Thread Rating:
  • 87 Vote(s) - 3.03 Average
  • 1
  • 2
  • 3
  • 4
  • 5
Fıkıh Ansiklopedisi R Harfi İle Başlayanlar
#1
Oku-1 
Fıkıh Ansiklopedisi R Harfi İle Başlayanlar

RÂBITA VE RÂŞİT HALİFELER

Ebûbekir, Ömer, Osman ve Ali Efendilerimiz kime "rabıta" yapmışlardır?

Bu sorunun cevabı "Râbıta" kelimesine vereceğimiz anlama ve bu kelimenin tarihi seyri içerisinde kazandığı değişik biçim ve mânâlara göre değişir. Mesela, eğer "râbıta"ya; sevmek, kalbiyle ve kalbiyle bağlı olmak, önder ve örnek tanımak anlamı verirsek, Peygamber Efendimiz`e "rabıtalı" idiler, diyebiliriz. Ancak bugünkü şekliyle "rabıtâ" onların döneminde bulunmadığı için bu anlamda onlar birisine rabıta yapmış olamazlar. Bunun hiçbir dini dayanağı yoktur. "Rabıtâ" sonradan ortaya çıkmış bir disiplindir ve yerinde tartışılır.


RADYO VE TELEVIZYON TİCARETİ YAPMAK CAİZ MİDİR?

İslam dini; tanbur, du ve kemençe gibi saz aletlerinin yapılmasını yasakladığı gibi çalınmasını ve dinlenmesini de yasaklamıştır: Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "İnsanlardan bazıları Allah yolundan saptırmak için boş sözleri satın alırlar" (Lokman). İbn Abbas ve Hasan al-Basri "lehve`l-hadis" kelimesini saz ve oyunlarla tefsir etmişlerdir. Peygamber (sav) şöyle buyuruyor: Benim ümmetimde (erkekler için) ipek, içki ve saz aletlerini helal sayacak kimseler olacaktır. İbn Hacer, Abu`l-Abbas, al-Kurtubi, Abu`l-Fath ve Razı` gibi zevatın dediklerine göre bu hususta icma-ı ümmet vardır. İbn Hazm bu hususta muhalefet etmiş ise de sözüne güvenilmez. İbn Hacer, İbn Hazm için "ehl-i bid`at ve delalettir" demektedir (Kef al-Rı`a ‚an muharremat al-lehv va`l-sema).

Binaenaleyh saz aletlerini satmak ve satın almak haramdır. İmam-ı A!zam`a göre satış batıl değil, diğer ulemaya göre batıldır (Bedayı` el-Sanayı). Radyo ve televziyon meselesine gelince bunların farkları vardır. Şöyleki radyo ve televizyon bizzat saz aleti değiller. Bunlar, şere alet olabileceği gibi, hayra da alet olabilirler. Yani bunların helali helal, haramı haramdır. Şayet televizyon veya radyo müşterisinin kesin olarak onları haramda, saz dinlemede ve İslam`ın kabul etmediği şeylerde kullanacağı biliniyorsa ona satmakta beis yoktur. Yalnız şunu ifade etmek gerekir ki, televizyon ve radyo ticaretini yapmazsa caiz değildir desek işi hall etmiş olmayız. Ali onun ticaretini yapmazsa Veli onu yapacaktır: Şuna ve buna televizyon alma demekle bu işin önüne gecemeyiz. Yapmamız gereken başka bir şey vardır. Varlığımız ve müslüman olduğumuzu gösterip milletin ahlakını bozan ve İslam dinine ters düşen, hatta hıristiyanlık ve kilise propagandası yapan neşriyatın önlenmesi için ilgililerle temas etmek ve bu milleti ma`nen yok etmeye çalışan zihniyeti ortadan kaldırmak için çaba göstermemiz lazımdır.

RAMAZAN-I ŞERİFTE LOKANTA VE MEŞRUBAT YERLERİNİ AÇIP ÇALIŞTIRMAK CAİZ MİDİR?

Ramazan-ı Şerif müslümanların en mukaddes ayıdır. Bu ay, her mü`minin hürmet etmesi icab eden bir aydır. Hatta bir kimse yolculuk veya kadın aybaşı gibi bir halde olursa halkın gözü önünde yemek yememesi icab eder. Ramazan-ı Şerifte lokanta açıldığı takdirde yolcu, aybaşı ve lohusa halinde olan kimseler yiyebilecekleri gibi mazereti olmayan kimselere yemek yedirmek suretiyle lokanta sahibi ile orada çalışan işçiler günaha girmiş olurlar. Ancak çocuklara yemek satmak veya iftar yemeğini hazırlamak için lokanta açıp çalıştırmanın bir mahzuru yoktur.

RAMAZAN-I ŞERİFTE ORUÇLU OLAN KİMSE CİNSİ MÜNASEBETTE BULUNUR, SONRA KENDİSİ HASTA OLUR, ZEVCESİ DE ADET HALİNİ GÖRÜRSE KEFFARET GEREKİR Mİ?

Ramazan-ı Şerifte oruçlu olan kimse eşiyle münasebette bulunur, sonra kendisi hastalanır, zevcesi de adet halini görürse Hanefi mezhebine göre keffaret sakit olur. Şafii mezhebine göre ise keffaret sakit olmaz.

RAMAZAN-I ŞERİFTE YIKANMAK CAİZ MİDİR?

Her zamanda yıkanıp temizlenmek caiz olduğu gibi Ramazan`da da yıkanıp temizlenmek caizdir. Hz. Aişe (ra) buyurmuştur ki: "Zaman zaman Peygamber (sav) cünüb olarak sabahlardı." Yani Peygamber (sav) bazen sabah olduktan sonra yıkanırdı. Şayet oruçlu olarak yıkanmak caiz olmasaydı elbette Peygamber (sav) bunu yapmazdı.

