Thread Rating:
  • 10 Vote(s) - 3 Average
  • 1
  • 2
  • 3
  • 4
  • 5
Cinler Hakkındaki Bilgiler
#1
Dini-1 
Cinler Hakkındaki Bilgiler

Ateşin alev kısmından yaratılan, her şekle girebilen, Allahü teâlânın, Kur'ân-ı kerîmin Zâriyât sûresi 56. âyetinde: "İnsanları ve cinleri ancak beni bilip ibâdet etmeleri için yarattım" buyurarak varlığından haber verdiği mahlûklardır.

Arabça'da; cin, cinnet, cenan ve cenin gibi C ve N harflerinden meydana gelen kelimeler örtülü anlamına gelmektedir. Cennet denilen yer; meyveler, çiçekler ve kokular ile örtülü olduğundan bu ismi almıştır. Delilere mecnûn denilmesi de aklının örtülü olduğu içindir. Geceye "Cünn-i leyl" denir. Çünkü karanlık, gün ışığını örtmüştür. Cin denilen mahlûklar da gözümüzden örtülü olduğu için cin denilmiştir. Cin kelimesi cinnî kelimesinin cem'idir (çoğuludur). Cin; cinnîler demektir. Peri, Farsça'da cin demektir.

Mahlûklar, yâni yaratıklar, görülen ve görülmeyen diye iki kısımdır. Ayrıca mekânsız, madde olmayan varlıklar da bulunmaktadır. Bugünkü fen bilgilerine göre bütün mahlûklar yüzbeş elementten meydana gelmişlerdir. Böylece, bütün mahlûklar elementlerden yapılmış olup, enerji (kudret) taşırlar. Normal fizik şartlarında katı ve sıvı hâlinde bulunan varklıklar ve renkli gazlar görüldüğü için, bunlardan yapılmış cisimler görünür. Meselâ insanda katı maddeler ve su çok bulunduğundan insan görünüyor. Ot ve hayvanlar da aynı şekildedir. Cinnîler, havadan ve ateşten meydana gelmiştir. Ateşin alev kısmı görünmez. İçindeki katı zerreler sıcakta ışıklandığı için parlak görünür. Cinnin görünmemesi bu yüzdendir.

Alev iki kısımdır: Biri zulmânî (görünmeyen); diğeri ise nûranîdir (bu da görünmez). Birincisinden cin, ikincisinden de melekler yaratılmıştır. İnsanlar toprak maddelerinden yaratıldığı hâlde, Allahü teâlâ bu maddeleri organik ve organize hâle, et ve kemiğe çevirdiği gibi, meleklerde ve cinde alev şekli değişerek onlara mahsus latîf, her şekle dönebilen bir hâle gelmiştir.

Melekler nûrânî cisimler olup, çeşitli şekillere girebilirler. Melek ile cin, yaratılış bakımından birbirine yakındır. Meleklerin cinlere yakınlığı, insanın hayvanlara olan yakınlığı gibidir. İnsanların üstün olanları, meleklerden kıymetli; cin de hayvanlardan kıymetlidir. Melekler muhteremdir, kıymetlidir. Cin hakîrdir, kıymetsizdir. Yaratılışta; meleklerde nûr, cinlerde ise alev kısmı fazladır. İslâm âlimlerinin çoğu meleklere cisim demişlerdir; doğrusu da böyledir.

Cinlerin varlığı:

İslâm âlimleri söz birliğiyle bildirdiler ki, cinlerin varlığına inanmıyan îmânsız olur. Çünkü, cinlerin varlığını bildiren birçok âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfler vardır. Hakkında kesin nass (delil) bulunan bir hükmü inkâr etmek küfürdür. Eski felsefecilerin bir kısmı, Kaderiyye (yâni Mûtezile) fırkasının çoğu ile, hiçbir dinde olmıyanlar, cin ve şeytanlara inanmadı. Cin; zekî, dâhi insan, şeytanlar da kötü kimseler demektir dediler. Din kitaplarını okumayan ve İslâm âlimlerinin sözlerini bilmeyen elbette inanmaz. Fakat Kur’ân-ı kerîmde açıkça bildirildiği ve İslâm büyüklerinin kitapları ortada olduğu hâlde, Kur'ân-ı kerîme uyduklarını söyleyen Kaderiyye fırkasının cinne inanmaması şaşılacak şeydir. Hâlbuki cinnin var olması akla uymayan, yâni aklın kabûl etmeyeceği birşey değildir; çünkü her şey Allahü teâlânın kudreti dâiresindedir. Bugün fen adamları, akıl ve din sâhipleri, aklın imkânsız demediği şeyleri red etmeyip, kabûl ediyorlar. Kur'ân-ı kerîmde bildirilen şeylere kelimenin açık ve meşhûr mânâlarını vermek lâzımdır.

Şeyh-i ekber Muhyiddîn-i Arabî (rahmetullahi aleyh) cinnin var olduğuna şu âyet-i kerîmeleri delil gösteriyor:

1- Zâriyât sûresinin 56. âyetinde meâlen; "İnsanları ve cinleri ancak, beni bilip, ibâdet etmeleri için yarattım" buyuruluyor.

2- Er-Rahmân sûresi 74. âyetinde meâlen; "Onlara (hûrîlere) kocalarından önce ne insan dokunmuştur ne de cin" buyurulmak sûretiyle cinlerin Cennet’e gireceği bildiriliyor.

3- Er-Rahmân sûresinin 31. âyetinde meâlen; "Yakında sizi hesâba çekeceğiz. Ey insanlar ve cinler" buyuruluyor. Bu âyet-i kerîmedeki "Sekalân" insanlar ve cinler demektir. Resûl-i sekaleyn, müftîyüssekaleyn, gavsüssekaleyn, yâni insanların ve cinnin peygamberi, müftîsi, velîsi gibi isimler de cinnin varlığını bildirmektedir.

Kur'ân-ı kerîmde cinlerin var olduğunu haber veren başka âyet-i kerîmeler de vardır. "(Hesâb gününde) ey cin ve insan cemâati (denecek)! İçinizden size âyetlerimi nakleden, bugünün gelip çatacağını inzâr ile haber veren peygamberler gelmedi mi?" (En'âm sûresi: 130)

"Cân'ı (cinlerin babasını da) daha evvel şiddetli ateşten (şu'âlardan) yarattık..." (Hicr sûresi: 27)

"Allahü teâlâ insan ve cinlerin hepsini bir araya topladığı günde cinlere şöyle denilecek: "Ey cin cemâati! İnsanlardan bir çoğunu aldatarak kendinize bağladınız." (En'âm sûresi: 128)

"Ey cinler ve insanlar topluluğu! Gücünüz yeterse göklerin ve yerin etrâfından çıkıp gidin. (Kaçarak ölümden kurtulun.) Çıkıp kurtulamazsınız. Ancak bir kuvvetle, (fakat bu kuvvet nerede? Buna gücünüz yetmez)" (Rahmân sûresi: 33)

"(Semâ yarıldığı zaman herkes sîmâsından tanınacağı için) o gün ne insana ne cinne günahı sorulmayacak. (Suâl mahşerde olacak) (Rahmân sûresi: 39)

"... Andolsun ki Cehennem’i tamâmen insanlardan ve cinlerden dolduracağım." (Hûd sûresi: 119)

"Cinlerin babasını da dumansız bir ateşten yarattı." (Rahmân sûresi: 15)

"Hatırla ki, cinlerden (on kişiye yakın) bir grubu Kur'ân dinlemek üzere sana yollamıştık. Vaktâ ki Kur'ân'ın huzûruna vardılar. (Birbirlerine); "Susun, dinleyin" dediler. Sonra (Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) tarafından okunan Kur'ân) bitirildiği zaman da (cinler, Peygamber'e ve Kur'ân'a îmân getirerek) döndüler. (Hem îmâna dâvet, hem de îmân getirmiyenleri) korkutmak üzere kavimlerine gittiler. Şöyle dediler: "Ey kavmimiz! Hakîkaten bizler (Peygamber tarafından okunan) bir kitap dinledik ki, Mûsâ'dan sonra indirilmiş olup, kendinden öncekileri (semavî kitapları) tasdik eden, Hakk'a ve hakîkat yoluna ulaştırmaktadır. Ey kavmimiz! Allah'ın dâvetçisine icâbet edin. O'na îmân edin ki (Rabbiniz) bâzı günahlarınızı bağışlasın. Sizi acıklı bir azâbdan korusun." (Ahkâf sûresi: 29, 30, 31)

Kul-e'üzü ve Cin sûreleri de, cinnin varlığını açıkça haber vermektedir.

