâhibi`l Erbaa, II, 180 vd.).
Şart muhayyerliğini düşüren haller:
1) Sarih (açık) düşürme: Bu, muhayyerlik hakkı sahibinin: "Muhayyerliği düşürdüm veya iptal ettim yahut satım akdine icazet verdim veya ondan razı oldum" gibi sözleriyle olur. Bu durumda muhayyerlik ortadan kalkar. Karşı tarafın bunu bilip bilmemesi sonucu etkilemez. Yine muhayyerlik hakkı sahibinin "akdi feshettim veya onu bozdum yahut iptal ettim" demesiyle de muhayyerlik düşer (el Kasanî, a.g.e., V, 267, 271).
2) Delâlet yoluyla düşürme: Bu, muhayyerlik hakkı sahibibinin satım akdine icazetine delâlet eden bir tasarrufta bulunmasıyla meydana gelir: Buna göre, müşterinin muhayyerliği satın aldığı şeyi sattığı, rehin verdiği veya hibe ettiği zaman düşer. Çünkü bunlar, önceki satım akdine icazet anlamına gelir (el Kasânî, a.g.e., V, 267, 272; es-Semerkandî, Tuhfetü`l-Fukahâ, II, 95). Yine, müşterinin evi, birisine ücretli veya ücretsiz kiraya vermesi muhayyerliği delâlet yoluyla düşûren hallerdendir (el-Kâsânî, a.g.e., V, 270; es-Semerkandî, a.g.e, II, I00 vd.).
3) Zarûret yoluyla düşürme: Aşağıdaki durumlarda muhayyerlik zarûrî olarak düşer. Muhayyerlik sûresinin geçmesi, kendisi için muhayyerlik şart koşulanın ölümü, akıl hastalığı, uyku, bayılma ve irtidat gibi ölüm anlarında olan şeyler, muhayyerlik süresi içinde, satılan malın helâk olması, satılan malın ayıplı hale gelmesi gibi (es-Serahsî, a.g.e., XII, 42, 44; el-Kâsânî, a.g.e., V, 267, 271; İbn Kudâme, el-Muğnî, III, 588; İbn Rüşd, Bidâyetü`l Müctehid, II, 209; İbnü`l-Hümâm, Fethu`l-Kadîr, IV, 395 vd.; el-Fıkhu`l-İslâmî ve Edilletüh, IV, 539-548).
HOPARLÖRLE EZAN OKUMAK, CAİZ Mİ DEĞİL Mİ? BU HUSUSTA İSLAM`IN GÖRÜŞÜ NEDİR?
Hoparlör sesin kuvvetini artırıcı bir alettir. Hoparlörden çıkan ses, aksi seda (yankı) değil;
Mikrofon başında okuyan veya konuşan kişinin kendi sesidir. Bu itibarla, daha uzaklardan duyulması için ezanın mikrofondan okunmasında; vaiz, imam ve müezzinin sesinin caminin her tarafından duyulması için camilere hoparlör konulmasında ve cami içinde imamın hoparlörden duyulan sesine iktida edilmesinde dinen bir sakınca yoktur.
Burada karıştırılan bir konu var. Kasete alınmış ses ile bizzat okuyan kişinin ağzıdan çıkan sesin mikrofondan çıkması aynı değildir. Eğer kasetten dinliyorsak bununla namaz olmaz. Bu doğrudur. Ancak mikrofondan çokan ses tamamen canlı olarak konuşan müezzin ve imamın sesi olduğu için namazımıza ve ezanımıza hiçbir zararı yoktur.
Eskiden büyük camilerde namaz kılınırken imamın sesinin duyulmadığı yerlere müezzinler konularak onların seslerinden namazlar kılınırdı. Şimdi Allah’ın bir nimeti olan mikrofonla daha rahat ibadet yapılabilmektedir.
Dedikodu yapmak da anlamsızdır. Mekke, Medine, Şam ve Mısır gibi İslam`ın mühim merkezlerine bakınız, bütün buralarda da ezan hoparlörde okunur.
HORMON NAKLİ
Hormon, insan bedeninde "iç salgı bezi" denilen özel organlardan salgılanan salgılardır. Pankreas, hipofiz ve troit bezi gibi iç salgı bezlerinin vücûdun o anki ihtiyacı kadar hormon salgılaması gerekir. İşte bu bezlerin yeterince salgı yapmaması veya yeterinden fazla salgı ifraz etmesi hâlinde insan vücudunda normal olmayan gelişme ve rahatsızlıklar başgösterir.
Kur`ân-ı Kerimde; "Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayınız" (el-Bakara, 2/195) âyeti ve Hz. Peygamber`in "Ey Allâh`ın kulları tedavi olunuz" (Tirmizi, Tıbb, 2, Ebû Dâvud, Tıbb, I, 11; İbn Mâce Tıbb, 1) hadisi, müslümanlara hasta olduklarında tedavi olmalarını bildirmektedir. İslâm`da zarûretler haram olan şeyleri mübah kılar. Hastalık hâli de zarûretin başında gelir. Bu yüzden tedavi olurken, sağlıklı zamanda meşru olmayan usuller ve ilaçlar hastalık sebebiyle meşru olur. Âyette şöyle buyurulur: "De ki; bana vahyolunanlar arasında yiyen bir kimsenin yiyeceği içinde, haram kılınmış bir şey bulamıyorum. Yalnız murdar ölmüş hayvan eti veya akmış kan, yahut domuz eti ki bu bir murdardır; veya Allah`tan başkası adına kesilmiş bozgunculuk alâmeti hayvan eti müstesnadır. Bununla birlikte kim darda kalırsa, tecavüz etmemek ve haddi asmamak üzere zarûret miktarınca yiyebilir. Çünkü Rabbin çok yarlığayıcı, çok esirgeyicidir" (el-En`âm, 6/145; bk. el-Bakara, 2/173; el-Mâide, 5/3 en-Nahl, 16/115; el-En`âm, 6/119).
Hormon tedavisi, ya yetersiz hormon salgılanması halinde, hormon takviyesi veya bu salgıyı arttıracak usûl ve ilâçlar uygulanmakla olur, ya da hormon salgılama kabıliyetini kaybeden salgı bezini organ nakli yoluyla yenilemekle olabilir. Mütehassıs doktorun tedavi yönteminin uygulanması mümkün ve câizdir. Çünkü hormon veya salgı bezi naklinin hastaya şifa vereceği kesin olarak biliniyorsa tedavi câizdir. Bu bilinmiyorsa tedavi mübah olmaz. Açlık hâlinde murdar hayvan eti yemek, susuzluk halinde şarap içmek nasıl câiz ise, şifa vereceği kesin olarak bilinen haram yiyecek ve içeceklerle veya sunî veya tabiî bir organı nakletmekle, tedavi de bu şekilde câizdir. Ancak bunlarla şifanın nasıl olacağı, bilinmiyorsa câiz olmaz, (bk. el-Kâsânî, Bedayiu`s Sanâyi, Beyrut t.s., I, 61; Yusuf el-Kardâvî, el -Helâl ve`l-Harâm fi`l İslâm, Terceme, Mustafa Varlı, İstanbul 1970, s. 49-50; Hayreddin Karaman, İslâm`ın Işığında Günün Meseleleri, 3. Baskı, İstanbul 1982, I, 203, 204 vd.).
HORMONLU GIDA
Insan organızması çok sayıda birimlerden kurulmuştur. Bu birimlerin uyum içinde çalışmaları birimler arasındaki iletisime bağlıdır. Vücudumuzda başlıca iki iletisim sistemi vardır. Bunlardan ilki ve en hızlı olanı "sinir sistemi" ikincisi ve daha yavaş olanı da "hormonlar sistemi" dir. Hormonlar "iç salgı bezi" denilen özel organlardan salgılanırlar. Her iç salgı bezi belli, kendisine özgü, bir yada birkaç hormon salgılar, meselâ; pankreas, insülin ve glukagon adlı iki hormon salgılarken, troit bezi de "tiroksin" ve "tirokalsitonin" denilen hormonları salgılar.
Iç salgı bezlerinde salgılanan hormonlar, salgılandıkları organda bulunan kan damarları yoluyla kan dolaşımına ve ordan da tüm vücuda yayılırlar. Ancak her hormonun etki edeceği doku yada hücreler farklıdır. Her hormonun vücûdun o anki ihtiyacı karşılayacak seviyede salgılanması gerekir.
Hayatın belli dönemlerinde hipofiz bezinin salgıladığı büyüme hormonunun belli miktarlarına ihtiyaç duyulur. Bu seviyenin çeşitli bozukluklara bağlı olarak aşılması yada altında kalınması, değişik hastalık tablolarının ortaya çıkmasına neden olur. Devlik ya cücelik rahatsızlığı, böyle bir hormon dengesizliğinden meydana gelir. Devlik yada cücelik hastalığına yakalanan kişilerde bir süre sonra şeker hastalığı ortaya çıkar. Hastalığın başlangıcında cinsel istek artmış olmakla birlikte zamanla bu da azalır, yada kaybolur.
Işte insanlarda bu gibi vücud dengesızlıklerine sebep olan hormon bozukluğu, diğer canlı hayvanlarda da dışarıdan hormon zerki ile benzer arızaları meydana getirebilir. Insan; devlik hastalığı gibi hayvanda da büyüme ve irileşmeyi normalın üstünde hızlandırır. Ancak bu arada hayvan etinde, bu eti yiyenlerde bazı hastalıklar meydana getirecek oluşumlar gelişebilir (Görsel Sağlık Ansiklopedisi, 3. Baskı Istanbul 1984, I, 70, 122, 123 vd.)
Sonuç olarak hormon uygulanmış bir gıda maddesi tıp, tarım ve veterinerlik bakımından incelenerek, insan vücudu için zararlı unsurlar taşıyıp taşımadıkları belirlenmelidir. Bir hayvan veya bitkiye mücerred hormon uygulanması, bu gıda maddesini yemenin meşrû olmadığını söylemek için yeterli değildir. Çünkü bir canlının yediği pislik veya meşrû olmayan gıda, onun vücudunda hazmedilir, tüketilir ve yararlı olan unsurlar alındıktan sonra kalanı dışarı atılır. Bu prensipten hareket edilerek aşağıdaki fürû meseleler çözüme kavuşturulmuştur. Pislik yiyen hayvan, etinden pis koku gidinceye kadar hapsedilir, koku gittikten sonra yenilir. Bu temizlenme süresi, tavuk için üç gün, koyun-keçi için dört gün, deve ve sığır için on gündür. Eğer bir hayvan hem pislik, hem de temiz yiyecekler yese ve eti de kokmasa, o zaman onun eti helâldir. Domuz sütü ile beslenen bir buzağı veya kuzunun eti helâldir. Çünkü onun eti bozulmaz. Onun gıdalandığı şey de istihlâk edilmiştir. Eti yenen bir hayvan şarap içse, aynı saatte kesilse, bunun etini yemek kerâhetle birlikte helâl sayılmıştır (Ibn Âbidîn, Reddü`lMuhtâr, terceme, Ahmed Davudoğlu, Istanbul, s. 322-326).
Hormonlu gıda temelde meşrû bir gıda olmakla birlikte inceleme ve tahlil sonucunda, sırf hormon uygulaması yüzünden yiyen kimsenin vücuduna zarar verecek bir nitelik kazandığı ortaya çıkarsa, hastalıklı hayvan veya bozuk gıda maddesi hükmünde bulunur. Yani insana vereceği zararın durumuna göre, böyle bir hayvanın etini yemek haram veya mekruh olur. Ancak bu gıda, tahlil sonucu insan vücudu için zararlı unsurlar taşımazsa helâldir.
HOROZLARI, YA DA DİĞER HAYVANLARI DÖVÜŞTÜRME CAİZ MİDİR?
Allah (cc)`ın her şeyi insanlar için yarattığı doğrudur. (K. Bakara (2). 29) Ancak her şeyden, yaratılmış olduğu gaye doğrultusunda ve insanın sağlam fıtratının ihtiyaçlarına göre yararlanmak gerekir. Bozulmuş fıtratların, vahşileşmis, sadistleşmiş, merhamet, haya, adalet duygularını yitirmiş insanların istek ve arzuları bu konuda ölçü olamaz. Kur`ân-ı Kerim bazı hayvanlardan söz ederken, onların yaratılış gayelerine de işaret ettiği olur. Binme, etinden, sütünden ve zinet oluşundan yararlanma, öğretilip âvda kullanma...(bk. K. Nahl (16) 8; Yaşın (36) 71; Maide (5) 4) gibi. Bunların her birerleri fıtratı sağlam insanın ihtiyaçlarıdır. Köpeğin etinden yararlanılamayacağı gibi, koç da boyunduruga vurulmaz, kirpi ile top oynanmaz...
Ibn Abbas`in naklettiğine göre: "Rasûlüllah Efendimiz (sav) hayvanları birbirine kışkırtmayı yasaklamıştır".(Ebu Davud, Cihad 56; Tirmizi, cihad 30; Beyhakî, kübrâ X/22) Sebep (illet), hiç bir fayda söz konusu değilken bir canlının canını acıtmak ve abesle iştigal etmektir.(Mubarekfûrî, Tuhfetü`l-Ahvazı, V/367; Azıâbâdi, Avnü`l-Ma`bûd, V/231; Sevkânî, Neyl, VNI/99) Horoz, deve, boga, köpek, koç vb. hayvanları dövüştürme hep bu yasak içerisinde yer alır. Böyle şeylerle meşgul olmak, hafif akıllıktan, basitlikten ve karakter bozukluğundan kaynaklanır.(El-cezirî, el-Mezâhibü`1-Erbâ`a, N/51) Bunlar bir para kazanma aracı haline getirilirse elde edilen gelir helâl olmaz.(agk.)
Dövüşün sonucuna göre tarafların şart koşacağı meblağ kumar olmuş olur.(Halîl Ahmed, Bezlü`1-Mechûd, X/59)
Boğa güreşi gibi bir tarafta insanın diğer tarafta hayvanın yer aldığı ve hayvana eziyetten başka bir yararı bulunmayan oyunlar da helâl olmaz. Çünkü bunlar da vahşice ve faydasız taşkınlıklardır. Fıtratı sağlam bir insan bunlara ihtiyaç duymayacağı gibi, bunlardan tiksinir ve ızdırap duyar. Çünkü onun her şeye merhamet ve şefkâtle muamele etmesi istenmiştir. Bu tür taşkınlıkların ve "haddi aşmaların" sonucu, dünyada bile çok çirkin ve korkunç noktalara ulaşır. Eski Romalılarda olduğu gibi, seyreden asillerin keyf için tutsak insanların arenalarda aç arslanlara parçalatılmasına kadar gider. Ihtiyarlamak istemeyen Çavuşesku ve eşinin, yeni doğan bebeklerin kanını alıp kendi damarlarına zerkettirmelerine kadar varır. "Yerde olanlara merhametli olun ki, gökte olanlar da size merhametli olsunlar" buyurulmuştur.(el-Hindî, NI/164) Madem ki herşey insan için yaratılmıştır, öyleyse bazı hayvanların boğazlanmaları da kaçınılmazdır. Ama bu konuda vaz`edilen şu ölçü, ne kadar yüce, ne kadar güzel ve ne kadar müteal bir ölçüdür: "Allah her konuda güzelliği (ihsanı) emretmiştir. Binaenaleyh, boğazladığınızda güzel boğazlayın, öldürdüğünüzde güzel öldürün. Biriniz boğazlamak isterse bıçağını biletsin, boğazlayacağı hayvanı rahat ettirsin (yormasın)". (Müslim, say No: 1955; Tirmizî, diyyât No: 1409; Ebu Davûd, dahayâ, No. 2797) "Can taşıyan herhangi bir şeyi atış için hedef yapmayın".(Sevkânî, agek.)
HRİSTİYANLIK
Hz. İsa`nın tebliğ ettiği fakat daha sonraları tahrif edilen din.
Günümüzde dünyanın her tarafından mensubu bulunan ve dünya nüfusunun l/5`inin dini olan Hrıstiyanlık, Filistin bölgesinde doğmuş evrensel bir dindir. Bir milyar civarında mensubu vardır. Menşei itibariyle vahye dayanan ve kutsal kitabı olan, özde tek tanrılı olmakla beraber, sonradan teslis inancına dönüştürülmüş bir dindir. Bu dinde ayrıca peygamber, melek, âhiret kader gibi dini kavramlar bulunsa da, bu kavramları anlayış ve açıklayış şekli İslâm`dakinden farklıdır. Hristiyanlıkta Hz. İsa merkezi bir öneme sahiptir. Bugünkü Hristiyanlık, Yahudilikteki inanç ve ibadet gelenekleriyle, Yunan-Roma (Greko-Romen) âleminin kültürlerini birleştiren bir kurtarıcı tanrı dinidir. Nâsıralı İsa`yı merkeze alan bir Yahudi Mesihi hareketidir. İsa, İsrâil`i, gelecek tanrı`nın krallığı`na hazırlamak istemiştir. Ancak bugünkü Hristiyanlık, İsa`nın havârîlerinin arasına sonradan giren Pavlus`un yorumları ile değişik bir hüviyet kazanmıştır (Annemarie Schimmel, Dinler Tarihine Giriş, Ankara 1955, s. 117 VD. A. Abdullah Masdûsi, Yaşayan Dünya Dinleri (trc. Mesud Sadak), İstanbul 1981, s. 170-201; Ekrim Sarıkcıoğlu, Başlangıçtan Günümüze Dinler Tarihi, İstanbul 1983, s. 200 vd.; Günay Tümer-Abdurrahman Küçük, Dinler Tarihi, Ankara 1988, s. 136 vd.)