RÂŞİD HALİFELER DÖNEMİ VE BELİRLENME USÛLLERİ:

Hz. Peygamber (s.a.s)`den sonra gelen ilk dört halifenin hilafet süreleri, Saadet Asrının ikinci dönemini teşkil eder. Islâm hukukçularının büyük bir çoğunluğu bu dönemdeki uygulamalara, alınan kararlara büyük bir önem verir ve bunları Islam hukukunun kaynakları arasında görürler. Çünkü onların uygulamaları Hz. Peygambere zaman itibariyle en yakın olmak, onun eğitiminden geçmiş olmak, vahyin nüzulüne tanık olmak, sünneti yakından tanımak gibi ayırıcı özellikler nedeniyle önem taşır, başkalarının fikir ve düşüncelerine göre üstünlük arz ederler. Hakkında nass bulunmayan konularda Râşid Halifelerin uygulamaları oldukça değerlidir. Bunun nedeni ise, onların, hem veliyyü`l-emr olarak mü`minlerin kendilerine itaat etmekle yükümlü olmaları; hem de İslam`ın özünü en iyi kavramış bulunmalarıdır. Bununla ilgili verilecek örnekler pek çoktur. Mesele, Hz. Ebu Bekir`in zekat vermeyenlerle ilgili olarak aldığı kararlar, Hz. Ömer (r.a)`ın Irak topraklarıyla ilgili görüşleri ve bunları etrafındakilere de delilleriyle birlikte açıklayıp kabul ettirmesi, Hz. Ali`nin (r.a), Hâricilerle savaşmak ile ilgili tutumları kendi konumlarında oldukça önemlidirler.

Çünkü bütün bunlarla ilk defa karşılaşıyordu ve bunların Islâmî bir çözüme bağlanmaları gerekli idi. Yine Hz. Peygamber (s.a.s)`in vefatından hemen sonra onun yerine geçecek devlet başkanını belirlemek konusu ortaya çıktı. Hz. Ebu Bekir`den sonra gelen diğer üç halîfe de farklı şekillerde belirlendi. Onlar ile ilgili durumlâr Islâm hukukunda devlet başkanının başa geçiş yollarının farklı olabileceği görüşünü belirledi. Bu konuda kesin ve açık bir hükmün bulunmayışı, bu tabii sonucu doğurmuştur. Bu ise Islâm`ın, her çağda her toplum için uygulanabilir olmasının kanıtları arasındadır.

a-Hz. Ebu Bekir`in Halife Seçilmesi:

Hz. Ebu Bekir (r.a)`in Sahabiler arasındaki yeri son derece üstündü. Sahabilerin kendileri bile aralarında en faziletli kişinin Hz. Ebu Bekir olduğunu çeşitli vesilelerle ifade etmişlerdir. Ibn Ömer (r.a), Hz. Peygamber (s.a.s) zamanında Hz. Ebu Bekir`i bütün sahabilerden üstün gördüklerini ifade ediyor (Buhârî, Fedâilu`s- Ashâbi`n-Nebiyy, 4). Bunda da onun Hz. Peygambere olan yakınlığı, Islâm için yapmış olduğu fedakârlıklar ve üstün meziyetleri rol oynamıştır.

Hz. Ebu Bekir`in üstünlüğünü ortaya koyan pek çok hadis tesbit etmek mümkündür (bk. Buhârî, el-Amel fî`s-Salah, 3, 6; Ezan 38, 46, 47, 68, 70; Salat 80; Fedailu`s-Ashabı`n-Nebiyy, 3, 5, 6; Sehiv 9; Sulh 1; Müslim Fedailu`s-Sahabe, 10; Ebu Davut, Sünne,11; Tirmizî, Menâkıb,14, 16,17; Nesâî, Imâmet, l, 7,15; Kudât 24; Ibn Mace, Ikame 142).

Ashâb-ı Kiram, Hz. Peygamber`in Hz. Ebu Bekir`e karşı işaret edilen tavrı ve onun hakkındaki sözlerini onun halîfe olması gerektiğine dair en azından- bir işâret olarak kabul etmişlerdi. Bunda da her bakımdan elbette ki haklı idiler. Çünkü Hz. Peygamberin halifesi olmak için gereken her türlü nitelikler, öncelikle onda toplanmış bulunuyordu. Müslümanlar için ondan daha hayırlı bir halife adayı bulunamazdı. Rasûlullah şöyle buyurmuştu; "Siz şu emirlik (devlet başkanlığı) hususunda insanların en hayırlılarını, emir olmazdan evvel emir olmayı pek fena gören ve onu arzu etmeyen kimseler bulursunuz" (Tecrid-i Sarıh Tercümesi, IX, 216, 1421-2). Hz. Ebu Bekir de halife olduktan sonra: "emirliği hiçbir zaman düşünmediğini, Allah`tan onu dilemediğini hutbelerinin birinde hazır olanlara açıkca söylemiştir (Ibn Kuteybe, a.g.e., I, 19; Kandehlevî, a.g.e., II, 614).

Rasûlullah`ın vefatından hemen sonra Ensâr, Saideoğulları Sakifesi denilen yerde toplanmış ve Sa`d b. Ubâde`yi halife seçmek istemişlerdi. Ancak bu konuda onlar arasında da görüş ayrılığı bulunuyordu. Bu konuda tartışmaların devam ettiği sırada Hz. Ömer ve Ebu Ubeyde ile berâber gelmiş olan Hz. Ebu Bekir söz alarak, Kur`ân`da Ensâr kadar muhâcirûn`dan da övgüyle söz edildiğini ifade etti. Ancak bu işte Arapların kureyşten başkalarına itaat etmeyeceklerini anlattı ve bu nedenle Ebu Ubeyde ile Ömer`den birisine bey`at edilmesini istediyse de, ikisi de bu teklifi reddettiler ve bu işe Hz. Ebu Bekir`in seçilmesi gerektiğini bildirdiler. Başta Beşir b. Sa`d, Ebu Ubeyde ve Hz. Ömer (r.a) olmak üzere hazır bulunanların tümü ona bey`at ettiler. O anda bey`at etmeyen Sa`d b. Ubade ve hazır bulunmayan Hz. Ali ile diğer bazı Hâşimîler sonraları teker teker bey`at ettiler. Böylece Hz. Ebu Bekir aralıklarla üç defa minbere çıkıp her gün bu görevi kabul etmediğini bildirdi ve yerine başka birisini seçmelerini müslümanlardan istediyse de, onlar kendisinin halifeliğinde ısrar ettiler. Böylelikle Hz. Ebu Bekir (r.a)`in halifeliği kesinleşmiş oldu. (Ibn Sa`d Tabakat, III, 178 vd.; Ibnü`l-Esîr, el-Kamil, Beyrut,1400/1980; 220 vd; Ibn Kutaybe a.g.e I, 7-20; Kandehlevi, a.g.e II, 606, 616; Hamidullah, Islâm Peygamberi, çev. s. Tuğ, Istanbul 1969; II, 315-319; Ashab-ı Kiram, I, 177-184; Şibli, Asr-ı Saadet, IV, 33-40 vd.).