Müslim, Ebû Dâvûd ve Tirmizî sahîh hadîs-i şerîf kitaplarında, Alkame'den (radıyallahü anh) rivâyet edilir ki: "Ben ibn-i Mes'ûd'a (radıyallahü anh) sordum ve dedim ki; "Peygamber efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem) cinlerin geldiği gece, sizlerden birisi O'nun yanında bulundu mu? O da dedi ki: "Bizden kimse O'nun yanında bulunmadı. Ancak Mekke'de bir gece biz Peygamberimizle (sallallahü aleyhi ve sellem) beraberdik. Bir ara O’nu kaybettik. Kendisini vâdilerde ve tepelerde aradık. O gece çok kötü bir şekilde uyuduk. Sabah olunca gördük ki O, Hira tarafından geliyordu. Kendisine dedik ki: "Yâ Resûlallah sizi kaybettik, aradık ve bulamadık. Bunun için çok kötü bir gece geçirdik." O zaman Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Bana cinlerden bir da'vetçi geldi. Onunla beraber gittim ve kendilerine Kur'ân okudum." İbn-i Mes'ûd (radıyallahü anh) dedi ki: "Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) bizi aldı ve götürdü. Onların izlerini ve ateşlerinin eserini gösterdi."

Yukarıda bildirilen kesin ve sarih deliller cinnin varlığını bildirmektedir. Cinnîn varlığı dînin açıkça bildirdiği birşey olduğundan, inanmayan müslümanlıkdan çıkar ve hiçbir ibâdeti kabûl olmaz.

Bâzı kimselerin, cinnîleri hayâl (illüzyon) sanarak yok demeleri kıymetsizdir. Korkudan göz önünde hâsıl olan hayâller elbette yoktur. Bu hayâlleri cin sanmak da cinden haberi olmamak demektir. Bir şeye yok diyebilmek için o şeyi tanımak, kavramak lâzımdır. Tanımadan "yok" demek akılsızlıktır. Bu gibilere ilim adamı demek de doğru değildir. Bütün peygamberlerin haber verdiği ve hele Peygamberlerin en üstününün (sallallahü aleyhi ve sellem) çeşitli zamanlarda bildirdiği bir bilgiye, akla, tecrübeye dayanmadan zan yolu ile çala kalem yok demek, ilim adamına aslâ yakışmaz. Cinne, meleklere, Cennet’e, Cehennem’e hattâ Allahü teâlâya inanmayanların biricik sözleri; "Kim gitmiş, kim görmüş, var olsalardı görürdük. Görülmeyen şeye inanmak aptallık olur" demeleridir. Onlar, gözün akla değil, aklın göze dayanarak hükme varmasını arzu ediyorlar. Hâlbuki akıl, duygu organları üstünde bir kuvvettir ve his edilen şeylerin doğrusunu, yanlışını ayıran bir hâkimdir. İnsanlar göze tâbi olsaydı ve insanlık şerefi, göz kuvvetiyle ölçülseydi; kedi, köpek ve farenin insandan daha şerefli, daha kıymetli olması lâzım gelirdi. Çünkü bu hayvanlar insanlardan fazla olarak karanlıkda da görürler. Bu durumda göremediğine inanmak istemiyen kimse, insanlığı, hayvanlardan aşağı düşürmektedir. Neticede his organları, aklın uşakları, âletleridir ve asıl kumandan ise hâkim olan akıldır. Akıl görülemiyen duyulamıyan şeyleri red etmediği gibi, yokluğu isbat edilemiyen ve anlaşılamıyan şeylere de kesinlikle yok demez. Bunlara yok demek akla uygun bir söz olmaz. İnanmıyan araştırıcıların pek çoğu ilmin gereği olarak, birçok mes'elelerde dâimâ ihtimâli gözetirler ve işin aksini düşünürler.

Cinlerin yaratılışı:

İnsanlar ilk olarak topraktan yaratıldığı gibi cin de ateşin mâric denilen alev kısmından yaratıldı. Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmin Hicr sûresi 27. âyetinde meâlen; "Âdem'den önce cinlerin babası Cân'ı ateşten yarattık" ve Rahmân sûresi 15. âyetinde de meâlen; "Cinleri (cinlerin babasını) de yalın bir ateşten yarattı" buyurmak sûretiyle, cinlerin Âdem aleyhisselâmdan önce ateşten yaratıldığını bildirmektedir. Cinlerin babasına Dûmâs yâhut Târnûs da denilirdi. Dehhâk (rahmetullahi aleyh) İbn-i Abbâs'dan (radıyallahü anh) naklederek şöyle bildiriyor: "Allahü teâlâ Âdem aleyhisselâmdan evvel yeryüzünde cinlerin babası olan Cân'ı ve evlâdını yarattı.

Ebû Ravk, İkrime'den o da, İbn-i Abbâs'dan (radıyallahü anh) rivâyet etti ki: Allahü teâlâ cinlerin babasını yaratınca, ona; "Benden iste bakalım" buyurdu. O da; "Biz, görelim, lâkin görünmeyelim. Ölünce toprak altında kaybolalım. Yaşlı olanımız gençleşsin" diye dilekte bulundu. Allahü teâlâ da dileğini kabûl buyurdu. Hakîkaten onlar görürler, fakat görünmezler. Öldüklerinde toprak içinde kaybolurlar ve yaşlıları bir sabî (çocuk) hâline gelinceye kadar ölmez.

Allahü teâlâ cinleri yarattı ve onlara yeryüzünü îmâr etme işini verdi. Uzun müddet ibâdet ettiler. Zamanla çoğaldılar. Allahü teâlâ bunlara bir din gönderdi. Tâat ve ibâdete çağırdı. Muhyiddîn-i Arabî'nin (rahmetullahi aleyh) bildirdiğine göre dörtbinyirmi yıl geçtikten sonra inâd ve isyâna başladılar. Allahü teâlâya karşı gelerek, kan döktüler, cinayet işlediler. Kibirlenip, ibâdeti bıraktılar. Güçsüz olanlar ibâdet ve tâate devam ediyorlardı. Büyükleri çeşitli cezâlarla helâk edildi. Allahü teâlâ onlar üzerine dünyâ semâsında bulunan meleklerden bir ordu gönderdi. Yeryüzüne inen melekler onların çoğunu öldürdüler; geride kalanlar adalarda, harâbelerde saklandılar. Bulûğa erişmemiş olanları esir aldılar. Onlardan birisi Azâzil (İblis) idi. İblis Cennet’te uzun müddet Allahü teâlâya ibâdet etti ve meleklere va'z ve nasîhatte bulundu. Bir zaman sonra, yeryüzünde vaktiyle helâk olan kavimden geride kalanlar çoğaldılar ve yeryüzünü doldurdular. Ancak Allahü teâlâya nasıl ibâdet edileceğini bilmezlerdi. Azâzil (İblis) bunları hak yoluna çağırmak için Allahü teâlâdan izin istedi. Allahü teâlâ kabûl buyurup, bir kısım melekler ile beraber yeryüzüne gönderdi. O kavmi hak yola dâvet ettilerse de çok az kimse itâat etti.

