07-16-2023, 07:03 PM
(This post was last modified: 04-13-2024, 06:32 AM by RasitTunca.)
Râbıta Nedir? Râbıta Nasıl Yapılır? Kaç Türlü Râbıta Vardır?
Râbıtanın lügatteki mânâsı, bağ, alâka ve vuslat demektir. Aslında kâinâtta râbıtasız hiçbir mahlûk yoktur.
Râbıta, maddî-mânevî istiâne ve istiğâseyi (yardım dilemeyi) mümkün kılar. Diğer bir târif ile râbıta, muhabbetten ibârettir. Gönülde muhabbetin tâzelik ve zindeliğini dâimâ muhâfaza ettirmektir.
Üç türlü râbıta vardır:
1- TABİÎ RÂBITA
Kişinin yakınlarına duyduğu bir muhabbettir. Bir annenin evlâdına olan muhabbeti gibi.
3- BAYAĞI (SÜFLİ) RÂBITA
Menedilen şeytânî ve nefsânî temâyüllere bağlanmadır. Bir kumarbazın zihin ve kalbinin devamlı kumarla meşgul olup âilesini ve çoluk çocuğunu dahî unutması gibi.
3- ULVÎ RÂBITA (TASAVVUFÎ RÂBITA)
Mukaddes mefhumlara ve ulvî duygularla insanı Allâh’a yönlendiren vesîle ve vâsıtalara râbıtadır.
MÜRŞİDE DUYULAN HÜRMET VE MUHABBET
Tasavvufî eğitim metodlarından biri olan râbıta, her tarîkatte adı ve tatbik şekli az çok farklı olmakla berâber, umûmiyetle mürîdin mürşidini gözünün önünde canlandırması ve onun hâl ve tavırlarını hatırlayarak, ulvî duygularla hemhâl olması demektir. Mürşide duyulan hürmet ve muhabbetin bu sûretle dâimâ tâze tutulması, müride mânevî bir zindelik kazandırır.
'HÂL'LER SİRÂYET EDER
İnsan, tesire açık bir varlıktır. Bazı hastalıklarda olduğu gibi insanoğlunun “hâl”lerinde de sirâyet özelliği vardır. Ruhlar arasındaki mânevî alışveriş, hayatın inkâr edilemeyecek gerçeklerinden biridir. Husûsiyle faal ve müessir şahsiyetlerdeki kuvvetli rûhî temâyüller, onların yakınında bulunanlara istîdatları nisbetinde -az veya çok- intikâl eder. Bu intikâl, sirâyet eden “hâl”in müsbet veya menfî olmasına da bağlı değildir. Her hâlükârda intikâl vâkî olur. Yeter ki arada muhabbet ve ünsiyet bağları bulunsun.
RÂBITA, MUHABBETİN TEZÂHÜRÜDÜR
Meselâ, aşırı derecede merhametli, ferâgat sâhibi ve fedâkâr insanların hâlleri, içinde bulundukları cemaate tesir eder. Muhabbetin bir tezâhürü olan râbıta, böyle ahlâkî meziyetlere dâir rûhî alışverişi çoğaltmak, sür’atlendirmek ve bunları daha ziyâde ahlâka inkılâb ettirmek içindir. Bu sebeple akl-ı selîm sâhibi her mü’min, takvâ sâhibi sâlih kimselere muhabbet duyarak ve onlarla ünsiyet kurarak, bu güzel hâl in’ikâsını âzamî dereceye çıkarmaya gayret etmelidir.
"SÂDIKLARLA BERABER OLUN" EMRİ
Ne hikmettir ki, temiz ve güzel bir elbiseye çamur sıçramasından bîzâr olan akıl, şâyet vahyin nûruyla aydınlanmamışsa, günahlarla kararmış kalplerdeki çirkin huyların rûhunu istîlâsından, çoğu kez azıcık bir teessür bile duymaz. Çünkü nefsânî ve şeytanî telkinlerin bir çeşit mânevî narkozuna mâruz bulunduğundan, bu rûhî sıkıntıyı fark edemez. Bu sebeple gönül gözünü açmak ve ebedî kâr ile ziyânı iyi hesâb etmek îcâb eder. Zira müsbet tesirlerin yanısıra, menfî şekilde de gerçekleşebilen ve bir nevî “şahsiyet transferi” demek olan bu sirâyetler karşısında insan, tercihinde muhayyer bırakılmıştır. Ancak, Allah Teâlâ, bu tercihin doğru olanını da Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle haber vermiştir:
“Ey îmân edenler! Allah’tan korkun ve sâdıklarla berâber olun!..” (et-Tevbe, 119)
"ÜZÜM ÜZÜME BAKA BAKA KARARIR"
Dikkat edilecek olursa Cenâb-ı Hak, bu âyet-i kerîmede kullarına, “Sâdık olun!” buyurmamış, takvânın muhâfazası için “sâdıklarla berâber olmayı” emretmiştir. Çünkü sâdık olma yolunda atılacak ilk adım, sâdıklarla berâber olmak, yâni onlarla muhabbetli bir ünsiyet içinde bulunmaktır. Sâdık olmak, bu durumun tabiî bir netîcesidir. Nitekim “Üzüm üzüme baka baka kararır.” sözü de, bu hakîkatin bir ifâdesidir.