b-Hz. Ömer`in halife seçilmesi:

Hz. Ebu Bekir (r.a.)`ın vefatı ile sonuçlanan hastalığı sırasında müslümanlar kendisinden sonraki halife adayını belirlemek istemişlerdi. Hz. Ebu Bekir, işi Ensâr ve Muhâcirlerin ileri gelenleri ile istişâre etmiş, onların, katılığından çekinmekle birlikte Hz. Ömer (r.a)`den başkasını bu makama layık görmediklerini anlamıştı. Kendisi de aynı görüşü paylaşıyordu. Hz. Osman (r.a)`ı çağırtıp bu konuyu yazı ile belgelemek istedi. Bazı kaynaklarda hafife adayının adım yazdırmadan bayıldığı ve Hz. Osman`ın müslümanların ihtilafını önlemek amacıyla Hz. Ömer`in adını yazdığı bildirilmektedir. Baygınlığı geçtikten sonra yazdığını okumasını Hz. Osman`dan isteyen Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer`in adının okunmasından memnun olmuş ve bu davranışını övmüştür. Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer`i istihlaf etmeden önce de müslümanlara, kendileri için bir halife adayı belirlemesini isteyip istemediklerini sorunca, onlar bu konuda durumu en iyi kendisinin değerlendireceğini belirterek ondan aday belirlemesini istemişlerdi. Hz. Ebu Bekir de onlara Hz. Ömer`i tavsiye etmiş idi.

Hz. Ebu Bekir, bu tavsiyesini yan ile de belgeledikten sonra, halkın toplanmasını emretti ve onlara şu sözleri söyledi:

"Sizin başınıza geçecek, size namaz kıldıracak, düşmanlarınızla savaşacak birisinin varlığı kaçınılmazdır. Arzu ederseniz, toplanır, dilediğimizi seçer, başınıza getirirsiniz. Dilerseniz görüşümü sizin için açıklarım. Allah`a and olsun ki sizin hakkınızda hayırdan başka bir şey istemem."

Halk kendilerine bir aday belirlemesini istedi.

Bundan sonra Hz. Ebû Bekir, yazdırmış olduğu mektubu onlara gönderip, orada adı yazılı olan kişiye bey`at edip etmeyeceklerini sordu. Onlar da mektupta adı yazılı olanın Ömer (r.a) olduğunu bildirdiklerini açıklayarak bey`atte bulundular (Ibn Sa`d a.g.e., III, 199 v.d., Ibnü`l-Esîr, a.g.e., IV,128-131; Şiblî Bütün Yönleriyle Hz. Ömer, I,117-8). Bundan sonra Islâm Devletinin diğer bölgeleri de vali veya temsilcileri aracılığıyla bey`atte bulundular.

Devlet idaresindeki tecrübeleriyle Hz. Ebu Bekir bu işi Hz. Ömer`den başkasının başarı ile yürütemeyeceğini anlamıştı. ileri gelen müslümanlar da aynı kanâati paylaşıyorlardı. Bununla birlikte onun kanaatlerinden faydalanmayı da ihmal etmek istemediler. Fakat herşeye rağmen Hz. Ebû Bekir`in aday göstermesi onlar için bağlayıcı değildi. Sahâbe bey`at edip etmemekte serbest idiler.

Islâm hukukçuları bu olaydan, görevi sona eren ya da vefat etmek üzere bulunan devlet başkanının, müslümanlara kendisinden sonraki adayı gösterebileceği sonucunu çıkarmışlardır.

c- Hz. Osman`ın Halife Seçilmesi:

Hz. Osman (r.a)`ın seçimi, kendisinden önceki iki halîfenin de seçiminden farklı bir biçimde olmuştur.

1-Hz.Ömer`in suikast sonucu yaralanmasından sonra, etrafındakiler ondan yerine bir halîfe adayı göstermeseni istediler. O da: "Eğer istihlâf etmeyecek olursam, benden daha hayırlı olan (Rasûlullah) de istihlâfı terk etmişti. Edecek olursam, benden hayırlı olan (Ebû Bekir) de istihlâf etmişti" diye cevaplandırdı. Bundân sonra:

"Bu işe, Rasûlullah`ın kendilerinden hoşnut olarak ayrıldığı şu altı kişiden daha lâyık kimse bulamıyorum" diyerek onların isimlerini şöylece sıralamıştır: Ali, Osman, Zübeyr, Talha, Sa`d b. Ebî Vakkas, Abdurrahman b. Avf (r. anhum).

Bu altı kişiden kendi aralarından halîfeyi seçmeleri için kendilerine üç günlük bir süre tanıdı. Ayrıca görüşmelerine katılmak, fakat oy kullanmamak şartıyla, ensârın yaşlılarını; Hz. Hasan`ı, Abdullah b. Abbâs`ı ve kendi oğlu Abdullah`ı da aralarına almalarını istedi.