Azâzil, Allahü teâlâdan izin alıp meleklerle beraber o kavmin üzerine yürüdü. Çoğunu öldürdü. Geri kalanı etrâfa dağıldılar. Azâzil yeryüzünü bunlardan temizleyince, Allahü teâlâ yeryüzünün idâresini ona verdi. Yeryüzünde, yeryüzü semâsında ve Cennet’teki melekler arasında Allahü teâlâya uzun müddet ibâdet eden Azâzil, Âdem aleyhisselâmın yaratılmasından sonra, kibir ve gurura kapılıp ona secde etmediği için, Allahü teâlânın rahmetinden ve Cennet’ten koğuldu. Şeytan adını alıp Allahü teâlânın ebedî düşmanı oldu.

Cinlerin husûsiyetleri (özellikleri):

1- Cinler ateşin alev kısmından yaratılmışlardır. Şeytan da ateşten yaratılmıştır. Cinde hava, şeytanda ateş fazladır. Allahü teâlâ Rahmân sûresi 15. âyetinde meâlen; "Cinleri (cinlerin babasını) de yalın bir ateşten yarattı." buyurmak sûretiyle bu husûsu bildirmektedir.

2- Cinlerin de erkeği ve dişisi olup, evlenirler ve çoğalırlar. İnsanların çoğalmaları meni ile olduğu gibi, cinlerin çoğalması da gaz (hava) iledir. Yâni erkekden dişiye bir gaz geçerek bundan yavru hâsıl olur. Nâdir olmakla birlikte insanların cinlerle evlendiği gerçektir. İnsan ile cinnin evlenmesi hayâl iledir. Hakîkî evlenmek olmaz. Fakat âlimlerden çoğu hakîkî evlenmenin olduğunu, gusl abdesti lâzım geldiğini hattâ Belkıs'ın insan ile cin arasında hâsıl olduğunu, cinnin insan şekline girip evlendiğini söylemişlerdir.

Seyyid Ömer (rahmetullahi aleyh) diyor ki: "Bana bir cin kızı geldi. Benimle evlenmek istedi. Şemseddîn Hanefî'den sordum: "Hanefî mezhebinde câiz değildir" dedi. Böyle söyledim. Beni aldı, yer altına evlerine götürdü. Büyüklerine söyledi. Büyükleri; "Seyyid Şemseddîn'in cevâbı başımızın üstündedir. Fakat cinnin insan ile evlenmesi Şafiî mezhebinde câizdir. Biz Hanefî değiliz. Şâfiîyiz" dediler.

İnsanın cin ile evlenmesinin câiz olduğu, cinnin insan kadınına tearruzunda gusl abdestinin lüzumu, cin ile insan arasında hâsıl olan çocuğun nasıl olacağını (Belkıs gibi) bildiren âlimlerimizin çeşitli yazıları vardır.

3- Cinlerin yemeleri, içmeleri ve evleri vardır.

Sahîh-i Buhârî ve Müslim'de bildirildi ki: "Cinler, Resûlullah'dan (sallallahü aleyhi ve sellem) yemek istediler. "Üzerine Allah'ın ismi zikr edilmiş her kemik ve her a'lâf artığı (tezek) sizin yemeğinizdir." buyurdu. İbn-i Selâm bu hadîs-i şerîfin tefsîrinde şu husûsu ilâve etti: "A'lâf artığı onlar için yemyeşil bir ot oluverir."

Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bu sebepten kemik ve tezekle istincâ edilmesini yasak etmiştir.

Câbir bin Abdullah'dan (radıyallahü anh) rivâyet edildi ki: Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte yürüyorduk. Bir yılan gelip yanında durdu. Ağzını açarak yaklaştı. Sanki ona birşey fısıldıyordu. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem); "Evet" buyurdu ve yılan ayrılıp gitti. Bu husûsta Peygamber efendimizden (sallallahü aleyhi ve sellem) suâl edince, buyurdular ki: "O, cinlerden bir kimsedir, bana şöyle dedi: "Ümmetine emr et de tezek ve kemikle taharetlenmesinler. Çünkü Allahü teâlâ, bunları bize azık kıldı."

4- Cinler de doğar, büyür ve ölürler: Cinler mükellef olurlar. Çünkü, Kur'ân-ı kerîmde Zâriyât sûresi 56. âyetinde meâlen; "İnsanları ve cinleri ancak beni bilip itâat ve ibâdet etmeleri için yarattım." buyurulmakta ve onların dînî hükümlerle mükellef oldukları bildirilmektedir.

Kurtubî, tezkiresinde buyuruyor ki: "Cinnîn ölümü, yerde gâib olmaktır. İhtiyârları gençleşmeyince ölmez, ölecekleri zaman da çocukluk hâline döner ve yerde gâib olurlar."

5- Cinler; insan, hayvan, yılan, akrep, deve, sığır kılığına bürünüp çeşitli şekiller alırlar. Hattâ katır ve merkep şekline girdikleri, kuş sûretine bürünüp havada uçtukları görülmüştür. İnsan sûretine de girerler.

Abdülvehhâb-ı Şa'rânî hazretleri buyurdu ki: "Bir zamanlar evime, cinlerden biri gelmeye başladı. Bu cin bana doğru gelirken, vücûdumun bütün kılları diken diken olurdu. O anda Allahü teâlânın ismini söylemeye başlardım. Cenâb-ı Hakk'ın ismini duyan cin, derhâl benden uzaklaşırdı. Hiç bir zaman ondan ne çekindim, ne de korktum. Aksine, gece yolumu kestiği zaman, ona selâm vererek geçip giderdim. İnsanın tabîatı cinden nefret ettiği hâlde, her gün onları göre göre nefret etmez hâle geldim.

Kıtlık olduğu günlerde, cinlerden bir grup evime yerleşmişti. Onlara dedim ki: "Bu gösterdiğim ekmeklerden güzelce yiyiniz. Hiçbir müslümana sakın zarar vermeyiniz." Onların da bana; "Baş üstüne, emirlerinizi dinleyip itâat edeceğimize söz veriyoruz" dediklerini duyar idim. Cinlerden biri keçi kılığına girip, geceleri bizim odaya girer, lâmbayı söndürür ve gürültü çıkarırdı. Bu hâlden evdekiler korkuya düştüler. Çocukların korkmaması için, bir gece sedirin altına saklanarak cinnin gelmesini bekledim. Tam önümden geçerken, elimle bir ayağını yakaladım. Bağırmaya ve yardım istemeye başladı. Bunun üzerine ona; "Ey keçi kılığına girmiş olan cin! Bir daha evime girip çocuklarımı korkutmaya devam edecek misin, etmeyecek misin?" dedim. Tevbe ederek, bir daha gelmeyeceğine söz verdi. Buna rağmen ayağını bırakmıyordum. Ayağı elimde inceldi, inceldi bir kıl inceliğini aldıktan sonra avucumdan çekilip gitti. Bu hâdiseden sonra o cin, evime bir daha gelmedi.

İnsan, cinni ve şeytanları uyanık iken ve rüyâda görebilir. Çünkü onlar, her şekle girebilir. Çok güzel sûretlere girerler. İhtilâma sebep olurlar. Her ne şekilde olursa olsun, cinni gören kimse hep ona bakarsa, cin, şeklini değiştirmez ve gözden kaçmaz. Ona sorup cevap alınabilir. Bir an başka tarafa bakılırsa hemen asıl şekline girip gayb olur ve kendi şekliyle görünmez.

Ali Havvâs buyurdu ki: "Allahü teâlâ kullarından birisine cinleri göstermeyi murâd edince, o kimsenin gözünden perdeyi kaldırır. O kimse cinleri görür. Allahü teâlâ bâzan, cine, bize görünmesini emreder. Onları baş gözü ile görürüz. Cinler bâzan kendi sûretlerinde, bâzan beşer (insan) sûretinde bâzan da başka sûretlerde olurlar. Cinler, melekler gibi istedikleri şekle girebilirler."

İnsanın cin ile tanışması, arkadaş olması kıymetli birşey değildir. Zararlıdır, fâsık insanla arkadaşlık etmek gibidir. Onlarla tanışan kimse fayda görmemiştir. Onlarla tanışanlar kibirli olur. Cinlerin din bilgileri azdır. Kibirli olduklarından birbirleri ile hep mücâdele, muhârebe ederler.