"SÂDIKLARLA BERABER OLUN" NE DEMEKTİR?
Hâce Ubeydullah Ahrâr Hazretleri bu âyetin tefsiri hakkında buyururlar ki:
“Âyet-i kerîmede geçen «sâdıklarla beraber olunuz!» ifadesi, sâdıklarla devamlı olarak beraberliği ifâde eder. «Keynûnet=oluş» mutlak olarak zikredildiğinden, hakîkî ve hükmî iki tarafa da şâmildir. Hakîkî oluş, sâdıkların meclisinde kalp huzûruyla bulunmaktan ibâret olduğu gibi, hükmî oluş da, onları gıyâblarında tahayyül ve taklit etmekten ibârettir.”
NEFSİ USLANDIRMAK İÇİN...
Sâlih ve sâdıklarla berâberlik, nefsi uslandırmakta radyasyon gibi -görülmesi imkânsız, fakat netîcesi mutlak- bir müessirdir. Sâlih insanların muhîtinde bulunmak, onların hâl ve tavrını müşâhede etmek ve hattâ onların nûrânî çehrelerine bakmak bile bu kabildendir. Bundan dolayıdır ki mâneviyat büyüklerinin huzûrlarında bulunabilmek büyük bir nîmettir. Çünkü hâller, sirâyet eder. Nasıl ki gül bahçesinde bulunan insanın üzerine gül kokuları sinerse, sâlihler meclisi de ruhlardaki mânevî alışverişin pazarı gibidir. Zira muhabbet, iki gönül arasında bir cereyan hattıdır.
FENÂ Fİ'Ş-ŞEYH NE DEMEKTİR?
Mürşid huzûrunda iken gösterilen edep ve muhabbeti, onun gıyâbında da göstermeye ve onun ahlâkıyla ahlâklanmaya “fenâ fi’ş-şeyh” tabir edilir. Beşer idrâkinin mücerredi görmesi veya hissetmesi, onu bir eşyâya veya şekle nisbet etmeden kolay kolay gerçekleşmez. İlim âlimde, aşk âşıkta ve sanat da sanatkârda sergilenir. Mücerredi sergisiz takdîm, imkânsızdır.
Râbıta ile mürşidin kalbindeki mânevî husûsiyetler sâlike intikal eder. Nasıl fizikî beraberlikte mürşid-i kâmilin yanında edeben ulvî duygular ile bulunulur ise, o hâli mânevî beraberlikte de, yâni gıyâblarında da devâm ettirmek, râbıtanın hakîkatine erişmektir. Çünkü her zaman Allah dostları ile fizikî beraberlik mümkün olmayabilir.
Esasen hâllerdeki sirâyet, muhabbet ve ünsiyet nisbetinde gerçekleşir. Kâmil bir mü’min olabilmek için sâdık ve sâlihlerle beraber olmak, yâni onları sevmek ve onlara yakın bulunmaya çalışmak, bu temâyülün kuvvetlenip arzu edilen netîceyi hâsıl etmesi için şarttır.
LEYLÂ'DAN MEVLÂ'YA ULAŞMA GAYRETİ
Sâlik, mürşidine aşk ve muhabbetle bağlandığı anda, “aşk-ı mecâzî” başlamış olur. Çünkü kalp, Allâh’a mahsus bulunduğundan hakîkî mâşûk, Allah’tan gayrısı olamaz. Diğer sevilenler ve onlarla yaşanan hâller, bir saraya çıkışta merdiven basamakları mesâbesindedir. Bunlar, kalbin muhabbetullâha hazırlanması yönündeki alıştırmalar hükmündedir. Tâbir câizse “Leylâ”dan “Mevlâ”ya ulaşma gayretidir. Bu gayretlerde en feyyâz merhale, gerçek bir mürşid-i kâmile mülâkî olmak ve onunla ünsiyet ve muhabbetin mânevî heyecanını yaşamaktır. Bunun en verimli tezâhürü ise râbıtadır. Muhabbetin böyle sıradan ve basit alâkalarla kıyaslanamayacak derecede bir şiddete ulaşması, “râbıta”nın ta kendisidir.
Bâyezîd-i Bistâmî’ye mürâcaat eden bir derviş:
“–Beni Allâh’a yaklaştıracak bir amel tavsiye et.” deyince Bâyezîd -kuddise sirruh-, ona şu nasîhatte bulunmuştur:
“–Allâh’ın velî kullarını sev! Sev ki, onlar da seni sevsinler. Onların gönlüne girmeye çalış! Çünkü Allâh, o âriflerin kalplerine her gün 360 defâ nazar eder. Onlardan birinin kalbinde senin adını görürse, seni bağışlar!..”