Hz. Ömer`in vefat ve defninden sonra toplanan bu şûrâ heyeti, Abdurrahman b. Avf`ın ihtilâfı azaltacak bir teklifini kabul ederek, üçü kendi istekleriyle reylerini, şu şekilde kullandılar: Zübeyr, Hz. Ali`ye; Talha, Osman`a; Sa`d de Abdurrahman b. Avf`a, Bundan sonra Abdurrahman b. Avf, Hz. Osman ile Hz. Ali`ye "Arkadaşlar, hangimiz adaylıktan vazgeçerse seçme işini ona bırakalım" dedi. Hz. Ali ile Hz. Osman`ın sustuklarını gören Abdurruhman, onlara: "Öyle ise bununla uğraşmayı bana bırakıyor musunuz? Çünkü ben size rakiplik etmiyorum. Allah şahittir ki ben ikinizden bu işe daha lâyık olanınızı seçmeye çalışacağım" dedi. Onlar da: "Evet" dediler. Üç gün üç gece bütün halk tabakalarıyla ilişki kuran, hatta Medîne`ye girip çıkan kervanlara da bu konuda sorular soran Hz. Abdurrahman, umumî arzuyu anladı ve son olarak toplantısını yaptı. Bu toplantıda önce Hz. Ali`ye: "Yâ Ali, eğer ben seni emîr seçersem, Islâm ümmetine muhakkak âdil davranırsın. Eğer Osman`ı seçersem, muhakkak onun da sözünü dinler, emirlerine itaat edersin" dedi. Sonra Hz. Osman`a da aynı sözleri söyledikten ve bu şekilde her ikisinden de söz aldıktan sonra, Hz. Osman`a: "Ey Osman, elini uzat" dedi ve ona bey`at etti. Hz. Ali de, bey`at ettikten sonra kapılar açıldı ve halk da bey`at etti (Ibn Sa`d, a.g.e., III, 61-2; Ibnü`l-Esîr, a.g.e, III, 34 vd; Ibn Kuteybe, a.g.e.,. I, 26-30; Tecrîd-i Sarıh Tercümesi, IX, 360-I; Kandehlevî, II, 627-9; Şiblî, Asr-ı Saadet, V, 10-1; el-Mâverdî, a.g.e., 14).

d-Hz. Ali`nin Halife Seçilmesi:

Medine`de toplanan isyancılar arasından bir kaç kişi tarafından Hz. Osman (r.a)`ın şehid edilmesi, Islâm Devleti`nin başkasının kalması sonucunu doğurmuştu. Hz. Osman (r.a)`ın şehid edilmesinden sonra isyancılar, bir kısmı Hz. Ali`ye, bir kısmı Sahâbe`nin daha başka ileri gelenlerine, başkanlık için bey`at etmek üzere başvurmuşlar ve hepsinden red cevabı almışlardı. Bir çıkmaza düşen isyancılar sonunda, bir günlük süre içerisinde bir halîfe adayına bey`at edilmeyecek olursa Hz. Ali`yi bir kaç ileri gelen sahabî ile birlikte öldüreceklerini bildirdiler. Bunun üzerine Sahâbenin ısrarı karşısında Hz. Ali, halifeliği kabul etmek zorunda kaldı.

Isyancıların halîfeliği kabul etmesi için Hz. Ali`ye başvurmalarının birinde, Hz. Ali onlara bu işe kendilerinin değil, Bedir Ashabı ile Şûrâ ehlinin yetkili olduğunu bildirdi.

Hz. Ali`ye çoğunluk bey`at etmekle birlikte, bey`at etmeyenler de vardı. Bu bey`at etmeyenler arasında sahâbeden olan kimseler de bulunuyordu. Hatta Şam halkı, başta Muâviye olmak üzere, toptan bey`at etmemişti. Böylelikle, Hz. Ali`nin halifeliği çoğunluğunun bey`atı ile gerçekleşmiş oluyordu (Ibn Sa`d a.g.e, III, 31-2; Ibnu`l-Esir a.g.e, III 98; Ibn Kuteybe a.g.e, I, 47-52; Şiblî Asr-ı Saadet, V, 76; Ashâb-ı Kiram, I; 307).

Râşid halifelerin başa geçme şekilleri ile ilgili açıklamalar, kısaca bunlardan ibârettir. Bu dört halife hakkında Hz. Peygamber`in övücü, değerlerini açıklayıcı pek çok hadîsi vardır (Meselâ bk: Buharî Fedâilu`s sahabi n-Nebeviyye, 7, 8, 9; Müslim, Fedâilu`s-Sahâbe; Ebû Dâvûd, Sünne 8; Dârimî, Sünen, Rü`ya 13, vs.). Ashab da bu kanaatleri paylaşıyordu. Ondan sonra gelenler de -bazı fırkaların dışında- hepsi hakkında olumlu düşünür. Onları başa geçme şekillerinin meşrûluğu kadar, uygulamalarının da Islâm`ın özüne tam anlamıyla uygunluk gösterdiği açıkça kabul edilir. Bu nedenle Raşid Halîfeler dönemi uygulamaları, her yönüyle kaynak kabul edilmiştir. Bu arada Raşid halifelerin siyasî uygulamalarında da Islâm idare hukukunun çok önemli noktalarını açıklığa kavuşturdukları şüphesizdir. Hz. Peygamber (s.a.s)`in peygamber olmasıyla başlayan Saadet Asrı, Hz. Ali`nin şehîd edilmesiyle sona erer. Bu parlak dönem, müslümanların yalnızca övündükleri tarihî bir miras değildir. Aynı zamanda çağlar boyunca Islâm toplumlarının "boyasıyla boyanmak istedikleri" eşsiz bir dönemdir. Çünkü bu çağın insanları "Insanların yararına çıkartılmış, Allah`a inanmaları nedeniyle, iyilikleri emreden, kötülüklerden vazgeçirmeye çalışan en hayırlı bir ümmetti" (Alu Imrân, 3/110).