Hristiyan, Mesih`e bağlı demektir. Bu kelime, Yunanca "Hristos"tan gelir. İbranîcesi "Maşiah"dir, yağlanmış anlamını ifade eder. İncillerde "Hristiyan", "Hristiyanlık" gibi terimler yer almaz. Bu terimler, ilk defa Hz. İsa`dan 20-30 sene sonra Antakya`da kullanılmıştır (Resullerin işleri, XI, 26). İnciller daha çok, Hz. İsa`ya ağırlık vermektedirler ve onun bir tür hayat hikayesi durumundadırlar.
Hristiyanlık aslında tek tanrı anlayışını esas alan bir dindir. İncillerde ve diğer yazılarda bu hükmü doğrulayacak ifadeler vardır. Allah`ın birliğinden söz edilmektedir (Yuhanna, V, 44). Fakat yine aynı metinlerde bir kısım ifadeler, mecâzî deyimler, daha sonraları bir üçleme (teslis) anlayışına yol açmıştır. Bunda, İncil yazarları ile Hz. İsa arasındaki zaman aralığının rolü vardır. Öte yandan, Hristiyan Kutsal Kitabı`nda teslis, hiç bir yerde açıkça zikredilmemiştir. Ancak "ben ve baba biriz", "baba`nızın ruhu", "Allah`ın ruhu" gibi ifadeler, zamanla Allah`ın yanında İsa ve kutsal rûhun da tanrı sayılmasına kadar varan yorumlara yol açmıştır. Bu yorumları ilk başlatan, havârîlere sonradan katılan Pavlus olmuştur. "Hz. İsâ zamanındaki en büyük ilâhiyatçısı" olarak tanımlanan Pavlus, bugünkü Hristiyanlığın kurucusu olarak bilinmektedir. Modern bilginlere göre günümüz hristiyanlığı, Hz. İsa`nın getirdiği nizamdan çok, Pavlus`un yorumlarından ibarettir. Hatta denilebilir ki, sonraki yüzyıllar, dini inançlarını İncillerden çok, onun yorumlarına dayandırdılar. Pavlus`un telkinleri, Allah`ı değil, İsa Mesih`i ağırlık merkezi olarak almıştır. Ona göre İsa, sâdece bir insan değil, Tanrı`nın kudretiyle diriltilen bir kimse idi.
Hz. İsa`nın çarmıha gerilmiş olması ve tekrar dirilmesi, insanların Hz. Âdem`in Cennet`te, yasak meyveden yemiş olması sebebiyle doğuştan günahkâr oldukları inançları da Pavlus tarafından Hristiyanlığa sokulmuştur.
Görüldüğü gibi bugünkü Hristiyanlık, Pavlus`un yorumlarına dayanır. Gerek dinin aslî şekli, gerekse kutsal kitabları olan İncil, tahrifata uğramıştır. Artık Hristiyanlık muharref bir dindir. Bunun içindir ki, günümüz hristiyanlarının benimsediği Hristiyanlık ile, Kur`ân-ı Kerîm`in bize bildirdiği Hristiyanlık, birbirinden tamamen farklıdır.
Kur`ân-ı Kerîm`de Hristiyan için "Nasrânî", Hristiyanlar için de "Nasârâ" kelimeleri kullanılmıştır (Âli İmran, 3/67; el-Bakara, 2/62, 111, 113, 135, 140; el-Mâide, 5/14, 18, 51, 69, 82; et-Tevbe, 9/30; el-Hacc, 22/17). Ayrıca, "Ehl-i Kitap" ifadesinin yer aldığı âyetlerde, Hristiyanlar da muhatap alınmıştır. Meselâ "De ki; ey Ehl-i kitap! Aramızda eşit olan bir kelimeye gelin. Yalnız Allah`a kulluk (ibadet) edelim ve O`na hiç bir şeyi ortak koşmayalım" (Âli İmrân, 3/64) âyetinde olduğu gibi.
Kur`ân-ı Kerim`e göre, Yahudiler gibi Hristiyanlar da verdikleri sözde durmadıkları için, kıyamete kadar aralarına düşmanlık ve kin salınmıştır. Hz. Muhammed onlara da gönderilmiş bir elçidir. O, Ehl-i Kitab`ın gizledikleri ve sakladıkları şeylerin çoğunu onlara açıklamıştır. Ancak Yahudi ve Hristiyanlar, kendilerinin "Allah`ın oğulları ve sevgilileri" olduklarını söyleyerek, Hz. Muhammed`e karşı çıkmışlardır. Yahudiler Uzeyr`i, Hristiyanlar da İsa`yı Allah`ın oğlu saymışlardır. İnsanları tanrılaştırdıkları için de küfre girmişlerdir. (el-Mâide, 5/12-18; et-Tevbe, 9/20) Allah`a çocuk isnad etmekle Tevhid`in özüne ve rûhuna aykırı hareket etmişlerdir. Halbuki "Allah, bu tektir. Her şeyden müstağnî ve her şey O `na muhtaçtır. O doğurmamış ve doğmamıştır. Hiç bir şey O`na denk değildir." (İhlâs, 112/1-4) .
Kur`ân-ı Kerim, Hz. İsa`nın Allah`ın kulu ve elçisi olduğunu, O`nun da tevhid`i tebliğ ettiğini açıklar. (el-Mâide, 5/46-47, 62-69, 72-77). Bu durumda Meryem oğlu İsa`yı ilah edinen Hristiyanlar, "Allah, üçün üçüncüsüdür" (el-Mâide, 5/72-75) diyerek doğru yoldan sapmışlar, tevhid çizgisinden uzaklaşmışlardır. Tevhid esasından uzaklaşan Hristiyanların yüce Allah, dinlerinin aslına, tevhid ve İslâm yoluna çağırmaktadır. (el-Mâide 5/46).
Yukarıda da belirtildiği gibi hristiyanlık, aslı itibariyle hak dinlerderdendir. Peygamberi Hz. İsa, kitabı da İncil`dir. Bugünkü Hristiyanlığın odak noktasını oluşturan ve Pavlus teolojisinin temelini teşkil eden Hz. İsa, yalnız Allah`ın kulu ve Rasûlü`dür. Bunu bizzat kendisi şöyle ikrar etmiştir: ``Hz. İsa: Ben şüphesiz Allah`ın kuluyum. Bana kitap verdi ve beni Peygamber yaptı; nerede olursam olayım, beni mübarek kıldı. Yaşadığım müddetçe namaz kılmamı, zekât vermemi ve anneme iyi davranmamı emretti. Beni bedbaht bir zorba kılmadı. Doğduğum günde, öleceğim günde ve dirileceğim günde bana selam olsun" dedi (Meryem, 19/30-33). Ayrıca Hz. İsa`yı ve annesini tanrılaştırıp "teslis" akidesini oluşturan Hristiyanlarla Hz. İsa, kıyamet gününde yüzleştirilecekler ve böylece Hristiyanların uydurdukları yalanlar bir kere daha ortaya çıkmış olacaktır. Bu husus, Kur`ân-ı Kerîm`de şöyle belirtilir: "Allah Ey Meryem oğlu İsa! Sen mi insanlara beni ve annemi Allah`tan başka iki tanrı olarak benimseyin," dedin?" demişti de; ``Hâşa, hak olmayan sözü söylemek bana yaraşmaz; eğer söylemişsem, şüphesiz Sen onu bilirsin; Sen benim içimde olanı bilirsin, ben Senin içinde olanı bilemem; doğrusu görülmeyeni bilen ancak Sensin" demişti, ``Ben onları sadece, Rabbim ve Rabbiniz olan Allah`a kulluk edin, diye bana emrettiğini söyledim. Aralarında bulunduğum müddetçe onlar hakkında şahiddim, beni aralarından aldığında onları sen gözlüyorsun. Sen her şeye şâhidsin" (elMâide, 5/117).
Şu halde bugünkü Hristiyanlık, Hz. İsa`nın tebliğ ettiği Hristiyanlık değildir; ``Mesih, Allah`ın oğludur" gibi sözleri kendi ağızlarıyla uydurmuşlar (et- Tevbe, 9/30) ve "Meryem oğlu Mesih`i`de, kendilerine Allah`tan başka Rab edinmişlerdir" (et-Tevbe, 9/31). Aynı şekilde, mevcut Hristiyanların, Hz. İsa`nın getirdiği İncil`le hiç bir ilgileri yoktur (el-Mâide, 5/68). Çünkü Yahudi bilginleri gibi, Hristiyan râhipleri de birtakım menfaat temini için, Allah`tan kendilerine indirilmiş olan Kitab`ın hükümlerini değiştirmişlerdir (et-Tevbe, 9/34).
Özetle söylemek gerekirse; İslâmiyet ile bugünkü Hristiyanlık arasındaki belli başlı ayrılıklar şunlardır:
1. Hristiyanlık`ta teslis akidesi olduğu halde İslâm`da tevhid akidesi vardır.
2. İslâm bütün semâvî dinleri ve peygamberleri içine alır; Hristiyanlık ise, yalnız Kitab-ı mukaddes`i hak bilir ve Kur`an-ı Kerim`i vahye dayalı bir kitap olarak kabul etmez.
3. Hristiyanlık, insanın doğuştan günahkâr olduğunu ve bu sebeple temizlenmesi için vaftiz edilmesi gerektiğini savunur; İslâm ise, bütün insanların günahsız doğduğunu ve hiç kimsenin bir başkasının günahını yüklenmeyeceğini belirtir.
4. Hristiyanlıkta papaz ve rahiplerin günah çıkarmak ve affetmek yetkisi vardır; İslâmiyet`te ise, günahlar yalnız Allah tarafından bağışlanır.
5. Hristiyanlık`ta Hz. İsa`nın sözleri Allah kelâmı olarak telakki edilir; İslâmiyet`te ise, ilâhi emirler vahiy yoluyla, Cebrâil vasıtasıyla bildirilir.
6. Hristiyanlar`a göre İsa (a.s) çarmıha gerilmiştir. İslam`a göre ise, Allah onu kendi katına yükseltmiştir.
7. Her ne kadar bugünkü Hristiyanlar, kendi dinlerinin son din olduğunu iddia ediyorlarsa da, bu iddiânın İslâm nazarında hiç bir geçerliliği yoktur. Çünkü "Allah katında din, şüphesiz İslâmiyet`tir..." (Âli İmrân, 3/19) Ye artık "Kim İslâm`dan başka bir dine yönelirse, onunki kabul edilmeyecektir ve o, âhirette de kaybedenlerden olacaktır" (Âli İmran, 3/85).
HUBUBAT VE MEYVE GİBİ TOPRAK MAHSULLERİNİN ÖŞRÜNÜ -ZEKATINI- VERMEDEN ONDAN YEMEK CAİZ MİDİR?
Hububat ve meyve gibi toprak mahsullerinin öşrünü -zekatını- vermeden önce, Hanefi ve Şafii mezheblerine göre ondan yemek caiz değildir. Ondan yiyen kimse günahkar olur.
Yalnız Şafii mezhebine göre, iki bilirkişi tarafından -mesela- bir bağın mahsulünün ne kadar olduğu tahmin ettirildikten sonra ve mal sahibi o miktarı zimmetinde kabul ederse, öşrünü -zekatını- çıkarmadan ondan yiyyebilir. Bugün bağ sahipleri zekatlarını çıkarmadan ve mahsulün ne kadar olacağını bilirkişilere tahmin ettirmeden yiyorlarsa, İbn Hacer`in beyan ettiği gibi bu hususta Hanbeli mezhebini taklid etmek biricik çaredir.
HUKUK FAKÜLTESİNDE TAHSİL YAPIP AVUKAT VEYA HAKİMLİK YAPMAK CAİZ MİDİR? BU DÜZENE GÖRE KARARLAR VERMEK İNSANI KÜFRE DÜŞÜRÜR MÜ?
Öncelikle Allah`a ve O`nun indirdiklerine icmalen de olsa, inanan, bunu kalbi ile tasdik dili ile iksar eden mü`mindir. Bu hal üzere devam ettikçe mümin olmaya da devam eder ve Ehli sünnet inancına göre gûnahlar insanı kâfir yapmazlar. Her günahta küfre açılan bir kapının olması ise ayrı bir konudur. Birinci olarak bu meselenin iyi kavranılması gerekir.
Ikinci olarak herhangi bir ilmin mücelled öğrenilmesi de insanı kâfir yapmaz. Bu konuda herhalde en tehlikeli ilim sihirdir, onunda insanı küfre götürmesi, sırf öğrenilmesi sebebiyle değildir. Bunu da böyle belirledikten sonra :
Ileriye dönük, fayda ve zararlarını bir tarafa bırakarak günümüzde Hukuk Fakülteleri gibi okullarda okumak, fıkhın yorumsuz hükmüyle caizdir. Ondan sonrası gayeye göre değişir. Mutlak adaleti tamamen ya da kısmen uygulamak, zulmü alabildiğince azaltmak, haksızlığa ugrayanları savunmak, korumak, kollamak... gayesiyle okunması bir görev ve bir ibadet olur. Aksi olan iki ihtimale göre fisk da olabilir, küfür de olabilir.
Bu okullarda okununca mezun olunacak ve bu istikamette görev alınacaktır. Hakim olunması halinde durum yine aynıdır. Binaenalyh "Allah`ın indirdiği ile hükmetmeyenler kâfirdir" (K. Mâide 5, 44) mealindeki ayetin hükmü bunlar için kayıtsız şartsız geçerli değildir. Yani bir takım kayıtlar ve itibarlar söz konusudur
1.Önce bu insanlara "hakim" denmesi mecazendir. Bunlar gerçek anlamda hâkim değillerdir. Gerçek anlamdaki hakîmler tarafından belirlenmiş bir hükmü uygulama durumundadırlar. Söz konusu hüküm eğer "mutlak adalet"e aykırı ise ve hakimin takdir hakkıda yoksa onu kerhen uygulayacak ve gerçek adaleti uygulama fırsatı bulduğu yerlerde de zûlmü, yani gerçek adaletin hilafina verilmiş hükümleri olabildiğince azaltmış olacaktır. Bu ise küfür değil, zulmü hafifletme ve hüküm ifadesiyle "ehven-i şerreyni ihtiyar etme"dir.
2.Yukarıda belirttiğimiz şekilde iman eden ve bu imanında berdevam olan bir insanın, imansızlık dışında yapacağı en büyük isyan dahi küfür olmaz, olsa olsa büyük günah olur. Binaenaleyh, Allah`ın koyduğu ahkâmın doğruluguna inanarak bir insanın Saddam`ın, Hitler`in, Lenin`in, Haccac`ın hükümlerini uygulaması bile küfür değildir. Belki zalimdir. Hiçbir iyi niyeti olmadan bu mesleği seçenler için en fazla böyle denebilir.
3.Allah`ın indirdikleri ile hükmetmeyenleri hiçbir kayıt ve itibara tabi tutmadan kâfir ilan edecek olursak, bu yargıdan faraza bir Islâm ülkesindeki müslüman hakimler dahi kurtulamazlar: Zira her konuda Allah`ın açık hükmünü bulamayacaklar, çoğu yerde takdir ve ictihatlarını kullanacaklar ve bunların bir kısmında da isabet edemeyebileceklerdir. Böyle bir durumda Allah`ın hükmüyle hükmettiklerini söyleyemeyeceğimize göre kâfir olduklarını nasıl söyleyeceğiz ? Asla. Kaldı ki Allah'ın indirdiğiyle hükmetmeyenlerin kafir olmasından maksat, Allahın hükümlerini inkar edenler demektir.
4.Öyleyse özellikle Hukuk Fakültelerinde okumak, bunu yaparken de zûlmü adım adım izole etmeyi, mutlak adaleti yerleştirmeyi, mağduriyetleri önlemeyi hedeflemelidir. Bu niyetle bu tahsilin dahi ibadet olacağına inanıyoruz. Evet bataklığa girip çamurlanmamak mümkün değildir. Ama çamursuz bir ortama geçebilmek için bataklıga girmekten başka çare yoksa ne yapılır?
Savcı ve noterlerin durumu hakimlerden daha tehlikeli değildir. Yeter ki, niyyet iyi tutulsun ve zûlme bulaşmamak için azami gayret gösterilsin. Avukatlığı da aynı ölçülere göre değerlendirmek gerekir.
HUKÛKULLAH
Allah`ın hakları, Allah`a ait olan haklar.
Hukuk, hak kelimesinin çoğulu olup "haklar" demektir. Hukukullah tabiri "Allah`a ait haklar" anlamına gelip, buna toplum veya âmme hukuku da denir.