İşte bu sebeple tasavvufî terbiyede sâlikin mensub olduğu yere ve sâdıklara âit muhabbetini tâze ve zinde tutabilmesi maksadıyla “râbıta”, dâimî bir temrin hâlinde kâideleştirilmiştir.
Râbıta, muhabbetin şiddetiyle, kalbî duyuş ve hissedişte yüksek bir mânevî hat meydana getirir. Bu hattın iki ucundaki şahsiyetlerde “aynîleşme” istikâmetinde bir rûhî alışveriş başlar. Rûhî aynîleşme, âdeta fizikteki birleşik kaplar misâli gibidir.
ASHÂB-I KEHF'İN KÖPEĞİ VE HAZRET-İ LÛT'UN KARISI
Şeyh Sâdî-i Şîrâzî, hâllerdeki sirâyet husûsiyetini şöyle ifâde eder:
“Ashâb-ı Kehf’in köpeği sâdıklarla berâber olduğu için büyük bir şeref kazandı. Öyle ki, Kur’ân-ı Kerîm’e ve târihe geçti. Lût Peygamber’in karısı ise fâsıklarla berâber olduğu için küfre dûçâr oldu.”
Yine Şeyh Sâdî, sâlih ve sâdıklarla ünsiyet netîcesinde meydana gelen “aynîleşme”yi “Gülistan” adlı eserinde temsîlî bir şekilde şöyle hikâye eder:
“Bir kişi hamama gider. Hamamda dostlarından biri kendisine temizlenmesi için güzel kokulu bir kil verir. Kilden, rûhu okşayan enfes bir râyiha yayılır. Adam kile sorar:
“–A mübârek! Senin güzel kokunla mest oldum. Haydi söyle, sen misk misin, anber misin?”
Kil ona cevâben şöyle der:
“–Ben misk de anber de değilim. Alelâde bir toprağım. Lâkin, bir gül fidanının altında bulunuyor ve gül goncalarından süzülen şebnemlerle her gün ıslanıyordum. İşte hissettiğiniz, gönüllere ferahlık veren bu râyiha, o güllere âittir.”
İşte bu misâldeki mânânın da işâret ettiği üzere, samîmiyet, teslîmiyet ve tevâzû ile, gönüllerini Hak dostlarının önüne serenler, tâlibi oldukları güzelliğin akislerine bir tecellîgâh hâline gelirler. Tıpkı gökteki ayın, kendine âit bir ziyâsı olmamasına rağmen, güneşe dönük olan yüzünün aldığı nûr huzmelerini aksettirmek sûretiyle güneşin bir husûsiyetinden hisse alması gibi böyleleri de beşeriyetin zulümât ile kararmış gecelerine -âdeta- parlak birer kandil olurlar.
RÂBITA'NIN NETİCESİ
Cenâb-ı Hak’ta fânî olmuş bir mürşid-i kâmilin kalbi, esmâ-i ilâhiyyenin tecellîlerine mazhariyetle feyizlenmiştir. Bu itibarla mürşidin kalbi, âdeta ışık huzmelerini bir noktaya teksîf etmiş olan mercek gibidir. Bu tecellîlerin bereketiyle bütün menfîlikleri yakıp kül eder. Mürîd, râbıta ile bu bereketten istifâdeye çalışır. Kalpten nefsânî bencil duygular gider, onun yerine örnek şahsın hâlleri intikâl eder. Kalbi işgâl eden dünyevî her şey, kalbin dışına çıkarılarak lâyık olduğu mevkide tutulur.
Tasavvufî eğitimde kuru kuruya bir fiilî berâberlik makbul değildir. Zira kimileri, bir mürşid-i kâmilin dizi dibinde bulunurlar da gafletlerinden dolayı bir hisse kapamazlar.
KALBÎ BERABERLİĞE DEVAM EDİLMELİ
Öte yandan uzak diyarlardaki nice mürîdler, mürşidlerine duydukları engin hürmet, hasret, muhabbet ve bağlılıkları vesîlesiyle müstesnâ nasiplere, güzel hâllere, ilhamlara ve mânevî duyuşlara nâil olabilirler. Büyüklerin buyurduğu; “Yemen’deki yanımda, yanımdaki Yemen’de.” sözü de esâsen bunu ifâde eder. Bu sebeple mühim olan, nerede olursa olsun, kalbî berâberlik duygusunu yitirmemektir.