Hz. Ali`nin başa geçmesine rağmen Şam valisi Muâviye b. Ebi Süfyan Hz. Osman`ın katillerinin bulunmasını ileri sürerek, ona bey`at etmekten kaçınmıştır. Mesele Hz. Ali`nin şehid edilmesi, sonradan Hz. Hasan`ın halîfelikten Muâviye lehine feragati üzerine, belirli bir süre için siyasî planda da olsa kapanmış oluyordu. Hz. Hasan, Muâviye`den sonra halîfeliğe kendisi geçmek şartıyla feragatte bulunmuştu. Ancak bir süre sonra Hz. Hasan`ın vefatıyla, Muâviye`nin kendisinden sonra oğlu Yezid`i veliahd tayin edip, onun için hayattayken bey`at alması, Râşid Halîfeler dönemine son vermiş oldu. Artık nebevî hilâfetin yerini meliklik (krallık) almış oluyordu. Bu durum böylece sonuna kadar devam etti; devlet başkanlığı belirli ailelerin tekelinde kalmış oldu. Zaman zaman başa geçen bazı yöneticiler âdil uygulamalarda bulundular; Şeriât hükümlerinin dışına çıkmadılar. Bu arada Islâm`a aykırı bir sürü iş yapıldı. Devlet eliyle yapılan Islâm`a aykırı bu uygulamalar, zamanla arttı; bazan da azaldı. Fakat günahkârlıklarına rağmen bu yöneticiler, Islâm dışı bir düzeni arzulamış veya bütünüyle Islâm`a aykırı hükümler getirmiş değildirler.

Ilk olarak halifeliğin tartışılabilir ölçüler içerisinde bile olsa, melikliğe veya saltanata dönüşmesi, elbette ki Islâm`dan önemli bir sapmadır. Siyasî hayatta başlayan bu sapmalar artmış ve bunlar yakın bir tarihte kelimenin tam anlamıyla Islâm toplumunun "özünün değişmesi" ile sonuçlanmıştır.

RASULÜLLAH EFENDİMİZ (SAV)`İN: "ARAPLARI SEVİN, ÇÜNKÜ BEN ARABIM..." BUYURDUĞU DOĞRU MUDUR?

Sahih hadisleri toplamakla meşhur olmayan bazı hadis kitaplarında bu anlamda şu hadisler zikredilir: "Arapları üç şey için sevin: Ben Arabım, Kur`ân Arapçadır ve Cennet ehlinin konuşma dili Arapçadır", "Eğer Araplar zelil olursa Islâm da zelil olur".(Hadisin kaynakları için bk. Elbânî, Silsiltü`1-Ehâdîsi`d-Daife, I/189-194 (H.160,161,163.)) Ancak hemen farkedildiği gibi bu hadisler (sözler) Kur`ân-ı Kerim`e muhalif oldukları gibi, sahih hadislere ve akla da uymamaktadırlar. Kur`ân-ı Kerim`de "Allah katında en değerliniz, en takvalı olanınızdır"(K. Hucûrat (49) 13) buyurulur. En takvalı insanın, Arapların dışındaki milletlerden çıkmasında bir engel yoktur. Rasulüllah Efendimiz (sav) de Veda Hutbesinde: "Ey insanlar! Dikkat edin. Rabbiniz birdir. Bakın, babanız birdir. Iyi anlayın, hiçbir Arab`ın Arap olmayana, Arap olmayanın da Arab`a, hiçbir siyahın kırmızıya, kırmızının da siyaha "takva" dışında bir üstünlüğü olamaz. Şüphesiz sizin Allah (cc) katında en değerli olanınız, en takvalı olanınızdir. Iyi dinleyin, anlatabildim mi? Evet, ey Allah (cc)`in Rasulü, dediler. Öyleyse duyanlarınız, duymayanlara ulaştırsın buyurdu.(Suyutî, ed-Dürrü`1-Mensûr, VN/579) Suyutî bu anlamda daha pek çok hadis nakleder.(agk. vd.) Sözünü ettiğiniz hadisler (sözler) rivayet bakımından da çok şaibelidirler. Bu yüzden onları değerlendirenlerin kullandıkları en müsbet ifade "çok zayıftır" biçimindedir.(bk. Aclûnî, Kesfu`1-Hafa, I/55) Çoğunluk ise bunların zayıftan da öte "mevzû" (uydurma) olduğu kanaatindedir.(Değerlendirmeler için bk. Elbânî, agk.)

RECM

Taşla öldürme, taşa tutma, birine taş atma, sövme, lânet etme, kovma, birinin namusuna iftira etme, kötü zanda bulunma; evli veya dul bulunan erkek veya kadının zina etmesi halinde Islâm mahkemesi kararıyla taşlanarak öldürülmesi anlamında bir fıkıh terimi. R.c.m kökünden mastar, çoğulu "rucüm" dür. Aynı kökten "racîm"; recm olunan, taşlanan, kovulan ve lânetlenen anlamındadır.

Kur`an-ı Kerim`de bu anlamda "recm" ifadesi bulunmamaktadır. Bir ayette gaybı taşlamak" (el-Kehf, 18/22), başka bir yerde, "yıldızları Şeytanlar için atış taneleri yaptık" (el-Mülk, 67/5) ayetinde "atış taneleri" anlamında "rucûm" çoğul olarak gelmiştir. Zina edenin taşlanması Sünnet, ve icma delillerine dayanır.

Zina bütün semavî dinlerde haram kılınmış ve çok kötü bir fiil olarak kabul edilmiştir. Islâm`da zina büyük günahlardan olup, ırz, namus ve neseplere yönelik olduğu için, cezası da hadlerin en şiddetlisidir.

Zinanın cezası, fiili işleyenin evli veya bekâr oluşuna, Islâmî emir ve yasaklarla yükümlü bulunup bulunmamasına göre kısımlara ayrılır. Dayak, taşla öldürme, sürgün ve Islâm devleti`nin koyacağı ta`zir cezası bunlar arasındadır.


RECM CEZASI

Hz. Peygamber`in evli olarak zina edene recm cezası uyguladığı, tevatüre ulaşan hadislerle sabittir. Temelde kıyasa göre evlilere de yüz değnek (celde) cezası uygulanması gerekırken, bu konudaki hadislerle amel edilerek recm cezası öngörülmüştür.