6- Cinlerin mü'min olanları ve kâfir olanları vardır. İbâdet ederler, sadaka verirler, iyi işlerine sevâb verilir. Mü'min olanları Cennet’e girecek ve Allahü teâlânın cemâlini göreceklerdir. Kâfir olanları Cehennem’e gidecektir. Cehennemlik olanları, zemherîr denilen soğuk Cehennem’de azâb göreceklerdir.

7- Cinler en çok hamamlar, otluklar, mezbelelik gibi yerlerde bulunurlar.

8- Cinden geçmiş, olmuş şeyleri sorup öğrenmek câizdir. Gelecekte olacak şeyleri sormak câiz değildir. Geçmiş şeyleri görüp, işitip bilirler.

9- Cinler insanoğlunun âlimlerine suâl sorup fetvâ alırlar. İnsanlara nasîhat edip, şiirler söylerler, insanlara hastalık tedâvisi ve ilâç öğretirler. İnsanlardan korkarlar ve itâat ederler.

Rivayet edilir ki, fakîh Muhammed Hermel el-Fahri isminde bir zât, Ebû Muhammed el-Himyerî hazretlerinin bulunduğu beldeye geldi ve onun derslerine devam etmeye başladı. Bu fakîh de yüksek âlimlerden idi. Birbirlerinden ilim öğrenmeye, birbirlerinin ilimlerinden istifâde etmeye başladılar. Bir ara, fakîh İbn-i Hermel, beyân ilmi okumak istediğini bildirdi. Ebû Muhammed Himyerî de kabûl etti. İbn-i Hermel'e beyân dersi okutmaya başladı. Birgün ders esnâsında, başını yukarıya kaldırdığında, bir yılanın başını uzatmış dersi dinlemekte olduğunu gördü. Ders bittikten sonra, İbn-i Hermel'e bu gördüğü hâli bildirdi ve; "Bu gördüğün cin tâifesinden fıkıh âlimi bir kimsedir. Bizden "Tenbih" ve "Mühezzeb" kitaplarını okuyor. Senin okuduğun beyân derslerini de dinlemek istiyor" buyurdu. İbn-i Hermel ise, kendisinden ders okuduğu zâtın cinlere de ders vermekte olduğunu anlayıp, ona olan muhabbet ve bağlılığı daha çok arttı.

Cinlere de fetvâ vermesiyle meşhûr olan Ebüssu'ûd Efendi, Osmanlı Devleti'nde yetişmiş en büyük şeyhülislâmlardan birisi idi. Eyyûb Sultân'da Yazılı Medrese adıyla tanınan medresede bulunduğu sırada, bir defâsında cinler kendisinden fetvâ sormak üzere gelmişlerdi. İçlerinden bâzısı suâllerini sorarken, diğerleri de medresenin duvarlarına birşeyler yazmışlardı. Cinlerin bu duvarlara yazı yazmaları sebebiyle, o medreseye "Yazılı Medrese" ismi verilmiştir. Bu yazılar, yüzyıllarca muhâfaza edildikten sonra üzerlerine badana çekilmek sûretiyle kapatılmıştır.

10- Cinnîlerin sayısı insanların on katından fazladır. Şeytanların sayısı bu ikisinin on katından fazladır. Meleklerin sayısı da, bu üçünün sayısının on katından daha çoktur. Her insanın yanında kâfir bir cinnî vardır. Fakat melekler insanları bunların kötülük yapmalarından korur.

11- Cinler üç sınıftır. Birinci sınıfı rüzgâr ve hava gibidir. Bir kısmı yerdeki böcek ve hayvancıklar gibidir. Bir kısmı da emirlerle ibâdetle vazifelidir. Bunlara hesâb ve azâb vardır.

Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) ve cinler:

Cinler çeşitli zamanlarda sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâma gelip Kur'ân-ı kerîm dinlemiş, çeşitli konularda suâller sormuş ve nasîhat dinlemişlerdir ve yine aynı şekilde Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) dünyâyı teşrîflerini haber vermişlerdir.

Ebû Bekr el-Kureşî anlatıyor: Bâzı hadîs âlimleri, Ömer bin Abdurrahmân bin Avf'dan naklen rivâyet ettiler: Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) doğduğu zaman, Ebû Kubeys ile el-Hacûn dağında bulunan cinler şöyle dediler: "Yemîn ederim ki, insanlardan hiçbir anne O'nun gibisini doğurmamıştır. İnsanların en hayırlısı Ahmed doğmuştur. Onun babası çok şerefli bir babadır."

İslâm âlimleri söz birliği ile bildirdiler ki: Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) hem insanların hem cinlerin peygamberidir. Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmin Cin sûresinde, cinlerin Peygamber efendimizden (sallallahü aleyhi ve sellem) Kur'ân-ı kerîm dinlediklerini ve O'na îmân ettiklerini haber vermiştir.

İbn-i İshâk rivâyet eder: Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) İslâmiyete dâvet için Tâif’e gitmişti. Sakif kabîlesinden ümîdini kesince, Tâif'den döndü. Mekke yolundaki bir hurmalıkta gecenin karanlığında kalkıp namaz kılmaya başladı. O anda cinlerden bir topluluk gelip okuduğu Kur'ân-ı kerîmi dinlediler. Onlar Yemen’de bulunan Nusaybin cinlerinden yedi kimse idi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) namazı bitirince îmân ettiler. Kavimlerine anlatmak ve onları doğru yola çağırmak için ayrıldılar. Kavimlerine duyduklarını tebliğ ettiler.

Bu husûsu Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmin Ahkâf sûresi 29. âyetinde meâlen şöyle haber veriyor ve; "Hatırla o zamanı ki, cinlerden bir tâifeyi Kur'ân dinlemeleri için sana doğru çevirmiştik." buyuruyor.

Sahîh-i Müslim ve Buhârî'de Abdullah bin Abbâs'dan (radıyallahü anh) rivâyet edilir: "Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) Eshâbından bir topluluk ile Ukaz panayırına gidiyordu. O târihte cinler semâdan haber almaktan men edilmiş, (haber almağa çıktıkça) üzerlerine şühüb (ateş parçaları) atılmağa başlanmış bulunuyordu. (Semâya doğru çıkıp koğulan) cinler, kavimlerine döndüklerinde, kendilerine; "Ne oluyorsunuz, neden hiçbir haber getirmiyorsunuz" dediler. Onlar da. "Ne yapalım. Semâdan haber almaktan men edildik. Üzerimize şühüb (ateş parçaları) atıldı" dediler. Bunun üzerine onlara: "Sizin haber almanıza mâni olan yeni bir hâdise vardır. Haydi doğuya ve batıya yayılın. Sizin haber almanıza mâni olan bu yeni şey ne imiş öğreniniz" denildi. Bunun üzerine Tihâme'ye doğru gitmekte olan cinlerden bir topluluk Ukaz yolunda Nahle denilen vadide Eshâbına sabah namazı kıldıran Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) yanından geçtiler. Kur'ân okunduğunu duyunca dönüp dinlemeye başladılar. "Demek ki gökten haber sızdırmamıza engel olan buymuş" dediler; kavimlerine gidip durumu bildirdiler ve Cin sûresi 1. ve 2. âyetinde meâlen buyurulan; "Ey kavmimiz! Biz çok hoş Kur'ân-ı kerîm dinledik. Hidâyete erdiriyor. Biz de ona îmân ettik. Bundan böyle Rabbimize aslâ şirk koşmıyacagız." dediler. Allahü teâlâ Peygamber efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem) "Kul ûhiye" diye başlayan Cin sûresini inzal buyurup, güzel ve mufassal bilgi verdi."