Mânen dirâyetli insanların, etrâfındakileri kendi hâliyle hâllendirme istîdâdı her ne kadar âzamî derecede olsa bile, bu tek başına yeterli değildir. Zira tasavvuftaki hâl intikâli, öyle bir mânevî akıştır ki, o akışın, sür’at ve tesirinden âzamî istifâdenin hâsıl olması, mürşid-i kâmilin dirâyeti kadar, müridin istîdâdına ve muhabbetinin seviyesine de bağlıdır. Onun içindir ki her mürîd -sırf mürîd olması sebebiyle- aynı merhaleye ulaşamaz.
Fark, müridden mürîde değişen istîdat ve kalbî muhabbetteki seviyeden doğar. Bir misâl ile söylemek gerekirse, bir kimsenin su almak gâyesiyle kabını, küçük bir göle ya da uçsuz bucaksız bir okyanusa daldırması arasında fark yoktur. Her iki hâlde de ancak kabının hacmi kadar su elde eder. Bu sebeple mürîdin de istîdatlı ve bu istîdâdını kullanma gayreti içinde olması îcâb eder.
Yûnus Emre Hazretleri ne güzel söyler:
Çeşmelerden bardağın Doldurmadan kor isen Bin yıl anda durursa Kendi dolası değil
Hâllerdeki sirâyet özelliği, müsbette olduğu gibi menfîde de geçerlidir. Nitekim Firavun’un Hâmân ve emsâli süflî adamları da onunla ihtilâtları sebebiyle zamanla Firavunlaşmışlardır.
KİŞİ SEVDİĞİ İLE BERABERDİR
Nitekim hadîs-i şerîflerde şöyle buyrulmuştur:
“Kişi sevdiği ile berâberdir.” (Buhârî, Edeb, 96)
“Herhangi bir topluluğa benzemeye çalışan, onlardandır.” (Ebû Dâvûd, Libâs, 4/4031)
Netice olarak şunu iyi anlamak gerekir ki râbıta, en kısa ve öz bir ifadeyle muhabbeti taze tutma hadisesidir. Daha öteye gitmek ve farklı mülâhazalarla herhangi bir beşere kudsiyet atfetmek, hatâdır, hududu aşmaktır ve -Allah muhafaza buyursun- şirke kapı aralamaktır. Çok kimselerin ayaklarının kaydığı nokta burasıdır. Râbıta edilen şahıs, yâni mürşid-i kâmil, Allah ile kul arasında üçüncü bir şahıs değildir. Çünkü İslâm’da ruhbanlık yoktur. Mürşid ancak, mürîdin kendisine örnek alması için ihsân edilmiş numûne-i imtisâl bir şahsiyettir. Nasıl ki, seyahat esnâsında bindiğimiz bir araç, gâye değil vâsıta ise, bir mürşid-i kâmil de, mürîde kalbî eğitimi tâlîm edip onun iç dünyasını Allah Rasûlü’nün ahlâkı ile tezyîn eden bir Allah dostudur. Kudsiyyet, Allâh’a mahsustur. Her türlü güç ve kudret O’na aittir. Kul hangi mertebede olursa olsun, âcizdir ve Hakk’a muhtaçtır.
Râbıta-i Mevt Nedir?
Beşer idrâkinin mücerredi görmesi veya hissetmesi, onu bir eşyâya veya şekle nisbet etmeden kolay kolay gerçekleşmez. İlim âlimde, aşk âşıkta ve sanat da sanatkârda sergilenir. Mücerredi sergisiz takdîm, imkânsızdır.
Usta-çırak, hoca-talebe v.s. gibi bütün münâsebetler, yine râbıta ile alâkalıdır. Râbıta ile mürşid, kalbindeki mânevî husûsiyetleri sâlike ilkâ eder.
Nasıl fizikî beraberlikte mürşid-i kâmilin yanında edeben ulvî duygular ile bulunulur ise, o hâli mânevî beraberlikte de, yâni gıyâblarında da devâm ettirmek, râbıtanın hakîkatine erişmektir. Çünkü, her zaman Allâh dostları ile fizikî beraberlik mümkün olmayabilir.
Râbıta, Allâh dostlarının silsilesi ile Hazret-i Peygamber’den feyz akışını sağlar. Muttasılan elektriğe kapılan insanlar gibi en sondaki de istîdâdına göre aynı akımı alır. Râbıta netîcesinde mânevî yardım gelir. Buna da istiâne ve istiğâse denir.
RÂBITA-İ MEVT
Tasavvufta ölüm ile râbıta kurmaya “tefekkür-i mevt” de denir. Ölümü tefekkür etmenin insan hâl ve tavırları üzerinde büyük bir tesiri vardır. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir hadîs-i şerîflerinde:
“Bütün zevkleri kökünden yok eden ölümü çokça hatırlayınız!” (Tirmizî, Zühd, 4) buyurmuşlardır.