Recm konusunda hükmü devam eden, fakat Kur`an ayeti olarak okunması neshedilen bir ayet de nakledilir. Abdullah b. Abbas (r. anhümâ), Hz. Ömer`in minberde şöyle dediğini rivâyet etmiştir. "Cenab-ı Allah Muhammed (s.a.s)`i hak ile göndermiş ve O`na Kitab`ı indirmiştir. Recm ayeti de O`na indirilen ayetlerden idi. Biz bu ayeti okuduk, ezberledik ve anladık. Resulullah (s.a.s) recmi uyguladı, ondan sonra biz de uyguladık". Korkarım, zaman geçince birileri çıkıp "Biz Allah`ın kitabında recmi bulamıyoruz" der ve Allah`ın indirdiği bir farzı terkederek sapıklığa düşerler. Şüphesiz recm, Allah`ın kitabında, evli olmak, şahit, gebelik veya ikrar bulunmak şartıyla, zina eden kimse aleyhine bir haktır" (Müslim, Hudûd, 15).

Hz. Ömer`in sözünü ettiği okunuşu mensuh ayet şudur: "Ihtiyar erkekle ihtiyar kadın zina ederlerse, onları recmedin" (Mâlik, Muvatta`, Hudûd 10; Ibn Mâce, Hudûd, 9; Ahmed b. Hanbel, V, 132, 183). Hz. Ömer`in recmi, Medine minberinden ilân etmesi, içlerinde bir çok sahabe bulunan cematten hiç birinin buna karşı çıkmaması, recmin sabit olduğunu gösterir (Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, Ahmed Davudoğlu, Istanbul 1978, VIII, 350). es-Serahsî (ö. 490/1097). Ömer (r.a)`in şöyle dediğini nakleder:

"Eğer insanlar, Ömer Allah`ın Kitabına ilave yaptı demeyecek olsalar, "ihtiyar erkekle ihtiyar kadın zina ettikleri..." ifadesini Mushaf`ın haşiyesine yazardım" (es-Serahsî, el-Mebsût, Beyrut 1398/1978, IX, 37).

Hz. Peygamber`in recm cezasına uygulama örnekleri:

1. Işvereninin eşiyle zina eden bekâr işçiye yüz değnek ve bir yıl sürgün cezası, kadına ise recm uygulanmıştır.

Ebû Hureyre ile Zeyd b. Halid el-Cühenî (r.anhumâ)`dan nakledildiğine göre, zina eden kadının kocası ile, zina eden işçinin babası Resulullah (s.a.s)`e başvurarak bu konuda "Allah`ın kitabı" ile hüküm vermesini istemişlerdir. Işçinin babası şöyle dedi:

"Benim oğlum bu adamın yanında işçi idi. Onun hanımı ile zina etti. Bana, oğlum için recm gerektiği haber verildi. Ancak ben onun adına yüz koyunla bir cariye fidye verdim. Bu arada bilenlere danıştım, (oğlum bekâr olduğu için) ona yüz değnekle bir yıl sürgün cezası, bunun karısına ise recm cezası gerektiğini haber verdiler". Bunun üzerine, Hz. Peygamber şöyle buyurdu:

Nefsim kudret elinde olan Allah`a yemin ederim ki, aranızda Allah`ın kitabı ile hükmedeceğim. Cariye ve koyunlar geri verilecek. Oğluna yüz değnekle bir yıl sürgün gerek. Ey Üneys, sen de bu adamın karısına git. Eğer zinasını itiraf ederse, onu recmet". Üneys kadına gitmiş ve kadın suçunu itiraf etmiş, Hz. Peygamber`in emri üzerine de recmedilmiştir (Müslim, Hudûd, 25; Buhârî, Hudûd III, 38, 46, Vekâlet,13). Ebû Hanife`ye göre, yüz değnek yanında bir yıl sürgün, ayete ilâve niteliğinde olup, ayet inince bu ilâve kısım neshedilmiştir. Ancak Islâm devlet başkanı böyle bir cezayı ta`zir cezası olarak verebilir.

2. Zinasını dört defa ikrar eden Mâiz b. Mâlik (r.a)`in recmedilmesi.

Mâiz b. Mâlik, Hz. Peygamber`e gelerek "Beni temizle" dedi. Hz. peygamber "Yazık sana, çık git, Allah`a tövbe ve istiğfar et" buyurdu. Mâiz, pek uzaklaşmadan geri döndü ve "Ey Allah`ın Resulu! Beni temizle" dedi. Hz. Peygamber aynı sözlerle üç defa daha geri gönderdi. Dördüncü ikrarında "Seni hangi konuda temizleyeyim?" diye sordu. Mâiz; "Zinadan" dedi. Hz. Peygamber "Bunda akıl hastalığı var mıdır?" diye sordu. Böyle bir rahatsızlığı olmadığını söylediler. "Şarap içmiş olabilir mi?" diye sordu. Bir adam kalkıp içki kontrolü yaptı. Onda şarap kokusu tesbit edemedi. Hz. Peygamber tekrar "sen zina ettin mi?" diye sordu. Mâiz "Evet" cevabını verdi. Artık emir buyurdular ve Mâiz recmedildi. Recimden sonra onun hakkında sahabiler iki kısma ayrıldılar. Bir bölümü Mâiz`in helâk olduğunu, başka bir grup ise onun en faziletli tövbeyi yaptığını söylediler. Bu farklı yaklaşım üç gün sürdü. Daha sonra yanlarına gelen Resulullah (s.a.s) "Mâiz b. Mâlik için dua edin" buyurdu. "Allah Mâiz`e mağfiret eylesin" dediler. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Mâiz öyle bir tövbe etti ki, bu tövbe bir ümmet arasında paylaştırılırsa onlara yeterdi" (Müslim, Hudûd, 22; eş-Şevkânî, Neylül-Evtâr, VII, 95,109; ez-Zeylaî, Nasbu`r-Râye, III, 314 vd.).