İslâm hukukunda, haklar bir tasnife göre Allah hakkı ve kul hakkı (hukuku`l-ibâd) olmak üzere ikiye ayrılır. Kul hakkı; kendisiyle, şahsa ait maslahatların (yarar) korunması kastedilen haklardır. Bunlar; sağlığın, çocukların ve malın korunması gibi genel veya mâlikin mülkü, satıcının semen, alıcının mebî (satılan mal) üzerindeki hakkını korumak gibi özel nitelikli haklar olabilir. Bunlarda, indirim, af, sulh, ibra veya mübah kılma gibi tasarruflar mümkündür. Miras cereyan eder, her bir suçta ceza tekrar eder.
Allah hakları (hukukullah) ise; kendisiyle Allah`a yaklaşmak, O`nu ta`zîm etmek ve dininin sembollerini (şeâir) ayakta tutmak veya toplum yararını gerçekleştirmek kasdolunan haklardır. Bunlar, terkeden için tehlikeşinin büyüklüğü ve sağladığı yararın kapsamlı olması yüzünden Allah`a nisbet edilmiştir. Allah`a yaklaşmakla ilgili olan haklar şunlardır: Namaz, oruç, hac, zekât, cihâd, emr-i bi`l-ma`rûf ve nehyi ani`l-münker, nezir, yemin, gerek hayvan kesimi ve gerekse meşru herhangi bir ise başlarken besmele çekmek gibi.
Toplum yararıyla ilgili olan haklara ise; suçları önleyici tedbirler almak, zina, kazf (zina iftirası), hırsızlık, yol kesme, sarhoşluk veren maddeleri kullanmak gibi suçların cezaları ile ta`zîr cezalarını (devletin koyduğu cezalar) uygulamak, nehir, yol, mescid gibi topluma ait yerlerin ortak kullanımını sağlamak gibi haklar örnek verilebilir.
Allah haklarında, indirim, af veya sulh câiz değildir. Bunları değiştirmek de câiz olmaz. Hırsızlık cezası, dava açıldıktan sonra, mağdurun affı veya hırsızla anlaşması, zina cezası da kocanın veya başkasının affı, yahut kadının nikâhlanma yoluyla kendisini mübah kılması hallerinde bile düşmez. Bu haklar miras yoluyla geçmez. Mirasçılar, miras bırakan vasiyet etmedikçe, onun zekât, hac, adak, fidye gibi ibadet borçlarından sorumlu değildir. Mirasçı, mûrisin işlediği suçtan dolayı da sorumlu tutulamaz.
Allah haklarında tedâhül cereyan eder. Bir kimse defalarca zina etse, hırsızlık yapsa, tek ceza yeterli olur. Çünkü cezadan maksat caydırmak, yıldırmak ve korkutmaktır. Bu da gerçekleşmiş olur. Bu suçların cezasını uygulamak hâkime ait bir görevdir (es-Serahsî, el-Mebsût, Matbaatü`s-Saade, IX, 185; el-Kâsânî, Bedâyiu`s-Sanâyi`, Beyrut 1328/1910, VII, 55 vd.; ez-Zühaylî, el-Fıkhu`l-İslâmî ve Edilletüh, 2. baskı, Dımaşk 1405/1985, IV, 13, 14).
HUKUKU`L-İBAD ( KUL HAKLARI)
Kul hakları. Hukuk, hakk`ın çoğulu; ibâd ise abd`ın (kul) çoğuludur. Böylece Hukuku`l-ibâd, kul hakları, insan hakları demektir.
Haklar genel anlamda dört kısma ayrılır.
1- Sırf Allah`a ait olan ve içinde kul payı olmayan haklar. Bunlar toplumun yararı gözetilen haklardır. Zina, içki cezaları, iman, namaz, zekât, vergi, harç ve benzeri haklar gibi. Bu haklardan vazgeçme veya bunları affetme yetkisi bulunmaz.
2- Sırf kula ait haklar. Bunlar kişisel maslahata yönelik haklardır. Kişinin alacakları, diyet (kan bedeli), telef edilen mal bedelleri gibi. Bu tür haklar kişiye ait olduğu için isterse onlardan vazgeçebilir. Çünkü insan kendine ait haklarda istediği şekilde tasarruf etme yetkisine sahiptir.
3- Allah hakkı ile kul hakkının bir araya geldiği ve Allah hakkının gâlib olduğu haklar. Meselâ kazf, yani bir kişiye zina iftirasında bulunma cezası gibi. Kazf, bir yandan kişilerin namus ve şahsiyetleriyle ilgili olduğu ve toplum içerisinde fuhuş ve fesadın yayılmasına neden olduğu için, Allah hakkıdır; diğer yandan kişilerin iffet ve şerefini ilgilendirdiği için kul hakkı grubuna girmektedir. Ancak burada Allah hakkı kul hakkına daha galib geldiğinden kulun bu cezayı af etme yetkisi yoktur.
4- Her iki hakkın bir arada toplandığı ve kul hakkının gâlib olduğu haklar: Mesela amden (kasıtlı olarak) öldüren katilden kısas almak gibi. Bu ceza bir yandan insan hayatını koruduğu ve toplumun emniyet ve sükûnunu sağlamaya yönelik olduğu için umumî maslahat kabılinden olup Allah hakkıdır; diğer yandan maktül`ün (öldürülenin) akrabalarının öfkelerini dindirdiği ve katile karşı kin ve düşmanlık duygularını söndürdüğü için özel bir haktır ve kula aittir. Ancak bu suçun öldürülen ve akrabalarıyla olan ilgisi toplumla olan ilgisinden daha açık ve daha yakın olduğundan, buna terettüb eden kısasta kul hakkı daha galib kabul edilmiş, dolayısıyla bu haktan vazgeçip geçmeme, yani katili bağışlayıp bağışlamama yetkisi öldürülenin velilerine (akrabalarına) verilmiştir (bk. Abdülkerim Zeydan, el-Vecîz fi Usûli`l-Fıkh, s. 62-65).
Diğer bir açıdan kul hakları, para ve mal gibi maddî haklar iffet, şahsiyet ve benzeri manevî haklar olmak üzere ikiye ayrılır.
İslâm dini bütün yönleriyle insan haklarına son derece de önem vermiş ve bu hakların gözetilmesini emretmiştir. Allah (c.c.), Kur`ân-ı Kerîm`de şöyle buyurmaktadır: "Mallarınızı, aranızda haksız sebeplerle yemeyin. Kendiniz bilip dururken insanların mallarından bir kısmını, yalan yemin ve şahitlikle yemeniz için o mallan hakimlere (reislere, yetkili idarecilere veya mahkeme hakimlerine el altından rüşvet olarak) vermeyin" (el-Bakara, 2/188); "Ey iman edenler! Zannın çoğundan sakınınız. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Biriniz diğerini arkasından çekiştirmesin (aleyhinde konuşmasın). Biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz. O halde Allah`tan korkun. şüphesiz Allah, tevbeyi çok kabul edendir, çok esirgeyendir" (el-Hucurât, 49/12).
Her ne suretle olursa olsun insanların haklarına tecavüz edip onlara haksızlık yapanlar, zâlimler grubuna girmektedir ki Cenâb-ı Allah Kur`ân-ı Kerîm`in birçok âyetlerinde onları şiddetle yermiş ve onlar için büyük azaplar olduğunu bildirmiştir: "Sorumluluk, ancak insanlara zulmedenlere ve yeryüzünde haksız yere taşkınlık edenlere aittir. İşte böylelerine acı bir azap vardır" (eş-Şura, 42/42); "Zâlimlerin varacağı yer ne kötüdür!" (Âlu İmrân, 3/151); "Zâlimler için yardımcılar yoktur" (el-Mâide, 5/72); "Biliniz ki Allah`ın lâneti zâlimlerin üzerinedir" (el-Hucurât, 49/12).
Hz. Peygamber (s.a.s) de bu konuda şöyle buyurmaktadır: "Birbirinize hasedlik etmeyin! Müşteri kızıştırmayın! Birbirinize buğzetmeyin! Birbirinize sırt çevirmeyin! Biriniz diğerinin pazarlığı üzerine satış yapmasın! Kardeş olun ey Allah`ın kulları! Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez; onu yardımsız bırakmaz; onu küçümseyip hakir görmez. - Üç defa kalbine işaret ederek- Takva şuradadır. Kişiye kötülük olarak müslüman kardeşini hakir görmesi yeter. Müslümanın her şeyi, kanı, malı ve ırzı diğer müslümana haramdır" (Müslim, Birr, 32); "Bir müslüman için müslüman kardeşi üzerine vacib olan beş hakkı vardır: Selamı almak; aksırana teşmît (Allah sana rahmet etsin demek); davete icabet; hastayı ziyaret etmek ve cenazelerin arkasından gitmek" (Müslim, Selâm, 4).
Ebû Hureyre (r.a) der ki: Rasûlüllah (s.a.s) ashabına: "Müflis (iflas etmiş) kimdir bilir misiniz" diye sordu. Ashab: "Bizim aramızda müflis, hiç bir dirhemi ve eşyası olmayan kimsedir" dediler. Bunun üzerine Rasûlüllah (s.a.v) şöyle buyurdu: "Benim ümmetimden müflis o kimsedir ki kıyamet gününde namaz, oruç ve zekâtla gelecek, ancak şuna sövmüş; buna zina iftirasında bulunmuş; bunun malını yemiş; bunun kanını dökmüş; diğerini de dövmüş olarak gelecek; dolayısıyla şuna hesenatından (iyiliklerinden) buna da hesenatından verilecektir. O âyet davası görülmeden hesenatı biterse, onları (hak sahiplerinin) günahlarından almarak bunun üzerine ve sonra da cehenneme atılacaktır" (Müslim, Birr, 59).
"Kıyamet gününde haklar, mutlaka sahiplerine ödenecektir; öyle ki boynuzsuz koyun için dahi boynuzlu koyundan kısas almacaktır" (Müslim, Birr, 60).
İslâm bilginleri de günahtan tevbe etmenin kabul olunması hususunda şöyle demişlerdir: Şayet işlenen günah yalnız Allah`a karşı olup kul hakkına taallûk etmiyorsa bu gibi günahtan tevbe etmenin üç şartı vardır:
1) O günahı terk etmek
2) Onu işlediğine pişman olmak
3) O günahı bir daha işlememeğe azmetmek.
Bu üç şarttan biri eksik olursa tevbe geçerli değildir.
Eğer işlenen günah insan hakkı ile ilgili ise o tevbenin dört şartı vardır. Bunların üçü yukarıda zikredilen üç şarttır. Dördüncüsü de hak sahibinin hakkından arınmaktır. Şayet bu hak, mal ve benzeri ise tevbe eden kimse onu sahibine iade eder; Eğer bu hak, zina iftirası atmak sebebiyle lazım gelen hadd cezası ise, hak sahibinin o haddi icra etmesine imkân verir yahut affını diler; eğer o hak gıybet ise hak sahibinden af diler.
HÜKÜMETE VERİLEN VERGİ ZEKAT SAYILIR MI?
Bilindiği gibi zekat, mükellef olanlardan alınıp Kur’an’ın saydığı 8 sınıfa verilmesi gereken mali bir ibadettir. Dolayısıyla burada zekatın verileceği yerler çok önemlidir. Zira onları Kur’an’ı Kerim’in özellikle zikrettiğini görmekteyiz.
Efendimiz döneminde zekat iki türlü yerini buluyordu. Birincisi, amiller dediğimiz zekat memurları veya mükellef olan teb’a, zekatı beytü’l male getiriyor ve oradan da zikredilen 8 sınıfa devlet eliyle dağıtılıyordu. Yani devlet zekatın toplanıp dağıtımını yapan bir organizatör gibiydi. İkinci şekil ise, bizzat amiller, topladıkları zekatı aynı bölgedeki ihtiyaç sahiplerine dağıtıyordu.
Bineanaleyh zekatı devlet toplayabilir, bunda herhangi bir şüphe sözkonusu değildir. Devlet burada sadece dağıtım vazifesini yapar. Zaten tüzel kişilik olarak devletin kendisine zekat verilemez. Ama bu, devlet halktan hiçbir şey alamaz demek değildir. Zira ihtiyaç olduğunda devlet zekatın dışında başka vergi de alabilir. Dolayısıyla devlet bizden vergi alıyor diye zekat vermemezlik edemeyiz. İkisini birbirinden ayırmak gerekir.
Vergi bir vatandaşlık görevidir; zekat ise dinî bir yükümlülüktür. Ayrıca zekat ile vergi, yaptırım kaynağı, temel gaye, oran, miktar ve harcanacağı yerler bakımından birbirinden farklıdır. Bu itibarla, devlete ödenen vergiler zekat yerine geçmez. Zekatın ayrıca verilmesi gerekir.
HULF (VERİLEN SÖZDE, YAPILAN ANLAŞMADA VE EDİLEN VAADDE DURMAMAK)
Verilen sözde, yapılan anlaşmada ve edilen vaadde durmamak.
`Hulf` kelimesi `HLF` kökünden gelir. `Half`, arka, geri demektir. "Önlerinde olanı ve arkalarında olanı bilir" (el-Bakara, 2/155)."Bugün bedenini kurtaracağız, senden sonrakilere âyet olsun diye" (Yunuş 10/92). Halef selefin zıddı olup, öncekileri izleyen, sonradan gelen nesil(ler) anlamındadır. "Onlardan sonra bir `half` (arka nesil) halef oldu" (el-A`raf, 7/ 169). `Ha Le Fe` fiilinde, derece olarak geride kalma anlamı da mevcuddur. Araplar, durup durup da yersiz söz eden biri hakkında "bin sustu,`half` konuştu" derler. `Tehallüf` kalma manâsına olup, `Halafe` "düşüklük, adîlik, ahmaklık" demektir. Aynı fiil kökünden gelen `hılfe`, masdarı ise `peşisıralık` ifade eder: "Gece ile gündüzü birbirine izler yaptı"(el-Furkan, 25/62). `Hilâf`, karşı çıkma ve ayrıca karşılık (çaprazlama) manâsınadır. (el- Maide: 5/33, et-Tevbe: 81). `Hilâfe`, asılın yokluğunda veya ölümünde ona niyabet etmek demektir. Bu niyabet (vekillik) asılın acizliğinden veya vekilin şerefinden de olabilir. Allah`ın velîlerinin yeryüzünün halifeleri olması, sahip oldukları şeref nedeniyledir. Bu anlamda halife`nin çoğulu `halâif` gelirken, `halff`in çoğulu ise `hulefa` gelir. `İhtilâf`, bir topluluk içinde gruplaşma, herkesin bir başkasının tersine yol izlemesi anlamındadır. Şu kadar ki, ihtilaf zıddiyet anlamına gelmez; her zıt muhtelif olsa da, her muhtelif birbirine zıt değildir (Râgıb el-İsfahânî, Müfredât, 155-6).
Yukarda değişik türevlerini verdiğimiz `hulf` kelimesi ise, başta açıklandığı gibi, "söze, ahde muhalefet" demektir. `Veadenî fe-ahlefenî`, bana söz verdi, sözünde durmadı (va`d etti, va`dinde durmadı) denilir.
İnsan hayatı bir noktada pek çok vaadlerin ve ahidlerin doldurduğu bir hayattır. Her şeyden önce, insan Cenâb-ı Allah`a "Evet, Sen Rabbimsin" diye söz vermiş (el-A`raf, 7/172) ve bu sözünü yerine getirecek fıtratta yaratılmıştır. Allah da, sözünde durup durmamasına göre insana Cennet veya Cehennem va`d etmiş; kendi yolunda uğraşanları yollarına erdireceğini; insanlar Allah`ın nimetini değiştirmedikleri sürece durumlarını değiştirmeyeceğini; sabır ve sebat gösterirlerse mutlaka mü`minlere yardımda bulunacağını; rasûllerinin ve mü`minlerin mutlaka galip geleceğini, en ufak bir iyiliğin karşılığını kat kat misliyle vereceğini ve akıbetin her zaman müttakîlere ait olduğunu va`d etmiştir ve O asla va`dinden ve ahdinden dönmez (el-Bakara, 2/80; Âlu İmran, 3/9). Ama, eğer insanlar ve özelde mü`minler O`na olan ahidlerinden dönerler ve nimetlerini inkârla durumlarını değiştirirlerse, Allah da onlara verdiği Cennet ve zafer va`dini elbette geri alır (e/İsra, 17/8). Ayrıca, mü`minler Rasûle veya imamlarına biatta bulunduklarında, İmam, Allah`ın Yolu`nda olduğu sürece biatlarından dönecek olurlarsa bu ancak kendi aleyhlerine olur (el-Feth, 48/10).
Her ne ve nasıl olursa olsun, verilen sözden ve yapılan ahidden nefse uyarak dönmek, ahde vefa etmeyip, sözde durmamak münâfıklık alâmetidir ve münâfığın sıfatıdır. Buhârî, Müslim gibi en sahih hadis kaynaklarında Efendimiz (s.a.s) "Münâfığın alâmeti üçtür: Konuştuğunda yalan söyler; va`d edip (söz verdiğinde) hulf eder (döner) ve kendisine bir şey emanet edildiğinde ihanet eder" buyurmaktadır (Riyâzü`s-Sâlihîn, 1, 197).