“Ölüm, (size) nasîhatçi olarak yeter!” (Süyûtî, Câmiu’s-Sağîr, II, 77)
İbn-i Ömer -radıyallâhu anhümâ- anlatıyor:
“Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile birlikte idim. Ensar’dan bir zât gelerek Efendimiz’e selâm verdi. Sonra da:
«–Ey Allâh’ın Rasûlü! Mü’minlerin hangisi daha faziletlidir?» diye sordu.
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
«–Ahlâken en üstün olanıdır!» buyurdular.
O zât bu sefer de:
«–Mü’minlerin en akıllıları kimlerdir?» diye sordu.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
«–Ölümü en çok hatırlayandır ve ölümden sonrası için hazırlığını en iyi yapandır. İşte bunlar en akıllı kimselerdir.» buyurdular.” (İbn-i Mâce, Zühd, 31/4259)
Gerçekten tefekkür-i mevt, insanı huzursuz eden nefsânî dünyâ sevgisini azaltır. Çünkü dünyânın geçici servet, mertebe, mevkî ve nefsânî güzelliklerini aşırı derecede sevmek ve onlara gönül bağlamak, gaflet gibi mânevî hastalıkların başıdır. Kalbimizin bu gibi bağlılıklardan korunması için kabri düşünmek, istikbâlde başımızdan geçecek ölüm ahvâlini tefekkür etmek; bizleri samîmî bir tevbe ve ibâdetle huşûa sevkederek dünyevî ihtiraslardan, boş hevâ ve heveslerden korur. Devâm ettiğimiz zikir ve râbıtalarımız, -inşâallâh- âhiret kurtuluş ve saâdetine vesîle olur. [1]
Ölüm rabıtası nasıl alınır?
ölümü düşünmek; öldüğünüzü, başınızda ağlayanları, yıkanıp kefene sarındığınızı, toprağa gömüldüğünüzü vs. zihninizde canlandırmak. böylece nefs ölüme ölümden önce alıştırılır ve terbiye edilir. bildiğim kadarıyla naksibendi tarikatine girmek için yapılması gerekenlerden biridir.
Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur:
"De ki; Şüphesiz kendisinden kaçtığınız ölüm muhakkak sizi bulacaktır. Sonra da görülen ve görülmeyen (her şeyi) bilen Allah'a döndürüleceksiniz. O size bütün yaptıklarınızı haber verecektir." (Cuma; 8 )
Yine, Allah-u Zülcelal şöyle buyurmuştur:
"İnsanların hesaba çekilecekleri gün yaklaştı. Hal böyle iken onlar, gaflet içinde yüz çevirmekteler. Rabb'lerinden kendilerine ne zaman yeni bir ihtar gelse, onlar bunu hep alaya alarak, kalpleri oyuna eğlenceye dalarak dinlemişlerdir." (Enbiya; 1-3)
Peygamber Efendimiz (S.A.V) bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur:
"Lezzetleri gideren (ölümü) çokça hatırlayın." (Tirmizi; Kıyamet:26, Nesai; Zühd:31, Ahmed b. Hanbel:2/293)
Hz. Peygamber Efendimiz (S.A.V) diğer bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur:
"Ademoğlunun ölüm hakkında bildiğini eğer hayvanlar bilmiş olsalardı, (onun dehşetinden vücutları eriyeceği için) semiz bir et yiyemezdiniz." (Feyzü’1-Kadir,5/315)
Hz. Aişe (R. Anha), Peygamber Efendimiz (S.A.V)'e: "Ya Rasulallah! Şehitlerle haşrolacak birisi var mı?" diye sorunca, Efendimiz şöyle buyurdular:
"Evet, kim günde yirmi defa ölümü hatırlarsa, o şehitlerle haşrolacaktır." (Zebidi,İthafu’s-Se'ade, 14/16)
İmam-ı Gazali bu hadis-i şerifin açıklamasında şöyle buyurmuştur:
"Bu fazilete erişmenin sebebi şudur: Şüphesiz ölümü düşünmek, bir aldanma yeri olan dünyadan kalbi çekmeyi ve ahirete hazırlanmayı gerektirir. Ölümden gafil olmak ise dünyevi şehvetlere dalmaya sevkeder."
Şeyh Fethullah Verkanisî (K.S) şöyle buyurmuştur:
"Nakşibendi Tarikatının temeli ve esası, Zâtî muhabbet olduğundan, ölüm râbıtasına büyük önem verilmiştir. Mürid, bu ölüm râbıtası ile kalbini masivadan kurtarır. Şu halde salik, korkuya kapılmak için râbıta etmez, tam aksine râbıta ile kendisini korkudan kurtarır. Kalbine bu râbıta vasıtasıyla, Allah-u Zülcelal'in sevgisini ve Zâtî muhabbetini celbeder.
Başlangıçta ölüm korkusu olursa, muhabbetin celb edilmesine engel olur. Mürid, ölüm râbıtası ile nefsini korkutmayarak, önce ölüm râbıtası ile yola girmiş olur. Yani ölüm râbıtasında, müridin en önemli görevi ölümden korkmayı, Zâtî muhabbete çevirmektir. Bunun üzerine, korku geliyorsa, şeyhinin ruhaniyetinin beraberinde olduğuna inanmakla, mürid korkuyu izale eder."