3. Gâmidiyeli evli kadının zinadan dolayı recmedilmesi.

Mâiz`in recmedilmesinden kısa bir süre sonra Ezd kabilesinin Gâmid kolundan bir kadın geldi ve "Ey Allah`ın elçisi! Beni temizle" dedi. Hz. Peygamber "Yazıklar olsun sana. Çık git, Allah`a tövbe ve istiğfar et" buyurdu. Kadın dedi: "Beni, Mâiz`i çevirdiğin gibi geri çevirmek istiyorsun" Hz. Peygamber, "Sana ne oldu?" diye sordu. Kadın kendisinin zinadan gebe olduğunu söyledi. Bunun üzerine "Sen mi?" buyurdu. Kadın "Evet" dedi. Hz. Peygamber "Doğuruncaya kadar git" buyurdu. Kadının bu arada geçimini Ensar`dan bir adam üstlendi. Daha sonra Hz. Peygamber`e gelerek; "Gâmidli kadın doğurdu" dedi. Çocuğun bakımını da Ensar`dan birisi üzerine aldı ve kadın recmedildi" (Müslim, Hudûd, 22, 23, 24; Ibn Mâc`e, Diyât, 36; Mâlik, Muvatta`, Hudûd, II). Başka bir rivâyette, çocuk sütten kesilinceye kadar emzirmesine izin verildiği, recm sırasında Hâlid b. Velîd (r.a)`ın üzerine kan sıçraması üzerine kadın hakkında kötü sözler söylediğini işiten Hz. Peygamber`in şöyle buyurduğu nakledilir:

"Ey Halid! yavaş ol. Nefsim kudret elinde olan Allah`a yemin ederim. Bu kadın öyle bir tövbe etti ki, onu bir baççı (vergi memuru) yapsaydı, şüphesiz mağfiret olunurdu" Sonra kadının hazırlanmasını emrederek cenazesini kılmış ve kadın defnedilmiştir (Müslim, Hudûd, 23).

4. Evli bulunan Yahudi erkeği ile Yahudi kadınının zina sebebiyle recmedilmesi. Abdullah b. Ömer (r.a)`tan nakledildiğine göre, Hz. Peygamber`e, zina etmiş bir yahudi erkeği ile bir yahudi kadını getirmişler. Allah elçisi, yahudilere, Tevratta ki zina hükmünü sormuştur. Yahudiler; "yüzleri karaya boyanır, sırt sırta hayvan üzerine bindirilip sokaklarda dolaştırılır" demişler. Tevrat getirilmiş, ancak okuyan yahudi genci recm ayetine gelince ceza kısmını parmağı ile kapatıp atlayınca durumu farkeden ve yahudi iken Islâm`a giren Abdullah b. Selâm, Hz. Peygamber`e yahudinin Tevrat`ın üzerinden elini kaldırmasını emir buyurmasını istemiştir. Yahudi elini kaldırınca recm ayeti görülmüş ve her iki yahudi hakkında da evli olarak zina ettikleri için recm uygulanmıştır (Müslim, Hudûd, 26).

Bera b. Azıb (r.a)`ten nakledilen, iki yahudinin recmedilmesi olayı ise şöyledir: Hz. Peygamber`e, yüzü kömürle karartılmış ve dayak vurulmuş bir yahudi getirildi. Allah elçisi yahudilere evlilerin zinasının Tevrat`taki hükmünü sordu. Onlar, bu şekilde olduğunu söyleyince, bir yahudi bilginine "Sana, Tevrat`ı Musa ya indiren Allah aşkına soruyorum. Zina edenin Tevrat`taki hükmü nedir?" diye sordu yahudi bilgini; Tevrat`ta recim var. Fakat zina eşraf arasında artınca, şerefli birini getirirlerse serbest bırakır, yoksul biri yakalanırsa onu recmeder olduk. Bu iki sınıfa eşit ceza için recmi terkettik, kömürle boyayıp, dayak vurmayı recmin yerine koyduk". Bunun üzerine, Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Allahım! Senin emrini onlar değiştirdikten sonra ilk uygulayan benim. Bunun üzerine emir verdi ve yahudi recmedildi" (Müslim, Hudûd, 28).

Bazı Islâm müctehidlerine göre ehl-i küfür, müslüman mahkemesine başvurursa, hâkimin mutlaka Allah`ın hükmü ile amel etmesi gerekir. Onlar bu konudaki muhayyerliğin neshedildiğini söylerler, Hanefiler ve Imam Şâfiî`den bir görüşe göre bu esas geçerlidir. Ancak Ebû Hanife şöyle demiştir: "Islâm mahkemesine inkârcı karı-koca birlikte gelirlerse aralarında adaletle hükmetmek gerekir. Yalnız kadın gelir, kocası razı olmazsa hakim hüküm veremez". Ebû Yusuf ve Imam Muhammed`e göre ise hüküm verebilir (Ahmed Davudoğlu, Sahihi Müslim Terceme ve Şerhi, Istanbul 1978, VIII, 376).

RECM CEZASI UYGULANMASI İÇİN GEREKLİ ŞARTLAR:

1. Zina eden kadın veya erkeğin ergin olması.

2. Akıllı olması. Akıl hastasına had uygulanmaz. Akıllı ve ergin bir kimse akıl hastası ile zina etse, yalnız kendisine had uygulanır.

3. Evli olan gayrı müslime recm yerine değnek cezası uygulanır. Şâfiî ve Hanbelîlere göre pasaportla Islâm devletine gelen gayrî müslim yabancılara ne zina ve ne de içki içme cezası uygulanmaz.

4. Zinanın zor kullanarak olmaması gerekir.

5. Zinanın diri bir insanla olması gerekir.

6. Zina edilen kadının da ergin veya kendisine cinsel istek duyulan bir yaşta olması gerekir.

7. Zinanın bir şüpheye dayalı olmaması gerekir. Fasit nikahtan sonraki cinsel temasa had gerekmediği konusunda görüş birliği vardır. Velisiz veya şahitsiz evlenme gibi.

Zinanın bir para karşılığında olması halinde Ebû Hanife`ye göre her ikisine de had cezası uygulanmaz. Çünkü bu durum bir mehir karşılığında nikâh akdine benzemektedir. Burada şüpheden dolayı had düşer. Ancak fiil haram olduğu için ta`zir uygulanır. Ebû Yusuf ve Imam Muhammed`e göre bu durumda da had cezası verilir (Ömer Nasuhi Bilmen, Istilâhât-ı Fıkhıyye Kâmusu, Istanbul 1968, III,197 vd.).