HULLE
Islâm`da nikâhla kurulan âile kurumu ciddî ve mukaddes bir kurumdur. Nikâh, karının üç bağla kocaya bağlanmasını sağlamıştır. Eğer erkek karısını bir defa boşar ve bu bağlardan birini koparırsa, ayrılığın acısını tadınca tekrar dönebilir ve iki bağ ile daha dikkatli bir tutumla arkadaşlıkları sürer. Erkek bu ciddî kurumu tekrar hafife alır ve bir kez daha boşarsa, dönme isteği halinde kendisine bir hak daha tanınır ve tek bağla beraberliklerini sürdürürler. Erkeğin bundan sonraki boşaması böyle bir ciddî kurumu hafife alması ve kadının onuruyla oynaması sayılır ve artık o kadına dönme isteği kabul edilmez: Kur`ân-ı Kerîm bunu: "... ve üçüncü kez de boşarsa, artık onu bir başkası nikâhlayıncaya kadar ona dönemez" diye hükme bağlar. (Bakarâ (2) 230.) Yani üçüncü talakla ondan boşandıktan sonra, iddetini bitirecek, normal şartlarla bir başkası ile evlenecek, karı-koca ilişkileri yaşayacaklar ve günün birinde onunla da anlaşamaz ve ayrılırlarsa ve tekrar iddet beklerse, o zaman birinci kocasının ona talip olması ciddî bulunur ve onunla evlenebilir. Çünkü karısının sonradan bir başkası ile evlenmesi gibi son derece onur kırıcı bir işi sineye çekmiş ve buna katlanmış olması, artık epeyce ders almış olduğunu gösterir.
Ancak insanlar, her işe hile buldukları gibi, buna da bulmuşlar ve karısını üç talakla boşayan adamın ona tekrar dönme isteği halinde, üçüncü bir kişiyle anlaşıp, hemen boşaması şartıyla kadını ona nikâhlama gibi çirkin bir yol seçmişlerdir. İşte bu olaya "hulle" ya da "tahlîl", bu şartla kadınla evlenen ikinci kocaya da "muhallil" denir. Bu kelimeler "helâl" kökünden türetilmiş kelimelerdir. "Hulle" helâl olma, "tahlîl" helâl kılma, yani helâl yapma, "muhallil" de helâl kılan, yani yapan anlamındadır.
Peygamberimiz "hulle" yapan bu ikinci erkeği kiralık tekeye benzettiği (Ibn Mâce, nikâh 33.) ve "Allah, hulle yapana da, kendisi için hulle yapılana da lânet etsin" buyurduğu (bn Mâce, nikâh 33; Ebû Dâvûd, nikâh l4; Tirmiiî, nikâh 28;Müsned 1/83, 88, Il/323.) için, bütün Islâm bilginleri, bu işin çok çirkin ve haram bir iş olduğu konusunda sözbirliği halindedirler. Ancak bu çirkinliğe rağmen yaparlarsa ne olur? Hanefiler dışındaki bütün Islâm bilginleri; "hulle"nin hiçbir hüküm ifade etmeyeceğini ve bu yolla bu durumdaki kadının birinci kocasına helâl olamayacağını söylemişlerdir. Hanefiler ise: Bu iş lânetlenmiş, çirkin bir iş olmakla beraber, birisi iğrenmeden bunu yapıverirse, bir haram işlemiş olur; ancak kadın, bununla da ilk kocasına helâl olabilir; çünkü Peygamberimiz, lânetlerken bile, "helâl yapan" diyerek lânetlemiştir, demişlerdir (bk. Sabunî, age 1/340.). Demek ki, helal kılma işi böyle çirkin bir yolla olsa dahi gerçekleşmiştir.
HULLE-HULLECİ
Bir İslâm hukuku terimi olarak; üç talakla boşanmış olan bir kadının, eski kocasına yeniden dönebilmesi için, üçüncü bir erkekle usûlüne göre evlenip, ölüm veya boşanma ile bu ikinci evliliğin sona ermesi ve kadının eski kocasına helâl hâle gelmesi işlemi demektir.
İslâm hukuku kocaya mutlak boşama yetkisi vermiştir. Kadın da tefvîz (bk. Tefvîz-i talak) yoluyla boşama yetkisine sahip kılmabilir. Prensip olarak, karısını boşayan onunla yeniden birleşebilir. Ric`î (cayılabilir) talakla boşama hâlinde iddet süresi içinde, yeniden nikâh akdine gerek olmaksızın evlilik devam edebilir. Üç defa boşanmışsa artık kadının bir üçüncü erkekle muteber bir şekilde evlenmesi ve bu ikinci evliliğin talak, fesih veya ölümle ortadan kalkmış olması şarttır. İşte koca ile eski karısı arasındaki, bu geçici yasağı ortadan kaldırmaya yönelik muâmelelere tahlîl; "helâl kılma", "helâlleştirme" veya "hulle" adı verilir.
Hulle`nin dayanağı âyet ve hadistir.
Kur`ân-ı Kerîm`de; boşamanın iki defa olduğu, bundan sonra, ya iyilikle tutmak veya güzellikle salıvermek gerektiği belirtildikten sonra (el-Bakara, 2/229) bir sonraki âyette şöyle buyurulur: "Yine erkek, karısını (üçüncü defa olarak) boşarsa, ondan sonra kadın kendinden başka bir erkeğe nikâhlanıp varıncaya kadar ona helâl olmaz. Bununla beraber, eğer bu yeni koca da onu boşarsa onlar (birinci koca ile aynı kadın) Allah`ın sınırlarını ayakta tutacaklarını zannederlerse (iddet bittikten sonra tekrar) birbirine dönmelerinde her ikisi hakkında bir sakınca yoktur" (el-Bakara, 2/230).
Bu âyette ve İslâm`ın diğer hükümlerine göre, meşrû bir hullenin şartları şunlardır:
1) Bir defada veya ayrı zamanlarda üç kere boşanan kadın iddetini tamamlayacak.
2) Bundan sonra, başka bir erkekle, sahih nikâhla evlenecek
3) Evlendiği ikinci kocasıyla zifaf meydana gelecek.
4) Ölüm veya boşama suretiyle bu ikinci evlilik sona ermiş bulunacak.
5) Kadın, ikinci kocadan olan iddetini tamamlamış olacak.
Ancak bu şartlar yerine geldikten sonra bir erkeğin üç defa boşadığı karısıyla yeniden evlenmesi mümkündür (el-Cassâs Ahkâmü`l-Kur`ân, Âsitâne, thk. Muhammed es-Sâdik, Dâru`l Mushaf, Kahire, ts., ll, 88, 89; Mehmed Zihni, Münâkehât ve Mufârekât, İstanbul 1324/1906, s. 43-45).
İslâm`dan önceki Arap toplumunda erkek, karısını dilediği kadar boşar ve yeniden ona dönebilirdi. Evlilik yuvasını zayıf düşüren bu uygulamayı İslâm üçle sınırladı. Üç defa boşanan eşlerin artık barışma ve evlilik hayatını sürdürme arzuları azalmış demektir. Buna rağmen yine de evlenmek isterlerse, yuvayı İslâmî ölçüler içinde sürdürme konusundaki kanaatleri güçlü ise, hulle`den sonraki devrede yeniden evlenmeleri mümkün ve câizdir.
Ancak üçlü boşamadan sonraki hulle şartı veya cezası taraflara ağır geldiği için, gerçekte 5-6 ay gibi iddet sürelerinden önce gerçekleşemeyecek olan hulleyi, anlaşmalı yollarla çok kısa süreye sığdırma uygulamaları görülmüştür. İşte İslâm`a saldırmak için tenkid malzemesi olarak kullanılan ve bazılarınca hûlle-i şer`iyye kapsamında değerlendirilmek istenen hulle, bu sonuncusudur.
Üçlü boşama ile karısını boşayan koca, başka bir erkekle anlaşır, o da nikâhtan hemen sonra kadını boşayacağını taahhüd ederse, acaba bu şekildeki anlaşmalı evlilik karıyı ilk kocasına helâl kılar mı? Bu konuda, İslâm hukukçuları arasında görüş ayrılığı vardır.
Hanefiler dışındaki çoğunluk İslâm hukukçularına göre, anlaşmalı nikâh geçersizdir. Kadın, bununla ilk kocaya helâl olmaz. Dayandıkları deliller şunlardır
Hz. Peygamber, anlaşmalı nikâh yapana (muhallil) ve yaptırana (muhallelün leh) lânet etmiş ve birincisine "kiralık teke" tabirini kullanmıştır (İbn Mâce, Nikâh, 33; Tirmizi, Nikâh, 28; Nesaî, Talâk, 13; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 83, 87, 93).
Abdullah bin Abbas (Ö. 68/687), Hz. Peygamber`e, anlaşmalı nikâh yapanın (muhallil) durumunu sormuş O, şöyle cevap vermiştir: "Hayır, ancak isteyerek yapılacak nikâh helâl kılar, hileli nikâh değil, Allah`ın kitabı ile alay da değil. Sonra, ikinci erkeğin kadınla cinsel ilişkide bulunması da gerekir" (et-Tâc, II, 313). Rıfaael Kurazî`nin karısı Hz. Peygamber`e gelmiş ve "Rifâa beni kesin olarak üç talakla boşadı. Ben de Abdurrahman b. Zubeyr (Ö. 72/691) ile evlendim. Ancak onda ki de (cinsel uzuv) çaput çıktı" demiştir. Hz. Peygamber (s.a.s) tebessüm ederek; "Yani yeniden Rifaa`ya mı varmak istiyorsun? Ama sen, bunun (Abdurrahman`ın) balcağızından (cinsel organı), o da senin balcağızından tatmadıkça olmaz" buyurmuştur (Buharı, Libâs, 23, Talâk, 7,37; Ebû Dâvûd, Talâk, 49; Nesâf, Talâk, 9; İbn Mâce, 32; Mâlik, el-Muvatta, Nikâh, 7, 18). Burada, bir sahâbe kadının kocası ile ilgili en mahrem konuyu açıkça sorduğu ve Nebi (s.a.s)`in de bu soruyu normal karşılayarak hükmü ne ise Onu bildirdiği görülmektedir.
Hanefilere ve bazı Şafiîlere göre ise; anlaşmalı nikâh mekruhtur. Bâtıl değildir. Hulle için konuşulan "şu kadar süre, şu kadar para karşılığı evli kalma, ondan boşanma şartıyla evlenme vb. şartlar yok sayılır ve nikâh sürekli olarak meydana gelir. Hadîslerde, anlaşmalı nikâh yapana "muhallil"; helâl kılıcı, meşrû hâle getirici denmesi, akdin sahih olduğunu gösterir. El-Evzâîden şöyle dediği rivâyet edilmiştir: "Anlaşmalı nikâh yapan ne kötü yapmıştır, ancak bununla birlikte bu nikâh câizdir" (Muhammed Ali es-Sâbûnî, Revâiu`l-Beyân Tefsîru Âyâti`l-Ahkâm, 2. baskı, Dımaşk 1397/1977, I, 341).
Anlaşmalı evlilik gerçekte ilk kocaya gerekli teminatı sağlamaz. İkinci koca, nikâh akdinden sonra fikir değiştirerek, boşamaktan vazgeçse buna çare bulunmaz. Ancak kadın da boşama yetkisi almışsa, (tefvîz-i talâk) bunu kullanabilir (Ömer Nasuhî Bilmen, Hukuk-ı İslâmiyye ve İstilâhâtı Fıkhıyye Kâmusu, 1. baskı, İstanbul 1967, II, 109).
1917 Tarihli Osmanlı Hukuk-ı Aile Kararnâmesi (H.A.K) 15. maddede: "Bir kimse üç talak ile boşadığı kadınla, beynûnet-i kat`iye (kesin ayrılık) devam ettikçe yeniden evlenemez". 118. maddede ise; "Beynûnet-i kat`iye, karısının iddeti bittikten sonra hulle maksadı olmaksızın, başka bir kocaya varıp, cinsel temastan sonra ondan ayrılması ve iddetinin de tamamlanması ile ortadan kalkar" hükümleri yer almaktadır.
1961 tarihli, Pakistan Aile Hukuku Kararnâmesi de benzer hükümler ihtiva etmektedir (bk. 1951 tarihli Ürdün Kanunu Madde 12; Suriye Medeni Kanunu Mad. 36; Fas Medeni Kan. Mad. 39/3; Irak Medeni Kan. Mad. 13).
Türk Medeni Kanununda boşama sayısı ile ilgili bir evlenme engeli yoktur. Buna göre, bir kimse defalarca boşadığı karısı ile yeniden evlenebilir. Ancak T.M.K.da boşama bir takım sebeplere (bk. T.M.K. Mad. 129-134). bağlandığı için uygulamada defalarca boşanıp evlenene ender rastlanır. Diğer yandan, genellikle artık geçinme ve bir arada yaşama imkânı kalmayan eşler boşanır. Bunların yeniden barışıp evlenmeleri pek nâdirdir.
İslâm hukukunda boşanma, özellikle erkek bakımından çok kolaylaştırıldığı için, bu yola sıkça başvurulur ve boşama irâdesi usûlüne uygun olarak açıklanır açıklanmaz hukukî sonuçlarını doğurur. Açıklanan iradeden rucû da mümkün olmaz. Beşerî hukuklarda ise, boşanma davası sonuçlanıncaya kadar davacı eş her zaman davadan vazgeçebilir.
Üç talâk hakkının bir defada kullanılması sonucunda, boşayan eş pişmanlık duyarsa, boşadığı eşiyle arasına hulle engeli girmektedir. Bu durum, kıskanç kocayı çileden çıkarmakta, probleme çare bulmak için bilim adamlarının kapısını aşındırmaktadır. Bu arada konunun inceliklerini bilmeyen kimselere de fetva için başvurulabilmektedir .
İşte, boşama iddetlerini gözetmeden, kısa sürede hileli evlenme ve boşanma yolu hulle`yi kötüye kullanılır hâle getirmiştir. (Deliller hakkında geniş bilgi için bk. Hamdi Döndüren, İslâm Hukuku, 2. baskı, İstanbul 1983, s. 365 vd.).
HUL` NE DEMEKTİR?
Hul` kocaya verilmek üzere bedel mukabilinde koca ile karı arasındaki evlilik hayatına son vermektir. Hanefi mezhebinde hul` bedel mukabilinde kişinin karısını boşamaktır. Şafii mezhebinde hul` bedel mukabilinde kişinin karısını boşamaktır. Şafii mezhebinde ise konu ihtilaflıdır. Bu bir boşamadır diyen olduğu gibi, boşama değil, nikahı fesh edip bozmaktır diyen de vardır. Fesh olduğu takdirde talak`ın sayısına tesir etmez. Buna göre hul` edilen kadın ile ikinci defa evlenmek caizdir, hatta kaç defa tekrar ederse yine evlenmeye engel olmaz. Bir kimse üç talakını bir şeye ta`lik eder, mesela: babanın evine gidersen üç talak ile benden boşsun dese, hul` fasihdir diyen bazı Şafii ulemasının kavline göre zevcesini bir şey mukabilinde hul` eder, sonra kadın bu esnada babasının evine gider ve akabinde iddet beklemeden yeni bir nikah ile onunla evlenirse ta`likden kurtulmuş olur. Çünkü eski nikah bozulmuş gitmiştir.
HUL`(BEDEL KARŞILIĞI KADININ KOCASINI BOŞAMAK İSTEMESİ)
Çıkarmak, gidermek, soymak ve soyunmak. Kadının ödemeyi kabul ettiği bedel karşılığında evlilik akdine son vermek, başka bir deyimle; eşlerin karşılıklı anlaşma yoluyla evliliğe son vermesi. Hul` yerine aynı anlamda muhâlea tabiri de kullanılır. İslâm hukukunda muhâlea, evliliği sona erdiren sebeplerden birisidir. Bazı durumlarda evliliğin bu yolla sona erdirilmesine ihtiyaç duyulabilir. Meselâ; eşler birbirini sevmez, biri diğerine saygı duymaz, anlasamaz ve birlikte yaşamak çekilmez hâle gelmiş olursa kocanın elinde boşama imkân ve yetkisi vardır. Fakat koca buna rağmen karısını boşamazsa ne yapılabilir? Kadın bu şiddetli geçimsizliğe ve çekilmez hayata katlanmaya devam mı edecektir? İşte bu gibi hallerde kadının bir bedel karşılığında kocasından ayrılması mümkündür. Bu fesih veya talak (boşama)dan ayrı bir boşama şeklidir (es-Serahsî, el-Mebsût, VI, 171-196; İbnü`l-Hümâm, Fethu`l-Kadr, III, 199-224; İbn Âbidin, Reddü`l-Muhtar ale`d-Dürri`l Muhtar, II, 556-5731)
Muhâlea kitap ve sünnet delillerine dayanır .
Âyetlerde şöyle buyurulur: "Kadınlara vermiş olduğunuz bir şeyi geri almanız helâl değildir. Meğer ki karı ve koca Allah`ın çizdiği sınırlara riâyet edememekten korkmuş olsunlar. Şâyet onların, ilâhi sınırlara riâyet edemeyeceklerinden korkarsanız, karının kurtulmak için bir şey (para) vermesinde ikisi için de bir günah yoktur" (el-Bakara, 2/229).