Seyda-i Tahi (K.S): "Eğer ben ebrarın ameliyle emrolunsaydım, şüphesiz ölümden bahsetmeyi kendime adet edinirdim." buyurmuştur.
Mürid, iki muhasebeye devam etmekle, gaflet diyarının vermiş olduğu uykudan uyanır:
1-Günahları terk etmek ve emirleri yerine getirmek için ölüm ve mürşid râbıtası yapmalıdır. Ruh bununla uyanır ve nefsi esir eder.
2-Beşeri gafletinden dolayı, müntesipten herhangi bir günah sadır olduğu takdirde, derhal tevbe etmelidir. Her an kendisinden bir günahın sadır olup olmadığını kontrol etmelidir. Küçük ve büyük bir günah işlenilmiş ise tevbe-istiğfarla yapmamaya azmetmeli ve istikamete yönelmelidir. Zamanı hayırla geçmiş ise Allah'a hamdetmelidir. İstikametin daha kâmil mertebesine çalışmalıdır.
Böylelikle ateş kıvılcımı, büyük bir odun parçasına girip, her tarafını ateş yaptığı gibi, cezbenin kıvılcımı da kalbe isabet eder. Zikir onu üfürür, râbıta alevlendirir, madde halinde bir enerjiye dönüşür ki tüm maddeler orada kemmiyetleşir. O enerji ile göz, maddenin ötesini görür, kulak da öteden sesler duyar. Sarayın içindeki hazineler de müşahede edilir.
"Ölmeden önce ölünüz!" hadis-i şerifi nasıl anlaşılmalıdır?
"Ölüm gelip çatmadan evvel, şehvanî ve nefsanî hislerinizi terk etmek suretiyle bir nevi ölünüz." (el-Aclûnî, Keşfü'l-Hafâ, 2:29; İbn-i Hâcer el-Askalânî: "Senedli, vesikalı bir hadis değil derim" demiş, Ali el-Karî ise: "Mânâsı doğrudur" demiştir.)
İnsan, kendisinin âciz ve zelil, dünyanın aldatıcı ve fâni; âhiretin ise çok yakın olduğunu, tam olarak, ancak ölünce anlar. Bu söz ile ölmeden önce uyanmamız, hayatımıza çeki düzen vermemiz ihtar ediliyor.
Ölmeden önce ölmeyi başarmak, seçkin insanlara mahsus. Bizlere düşen, elden geldiğince onlara benzemeye gayret etmek... Bu emri dinleyen insan, dünyayı misafirhane, vücudunu ise emanet bilir. Ruhunu ve kalbini onlarda boğmaz. Bu hâl ile hallenen insan, ölmeden evvel ölmüş demektir.
İnsan ölümle birlikte hayatının hesabını da vermeye başlar. Öyle ise; ömür muhasebesini dünyada yapan insan, ölmeden evvel ölmüş demektir. Dünya hayatının bitimiyle yeni bir hayata geçilir. O hâlde, bu dünyada iken âhiretine hazırlanan insan ölmeden evvel ölmüş demektir.
Ölümle insanın elinden, diğer azaları gibi, gözü ve dili de alınır. O artık okuma, anlatma nimetlerinden mahrumdur. Bunu düşünerek, orada yarayacakları burada öğrenen ve orada konuşulacakları burada dinleyen insan, ölmeden evvel ölmüş demektir.
Ölümle birlikte mahlûkatın sevgisi de biter, korkusu da. Ölü için, yaşayanlar tarafından övülmekle yerilmek eşit olduğu gibi, yazla kış arasında da fark yoktur. İnsanların teveccühlerine ve yermelerine dünyada ehemmiyet vermeyen, “varlığa sevinmeyip, yokluğa üzülmeyen” insan da ölmeden evvel ölmüş demektir.
Ve en önemlisi, ölümle insan Hakka rücu eder, Rabbine döner. Ölmeden evvel ölenler, Hakka bu dünyada rücu ederler; hayatlarını ilâhî emirler dairesinde geçirirler; Allah'ın rahmetine dünyada iltica eder, gazabından da yine dünyada korkarlar. İşte bu bahtiyar insanlar âhirette de Hakka rücu ederler; ama bu rücu onlar için Allah'a vâsıl olma ve lütfuna erme şeklinde tezahür eder.
Ölümle, cüzi iradenin hükmü son bulur. Öyle ise, ölmeden evvel ölenler, nefsî arzularını hayatta iken terk etmeyi başarıp, Allah'ın küllî iradesine tâbi olurlar. Nefis hesabına bir şey talep etmezler. Bütün arzuları helâl dairesinde olur. Böylece ölmeden evvel ölmenin zevkine ererler.