İbn-i Ebi'd-Dünyâ naklediyor: "Ebû İshak'ın anlattığına göre Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Eshâbından bir kısım insanlarla yolculuğa çıkmışlardı. Yolda giderlerken iki yılan çarpıştılar. Biri diğerini öldürdü. Ölen yılanın kokusu ve güzelliği dikkatleri çekti. Eshâb-ı kirâmdan birisi kalkıp onu bir hırkaya sararak defnetti. Bir de ne görsünler. Bir topluluk kendilerine; "Esselâmü aleyküm. Siz şu anda Ömer isminde birini defnettiniz. Müslüman cinlerle kâfir cinler arasında savaş çıktı. Şu anda defnettiğiniz müslüman öldürüldü. O. Peygamber’in (sallallahü aleyhi ve sellem) huzûrunda müslüman olan cinlerdendir" diye seslendi.

Cin hey'eti, Peygamber efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem) bir kere de Medîne-i münevverede iken gelmiştir. O toplantıda Zübeyr bin Avvâm da bulunmuş idi. Zübeyr bin Avvâm (radıyallahü anh) şöyle naklediyor: "Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) kendi mescidinde sabah namazını kıldırdı. Namazdan sonra; "Bu gece hanginiz benimle cin hey'etinin yanına gidecek?" diye sordu. Hiç kimse bir şey söylemedi. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bu sözünü üç defâ tekrarladı. Sonra yanıma yaklaşıp elimden tuttu. Beraber yürümeye başladık. O kadar yürüdük ki Medîne-i münevverenin dağları, tepeleri arkamızda kaldı. Nihâyet açık bir yere indik. Gayet uzun boylu beyaz elbiseler giyinmiş kimseleri gördüm. Onları görünce korkudan titremeye başladım. Onlara yaklaşınca Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) ayağının baş parmağıyla bir dâire çizip; "Bunun ortasında otur" buyurdu. Oturunca içimde hiçbir korku ve şüphe kalmadı. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) onların arasına girip Kur'ân-ı kerîm okudu. Cinler sabah oluncaya kadar orada kaldılar. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) yanıma gelip; "Haydi bana yetiş" buyurdu. Beraberce biraz yürüdükten sonra bana; "Nasıl, onların bulunduğu yerde birşey görebiliyor musun?" buyurdu.

"Evet gâyet kalabalık bir topluluk görüyorum" dedim. Bunun üzerine mübârek başını yere eğip biraz kemik ve tezek toplayıp onlara attı ve buyurdu ki: "İşte bunlar Nusaybin cinlerinden bir hey'et idi. Bana gelip Kur’ân-ı kerîm dinlediler ve benden azık istediler. Ben de onlara azık olarak bütün kemikleri ve tezekleri tahsis ettim."

Ebû Hüreyre'den (radıyallahü anh) nakledilen bir hadîs-i şerîfde Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem); "Cinlerden bir ifrit (îmânsız olan cin) dün gece benim namazıma mâni olmak için geldi. Allahü teâlânın verdiği güçle onu kendimden uzaktaştırdım. Sabahleyin hepiniz göresiniz diye mescidin direklerinden birisine bağlamak istedim. Fakat kardeşim Süleymân'ın; "Rabbim beni bağışla, bana öyle bir hâkimiyet ver ki, benden sonra hiç kimse ona lâyık olmasın" duâsını hatırladım da onu perişân bir hâlde salıverdim." buyurdu.

Yukarıdaki rivâyetlerden anlaşıldığı üzere Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) Resûl-üs-sekaleyn'dir. Yâni insanlara ve cinlere peygamber olarak gönderilmiştir. Gerek Mekke-i mükerremede ve Medîne-i münevverede gerekse bu ikisi hâricindeki yerlerde cinlerle görüşüp konuşmuş, cinler O'ndan Kur'ân-ı kerîm dinlemiş ve O'na îmân etmişlerdir. Cinlerin aralarındaki ihtilâflarını çözmüştür.

Cinler ve insanlar:

Cinler, insanlardan birçok kimselerle değişik sûretlerde karşılaşıp konuşmuşlar; va'z, nasîhat ve tavsiyelerde bulundukları gibi onlardan fetvâ ve nasîhat dinlemişlerdir.

İbn-i Ebî'd-Dünyâ naklediyor: Hadîs âlimlerinden bâzıları Sevde bin el-Esved'den, o da Ebû Halîfe el-Abdi'den nakletti: Ebû Halîfe dedi ki: "Küçük bir oğlum vardı. O vefât edince çok üzüldüm. Üzüntü ve kederimden gözüme uyku girmez olmuştu. Bir defâsında yatağıma uzanmış oğlumu düşünüyordum. Evin bir köşesinden; "Esselâmü aleyküm ve rahmetullah ey Ebû Halîfe!" diye bir ses işittim. Çok korktum. "Ve aleyküm selâm" diye cevap verdim. Sonra Âl-i İmrân sûresinin son kısmını okumağa başladı. "Allah katındaki nîmetler ise iyi kimseler için daha hayırlıdır." meâlindeki 198. âyet-i kerîmeyi sonuna kadar okuyup bitirdi.

Ey Ebû Halîfe! diye seslendi. "Buyur" dedim. "Ne istiyorsun, herkes ölecek de, senin oğlun mu yaşayacak? Allahü teâlânın indinde sen Muhammed aleyhisselâmdan daha mı üstünsün? O, oğlu İbrâhim öldüğü zaman sâdece "Kalb mahzûn olur, göz yaşarır" buyurmuş ve şikâyette bulunmamıştır. Herkes ölürken senin oğlun mu yaşayacak? Allahü teâlânın işine ne karışıyorsun? Eğer ölüm olmasaydı insanları yeryüzü almazdı. Cefâ olmasaydı sefânın kıymetini kim bilecekti" dedi. Bunun üzerine "Kimsin sen?" dedim. "Senin cin komşularından biriyim" diye cevap verdi.

Ebû Bekr el-Kureşî der ki: Bâzı hadîs âlimleri Vehb bin Münebbih'den şöyle naklettiler: "Hasen el-Basrî ile birlikte her yıl Hayf Mescidi’nde, geceleyin herkes uyuduğunda, buluşurduk. Bizimle bâzı kimseler de bulunurdu. Bir gece oturup konuşurken bir kuş yanıma gelip oturdu. Selâm verdi. Selâmını aldım. Kendisine kim olduğunu sorunca; "Müslüman cinlerdenim" dedi. "Buraya niçin geldin?" dedim. Bunun üzerine; "Sizin yanınızda oturup sizden ilim tahsîl etmek kötü bir şey midir? Birçok işlerde biz sizinle oluruz. Meselâ namazda, cihâdda, hasta ziyâretlerinde, cenâze merâsimlerinde, hac ve umrede sizden ilim alırız ve Kur'ân-ı kerîm dinleriz" dedi. "Peki sizce en makbûl cinler hangileridir?" dedim. Hasen el-Basrî'yi işâret ederek; "Şu Şeyh'den ilim öğrenenlerdir" dedi. Benim bu konuşmamı Hasen el-Basrî (radıyallahü anh) görünce dayanamadı ve; "Kiminle konuşuyorsun?" diye sordu. "Bâzı arkadaşlarla konuşuyorum" diye cevap verdim.

Ders bitip ilim meclisi dağılınca, Hasen el-Basrî hazretleri bana işin içyüzünü sordu. Ben de olup bitenleri anlatınca, bana; "Ne olur bunu insanlardan hiç kimseye anlatma. Çünkü, yanlış tefsîr ederler de işi büsbütün çıkmaza sokarlar. O cinle her sene buluşuyorduk. Bana suâl soruyor ben de bildiklerimi ona haber veriyordum." dedi.