"Nikâhladığınız kadınların mehirlerini gönül rızası ile verin. Şayet mehrin bir bölümünü gönül hoşluğu ile kendileri size bağışlarsa, onu afiyetle yiyin" (en-Nisâ, 4/4).
İbn Abbas (r.a)`den rivâyet edildiğine göre; Sâbit b. Kays`ın karısı Peygamber (s.a.s)`e gelerek:
"Ey Allâh"ın Rasûlü, Sâbit b. Kays`ı ahlâk ve din hususunda ayıplamıyorum, fakat müslümanlıkta küfür derecesinde bir hata işlemekten korkuyorum" dedi. Hz. Peygamber ona sordu: "Bahçeyi ona geri verecek misin?" cevap verdi: Evet. Bunun üzerine Hz. Peygamber Sâbit`e; "Bahçeyi kabul et ve onu bir defa da boşa" buyurdu (Buhârî, Talâk, II; Nesaî, Talâk, 34).
Muhâlea kendine hâs özellikleri olan bir boşama çeşididir. Bu boşama koca bakımından bir yemindir. Çünkü koca muhâlea anlaşmasıyla karısını boşamayı bir bedele bağlamış olur. Bedeli alınca boşama gerçekleşmiş sayılır. Muhâlea, kadın bakımından ivazlı (bedelli) bir akittir. Çünkü kadın bununla bir bedel ödemeyi kabul etmiş olur. Kadın, kocasının bir bedel karşılığında boşama teklifine "kabul ettim" der veya "beni şu kadar para karşılığında boşa" diyerek kendisi icapta bulunur. Aslında bununla, "Şu kadar para karşılığında evlilik bağını senden satın almaya razı oldum" demek istemiştir.
Muhâlea teklifi kocadan gelmişse, artık ne kadının kabulünden önce ve ne de sonra bu icabından (teklifinden) rucû edemez. Karısını kabulden menedemez. Kendisi için muhayyerlik şartı koyması muteber değildir. Karısının hemen o meclise kabul iradesini açıklaması gerekir. Koca muhâlea akdini feshedemez. Kocanın mücerred muhâlea isteğinde bulunmasıyla bu beş hüküm kendiliğinden doğar. Koca muhâleayı bir şarta veya gelecek zamana bağlayabilir. "Eğer baban gelirse, şu kadar para karşılığında seninle muhâleayı kabul ettim" veya "Ramazan ayı başında, şu kadar para karşılığında seninle muhâleayı kabul ettim" denilse, şart gerçekleştikten veya belirtilen tarih girdikten sonra kadın kabul etse boşama meydana gelir. Kadının belirlenen parayı kocasına vermesi gerekir.
Muhâlea yoluyla boşanma teklifi kadından gelir de kocasına; "Sana vereceğim şu kadar para karşılığında beni boşa" derse, koca kabul iradesini açıklayıncaya kadar, kadın bu icabından rucû edebilir. Karı-kocadan birinin meclisi terk etmesiyle bu icab bâtıl olur. Kadının muhâleada muhayyerlik şartı geçerlidir (İbn Âbidin, a.g.e, II, 557; M. Zihni Efendi, Munâkehat Mufârekât, 117, vd.).
Mihir olarak verilebilen her şey muhâleada bedel olabilir. İslâm hukukuna göre alım-satımı meşrû olan ve ekonomik bir değer taşıyan menkul ve gayr-i menkuller ile bazı menfaatler mehir ve muhâleada bedel olabilir. Muhâlea bedeli, mehire denk, ondan az veya çok olabilir. Meselâ; koca, küçük çocukların masraflarının belli bir yaşa kadar karısı tarafından karşılanması şartıyla muhâlea yapabilir. Yine çocukların belli yaşa kadar karısı tarafından bakılıp terbiye edilmesi de muhâlea bedeli olabilir.
Eşler arasında geçimsizliğin kaynağı bazan kadın, bazan kocadır. Bazan da geçinip giden eşler boşanabilir. Geçimsizlikte kusurlu olmak muhâlea bedelini etkiler mi? Başka bir deyimle, koca hem geçimsizlik çıkarır, hanımını boşamaz, hem de boşamak için karısından bir bedel isteyebilir mi? Burada, kocanın boşama hakkını kötüye kullanma ihtimali vardır. Koca muhâlea bedeline ya mahkeme hükmüyle (kazâen), ya da Allah`la kul arasında kalan yolla (diyâneten) mâlik olur. Koca dünya hukuku bakımından (kazâen) muhâlea bedelin her durumda sahip olur. Geçimsizliğin yalnız kocadan yahut yalnız kadından yahut da her ikisinden gelmesi sonucu etkilemez. Bu bedelin mehire eşit, ondan az veya çok olması da hükmü değiştirmez (el-Fetâvâ`l-Hindiyye, I, 488). Çünkü kadın, kendi mülkü üzerinde dilediği şekilde tasarruf edebileceği gibi, koca da, karının kendi rızasıyla vereceği bir bedel karşılığında birtakım hak ve menfaatlerinden vazgeçerek onu boşayabilir. Ayet-i kerîme`de"...Karının kocasına evlilikten kurtulmak için bir bedel vermesinde her ikisi için de bu günah yoktur" (el-Bakara, 2/228) buyurulmuş, bedelin miktarı için bir sınır konulmamıştır. Ancak Ebû Bekr el-Müzenî bu âyetin, aşağıdaki âyet tarafından neshedildiği görüşünü benimsemiştir. "Eğer bir kadını bırakıp da yerine başka bir kadın almak isterseniz, öncekine yüklerce mehir vermiş olsanız bile, o verdiğinizden geri bir şey almayınız" (en-Nisa, 4/20). el-Müzenî bu âyete dayanarak hul` yoluyla boşanmaya karşı çıkar. İslâm hukukçularının çoğunluğu ise bu son âyeti rızası hilâfına kadından bir şey alınmaması şeklinde anlamışlardır (ez-Zühaylî, el-Fıkhu`l İslâm`ı ve Edilletuh, Dımaşk 1985, 2. baskı, VII, 472).
Uhrevî sorumluluk bakımından (diyâneten) muhâlea bedelinin hükmü eşlerin geçimsizlikteki rollerine göre değerlendirilmiştir. Geçimsizlik yalnız kocadan kaynaklanıyorsa muhâlea bedeli istemesi helâl değildir. Verilen mehrin boşarken geri alınmasını yasaklayan Nisa Sûresi 20 nci âyeti bunun delilidir. Çünkü erkeğin hanımına zulüm yaparak muhâlea bedelini yüksek tutması ve boşamayı bir para karşılığı yapması, hakkı kötüye kullanma sayılır (el-Cassâs Ahkâmü`l Kur`ân, 2. baskı, Kahire, (t.y), II, 92, 93; el-Fetâvâ`l-Hindiyye, I, 488; Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslâm Hukuku, 2. Baskı, İstanbul 1983, s. 406, 407). Geçimsizlik yalnız kadından veya her iki şeyden geliyorsa, kocanın boşama karşılığında bir bedel (para) alması helâldir. Fakat bu durumda kadına mehir olarak verdiğinden daha fazlasını alması mekruh sayılmıştır (el-Cassâs, a.g.e, II, 93; el-Fetâvâ`l-Hindiyye, I, 488).
Hanefilerin de dahil bulunduğu çoğunluğa göre muhâlea yoluyla boşama, bir bâin (kesin) talâk sayılır. İmam Şâfiî ise muhâleayı boşama değil, fesih sayar. Bu konuda şu delillere dayanır: Âyetlerde şöyle buyurulur: "Talak iki defadır" (el-Bakara, 2/229). Âyetin devamında; "Kadının kurtulmak için bir bedel vermesinde, ikisine de bir günah yoktur" buyurulur. Aynı Sûrenin 229 ncu âyetinde ise; "Eğer koca karısını ikinci talaktan sonra bir defa daha boşarsa, bundan sonra kadın başka bir erkeğe nikâhlanmadıkça (ve ondan da ayrılmadıkça) ilk kocasına helâl olmaz" ifadeleri yer alır. Muhâlea da boşama sayılırsa, birbirine bağlantılı olarak gelen bu âyetlere göre talak (boşama) sayısı dört olur. Halbuki boşama üçten fazla olamaz. Hanefiler ise bu âyetlerdeki boşama çeşitlerini ivazlı (bedelli) ve ivazsız (bedelsiz) olmak üzere üç tane olarak kabul ederler. Çünkü muhâlea yeni bir boşama çeşidi değil, kinâyeli sözlerle yapılan bir boşama şeklinden ibarettir. Bu yüzden muhâlea sonunda fesih değil, bâin talak meydana gelir. Hz. Ömer, Hz. Ali ve İbn Mes`ud`dan muhâleanın bâin talak olduğu rivâyet edilmiştir (es-Serahsî, el-Mebsût, VI, 171 vd.).
Boşamaya ehil olan koca ve boşanmaya mahal olan kadın aynı zamanda muhâlea akdi yapmaya da ehildir. Bu akit sonunda kadın kendi malında tasarrufta bulunduğu için bu bir teberrua benzetilmiş ve hibe için aranan şartlar burada da aranmıştır. Bu yüzden muhâlea için kadının âkıl, bâliğ olması, ölümle sonuçlanan bir hastalığa yakalanmamış bulunması ve sefîh olması yüzünden hacr altına alınmış olmaması gerekir.
İslâm hukukçularının çoğunluğuna göre, eşler karşılıklı anlaşınca evlilik muhâlea yoluyla kendiliğinden sona erer. Ayrıca hâkimin hükmüne ihtiyaç bulunmaz .
HUMUS (BEYTÜL MAL`E KONULAN BEŞTE BİRLİK HİSSE)
Bir şeyin beşte biri. İslâm ordusu ile kâfirler arasında meydana gelen cihad harekatı esnasında elde edilen ganimet mallardan veya yerin altından çıkarılan define ve madenlerden alınıp hak sahiplerine verilmek üzere beytu`l-mâle konan beşte bir miktar anlamında bir İslâm hukuku terimi.
İslâm dini toplumda yoksulluk problemini kökünden çözecek gerekli tedbirleri almıştır. Mü`minler arasında hibe, karz ve tasadduk gibi gönüllü yardımlaşmalar teşvik edilirken zekât, öşür ve humus gibi devlet eliyle belirli kaynaklardan alınıp hak sahiplerine verilecek ekonomik potansiyeller de oluşturulmuştur. İslâm`ın zengin ve yoksul kesimi arasındaki tabii dengeyi kurabilecek güçteki bu sosyal yardımlaşma kurumları uygulandıkları devirlerde olumlu fonksiyon ifa etmişlerdir.
İslâm hukuku açısından beşte bir (humus) uygulaması iki alanda cereyan eder.
1) Savaş ganimetlerinden alınan humus.
Kur`ân`da şöyle buyrulur: "Eğer Allah`a ve hak ile batılın ayrıldığı gün, iki ordunun bu biri ile karşılaştığı (Bedir savaşı) günü kulumuza indirdiğimize inanmamışsanız, bilin ki, ganimet olarak aldığımız herhangi bir şeyin beşte biri Allah`a, Rasûlüne, O`nun hısımlarına, yetimlere, yoksullara ve (karşılıksız kalmış) yolcuya aittir. Allah her şeye hakkıyla Kadirdir" (el-Enfal 8/41).
Savaş sırasında, düşmandan ele geçirilen ganimet malların beşte dördü Allah yolunda cihâd eden savaşçılara taksim edilir. Geri kalan beşte bir ise, âyet-i kerimede belirlenen sınıflara dağıtılmak üzere ayırd edilir. Bu beşte birin (humus) dağıtım şekli konusunda iki görüş vardır:
Meşhur olan bu görüşe göre; ayrılan humus kendi içinde beş hisseye bölünür. Birinci hisse Hz. Peygamber (s.a.s)`e aittir. Kendisi bunu istediği şekilde sarf edebilir. O, bunun bir bölümünü aileşinin geçimi, geri kalanını ise toplumun yararı için harcardı. İkinci hisse, Hz. Peygamber (s.a.s)`in hısımlarından Haşimoğulları ve Muttaliboğulları`na aittir. Hz. Peygamber`e bunlarla aynı derecede hısım olan Abduşsemsoğulları ile Nevfeoğulları ise, bu hisseden bir şey almazdı. Çünkü bu sonuncular Mekke döneminde Hz. Muhammed (s.a.s)`e ve O`na destek olan amcası Ebû Talib ve ailesine karşı uygulanan ekonomik ambargo sırasında müşriklerle işbirliği yapmışlardı. Geri kalan üç hisse ise; yetim, miskin ve muhtaç duruma düşmüş yolcuya aittir. Hz. Peygamber`in sağlığında yapılan taksim şekli bundan ibarettir.
Hz. Peygamber`den sonraki humus uygulamasını şöylece tesbit edebiliriz:
a) Ebû Hanîfe`ye (6. 150/767) göre, Hz. Muhammed`in vefatından sonra kendisinin ve hısımlarının humustan hissesi sona ermiştir. Ancak yoksul düşerlerse kendilerine bu pay verilmeye devam edilir. Yani, onlar bu takdirde diğer yoksullar gibi muâmele görürler. Zengin durumda bulunanlara bundan herhangi bir şey verilmez. Bu takdirde humusun tamamı, diğer üç grup olan yetim, miskin ve yolculara dağıtılmak üzere beytülmale konulur.
b) İmam Mâlik`e (Ö. 179 795) göre, savaş ganîmetlerinin beşte birinin kimlere dağıtılacağı konusunda İslâm Devlet başkanı takdir yetkisine sahiptir. İsterse, âyette sayılan sınıfların tümüne, dilerse bir bölümüne verebilir.
c) İmam Şâfiî (Ö. 204/819) ve Ahmed bin Hanbel`e (ö. 241/855) göre, ganîmetlerin beşte biri, yine Hz. Peygamber hayatta imiş gibi beş`e eşit parçaya bölünür. Hz. Peygamber`e isabet edecek olan pay; toplumun yararı, savaş araç ve gereçleri alımı için harcanır.
İkinci görüşe göre humus, âyet-i kerimede belirtildiği üzere altı hisseye bölünür. Birinci hisse Allah`a aittir ki Peygamberimiz (s.a.s) bunu Kâbe`nin masrafları için ayırıyordu. Geri kalan beş hisse ise yukarıda belirtildiği şekilde taksim edilir. Birinci görüşe göre Allah ve Peygamberin hisseleri bir tek hissedir (Fahruddin er-Razi, Mefatîhu`l-Ğayb, XV, 164/165).
Bu konuda çeşitli hadisler nakledilmiş olup bir tanesi şöyledir: Ubade (r.a) der ki: Peygamber Efendimiz savaşların birinde bir koyun ağılının yanında askere namaz kıldırıp selâm verdikten sonra ayağa kalktı ve iki parmağının arasına bir yün parçasını alarak şöyle dedi: "Bu, sizin ganimetlerinizdendir. Benim sizinle birlikte bu ganimetlerde beşte birden (humus) başka bir hissem yoktur. Humus da yine size geri verilmektedir. Binaenaleyh siz de bir ipliği veya dikilmiş bir çaputu yahut bunlardan daha küçük veya daha büyüğünü dahi yerine koyun ve hainlik yapıp (haber vermeden) bir şey almayın. Zira hainlik dünya ve ahirette sahipleri için ayıp (ve rüsvaylık)`tır. Allah yolunda yakın ve uzak olan düşmanlarla savaşın ve Allah yolunda kınayıcıların kınamalarına aldırış etmeyin. Hazarda ve seferde Allah`ın koyduğu cezalan infaz edin; Allah yolunda cihad edin; zira cihad, cennet kapılarından büyük bir kapıdır ki Allah sizi onunla üzüntü ve kederden kurtarır" (Ahmed b. Hanbel, 5, 316).
Buhârî, Sahihinde, "İman" kitabının kırkıncı babını humusa ayırarak "Humusu ödemenin imandan olduğuna dair bab" şeklinde başlık atmış ve buna dair uzunca bir hadis zikretmiştir.
2) Rikaz denilen madenler ile definelerden alman humus:
Peygamberimiz (s.a.s) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmaktadır: "Hazinelerde humus vardır" (Buhârî, Musâkât, 3).
Bu hadisten de anlaşıldığı üzere yer altında bulunan hazinelerden de humus alınır. Hazineler ise üç kısma ayrılır: İslâmî döneme ait hazineler, cahiliyye (İslâm`dan önceki) döneme ait hazineler ve şüpheli hazineler. Bunların İslâmî hükümlerini şöylece özetlememiz mümkündür:
Öşre veya haraca tabi arazi içerisinde bir müslüman veya zimmî tarafından bulunup erimeye elverişli bulunan madenler ile eskiden gayr-i müslimler tarafından gömülmüş olan defineler, gerek çok ve gerek az olsun, vergiye tabidir. Binaenaleyh bunların beste biri beytülmâl namına alınır; geri kalanı da o araziye malik olanlara verilir. Şayet o arazi sahipsiz ise geri kalan miktar onları bulanlara aittir. Sahralar, dağlar ve mevat denilen ölü arazi sahipsiz sayılır. Bunların tarıma elverişli olanları, ya öşür arazisi (öşriyye) haraç arazisi (haraciyye) durumundadır.