Ölmeden evvel ölmek; gerçekten, bu dünyada büyük bir lütuf, büyük bir saadet. Bilindiği gibi, insan, yerde iken gök gürültüsünden ürker, şimşekten korkar, yıldırımdan kaçar... Ama uçakla bulutları yarıp onların üstüne çıktı mı, artık güneşi bulmuş ve önceki korkularından kurtulmuştur.
Ölmeden evvel ölmenin sırrına erenler de ölümü hayatta iken geçmiş, mahşere bu dünyada çıkmış, hesaplarını burada vermiş ve itaatkâr bir kul olarak Hakka rücu etmişlerdir. Artık onları benlik duygusu boğamaz, çünkü ölünün benliği olmaz. Tabiat onları kendine celp edemez, zira ölünün tabiatla bir alışverişi kalmamıştır.
İrfân ehli; “Ölmeden evvel ölünüz.” buyurmuşlardır. Buradaki “ölünüz” ifadesiyle kastedilen nedir? “Ölmeden evvel ölünüz.” ne demek?
Hak dostları, dünyayı âdeta âhiret penceresinden seyrederler. Kendilerine “yarın öleceksin” denilse bile, gündelik programlarında herhangi bir değişiklik yapma ihtiyacı duymayacak derecede son nefese hazırlık şuuruyla yaşarlar. Yani ölüm meleğine “hoş geldin” diyebilecek keyfiyette bir kulluk gayreti içinde olurlar.
ÖLMEDEN EVVEL ÖLÜNÜZ NE DEMEK?
Yunus Emre Hazretleri buyurur:
Kişi Hakk’ı bilmek gerek
Hak haberin almak gerek
Zinde iken ölmek gerek
Varıp anda ölmez ola.
İrfân ehli; “Ölmeden evvel ölünüz.” buyurmuşlardır. Buradaki “ölünüz” ifadesiyle kastedilen;
–Ecel gelip gayr-i irâdî olarak dünyaya vedâ etmeden evvel, nefsin meşrû olmayan isteklerini, süflî arzularını, tükenmek bilmeyen hırslarını, bugün kendi irâdemizle terk etmemizdir.
–Son nefes gelip çatmadan evvel, tevbe ve istiğfâr ile hâlimizi ıslah etmemizdir.
–İlâhî mîzanda hesaba çekilmeden evvel, bugün kendimizi hesaba çekmemizdir.
Cenâb-ı Hakk’ın murâdı üzere, ölümün bizlere nerede, ne zaman ve ne şekilde geleceği meçhuldür. Onun için gönüllerin “ölmeden evvel ölmek” sırrının tefekküründe derinleşmesi ve her an Rabbine kavuşmaya hazır hâlde bulunmaya gayret göstermesi zarûrîdir. Aksi takdirde son nefes: “Eyvah, nereye böyle!” feryatlarıyla dolu bir hüsrana dönüşür. Âyet-i kerîmede buyrulduğu üzere:
“Ölüm sarhoşluğu gerçekten gelir de: «İşte (ey insan) bu, senin öteden beri kaçtığın şeydir!..» denir.” (Kāf, 19)
Necip Fâzıl’ın şu mısrâları, bu ilâhî hakîkatten gâfil şekilde ziyan edilen bir ömrü, ne kadar veciz bir sûrette hulâsa eder:
Tam otuz yıl saatim işlemiş ben durmuşum;
Gökyüzünden habersiz, uçurtma uçurmuşum…
İşte bu gaflet ve nedâmete dûçâr olmamak için Hak dostları, dünyayı âdeta âhiret penceresinden seyrederler. Kendilerine “yarın öleceksin” denilse bile, gündelik programlarında herhangi bir değişiklik yapma ihtiyacı duymayacak derecede son nefese hazırlık şuuruyla yaşarlar. Yani ölüm meleğine “hoş geldin” diyebilecek keyfiyette bir kulluk gayreti içinde olurlar.
Son nefesi bu huzurla verebilmek için, bir Arap şâir şu tavsiyede bulunur:
أَنْتَ الَّذِى وَلَدَتْكَ اُمُّكَ بَاكِياً
وَالنَّاسُ حَوْلَكَ يَضْحَكُونَ سُرُورًا
فَاعْمَلْ لِيَوْمٍ تَكُونُ فِيهِ اِذَا بَكَوْا
فىِ يَوْمِ مَوْتِكَ ضَاحِكاً مَسْرُورًا
Sen ki annenden doğup geldiğin gün dünyaya,
Ağlıyordun; bütün âlem gülüyordu bir yanda,
Şimdi öyle bir ömür sür ki, ölürken gülesin;
Çağlasın gözyaşı hâlinde cihân arkanda…
Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’ın da güzel bir nasihati vardır:
“Öyle bir hayat yaşa ki; insanlar yaşarken seni özlesinler, vefâtından sonra da sana hasret kalsınlar!..”