İbn-i Sîrîn'in yanına gelen biri; "Size bir şey sormaya geldim" dedi. İbn-i Sîrîn; "Buyur sor" dedi. O zât; "Peygamber efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem) bîat eden cinnîlerden acaba bugün sağ kalan var mıdır?" dedi. İbn-i Sîrîn; "Doğrusu bana böyle bir şeyden suâl edileceğini zannetmiyordum. Bu husûsda Ebû Recâ' el-Utâridî'nin malûmatı vardır" dedi. Kesir bin Abdurrahmân anlatır: Biz Ebû Recâ' el-Utâridî'ye geldik ve Peygamberimize (sallallahü aleyhi ve sellem) bîat eden cinlerden hiç kalan var mı, biliyor musun?" diye sorduk. Buyurdu ki: "Bu husûsla ilgili size şu bilgiyi vereyim. Gittiğim bir köşkün kapısını hafifçe çaldım. Kapı açıldığı zaman, birden bir yılanın debelenip, kıvrılarak öldüğünü gördüm. Sonra onu bir yere gömdüm. O zaman, görmediğim pekçok kişinin "Esselâmü aleyküm" diye oraya gelip, selâm verdiğini işittim. Onlara kimsiniz diye sordum. "Bizler cinleriz. Allah sana iyilikler versin. Senin bizim yanımızda büyük yerin, mevkîin var" dediler. "Bu ne sebeptendir?" diye sordum. "Senin defnettiğin yılan, Pegamberimize (sallallahü aleyhi ve sellem) bîat eden cinlerin sonuncusu idi" dediler. Ben o zaman yüzotuzbeş yaşındaydım."

Habîb'den (radıyallahü anh) gelen rivâyete göre Sahîh-i Müslim'de şöyle bildirildi. Âişe (radıyallahü anhâ) evinde bir yılan gördü ve öldürülmesini emredince öldürdüler. Aynı gece onun Peygamber efendimizden (sallallahü aleyhi ve sellem) Kur"ân-ı kerîm dinlemeye gelen cin heyetinden olduğu söylenince, Hazret-i Âişe; Yemen'e adam gönderip kırk köle aldırarak azâd eyledi.

Sahîh-i Müslim'de rivâyet edildi. Bu rivâyette Ebü's-Sâib, Ebû Sa’îd-il-Hudrî'nin evine gittiğini haber verdi. Dedi ki; "Ebû Sa'îd-il-Hudrî'yi namaz kılarken gördüm. Oturarak namazını kılıncaya kadar onu bekledim. Derken evin bir tarafında çatıdaki çubuklar arasında bir kıpırtı işittim. Baktım ve bir yılan olduğunu gördüm. Hemen öldürmek için üzerine sıçradım. Fakat Ebû Sa'îd bana otur diyerek işâret edince oturdum. Namazı bitirdikten sonra bir evi işâret ederek; "Şu evi görüyor musun?" dedi. "Evet" cevâbını verdim. Bu evde bizden yeni evlenmiş bir genç vardı. Resûlullah'la (sallallahü aleyhi ve sellem) birlikte Hendek gazâsına çıktık. Bu genç günün ortasında Resûlullah’dan (sallallahü aleyhi ve sellem) izin alarak evine dönüyordu. Bir gün yine ondan izin aldı. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) ona; "Üzerine silâhını al, çünkü, Kureyzâ yahudilerinin sana düşmanlık edeceğinden korkarım." buyurdu. Genç de silâhını aldı ve evine dönünce, hanımının iki kapı arasında ayakta durduğunu gördü. Kıskançlık gayreti kabaran genç hemen süngüsüyle onun üzerine yürüdü. Hanımı ona; "Yapma! Süngünü çek, eve gir de beni dışarıya çıkaran nedir? gör" dedi. O da içeri girince döşeğin üzerine kıvrılmış yatan büyük bir yılan gördü. Hemen süngü ile yılana vurarak onu yere serdi ve dışarı çıkarak süngüyü avluya dikti. Bu sırada yılan, gencin üzerine atıldı. Yılanın mı yoksa gencin mi önce öldüğü bilinemedi. Biz hemen Resûlullah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) gelerek durumu anlattık ve; "Allah'a duâ et. Onu bizim için diriltsin!" dedik. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem); "Arkadaşınız için istiğfâr edin" buyurarak şunları ilâve etti: "O Medîne'deki müslüman olan cinlerdendir. Onlardan birini görürseniz, kendisine üç defâ ihtarda bulunun. Bundan sonra size tekrar görünecek olursa onu öldürün. Çünkü o bir şeytandır." (Müslim. Kitâb-üs-Selâm-139)

Ebü'l-Kâsım el-Kasrî şöyle anlattı: "İlk zamanlarda açlığa sabrederdim ve haftada bir defâ yemek yerdim. Birgün cinlerden birisi gelip, bana selâm verdi. Selâmını aldım, ama kendisini göremedim. Her gün gelip bana selâm verirdi. Birgün kendisine; "Seni görmeyi istiyorum. Bana görünsen ne olur?" dedim. Çok güzel yüzlü bir kimse olarak bana göründü. Kim olduğunu sordum. "Müslüman olan cinnîlerdenim. Senin gibi, nefsinin arzularına muhâlefet eden, açlığa sabreden, dînin emirlerine uymakta ve yasaklarından sakınmakta gayretli olan birini gördüğümüz zaman kendisine muhabbet eder, selâm veririz" dedi. Kendisiyle aramızda tam bir muhabbet ve dostluk hâsıl oldu. Bana bâzı şeyler de öğretti. Birgün kendisine; "Gel! Mescide beraber gidelim" dedim. "İnsanların bulundukları yerde seninle beraber bulunmamız münâsib değildir. Çünkü, seninle aramızda bâzı konuşmalar olur. İnsanlar, senin birisiyle konuştuğunu anlarlar. Fakat beni göremedikleri için senin hakkında uygun olmayan şeyler söylerler. Senin için fitne olur" dedi. Ben de; "En geri safta otururuz. Hiç kimse farketmez" dedim. Mescide girip oturduk. Cin, "Bu insanları nasıl görüyorsun?" diye sordu. "Bâzılarını uykuda, bâzılarını yarı uyanık ve bâzılarını da tam uyanık görüyorum" dedim. "İnsanların herbirinin başları üzerinde duranları görüyor musun?" dedi. "Hayır" dedim. Gözlerimi sığadı. Her insanın başı üzerinde bir karga bulunduğunu gördüm. Kargalardan bâzıları, üzerinde bulunduğu kimsenin gözlerini kanatları ile kapatmış idi. Bâzıları sâdece duruyor ve bâzıları da üzerinde bulunduğu kimsenin gözünü, bâzan kapatıyor, bâzan açıyordu. "Bu ne hâldir?" diye sordum. "Sen Kur'ân-ı kerîmde okumadın mı? Allahü teâlâ Zuhruf sûresi 36. âyet-i kerîmesinde; "Her kim, Rahmân'ın zikrinden göz yumarsa, biz ona şeytanı musallat ederiz. Artık bu, ona arkadaştır." buyuruyor. İşte insanların başlarında gördüğün şeyler, karga şeklinde şeytanlardır. İnsanların herbirini gafletleri miktarınca istilâ etmiş, kaplamışlardır" dedi. O cin, bu şekilde bana gelir giderdi. Birgün açlığım tahammül edilemez hâle geldi. Normal âdetime göre, yemek yememe daha dört gün vardı. Yanımda bulunan ekmek kırıntılarından bir parça yeyince açlığım yatıştı. Dostum olan o cin gelerek selâm verdi. Fakat bu sefer görünmedi ve; "Biz, açlığa ve dînin emir ve yasaklarına uymaya devam etmekteki sabrından dolayı sana dost olmuş idik. Fakat sen, o ekmek parçasını yemekle sabrı terketmiş oldun" dedi. Ondan sonra da bir daha yanıma gelmedi. Bilindiği gibi cinler çeşitli kılığa girerler. Ev yılanlarının cin olma ihtimâli olduğu için, onlara üç defâ "İrci’ bi-iznillah" diyerek ihtar etmeli. Gitmezse öldürmelidir. Yılan şeklindeki cinni hemen öldürmemek, onlara saygı göstermek için değil, zararlarına sebep olmamak içindir.