Madenlerden yakut, zümrüt, firuze, kireç gibi erime ve basılma kabıliyeti bulunmayan şeylerden humus alınmaz. Bunlar bulundukları yerin sahibine aittir. Şayet sahibi olmayan memleket arazisinde bulunmuşlarsa tamamen beytülmâle ait olurlar.
Ebû Hanife`den bir rivayete göre bir kimsenin, kendi mülk hanesi ile öşriyye ve harâciyye olmayan mülk arazisinde bulduğu madenler tamamen kendisine ait olup, bunlardan humus alınmaz. Ebû Hanîfe`den başka bir rivayet ile Ebu Yusuf ve Muhammed`e göre bu tür madenlerden de humus alınıp beytülmâle verilir.
Cahiliyye devrine ait olan definelerin humusu beytülmâle, geri kalanı da bulunduğu arazi, fetih sırasında Devlet başkanı tarafından kime verilmiş ise ona veya onun mirasçılarına ait olur. Mirasçısı yoksa tamamen beytülmâle verilir. Fakat bu define, dağ ve sahra gibi sahibi olmayan bir yerde bulunursa, maden hükmünde olup beşte biri beytülmâle, geri kalanı ise bulan kimseye verilir. Velev ki bu kimse zimmî olsun. Şayet bu kimse müste`men ise bu define ona bırakılmaz. Eğer defineyi devletin izniyle çıkarmış ise, sözleşme şartlarına göre amel olunur.
Müslümanlara mı, cahiliyyeye mi ait olduğu şübhe edilen bir define, cahiliyyeden sayılıp onun hükümlerine tabi olur. Bir görüşe göre bu define hakkında "lûkata" (buluntu mal) hükümleri icra edilir.
Bir müslüman veya zımmî, daru`l-harp`te bir maden veya define bulsa bundan beytülmâl namına bir şey alınmaz. Fakat kuvvet ve menaa (savunma) sahibi bir topluluk, daru`l-harp`te böyle bir maden veya define elde etseler bunların humusu beytülmâle ait olur.
Denizden çıkarılan inciler, mercanlar ve saire süs eşyasından bir şey alınmaz; bunlar tamamen bulup çıkaranlara aittir. Velev ki bunlar, vaktiyle insanlar tarafından denizde bir define olarak saklanmış altın ve gümüş kabılinden olsunlar. Bu mesele Ebû Hanîfe ve imam Muhammed`e göre böyledir. Ebu Yûsuf`a göre ise bütün bunların humusu beytülmâle aittir.
Denizden çıkarılacak balıklardan vergi almamayacağı hususunda bütün müctehidler ittifak etmişlerdir (Ömer Nasuhî Bilmen, Hukuk İslâmiyye ve lstılahatı Fıkhıyye Kamusu, l V, 104-106)
Humus, beytülmâl`in önemli bir gelir kaynağını teşkil etmektedir. Zira beytülmâle toplanan mallar dört kısma ayrılır:
l) Humus (her iki kısmiyle);
2) Sadaka ve öşürler;
3) Haraç, cizye vb. gelirler;
4) Hiç varisleri olmayan ölünün mallariyle, sadece kocanın veya sadece karının varis olduğu durumlarda bunların hisselerinden geri kalan mal (Şemsuddin es-Serahsî, el-Mebsut, III, 17-18).
HUNSA
Erkeklik ve dişiliği tam olarak belli olmayan çifte cinsiyetli insan, er-dişi.
İnsanlar, ya erkek veya dişi olmak üzere iki sınıftır. Kur`an-ı Kerimde bu gerçek şöyle ifade buyrulur: "Adem ve Havva`dan bir çok erkek/er ve kadınlar üreten Rabbinizden korkun..." (en-Nisa, 4/`1).
"Ey insanlar! şüphesiz ki sizi, bir erkekle bir dişiden yarattık. Birbirinizle tanışasınız diye sizi milletlere ve Kabilelere ayırdık. Elbette ki Allah nezdinde en şerefli olanınız ondan en çok korkanınızdır" (el-Hucurât, 49/13).
Cenab-ı Hak, hayvanlar ve bitkiler alemini de çift çift yarattığını haber verir: "Düşünüp ibret alasınız diye, biz her şeyi çift çift yarattık" (ez-Zâriât, 51/49)."Yerin bitirdiklerinden ve bilmedikleri daha nice şeylerden bütün çiftleri yaratan Allah, noksan sıfatlardan münezzehtir" (Yâsin, 36/36)."Gökleri ve yeri yoktan var eden O`dur. O, sizin için kendi cinsinizden, hayvanlar için de kendi cinslerinden eşler yarattı. Allah sizi bu şekilde çoğalttı" (eş-Şûrâ, 42/11).
İşte bu ilahi prensibin bir istisnası olarak insanlar arasında nadir olsa, cinsiyet karışıklığı olan kimseler bulunur. Bunlardan bazılarında hem erkek, hem de kadın özellikleri bir arada olur. Bazan da iki cinsin de özelliklerini taşımaksızın, gaita veya cinsiyet organından dışarı atması gereken maddeleri, göbek yerinden ifraz ederler.
İşte bu gibi insanlar hunsa adını alırlar. Bunların, erkek veya dişi oldukları ortaya çıkarsa problem kalmaz. İslam ibadet ve muâmelelerinde sonuca göre işlem görürler. Ancak erkek veya kadın oldukları belirlenemezse hunsa-ı müşkil adıyla haklarında aşağıdaki hükümler cereyan eder.
Bir insanın hunsa olması halinde; o kişide ya iki uzvun bir arada bulunması veya her iki uzvun da bulunmaması haline bakarak iki durum düşünülür. Şöyle ki: Bir hunsa da iki cinsel uzuv da bulunmazsa kendisinde sakal veya memenin varlığıyla şüphe ortadan kalkar. İki uzuv da mevcutsa, idrar yeri hakem kılınır. Eğer erkeklik uzvuyla idrar yapıyorsa erkek sayılır. Kadınlık uzvuyla bevlediyorsa kadın olduğuna hükmedilir; diğer uzuv, zaid sayılır. Eğer iki uzuvdan da idrar yapıyorsa, idrarın ilk çıktığı uzva itibar olunur: diğerine itibar olunmaz (es-Serahsî, el-Mebsut XXIX, 91-92).
İki uzuvla bir anda idrarını yapıyorsa, kendisinden daha çok idfar çıkan uzva göre hüküm verilir. Bu Ebû Yusuf`la, İmam Muhammed`e göredir. Ebu Hanife bu son durum hakkında susmayı tercih etmiştir (Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk-ı İslâmiyye ve Istılâhât-ı Fıkhiyye Kamusu V, 367).
İki uzuvdan eşit miktarda bevl çıktığı taktirde ise Ebû Hanife`ye göre diğer belirtilerin ortaya çıkması beklenir. Şöyle ki, Erginlik çağında erkekler gibi ihtilâm olur veya erkek gibi cinsel ilişkide bulunursa, yahut sakalı çıkarsa erkek olduğuna hükmedilir. Bunun aksine kadın gibi ay hali görür ve memesi kabarıp ortaya çıkar memesinden süt iner veya gebe kalırsa yahut da kadınlar gibi cinsel ilişkide bulunursa kadın olduğuna hükmedilir. Bu son meselede Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed susmayı tercih etmişlerdir (es-Serahsî, a.g.e, XXlX, 104).
Hunsanın, erkeğe veya kadına meyletmesi ve ihtilam olması, hayız görmesi gibi gizli konularda kendi sözüne itibar edilir. Bununla da durum ortaya çıkar. Ancak sonradan ortaya çıkan durum, onu yalanlarsa bu sözleri geçerliliğini kaybeder. Erkek olduğunu iddia ettiği halde çocuk doğurması gibi (Bilmen, a.g.e, V, 368).
Hunsây-ı müşkil olup durumu belli olmayan bir kimse miras bırakanın ölümü hâlinde kendisinden önde başka mirasçı bırakmazsa tek başına bütün mala varis olur. Fakat kendisiyle birlikte başka mirasçı da bulunursa iki durumdan, daha kötü olanına (esveü`l-hâleyn) göre mirasa hak kazanır. Yani bir kere erkek, bir kere de kadın farz edilerek miras hissesi hesaplanır. Hangi durumda daha az miras alacaksa, ona göre işlem yapılır. Eğer her iki halde de mirasçı olamıyorsa, kendisine hiç bir şey verilmez.
Meselâ, bir ölünün varisleri bir oğlu ile bir kızından, bir de hunsây-ı müşkil bulunan bir çoğundan ibaret bulunsa, bu hunsaya bir kız payı verilir. Çünkü bundan fazlasını hakkettiği şüpheli olduğu halde, bu kız payını hakketmesi kesin olarak bilinmektedir.
Yine bir ölünün varisleri, kocasıyla ana baba bir kızkardeşi ve baba bir kardeşi bulunan bir hunsayı müşkilden ibaret olsa bu hunsaya erkek kabul edilerek pay verilmez. Çünkü iki durumdan kötü olanı onun erkek farz edilmesidir. Eğer kız kabul edilirse hisseye hak kazanır. Ancak kız olduğu da şüphelidir. Çünkü mirasa hak kazanma mirasçılığın kesin olarak bilinmesine bağlıdır (İbn Kudame, el-Muğnî, VII, 113, 121; es-Serahsî, el-Mebsut, XXIX, 91-114; es-Seyyid Sabik, Fıkhu`s-Sünne III, 454).
Hunsanın sünnet olması konusunda görüş ayrılığı vardır. Şafii bilginlerinin bir kısmı, buluğ çağına varmadan fercinden sünnet edilir derlerken, diğer bazıları ne olduğu ortaya çıkıncaya kadar beklenilmeşinin uygun olduğunu söylerler. Bu son görüş daha doğrudur. Mâlikiler de aynı görüştedir. Hanefilere göre ise, hunsayı erkek veya kadının sünnet etmesi mekruhtur. Onlar bu konuda sünnet için bir cariye tutulmasını doğru bulmuşlardır .
Hanbelilere göre ise, bulûğa erme sırasında fercinden sünnet edilir (Muhammed Mahmut Hattab es-Sübuki, el-Menhelü`l-Azbü`l-Mevrûd, 1, 196).
HURAFE, HURAFECİLİK
Uydurulmuş hikâye ve rivayet. Bu hikâye ve rivayetleri aktarına ve benimseme tutumu. Bunlar genellikle dinin bir parçası veya gereği olarak aktarıla geldiği gibi, benimseyenlerce de dindenmiş gibi benimsenmiş olan, gerçekteyse dinle ilgisi bulunmayan, sonradan katılmış hikâye ve rivayetlerdir .
Hurafenin bu durumuna açıklık getirebilmek için, dine sonradan katılan diğer unsurları anlatan kelimelere, kavramlara da kısaca değinmek gerekecektir. Bunları şöylece sıralayabiliriz:
a. Bid`atler: Kur`ân-ı Kerim ve Sünnet`te bulunmayan ve Ashabca da bilinmeyen, özellikle din esaslarına ilişkin sonradan çıkma kimi ibadet ve davranış biçimleri ve inanca yönelik yorumlar. Kur`ân-ı Kerîm`in "mahlûk" olup olmadığını tartışmak gibi...
b. İsrailiyyat: Kur`ân-ı Kerîm`deki kıssaların yorumu ve benzeri durumlarda ayrıntıya ilişkin bilgi vermiş olmak adına Kitab-ı Mukaddes, özellikle Tevrat ve Tevrat yorumlarından aktarılan bilgiler. Ehli kitap rivayetleri...
c. Batıl İnançlar: Dinde kesinlikle yeri olmayan, fakat günlük hayatta dinin bir parçasıymış gibi gösterilen ve gerçekte dindışı olan, hatta dinin özüne ters düşen kimi inanç ve davranış biçimleri. Nazar boncuğu takmak gibi . . .
d. Esâtîr: Eski batıl dinlerin inanç ve yorumlarından olup da, halkın arasında sürüp giderken, müslümanlaşma sırasında "Müslümanlaştırılarak" dine katılan mitolojik hikâyeler, efsaneler . . .
e. Hurafeler: İsrailiyyat ve esâtîrden olmadığı halde bütünüyle sonradan uydurulan ve genellikle İslâm`ın gerçeğiyle bağdaşmaz batıl inançları veya çarpık davranış biçimlerini telkin eden hikâyeler.
Nitekim, "hurafe" kelimesinin kökeni de, bu tür bir olayın adlandırılmasıyla ilişkilidir. Hurafe, gerçekle, Arap kabilelerinden Uzle`ye mensup bir şahsın adı olup, anlattığı inanılmayacak şeylere de (onun adına izafetle) `hadis-i Hurafe` denilmiştir. (Ferit Devellioğlu, Osmanlıca Türkçe Ansiklopedik Lügat, Hurafe Kelimesi).
İbarede geçen "hadis-i Hurafe"nin anlamı, "Hurafe`nin çıkardıkları, uydurdukları, ortaya attıkları, söyledikleri bütünüyle temelsiz hikâyeler"dir. Yukarıda sıralanan dine sonradan katılmış şeylerden "hikâye" türündeki İsrailiyyat`tan bir bölümü Tevrat`ta vardır. Bir bölümü ise Tevrat tefsirlerinde olup, bunlar ya esatîrden alınma ya da bütünüyle uydurmadır. Tevrat`ta bulunanların bir bölümünün de Tevrat`ın yeniden yazılması sırasında katılmış olması mümkündür. Bu itibarla, İsrailiyyat`ın büyükçe bir bölümünün gerçek Tevrat`la ilgisi olmadığı cihetle hurafe olarak değerlendirilmesi yanlış olmayacaktır. Semavî kökenli olmayan batıl dinlerin mitolojisinden kaynaklanma esatîr`in ise, apaçık bir hurafe olarak değerlendirilmesi gerekir. Çünkü, bu dinlerdeki her şey insanların uydurmasıdır. Bunlara ek olarak, sonraki yıllarda yeni yeni uydurulan hikâyeler de, hep, hurafe sınıfına dahildir.
Hurafecilik`e gelince: Bu deyim, ilk bakışta hurafeleri benimsemek gibi görünüyor olsa da, boyutları bu kadar değildir. Tabiin -hatta Ashabın son dönemi- devrinden itibaren, camilerde halka öğüt verenlerden kimileri daha çok dinleyici bulup, çıkar sağlamak için anlattıklarını hikâyelerle süslemeğe başlamışlar ve bu arada İsrailiyata başvurmakla yetinmeyip, kendileri de kimi hikâyeler uydurur olmuşlardır. Gerek hadis ve gerekse tefsir tarihlerinde kendilerinden "kıssacılar" olarak söz edilen bu kişiler, halkın dinin özünü unutarak hikâyelerle oyalanmasına yol açtıkları için dine büyük zarar vermişlerdir. Hurafecilik, işte o günden bu yana sürüp gelmiştir.
HÜRMET-İ MÜEBBEDE (EVLENMELERİ EBEDİ YASAK OLANLAR)
Hürmet; Evlenmeleri yasak olanların arasındaki haramlık; yasaklanmış olmak, mümkün olmamak. Müebbede; ebedî olarak, sonsuza kadar. Hürmet-i müebbede; "ebedî haramlık; sonsuza kadar mümkün olmamak". Bir İslâm hukuku terimi olarak; bir kimsenin kendileriyle evlenmesi ebedî olarak haram kılman bazı hısımları ifade eder. Buna, mutlak evlenme engelleri de denir. Bu engellerin menşei; dinî, ahlâkî, sosyal, tıbbî ve fizyolojik düşüncelere dayanır. Eski ilkel toplumların çoğunda bugünkü anlamda evlenme engelleri yoktur.
Çeşitli hukuk sistemlerinde, evlenme engelleri arasında esaslı yakınlıklar olduğu görülür. Meselâ; kilise hukuku ile, İslâm hukukunun evlenme engeli saydığı haller arasında esaslı bir benzerlik vardır. Bunların bazıları geçici engel teşkil eder, şartlar değişince engel de ortadan kalkar. Din ayrılığı veya başkası ile evli bulunmak gibi... Bir kısmı ise hiçbir şekilde ortadan kalkmayan sürekli engeller olup hürmet-i müebbede meydana getirirler (el-Kâsânî, Bedâyîu`s-Sanâyi`, II, 256 vd.; İbnü`l-Hümâm, Fethu`lKadîr, II, 357 vd.; İbn Rüşd, Bidâyetü`l-Müctehid, II, 28-42; el-Fetâvâ`l-Hindiyye, 1, 273 vd.; M. Zihnî, MünâkehâtşşşMüfarakât, s. 29-45).
Mutlak evlenme engelleri Nisâ Sûresi yirmiüçüncü âyette şöyle sıralanmıştır: "Analarınız, kızlarınız kızkardeşleriniz, halalarınız, teyzeleriniz, kardeş kızları, kızkardeş kızları ve sizi emziren süt analarınız, süt kardeşleriniz, karılarınızın anaları, kendileriyle zifafa girdiğiniz karılarınızdan olup himayelerinizde bulunan üvey kızlarınızla (evlenmeniz) size haram kılındı"
Bu âyetin hükmünden üç çeşit mutlak evlenme engeli ortaya çıkıyor. Kan hısımlığı, sihrî hısımlık ve süt hısımlığı.