Şeyh Sâdî -rahmetullâhi aleyh-’in şu sözleri de mü’minlerden âdeta bir hüsn-i hâl kağıdı alarak ebediyete irtihâl edebilme saâdetinin ne kadar veciz bir telkînidir:
“Öyle fazîletli bir hayat yaşa ki, vefat ettiğin zaman insanlar; «Bir güneş battı, bir yıldız kaydı!» diye seni rahmet ve hasret ile yâd etsinler.”
Cenâb-ı Hak cümlemizi, şu fânî gök kubbede hoş bir sadâ bırakarak yüz aklığıyla, müsterih bir vicdanla, selîm bir kalp ile huzûruna varabilen bahtiyar kullarından eylesin. Âmîn!..
Ölmeden önce ölün
* Resulullah efendimiz, Ölmeden önce ölün buyuruyor. Ölmeden önce ölmek ne demektir? Dünyada inanılan şeyler öldükten sonra görülecek. İnsan ölüp hakikatleri görünce nasıl olacak ise, neleri yapmış olmayı isteyecek ise şimdiden onları yapması ölmeden evvel ölmek demektir.
* Dünyada rahatlık yoktur, istirahat ahirettedir.
* Doğru namaz kurtarıcıdır. Doğru namaz, doğru gusle, doğru abdeste, doğru itikada yani ehl-i sünnet itikadına bağlıdır. Bunlar tam olmadan namaz tam olmaz. Her şeyden önce oturup bunları öğrenmeli, eksiği varsa tamamlamalı. Mesul olduklarına da öğretmeli. Her müminin asli vazifesi ateşten korunmaktır. Kendi korunmayan, kendisi yanan, başkasını yanmaktan nasıl kurtarır. Gelişigüzel ibadet, gelişigüzel hizmet olmaz. Yap da nasıl yaparsan yap, din cahillerinin sözüdür.
* Fitne çıkarmak düşman edinmektir.
* Anne, babası hayatta olup da Cenneti kazanamayana şaşılır.
* Müminin günah işlemesi unutkanlığa sebep olur. Çoluk-çocuk, aile ve emri altındakiler de günah işlerse bu da unutkanlığa sebep olur.
* Alıcı değil sürekli verici olun.
* Anne karnındaki çocuk doğmak içindir, anne karnında yaşamak için değil. Dünyaya gelen çocuk, yani insan da ölmek için yaratılmıştır, kalıcı değil!
* Meşgaleniz, asıl maksadı unutturmasın! Asıl maksat, zengin olmak, şan şöhret sahibi olmak değil, ahireti kazanmaktır. Her an son nefes endişesi ile yaşamalıyız. Korkusuz, endişesiz yaşamak tehlikelidir. Gerçi suyun aktığı yönden gideceği yer belli olur. Ancak, milyonda bir de olsa tersi olabilir. Bunun için korkmak lazım.
* İnsanın gönlü ne isterse, ne tarafa meylederse, Allahü teâlâ onu verir. Onun için hep iyi şeyler isteyelim, ahiretimize yarar şeyler isteyelim. Abdullah-i Dehlevi hazretleri, Mevlana Halid-i Bağdadi hazretlerine, benden bir şey iste ama tek şey deyince, o da, dinim için dünyalık istiyorum demiş. Bu çok önemli.
* İnsanlara yardım etmek, çok iyidir, çok sevaptır. İnsanlara esas iyilik de, onların ahiretine yönelik iyiliktir. Onları yanmaktan kurtarmaktır. Dünyada pişmanlık iyidir. Çünkü, telafisi mümkündür. Ahirette pişmanlığın çaresi yoktur, telafisi mümkün değildir.
* Biri, Mevlana Halid-i Bağdadi hazretlerinin yanında, komşusu bir şarapçıdan bahsederken ucba kapılarak, çok şükür biz onun gibi değiliz, der. Bunun üzerine, Mevlana Halid-i Bağdadi hazretleri, biz çok şarapçı gördük ki, sonunda tevbe edip, imanla gitti. Nice şeyhler gördük ki, sonunda sapıtıp imansız gitti, der. Bunun için, hadis-i şerifte, İbadet yap, arkasından tevbe et, buyurulmuştur.
* Bir nimet geldiği zaman hemen şükrü yapılmalıdır. Üzüntü sıkıntı geldiği zaman istigfar etmeli, bela, musibet geldiği zaman La havle ... çekilmelidir. La havle 99 derde devadır. En hafifi sıkıntıdır. Sıkıntının ilacı istigfar, belanın ilacı da La havle... dir.
* Her iyiliğin anahtarı, her kötülüğün ilacı, doğru kılınan beş vakit namazdır.
Kaynaklar
Islam ve ihsan
Dinimiz islam
internet
Kar©glan Başağaçlı Raşit Tunca