Cinlerden korunmanın yolları:

İmâm-ı Beyhekî "Delâil-ün-Nübüvve" kitabında ve İmâm-ı Kurtubî "Tezkire" kitabında bildiriyor ki: Ebû Dücâne (radıyallahü anh) buyurdu ki: "Yatıyordum. Değirmen sesi gibi ve ağaç yapraklarının sesi gibi ses duydum ve şimşek gibi parıltı gördüm. Başımı kaldırınca odanın ortasında siyah bir şeyin yükseldiğini farkedip elimle yokladım. Kirpi derisine benziyordu. Yüzüme kıvılcım gibi şeyler atmağa başladı. Hemen Resûlullah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) gidip anlattım. Bana; "Yâ Ebâ Dücâne! Allahü teâlâ evine hayır ve bereket versin." buyurdu ve kalem kâğıt istedi. Ali'ye (radıyallahü anh) bir mektup yazdırdı. Mektubu alıp eve götürdüm. Başımın altına koyup uyudum. Feryâd eden bir ses beni uyandırdı. "Yâ Ebâ Dücâne! Beni bu mektupla yaktın. Senin sâhibin elbette bizden çok yüksektir. Bu mektubu bizim karşımızdan kaldırmandan başka bizim için kurtuluş yoktur. Artık senin ve komşularının evine gelemiyeceğiz. Bu mektubun bulunduğu yerlere gelemeyiz." deyince, ona dedim ki: "Sâhibimden izin almadıkça bu mektubu kaldırmam. Cin ağlaması ve feryâdından o gece, bana çok uzun geldi. Sabah namazını mescidde kıldıktan sonra cinnin sözlerini anlattım. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem): "O mektubu kaldır. Yoksa mektubun acısını kıyâmete kadar çekerler." buyurdular.

Kefevî'nin "Mecmûa-tül-fevâid" kitabında ve Demîrî'nin "Hayat-ül-hayevân" kitabının Kunfez maddesinde; "Bir kimse bu mektubu yanında taşısa veya evinde bulundursa, bu kimseye, eve ve etrâfına cin gelmez ve alışıp zarar veren cin de gider" denmektedir. Cin mektubu da denilen bu mektup; "Hazînet-ül-esrâr" ve "Hayat-ül-hayevân" adlı eserlerde yazılıdır. Ayrıca bu mektup Hakikat Kitâbevi tarafından basdırılan "Teshîl-ül-menâfi" kitabının sonuna da alınmıştır. Bundan başka; Ayet-el-kürsî, İhlâs, Mu'avvizeteyn ve Fâtiha'yı sık sık okumak da insanı cinden muhâfaza eder.

Kâdı Bedrüddîn Şiblî hazretleri "Âkâm-ül-mercân" adlı Arapça eserini Cinn'e tahsis etmiştir. İslâm âlimleri, cinden kurtulmak için şu on çâreyi bildirmişlerdir:

1- E'ûzü Besmele ile Fatihâ sûresini okumalıdır.

2- E'ûzü Besmele ile Mu'avvizeteyn'i (İki kul-e'ûzüyü) okumalıdır.

Tirmizî, Ebû Sa’îd el-Hudrî’den (radıyallahü anh) nakleder:

"Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) cinlerin ve insanların gözlerinin şerrine (nazara) uğramıştı. Nihâyet Mu'avvizeteyn nâzil oldu. Onları okudu.

3- E'ûzü Besmele ile Bakara sûresini okumalıdır.

4- E'ûzü Besmele ile Ayet-el-kürsî'yi okumalıdır.

5- E'ûzü Besmele ile Bakara sûresinin son âyetini okumalıdır.

6- E'ûzü Besmele ile Hâ-mîm el-Mü'min sûresinin başından (Masîr) e kadar ve Ayet-el-kürsî'yi okumalıdır.

Tirmizî, Ebû Hüreyre'den (radıyallahü anh) naklediyor. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem); "Her kim Âyet-el-kürsî ile birlikte Hâ-mim el-Mü'minûn sûresinin evvelini (ileyhilmasir) e kadar sabahleyin okursa o iki âyet onu akşama kadar, akşam okursa sabaha kadar muhâfaza eder" buyurmuştur.

7- "Lâ ilâhe illallahu vahdehü lâ şerîke leh lehül mülkü ve lehül hamdü ve hüve alâ külli şey'in kadîr"i yüz kere okumalıdır. Ebû Hüreyre'den (radıyallahü anh) nakledilen hadîs-i şerîfde Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Her kim "Lâ ilâhe illallahü vahdehü lâ şerîke leh Lehül mülkü ve lehül hamdü ve hüve alâ külli şey’in kadîr"i yüz kere okursa on köle azâd etmiş gibi olur. Ayrıca defterine yüz sevâb yazılır ve yüz günah silinir. Sonra akşama, kadar o gün şeytan şerrinden emîn olur. Hiç kimse bunun kadar büyük bir sevâbla gelemez. Ne var ki ondan daha fazla bir amel ile gelirse başka."

8- Çok "Allah" demelidir.

9- Hep abdestli bulunmalı, farzları ve sünnetleri hiç terk etmemelidir.

10- Harama bakmaktan, çok konuşmaktan, çok yemekten ve kalabalıktan sakınmalıdır.

Cinnîlerin insanlara olan zararlarına karşı tedbir alınması, cinnin zararına karşı korunulması, insanların iyiliklerine karşı iyilik yaptıkları, kötülüğe karşı kötülük ve zarar yaptıkları ve sârâ hastasının bedenine girip hastanın hareketleri ve işlerinin cinnin hareketi ve işi olduğu, böyle hastanın tedâvisinde cin ile sorgu, suâl, cevaplaşma olduğu, cinnin insanlarla alay ettikleri, insan gibi nazarları değeceği, cinlerin harb ettikleri, Server-i âlemin (sallallahü aleyhi ve sellem) Ümm-i Ma'bed'in çadırında misâfir olduğunu Mekke ahâlisine haber vermeleri, geçmiş şeyleri cinden sormanın câiz olduğu, ileride olacak şeyleri sormanın câiz olmadığı, müezzinlerin ezânlarına kıyâmet günü cinnîlerin şâhid olacakları, Ebû Ubeyde ve arkadaşları vefât edince cinnîlerin ağlayıp mâtem ettikleri, Ömer (radıyallahü anh) vefât ettiği zaman mersiye okudukları, Osman (radıyallahü anh) şehîd olunca ağlayıp inledikleri, Hazret-i Ali'nin şehîd olduğunu haber verdikleri, Hüseyn (radıyallahü anh) şehîd olunca ağlayıp, bağırdıkları ve başka sahâbîler şehîd olunca bildirdikleri, Ömer bin Abdülazîz'in vefâtını haber verdikleri, İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe'nin ve İmâm-ı Şafiî'nin vefâtlarında ağladıkları, cinnin insan kalbine vesvese getirdiği ve daha pek çok meşhûr vak'a ve işler, kıymetli kitablarda yazılıdır. Bunların hepsi cinnin varlığını göstermektedir. Mikrop şekline girip insan damarlarında dolaştıkları gibi keçi, yılan ve kedi şekline girdikleri de çok görülmüştür.

"Cin Mektubu" Peygamberimizin Ebû Dücâne'ye Verdiği Mektup

Ebû Dücâne (ra) Resûlullah’a (asm) geldi ve: “Yâ Resûlallah! Yatağıma geldiğim zaman değirmen sesi ve arı vızıltıları gibi sesler işitiyorum. Şimşek parıltısı gibi bir şeyler görüyorum. Başımı kaldırıp baktığımda evimin orta yerinde siyah ve uzun gölge gibi bir şeyin olduğunu görüyorum. Yakalamak için elimi uzattığımda, derisinin üzerindeki kılların kirpi kılları gibi olduğunu ve ağzından yüzüme karşı ateş parçaları attığını görüp beni yakacağını zannediyorum ve korkuyorum” dedi. Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm): “Yâ Ebû Dücâne! Evinize gelen korkunç bir mahluktur. Bana kâğıt kalem getiriniz” buyurdu. Kâğıt ve kalem getirilince Hazret-i Ali’ye (ra) verdi ve: “Yaz,” buyurdu:

Name-i Peygamberi - Cin Mektubu

Aşağıdaki mektubu Peygamber Efendimiz (s.a.v.), şeytan ve cinlere karşı yazdırmıştır. Böyle bir belaya maruz kalanlar, bu mektubu yazdırıp yastığının altına koymalıdırlar. İnşaallah şifa ve deva Allah-ü Teala´dandır.