Kan hısımlığı: Bir erkeğe nesep veya hısımlık sebebiyle dört grup kadın haram olur. Anası ve yukarıya doğru bütün nineler; kızı ve aşağıya doğru bütün kız torunları; kız kardeşi, erkek üvey kız kardeşinin aşağıya doğru kız çocukları. Burada erkek veya kız kardeşin ana baba bir, baba bir veya yalnız ana bir kardeş olması sonucu etkilemez. Halalar ve teyzeler, büyük hala ve büyük teyzeler ebedî evlenme yasağı kapsamına giren nesep hısımlarıdır.
Alman hukuku ile diğer bazı batılı devletlerin hukukunda amca, hala, dayı ve teyze ile yeğenler arasında evlenme engeli yer almamıştır. Macaristan`da kardeş çocukları da evlenmez. Katolik kilise hukukunda eskiden yedinci dereceye kadar kan hısımları arasında evlenme yasak idi. Sonradan bu da dördüncü dereceye kadar indirildi. Yani, usûl fürûu ve kardeşlerle bunların fürûu arasında cereyan eden bir engel halini aldı. Mûsevilerde, bir kimsenin yeğeni ve yeğen çocukları ile evlenmesi yasak değildir.
Sıhri hısımlık: Sıhriyet, eşlerden birini diğerine bağlayan hukukî bir rabıtadır. Sonradan boşanma veya ölümle evlilik sona erse bile, sıhri akrabalık ortadan kalkmadığı için, bu mutlak bir evlenme engeli teşkil eder. Bunlar dört grupta toplanabilir: Üvey kızlar, kayın valideler, üvey ana ve nineler ile gelinler bu engelin kapsamına girer.
Üvey kız; bir erkeğin evlendiği kadının başka bir erkekten olma kızıdır. Böyle bir kızın annesiyle evlenip, cinsî temas olduktan sonra,artık bu üvey kız, üvey babasına sonsuza kadar haram olur.
Kayın valideler: Bir erkek, evlendiği kadının annesi veya nineleri ile ebedî olarak evlenemez.
Üvey ana ve nineler de ebedî haramdır (en-Nisâ, 4/22).
Gelinler: Bir erkek, oğlunun veya torunlarının hanımı ile, boşanma veya ölümle gelinler dul kalsa bile artık evlenemez (en-Nisâ, 4/23).
Ebû Hanîfe`ye göre zina da evlilikte olduğu gibi sıhrî hısımlık meydana getirir. Buna göre, bir erkek bir kadınla zina edince, bu kadının annesi, ninesi... ile kızı veya kız torunları zina eden erkeğe haram olur. Zina eden kadın da, zina ettiği erkeğin usûl veya fürûu ile evlenemez. İmam Şâfiî ile İmam Mâlik`ten bir rivâyete göre zina sıhrî hısımlık doğurmaz ve dolayısıyla bir evlenme engeli meydana getiremez (es-Serahsî, a.g.e, IV" 204 vd.; el-Cassas, Ahkâmü`l-Kur`ân, II, 137; el-Mevsılı, el-İhtiyar, III, 88; Ö.N. Bilmen, İstilâhât-ı Fıkhiyye Kamusu, II, 97).
Süt Hısımlığı: İslâm hukuku, kan ve sıhriyet yoluyla hısımlıktan başka bir hısımlık daha kabul etmiştir. Kendinden olmayan bir çocuğu emziren kadınla o çocuk arasında süt hısımlığı doğar. Kadın süt ana, çocuk da süt evlat olur. Süt hısımlığı bazı istisnalar dışında kan hısımlığı ile aynı yasağı doğurur. Kilise hukukunda da mânevî hısımlık diyebileceğimiz buna benzer bir hısımlık vardır. Buna "vaftiz etme" denir. Vaftiz âdeti, vaftiz baba ve vaftiz ana ile vaftiz edilen çocuk arasında mânevî bir hısımlık doğurur ve bu hısımları birbirleriyle evlenemez (Halil Cin, İslâm ve Osmanlı Hukukunda Evlenme, s. 105; Hukuku A ile Kararnâmesi, madde 29).
Âyet-i kerimede yalnız süt ana ve süt kardeşten söz edilmiş (en-Nisâ, 4/23), diğer süt hısımlarına temas edilmemiştir. "Nesepçe haram olanlar süt cihetiyle de haram olurlar" (Buhârî, Şehâdet, 7; Müslim, Radâ, l) hadisi bu konudaki genel prensibi oluşturur. İslâm hukukçularının büyük çoğunluğuna göre, çocuğun ilk iki yaş içinde emdiği sut, hısımlık doğurur (el-Bakara, 2/233). Ebû Hanîfe`ye göre ise bu süre otuz aydır. Zira ".. (Çocuğun ana karnında taşınması ile sütten kesilmeşinin süresi otu: aydır" (el-Ahkaf, 46/15) âyeti buna delildir. Otuz ay, hem hamileliğin hem de sütten ayrılmanın ayrı ayrı süresidir. Ebû Hanîfe ile İmam Mâlik`e göre, haramlığın doğması için emilen sütün az veya çok olması arasında fark yoktur. Çünkü âyet ve hadiste emilecek sütün miktarı belirtilmemiştir. İmam Şâfii ise, beş doyurucu ve fasılalı emişi şart koşar. Dayandığı delil Hz. Âişe`den nakledilen ve emme sayısını on`dan beş`e indiren rivâyettir. Hz. Âişe bunu âyet olarak nakletmişse de ispât edilemediği için Kur`ân`a yazılmamış ve Şafiîlerce Kur`ân`a yazılıp okunması neshedilmiş fakat hükmü bâki kalmış âyetlerden sayılmıştır (Ahmed, Davudoğlu, Sahîh-i Müslim Tercemesi ve Şerhi, VII, 368, 369). Hanefilere göre bu, tilâveti de hükmü de mensûh âyet kabul edilmiştir (İbnü`l Hümâm, Fethu`l-Kadîr, Radâ bahsi).
Süt hısımlığı meydana gelince nesep bakımından hısımlık gibi mutlak evlenme engelleri doğar. Bunları şu prensipte toplamak mümkündür. Emenin kendisi, süt emzirenin nesline haram olur. Bunlar şu hısımlardır: Süt emen bir erkek çocuğunu esas alırsak; usûlü yani süt anası, süt ninesi.... süt kızı, süt çocuklarının kızları, süt kız kardeşi veya süt kardeşlerinin ilânıhaye kızları, süt hala ve süt teyze ile ebedi evlenme yasağı doğar.
Süt hısımlığı olan kimseler her nasılsa evlenmişlerse nikâhları Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed`e göre bâtıldır. Süt hısımları birbirine yabancı olmazlar. Bir fitne tehlikesi yoksa birbirine bakabılirler.
HURMET-İ MUSÂHARA(KAYIN PEDERİN ELİNİN ÖPÜLMESİ)
Kayınpederin eli öpülürken insanın aklına birşey gelirse kocasından boş olur diyorlar, doğru mudur?
Sözü edilen konu, Islâm Hukukunda "Hurmet-i musâhara" yani "Hısımlıktan Doğan Haramlık" terimiyle anlatılan şeydir ki, Hanefi mezhebine göre açıklaması şöyle dir: Birbirleriyle cinsel ilişkide bulunan, tenleri çıplak olarak ya da vücut sıcaklığını geçirecek kadar ince bir örtüyle birbirine değip şehvet duyan veya kadın erkeğin uzvuna, erkek de kadının uzvunun içine (iç fercine) bakıp yine şehvet duyan bir kadınla bir erkek sanki birbiriyle karı-koca imişler gibi aralarında "Hısımlıktan Doğan Haramlık" oluşur. Buna göre karı koca oldukları varsayımında hangi yakınlarının nikâhı kendilerine haramsa, onlar bu davranışla da haram olur, bu haram olanlardan birisi nikâhlısı ise boş olur. Meselâ, yanlışlıkla da olsa, bir baba, kızını, teni tenine değecek şekilde şehvetle tutsa, aralarında "hurmeti musâhara" oluşur ve kızı, faraza kendi karısı olsaydı, onun annesini nikâhlaması haram olacağı için, bu hareketiyle kızın annesi, yani kendi karısı kendisinden derhal ve ebediyyen boş olur. Yine aynı sebeple, meselâ kayınpeder gelinine dokunduğunda şehvet duysa, nasıl gelini kendi karısı farzedildiğinde, oğlu onunla evlenemez ise, bu olayla da gelini oğlundan kesinkes boş olur. Ancak bu sonucu doğuran şey, çıplak olarak değinildiginde, ya da söylediğimiz gibi uzuvlara bakıldığında şehvet duymuş olmaktır. Şehvet duymak ise, aklından kötü bir şey geçmiş olmak demek değil, erkek için, uzvunun dirilmesi, diri ise diriliğinin artması, kadın ya da ihtiyar erkek için ise kalbinin heyecanla çarpmasıdır. Bunlar olmadan söz konusu haramlık doğmuş olmaz.
Şimdi buradan sorunun öbür bölümüne geçelim. "Avret" meselesine: "Bakılması helâl olan yerin tutulması da helâldir" diye bir kural vardır. Bundan sadece yabancı kadınlar istisna edilir. Buna göre; Damat-kayınvalide ve gelin-kayınpeder birbirlerinin eline, koluna, saçına... bakabileceklerine göre, birbirlerinin buralarına dokunmaları dolayısıyla ellerini öpmeleri ve tokalaşmaları da helâldir. Ancak çok az ihtimalle de olsa, sözünü ettiğimiz sonuca sebep olunabileceği ve bu yolla aileler yıkılabileceği için, damadın kayınvalidesinin, gelinin de kayın pederinin elini öpmesi; en azından Hanefi mezhebinde hoş olmayan bir davranış ve edep tarzı olarak görülmüştür. Sözkonusu haramlığın oluşmâsı için ergin olmak şartı da yoktur. Şehvet duyulabilecek yaşta olmak (müstehât) yeterlidir. Şâfiîlerde ise "Hurmet-i musâhara" bu sebeplerle oluşmaz; ancak helâl olan ilişkilerle oluşur. Yani Sâfîilere göre bir erkek bir kadına dokunma değil, onunla zina da etse; onunla arasında "hısımlık haramlığı" oluşmaz. Çünkü helâl, haram yollarla ortadan kalkmaz.
HÜRMET-İ MUSÂHARE (EVLENME YASAĞI OLANLAR)
Evlenme sonucu meydana gelen akrabalarla evlenme yasağı. Sıhriyete dayanan haramlık. Sıhriyet, eşlerden birini diğerine bağlayan hukuk; bir râbıtadır. Sonradan boşanma veya ölüm sebebiyle evlilik sona erse bile sıhfi akrabalık devam ettiği için, bu, mutlak bir evlenme engeli teşkil eder.
Kur`ân-ı Kerîm`de evlenme engeli doğuran sıhrî hısımlar dört gruba ayrılır. Üvey kızlar; Bir erkeğin evlendiği kadının, başka kocadan olma kızları, oğlunun kızları yahut kızının kızları bulunursa, üvey baba bunlarla ebedî olarak evlenemez."... Kendileriyle zifafa girdiğiniz karılarınızdan olup himayelerinizde bulunan üvey kızlarınızla evlenmeniz size haram kılındı" (en-Nisâ, 4/23). Bu engelin doğması için üvey baba ile, kızın annesinin cinsi temasta bulunması veya sahîh halvetin olması gerekir.
Kayın vâlideler: Bir erkek evlendiği kadının anası ve nineleri ile ebedî olarak evlenemez. Kendi evliliği boşanma veya ölümle sona erse bile engel devam eder. "...Eşlerinizin anneleri.. . ile evlenmeniz size haram kılındı" (en-Nisâ, 4/23).
Baba ve dedenin kızları: Bir kimse babasının ve dedelerinin karısı ile, yani üvey ana ve nineleriyle evlenemez. "Babalarınızla evlenmiş olan kadınlarla evlenmeyin. Ancak (Câhiliyyet devrinde geçen) geçmiştir. şüphe yok ki o, bir hayasızlıktı" (en-Nisâ, 4/22). Bir kadının üvey baba ve dedeleriyle evlenmemesi hususu ilk maddede incelenmişti .
Gelinler: Bir kimse oğlunun karısı veya torunlarının karısı ile evlenemez. Âyette; "Kendi sulbünüzden gelmiş oğullarınızın karısı sizlere haram kılındı" (en-Nisâ, 4/23) buyurulur. Buna göre himaye veya evlatlık maksadıyla alınan çocuklarla, himayeye alan arasında bir evlenme engeli doğmayacağı gibi, himayedeki bir erkeğin karısı ile himaye eden arasında da sıhrî bir hısımlık doğmaz.
İslâm hukuku temelde evlatlık müessesesini kabul etmemiştir. Câhiliyye devrinde evlât edinme çok yaygındı. Evlât edinen, evlatlığının karısıyla evlenemiyordu. Kur`ân yerleşmiş bu cahilî adeti ilelebed kaldırmak, Allah`ın rızasına uygun olanı yerleştirmek için Hz. Zeyd`in boşadığı hanımı Zeyneb`i Hz. Peygamber`e nikahlamıştır.
Diğer yandan zina ile sihrî evlenme engelleri doğar mı? Bu konuda iki görüş vardır: Ebû Hanîfe`ye göre, zina aynen evlilik gibi sihrî hısımlık meydana getirir. Çünkü nikâh cinsî temas anlamına gelir. Bunun meşrû veya gayr-i meşrû olması arasında bir fark yoktur. Hatta, bir kadını yalnız şehvetle öpmek veya okşamak, tenasül uzuvlarına bakmak evlenme yasağı doğurmaya yeterli sayılır. Aynı şey kadın için de geçerlidir. Böylece bir erkek bir kadınla zina edince, bu kadının annesi, ninesi... ile kızı ve kız torunları zina eden erkeğe haram olur. Aynı şekilde, zina eden kadın da, zina ettiği erkeğin usûl ve furûu ile evlenemez. Ahmed b. Hanbel ile İmam Mâlik`ten bir rivâyete göre de zina sıhrî hısımlık meydana getirir.
İmâm Şâfiî ve İmam Mâlik`ten diğer bir rivâyete göre, zina, sıhrî hısımlık doğurmaz ve dolayısıyla bir evlenme engeli meydana getirmez. Çünkü nikâh akit anlamındadır. Bu bakımdan, bu husustaki nassların akitle ilgisi olmayan gayri meşrû ilişkilerin şümûlü yoktur. Diğer yandan haramın, helalı haram hale getirmeyeceği hadisle sabittir. Sıhrî hısımlık eşler için bir nimet ve kolaylıktır. Daha önce hiç görüşüp tanışmayan kimselerin samimiyetle ve bir âilenin fertleri olarak görüşmelerini sağlar. Onları çeşitli fitnelerden korur. Zina edenlerin ise bu sıhrî hısımlık nimetinden yararlandırılması düşünülemez. Bununla birlikte Şâfiîlerde bu çeşit sıhrî hısımlarla evlenmek mekruh sayılmıştır (es-Serahsî, el-Mebsût, IV, 204 vd.; el-Cassas, Ahkâmü`l-Kur`ân, ll, 137; eş-Şîrazî, el-Muhezzeb, l l, 45; eş-Sevkânî, Neylü`l-Evtâr, VI, 57; el-Mevsılî, el-İhtiyâr, 111, 88; Bilmen, Astilâhât-ı Fıkhiyye Kâmusu, II, 97; Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslâm Hukuku, İstanbul, 1983, s. 215. 216).
İslâm`da evlilik dışı cinsî yakınlaşmanın evlenme engeli doğurması, yüksek ahlâkî düşüncelerle kabul edilmiştir. Aile fertleri arasına fitne sokacak ve onları bunalıma itecek davranışlar yasaklanmıştır. Diğer yandan yakın akraba ile evlenmenin tıbbî ve fizyolojik zararları düşünülürse, aynı tehlikenin zina mahsulü çocuklar hakkında da söz konusu olduğu anlaşılır .
Evlilik dışı ilişkilerden bir evlenme yasağı doğacağı görüşü modern hukuka girmemiştir. Evlilik dışı çocuğun nesebi, babanın çocuğun kendisinden olduğunu kabul etmesi, hâkimin çocuğun babaya ait olduğuna karar vermesi sonucu babaya bağlanırsa, evlenme engeli doğabilir.
HUTBE
Konuşma, cemaate konuşma yapmak, Allah`a hamd, Rasûlüne salat ve selam getirmek ve müminlere duadan ibaret olan bir zikirdir. Hutbe farzdır ve Cuma ve bayram namazlarının yerine getirilme şartlarından birisidir.