NAME-i PEYGAMBER (CiN MEKTUBU NUN) ARAPÇA YAZLIŞI



بِسْمِ اللهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيْمِ

هَذَا كِتاَبٌ مِنْ مُحَمَّدٍ رَسُولِ اللهِ رَبِّ العَالَمِينَ إلَى مَنْ طَرَقَ الدَّارَ مِنَ الْعُمَّارِ وَالزُّوَّارِ وَالسَّائِحِينَ إلاَّ طَارِقاً يَطْرُقُ بِخَيْرٍ ياَ اللهُ. أَمَّا بَعْدُ فَإنَّ لَناَ وَلَكُمْ فِي الْحَقِّ سِعَةً فَإنْ تَكُ عَاشِقاً مُولِعاً أوْ فَاجِراً مُقْتَحِماً أَوْ رَاعِياً مُبْطِلاً فَهَذاَ كِتاَبُ اللهِ تَعَالىَ يَنْطِقُ عَلَيْنَا وَعَلَيْكُمْ بِالْحَقِّ إنَّا كُنَّا نَسْتَنْسِخُ مَا كُنْتُمْ تَعْمَلوُنَ وَرُسُلُنَا يَكْتُبُونَ مَا تَمْكُرُونَ اُتْرُكُوا صَاحِبَ كِتَابِي هَذاَ وَانْطَلِقوُا إلىَ عَبَدَةِ اْلأصْنَامِ وَاْلأوْثاَنِ وَإلىَ مَنْ تَزْعُمُ أَنَّ مَعَ اللهِ إلَـهاً آخَرَ لاَ إلَـهَ إلاَّ هُوَ كُلُّ شَيْءٍ هَالِكٌ إلاَّ وَجْهَهُ لَهُ الْحُكْمُ وَإلَيْهِ تُرْجَعُونَ، حم لا يُنْصَرُونَ، حمعسق تُغْلَبُونَ حم وَالْكِتَابِ الْمُبِينِ تُفْرَقُ أعْدَاءُ اللهِ وَبَلَغَتْ حُجَّةُ اللهِ وَلاَ حَوْلَ وَلاَ قَوَّةَ إلاَّ بِاللهِ فَسَيَكْفِيكَهُمُ اللهُ وَهُوَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ


NAME-i PEYGAMBER (CiN MEKTUBU NUN) LATiNCE TÜRKÇE OKUNUŞU

“Bismillahi’r-rahmâni’r-rahîm. Hâzâ kitâbün min Muhammedin resûli Rabbi’l-âlemîne ilâ men taraka’d-dâra mine’l-ummâri ve’z-zuvvâri ve’s-sâlihîne illâ târıkin yetruku bihayrin yâ Rahmânü. Emmâ ba’dü: Fe inne lenâ ve leküm fi’l-hakkı si’aten fe’in tekü âşikan mûli’an ev fâciran muktehimen ev râiyen hakkan mubtılen hâzâ kitâbullahi yentıkü aleynâ ve aleyküm bi’l-hakkı innâ künnâ nestensihu mâ küntüm ta’melûne ve rusulünâ yektübûne mâ küntüm temkürûne. Ütrükû sâhibe kitâbî hâzâ! Ve’ntalikû ilâ abedeti’l-esnâm ve ilâ men yez’umu enne me’allâhi ilâhen âhera lâ ilâhe illâ hüve küllü şey’in hâlikün illâ vechehû lehû’l-hükmü ve ileyhi türce’ûne tuğlebûne hâ-mîm lâ tünsarûne hâ-mîm ayn-sîn-kâf teferreka e’adâ’ullahi ve beleğat hüccetu’llâhi velâ havle velâ kuvvete illâ billâhi feseyekfîkehümüllahü ve hüve’s-semî’u’l-alîm.”

NAME-i PEYGAMBER (CiN MEKTUBU NUN) TÜRKÇE ANLAMI

(Rahman ve Rahîm olan Allah’ın adıyla. Bu mektup âlemlerin Rabb’inin Resûlü olan Muhammed’den (asm) hayır veya şer niyetiyle evi ziyârete gelenlere, ancak hayırla gelmelerini dilemek için yazılmıştır. İmdât yâ Rahmân! Muhakkak bizim ve sizin için, hakta genişlik olmalıdır. İsteyerek, istemeyerek veya sürüklenerek, bozgunculuk yapmaksızın, Allah hakkı için evi boşaltmanızı isteyen bu mektup, bize ve size hakkı konuşur. Biz bu mektuba yaptıklarınızı kaydediyoruz. Elçilerimiz, sizin yaptığınız hîleleri yazıyorlar. Bu mektup sahibinin evini derhal terk ediniz! Putlara kulluk yapanlara ve Allah’tan başka ilâh edinenlere gidiniz. O’ndan başka ilah yoktur. O’ndan başka her şey helâk olacaktır. Hüküm O’nundur ve Hâ-Mîm hakkı için ister istemez O’na döndürüleceksiniz. Hâ-Mîm ve Ayn-Sîn-Kâf hakkı için yardım görmezsiniz. Allah düşmanları bölük pörçük oldular. Çünkü Allah’ın delili ve âyeti ulaşmıştır. Allah’tan başka güç ve kudret yoktur. Allah size yeter. O işiten ve bilendir.”)

Ebû Dücâne (ra) diyor ki: “Resûl-i Ekrem’in (asm) yazdırdığı bu mektubu götürüp okudum, baş ucuma koydum ve yattım. Gece yarısı uyanmıştım. Kulağıma şöyle bir korkunç ses geliyordu: “Lât ve Uzza’ya yemin ederim ki, bizi yaktın! Bu mektup sahibinin hakkı için bu mektubu kaldır. Senin evine ve etrafına artık bir daha gelmeyeceğiz.”

Ebû Dücâne (ra) devam ediyor: “Bunun üzerine sabahleyin erkenden kalkıp Resûl-i Ekrem’in (asm) arkasında sabah namazı kıldım. Cinlerin feryadını Resûl-i Ekrem’e (asm) haber verdim. Resûlullah Efendimiz (asm) bana:

“Yâ Ebû Dücâne! O mektubu kaldır. Beni hak Peygamber olarak gönderen Allah’a yemin ederim ki, eğer o mektubu kaldırmazsan, onlar kıyâmete kadar azap içinde kıvranırlar” buyurdu.

   

   

--------------------------------------------------------

1) Tefsîr-i Mazharî; cild-3, sh. 289, 435

2) Ebüssu'ûd Tefsîri; cild-1, sh. 449, 461, 474

3) Sahîh-i Buhârî muhtasarı; cild-9, sh. 60, 61, cild-2, sh. 402, cild-10, sh. 46

4) Sahîh-i Müslim Tercümesi; cild-9, sh. 691, Kitâb-üs-selâm hadîs:139

5) Râmûz-ül-ehâdis; sh. 20, 200, 278, 348, 376

6) Keşkül Risâlesi

7) Ravdat-üs-Safâ; sh. 72, 73, 74, 75

8) Meâric-ün-nübüvve Birinci kısım, sh. 9, 10, 11, 12 (Altıparmak Peygamberler Târihi)

9) Târihi Taberî; cild-1, sh. 41, 42, 43

10) Âkâm-ül-mercân (Kâdı Bedreddîn-i Şiblî)

11) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 703

12) Mir'âtı Kâinat

13) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-1, sh. 263, 294, cild-2, sh. 171 cild-3, sh. 227, cild-9, sh. 92, 167, cild-10, sh. 108, 272, 275, cild-13, sh. 194, 271, cild-14, sh. 15

14) Rehber Ansiklopedisi; cild-3, sh. 237

15) Künh-ül Ahbâr (Târih-i Âlî) sh. 268, 272





Signing of RasitTunca
[Image: attachment.php?aid=107929]
Kar©glan Başağaçlı Raşit Tunca
Smileys-2
Reply


Forum Jump:


Users browsing this thread: 1 Guest(s)