Cuma ile ilgili, "Ey iman edenler, cuma günü namaz için çağırıldığınız zaman hemen Allah`ı zikretmeye koşun ve alış-verişi bırakın" (Cuma, 62/9). Âyette sözü edilen zikr bilginlere göre hutbedir veya hutbe ile birlikte namazdır. Buna göre hutbe de Cuma namazı gibi farzdır ve hutbe okunmayan Cuma namazı eda edilmiş sayılmaz (Molla Hüsrev, Dürerü`l Hukkâm, İstanbul 1307, 1, 138). Ayrıca ümmetin bu konuda icma`ı da bulunmaktadır. Çünkü Hz. Peygamberden günümüze kadar, cuma namazları hutbeli olarak kılma gelmiştir.
Hutbe`nin Cuma günü ve namazı için son derece ayrıcalıklı ve önemli bir yeri vardır. Hatta Hazreti Âîşe`den Cuma namazının sırf hutbeden dolayı iki rekat olduğu rivayet edilmiştir. Hutbe`nin bir takım şartları ve edebleri bulunmaktadır. Bunlar sünnete göre belirlendiği için önce Hz. Peygamber (s.a.s)`in hutbede izlediği yolu ve bazı hutbelerini bilmekte yarar vardır.
İlgili rivayetlere göre Hz. Peygamber hutbeye çıktığında çok defa heyecanlanır gözleri kızarır, sesi yükselir ve bir orduyu uyarırmışçasına sert bir edâ ile kıyametin yakınlığından ve mutlaka kopacağından söz ederdi."Emmâ ba`dü" dedikten sonra "sözün en hayırlısı Allah`ın kitabıdır, yolun en hayırlısı Muhammed`in yolu dur, işlerin en fenası uydurulup dine katılanlardır ve her bid`at sapıklıktır" derdi. Yine, "Ben her mü`mine kendisinden daha yakınımdır. Kim vefat eder de geride borç ve bakıma muhtaç çoluk çocuk bırakırsa bu bana aittir, benim borcumdur" buyururdu.
Hutbesine Allah`a hamd, sena ve şehadetle başlar ve yukarıdakilere benzer sözler söylerdi. Hutbeyi kısa okur, namazı uzatır, Allah`ı çok anar ve sözcükleri az, anlamı derin ifadeler seçmeye özen gösterirdi. "Kişinin hutbeşinin kısa, namazının uzun olması, dinî anlayışının bir işaretidir" buyururdu.
Hutbede Ashabına İslâm`ın esaslarını öğretir, gerektiğinde onlara bazı şeyler emreder, bazı şeyleri de yapmamalarını söylerdi. Nitekim hutbe okurken camiye giren adama iki rekat namaz kılmasını emretmiş, halkın omuzlarına basarak ilerleyen birisine de "böyle yapma, otur" demiştir. Bir soru sorulduğunda veya başka bir nedenle konuşmasını keser, soruya cevap verir, sözlerine sonra devam ederdi. Gerekirse minberden iner, sonra tekrar çıkar ve hutbesini tamamlardı. Nitekim Hz. Hasan ve Hüseyin için hutbeyi bölmüş, minberden inmiş, onları alıp tekrar minbere çıkmış ve konuşmasına dönmüştür. Cemaat içinde ihtiyaç sahibi birisini gördüğü zaman halkı onun yardımına çağırır, yardımlaşmaya teşvik eder, Allah`ı andıkça şehâdet parmağı ile işaret eder, ellerini kaldırıp yağmur duası yapardı.
Cuma günü, gerekiyorsa biraz bekler, cemaat toplanınca mescide girer, cemaata selam vererek minbere çıkar, minbere çıkınca yüzünü kıbleye çevirerek dua etmez, yüzünü halka çevirerek otururdu. Hazreti Bilal ezan okuyunca da kalkıp hutbesine başlardı.
İbn Hişâm`ın nakline göre Rasûlüllah (s.a.s)`in ilk hutbesi şöyledir: "Hamd ü senadan sonra: Ey insanlar! Kendiniz için hazırlık yapın. şüphesiz biliyorsunuz ki her biriniz ummadığınız bir anda ölecek, sürüsünü çobansız bırakacak, sonra da Rabbi, arada perdeci ve tercüman olmaksızın ona şöyle diyecektir:"Sana Rasûlüm gelip dini tebliğ etmedi mi? Ben sana mal verip ihsanda bulunmadım mı? Sen kendin için buraya ne hazırladın?" Kul, sağına soluna bakar, hiç bir şey göremez. Sonra önüne bakar, cehennemi görür. Kim yarım hurma ile de olsa bu ateşten kendini koruma gücüne sahipse hayır işlesin. Bunu da bulamayan güzel söz söylesin. Çünkü bu sebeple bir hayır on`dan yediyüz`e kadar katlanarak mükafatlandırılır. Allah`ın selam, rahmet ve bereketi üzerinize olsun."
Yine İbn Hişam`a göre Hz. Peygamber`in ikinci hutbeleri de şöyledir: Allah`a hamd ve senadan sonra: "Sözün en güzeli Allah`ın kitabıdır. Allah`ın, gönlünü onunla (Kur`an`la) süslediği, küfürden sonra İslâm`a soktuğu Allah`ın kitabını diğer beşeri sözlere tercih eden kimse şüphesiz kurtuluşa ermiştir. O, sözün en güzeli ve en üstünüdür. Allah`ın sevdiğini seviniz, Allah`ı bütün gönlünüzle seviniz. Allah`ın kitabından ve Allah`ı anmaktan usanmayınız; gönüllerinize bundan bıkkınlık gelmesin. Çünkü bu, Allah`ın bütün yarattıklarından seçilip süzülmüştür. Allah ona "seçtiği amel", bu ibadeti yapanlara "seçtiği kul" ve sözler arasında "en iyi söz" adını vermiştir. İnsanlara verilenler arasında haram ve helâl de vardır. Allah`a kulluk edin ve O`na ortak koşmayın. Ona tam manasıyle saygı gösterin. Ağzınızla söylediklerinizin iyi olanlarında Allah`a sadakat edin, ilahî ruh ile aranızda sevişin; birbirinizi sevin, Allah kendisine verilen sözün bozulmasına gazab eder. Allah`ın selamı üzerinize olsun."
Müctehid ve bilginler gerek Cuma hakkındaki hadisleri, gerek Rasûl aleyhisselamı uygulamasını göz önüne alarak hutbenin esasını teşkil eden rükünler ile sahih bir hutbede uyulması gereken şartları ve hutbenin adabını tesbit etmişlerdir.
Hutbenin rüknü:
Hutbenin rüknü Cenab-ı Hakk`ı zikirden ibarettir. Hutbe iki bölümden oluşur: Birinci hutbe müslümanlara vaz ve nasihat ikinci hutbe müslümanlara duadır. Her birinde Allah`a hamd ve sena Allah`ın birliğine, Hz. Muhammed`in Peygamberliğine şehadet ve Peygambere salavât vardır. Hanefi fakihleri "Allah`ın zikrine koşunuz" (el-Cuma`a, 69/2) âyetindeki hükmün mutlak olduğunu ve namazı da hutbeyi de kapsamına aldığını söylerler.
Hutbenin şartları:
Vakit içinde olmak, Namazdan önce, Hutbe niyetiyle Cemaat huzûrunda okunmak (yani hutbe okunurken üzerine cuma farz olanlardan bir kişi bile olsun, cemaatın olması gerekir). Hutbe ile namaz arası başka bir şey ile kesilmemeli (Molla Hüsrev Düreru`l-Hukkâm, İstanbul 1307, 1, 138; İbn Abidin, Reddül-Muhtar, Terc A. Davutoğlu, İst, 1983111, 304 vd.).
Hutbenin sünnetleri:
Hatip, hutbeye başlamadan önce minber tarafında bulunmak. Minbere çıktığında cemaate dönüp oturmak ve okunacak ezanı dinlemek. Hatibin huzurunda ezan okumak. Ezandan sonra, hatip cemâat karşısında her iki hutbeyi ayakta okumak.
Birinci hutbeye Allah`a hamd-ü senâ, "El-Hamdü li`llâh." ile başlamak
Şehadeteyni "Eşhedü en lâ ilahe... ve eşhedü enne Muhammedun..." okumak ve Peygambere salavat getirmek. Müslümanlara dünya ve ahiretlerine yarayacak, onları dünya ve ahirette saâdete kavuşturacak vaaz ve nasihatlarda bulunmak. Kâfirlerin zulmünden kurtarması için dua etmek.
Eûzü-Besmele ile bir âyet okumak. Hutbeyi ikiye ayırmak ve iki hutbe arasında az bir miktar oturmak.
İkinci hutbede de, evvelki hutbe gibi, hamdele, salvele ile başlamak. İkinci hutbede Müslümanlara mağfiretle afiyet ve cihad`ta başarılı olmaları için de dua etmek. Her iki hutbeyi kısa okumak. İkinci hutbede sesi kısmak. Hutbeyi, cemaâtin işitebileceği bir sesle okumak. Hutbe okunurken cemâat başka bir şeyle meşgul olmayıp yalnız hutbeyi dinleyecektir. Hutbe anında söz söylemek veya söyleyene sus demek, ve yahut namaz kılmak tahrimen mekruhtur. Hutbede hazır bulunanların iki tarafa bakmaları da mekruhtur (el-Fetâvâ`l Hindiyye, Beyrut, 1400,1,146, 147).
Her ne suretle olursa olsun Cuma`ya gidemeyen kimselerin o gün şehir dahilinde ve cemaâtle namaz kılmaları tenzîhen mekrûhtur. Fakat Cuma namazı kılınmayan köylerde ve bâdiyelerde bulunanların Cuma günü öğle namazını cemâatle kılmaları kerâhetsiz olarak câizdir.
Özrü olanların Cuma günü öğle namazını Cuma namazı kılındıktan sonraya bırakmaları sünnettir. Cuma namazı kılınmadan kılarlarsa tenzihen mekrûhtur.
İmama teşehhütte ve yahut sehiv secdesinde yetişebilmiş olanlar, imam selam verdikten sonra Cuma`yı tamamlarlar. Cuma namazının herhangi bir anında secdeşinin teşehhudünde bile olsull, imama yetişebilenler, Cuma namazına yetişmiş sayılırlar. Birinci ezanı işitenlerin alış verişi bırakıp Cuma`ya koşmaları vâcibdir.
Cuma günü, Müslümanlar için bir bayramdır. Onun için Perşembe akşamından itibaren Cuma hazırlığı yapmak, çoluğunu, çocuğunu yıkayıp temizlemek, tırnaklarını kesmek, Cuma için yıkanmak İslâm âdâb ve ahlakındadır. Câmiye giderken temiz elbiselerini giymek, güzel kokular sürünmek de böyledir. Bunlara çok dikkat etmek lâzımdır. Hz. Peygamber (s.a.s) bunlara çok önem vermiştir. Her Cumâ günü Cumâ için gusletmenin fazîleti hakkında Peygamberimizin emir ve tavsiyeleri pek çoktur.
Bayram Hutbesi:
Bayram namazı, üzerine Cum`a namazı farz olan her yükümlüye vaciptir (el-Merginânî, el-Hidâye, Kahire 1965, 1, 85).
Bayram namazından sonra hutbe okunması ve onun dinlenmesi ise sünnettir. Ebû Saîd (r.a)`den yapılan rivâyete göre; o şöyle demiştir: "Rasûlüllah (s.a.s), ramazan ve kurban bayramı günü musallaya çıkardı. ilk önce namaza başlar, sonra bitince kalkar cemaatin karşısına geçerdi. Cemaat saflarında oturmuş olduğu halde onlara vaaz eder, tavsiyelerde bulunur ve onlara emirler verirdi. Eğer herhangi bir tarafa asker göndermek isterse gönderir, emredeceğini emreder, sonra dönerdi." Ebu Said (r.a) devamla şöyle demiştir: "İnsanlar, Medine emiri olan Mervan`la birlikte kurban veya ramazan bayramına çıktığımız zamana kadar bu şekle devam ettiler.
Mervan`la namazgâh`a çıkınca Kesir ibni`s-Salt`ın yaptığı minber karşımıza çıktı. Mervan namaz kılmadan önce minbere çıkmak istedi. Elbisesini çektim. O da benden kurtularak minbere çıktı. Namazdan önce hutbe okudu. Ben de; "Vallahi sünnete uygun olan şekli değiştirdiniz" dedim. Mervân; Ey Ebu Saîd, senin bildiğin devir geçti, dedi. Ben de; Vallahi benim bildiğimden daha hayırlı bir şey bilmiyorum, dedim. Mervân: Namazdan sonra cemaat oturup bizi dinlemiyor. Ben de hutbeyi namazdan önceye aldım, dedi " (Buhârı, ldeyn, 6/, 26, Zekât, 44, Hayz, 6; Müslim, İdeyn, 13; Nesaî, İdeyn, 20).
Asıl duâ hutbenin kendisidir. Hatib ilk sünneti kılınca hutbeye çıkar. minberin durumuna göre uygun bir basamakta oturur iç ezanı dinler. Sonra ayağa kalkarak birinci hutbenin metnini okur:
El-hamdü lillahi rabbi`l alemin. Vessaletü vesselemü ala rasulina muhammedin ve ala alihi vesahbihi ecmain. Neşhedü enlailahe illallahü veneşhedü enne seyyidina vemevlana muhammeden abdühü verasuluhu ibadellahi ittegû vellezine um vadıûhu. İnnellahe meallezinettegû vellezine hüm muhsinûne. Galellahü teaüla fi kitabihilkerimi.
Bundan sonra eûzü-besmele ile birlikte hutbenin konusuna uygun bir âyet ve bazı hadisleri okunur, mü`minlere öğüt verilir ve birinci hutbe şöyle bitirilir:
Ela inne ehsenel kelami ve ebleğannizami kelamüllahilmeliki`l azizi`l allami kema galellahü tebareke veteala fil`kelami, ve iza gurie`l gurânu festemîu lehu veensitu leallekum türhamune. Eûzü billahi mine`ş şeytanirracimi bismillahirrahmanirrahim.
Hatib, bundan sonra her hutbenin sonunda konu ile ilgili bir âyet-i kerime okur ve oturur ve ellerini açarak sessizce şöyle bir dua yapar: tebarekellahü lena veleküm veliseirilmüminine velmüminâti bifazlihi ve rahmetihi innehü garibün mühibü`d deaveti
Hatib, bu duadan sonra ayağa kalkar ve sesli olarak aşağıdaki ikinci hutbeyi okur:
Elhamdülillahi hamdelkamiline vessaletü vesselamü ala rasûlinâ muhammdün ve ala alihi ve eshabihi ecmaîn. Te`zîmen linnebiyyihi ve tekrimen lifehameti şeni şerefin safiyyetin fegale azze ve celle min gailin muhbiran ve âmiran innallahe ve malaiketühü yusallune alennebiyye ya eyyehellezine emenû sallû aleyhi vesellimu teslimen, allahümme salli... kema salleyte... ilh.. allahümme barik... ilh..
Hatib, sonra ellerini açar ve sesini biraz alçaltarak şu duayı okur:
Allahümme ve erza anilerbeatilhulafai seyyidina ebi bekrin ve umera ve usmane ve aliyyi zevissidgi velvefei vebegiyyetilaşereti ve âli beytilmustafe ve anilensari velmuhacirine vettebiine ile yevmilcezai. Allahümmeğfir lilmüminine velmüminati velmüslimine velmüslimati allahümme rabbena etina fiddünya haseneten ve filahirati haseneten ve gına azebennar birahmetike ya erhamerrahimine ve selamün alel mürseline velhamdülillahi rabbil alemin.
Hatib, daha sonra gizlice "eûzübesmele" çeker ve yüksek sesle aşağıdaki âyet-i kerimeyi okuyarak minberden iner ve Cuma namazını kıldırır.
İnnallahe ye`mürü biladlı velihsani ve îtei zilgurbâ ve yenha anil fehşai velmunkeri velbeğyi yeizuküm lealleküm tezekkürun.
Anlamı: "Şüphesiz ki Allah, adaletli davranmayı, iyilikte bulunmayı ve akrabalara yardım etmeyi emreder. Fuhşu, kötülüğü ve zulmü yasaklar. Allah, sizlere düşünüp yapasınız diye öğüt verir" (en-Nahl, 16/90).
HUTBE TÜRKÇE OLARAK OKUNMAKTADIR. ARAPÇADAN BAŞKA BİR DİL İLE HUTBE OKUMAK CAİZ MİDİR?
Hanefi mezhebine göre Hutbenin bir tek rüknü vardır. O da Allah`ı zikretmektir. Zikrullah olduğu zaman hutbe sahih sayılır. Buna göre Hanefi mezhebinde hutbenin Arapça ile okunması şart değildir. Şafii mezhebine göre ise hutbenin beş rüknü var:
1- Her iki hutbede Allah`a hamd etmek,
2- Her iki hutbede Peygamber`e salavat-ı şerife getirmek,
3- Her iki hutbede takvayı tavsiye temek,
4- İki hutbenin birisinde ayet okumak,
5- Son hutbede seslice Müminlere dua etmek.
Bu beş rüknün Arapça olarak okunması ve kırk kişinin işitmesi lazımdır. Bu beş rüknün dışında, aradaki öğüt ve nasihatın herhangi bir lisan ile yapılmasında beis yoktur.
Kar©glan Başağaçlı Raşit Tunca