8. Cinsel temasın önden olması. Arkadan ilişki yani livata için Ebû Hanîfe`ye göre yalnız ta`zir cezası uygulanır. Ebû Yusuf, Imam Muhammed ve Hanefiler dışındaki üç mezhebe göre ise livata haddi gerektirir. Yabancı bir kadına ön veya arka dışında karın, uyluk gibi başka bir yere temas ise yalnız ta`zîri gerektirir. Çünkü bu, şer`an kendisine bir şey takdir edilmeyen münker bir fiildir.

9. Had cezalarının uygulanabilmesi için Islâm devletinin varlığı şarttır. Çünkü dârul-harp veya dârul-bağy (âsiler ülkesi) de had cezalarını uygulamaya Islâm devletinin velâyet yetkisi olmaz ve bu hükümleri uygulamaya gücü yetmez.

10. Zina eden erkek veya kadının halen veya daha önce sahih nikâhla evlenmiş olması ve bu nikâh devam ederken eşiyle bir defa da olsa cinsel temasta bulunması şarttır. Böyle bir erkeğe "muhsan", kadına ise "muhsana" denir. Recm cezası için bu son niteliğin bulunması da gerekir.

Recm için muhsan sayılmada erkek veya kadında şu yedi niteliğin bulunması gerekir: Akıllı olmak, ergin bulunmak, hür ve müslüman olmak, sahih nikâhla evlenmiş bulunmak ve bu nikâhtan sonra eşiyle guslü gerektirecek şekilde cinsel temasta bulunmak. Bu şartlardan herhangi birisi bulunmazsa ceza yüz değneğe dönüşür. Zina edenlerden birisi muhsan olur, diğeri bekâr bulunursa; bekâra yüz değnek, muhsan olana ise recm cezası uygulanır.

Ebû Hanife ve Mâlik`e göre, bir erkek veya kadının muhsan sayılması için müslüman olması şarttır. Bu yüzden evli olan gayrı müslimlerin zinasına recm cezası uygulanmaz, çünkü recm, günahtan temizlenme yoludur. Zimmî ise günahtan temizlenmeye ehil değildir. Onun temizlenmesi ancak ahirette azapla gerçekleşir. Hz. Peygamber; Allah`a şirk koşan kimse muhsan değildir" (Zeylaî, Nasbü`r-Râye, III, 327) buyurmuştur. Bu görüşte olanlar için iki yahudinin Hz. Peygamber tarafından recmedilmesi olayı, Tevrat hükmüne göre olmuştur. Daha sonra bu neshedilmiştir (Zeylaî, a.g.e, III, 326; eş-Şevkânî, Neylül-Evtâr, VII, 92).

Şâfiî, Ibn Hanbel ve Ebû Yusuf`a göre, recmin uygulanması için zina edenin müslüman olması şart değildir. Bir zimmî zina suçuyla Islâm mahkemesine gelse had uygulanır. Müslüman bir erkek zimmî bir kadınla evlenip cinsel temasta bulunsa, her ikisi de "muhsan" olur. Delil, Hz. Peygamber`in iki yahudiye recmi uygulamasıdır. "Dulun dul ile zinasında taşlama vardır" (Müslim, Hudûd,12-14; Ebû Dâvud, Hudûd 23; Tirmizî, Hudûd, 8) hadisinin genel anlamı da başka bir delildir. Diğer yandan zina bütün semavi dinlerde haram kılınmıştır (bk. eş-Şîrâzî, el-Mühezzeb, II, 267; Ibn Kudâme, el-Muğnî, Kahire 1970, VIII, 163; ez-Zühaylî, el-Fıkhul-Islâmî ve Edilletüh, Dımaşk 1405/1985, VI, 43).

Zina Suçunun Sâbit Olması:

Zina, ya ikrarla ya da dört şahitle sabit olur.

1. Ikrarla Tesbit:

Zina ikrarında bulunanın akıllı, ergin olması ve zorlama altında bulunmaması gerekir. Ayrıca ikrarın dört defa yapılması gereklidır. Çünkü Mâiz b. Mâlik`e Allah elçisi dört defa ikrar esasını uygulamıştır. Hanefi ve Hanbelîlerin görüşü budur. Şâfiî ve Mâlikilere göre ise tek ikrar yeterlidir. Bunlar da işçinin kendi patronunun eşiyle zina etmesi olayına dayanırlar. Çünkü orada dört ikrardan söz edilmemiştir (Buhârî, Âhad,I, Şurüt, 9; Müslim, Hudûd, 25; el-Bâcî, el-Müntekâ, VII,135; Ibn Kudâme, el-Muğni, VIII, 191 vd.).

Diğer yandan dört ikrarın ayrı meclislerde yapılması gerekir.

2. Zinayı dört şahitle ispat: Zinanın müslüman, erkek, adaletli ve hür dört erkek şahitle ispat edilmesi gerekir (en-Nisâ`, 4/15; en-Nûr, 24/4,13). Şahit sayısı dörtten az olur veya dördüncü şahit "sadece bunları bir yorgan altında gördüm" gibi kesin zinaya delâlet eden beyanda bulunmasa, ilk üç şahide "zina iftirası (kazf)" cezası uygulanır. Zina isnat edilenden had düşer. Çünkü Hz. Ömer, Muğîre (r.a)`in zinasına şahitlik eden üç kişiye zina iftirası cezası uygulamıştır (bk. ez-Zühayli, a.g.e., VI, 48; "Kazf" maddesi).

Recm Cezasının Infazı:

Zina ikrarla sabit olmuşsa recm uygulamasına devlet başkanı veya infaz görevlisinin başlaması gerekir. Şahitle sabit olması halinde ise infaza şahitlerin tamamının hazır bulunması ve ilk taşı onların atması şekliyle başlanır. Böylece herhangi bir şüphe, vazgeçme yanlışlık vb. tüm ihtimallerin ortadan kalkması ve adli hataya düşülmemesi için gerekli önlemler alınmıştır. Hz. Ali`den şöyle dediği nakledilmiştir: "Önce şahitler taş atmaya başlar, sonra devlet başkanı, sonra diğer insanlar" (Zeylai, a.g.e., III, 319 vd.; es-Şevkânî, a.g.e., VII,108). Bekârların zinasında ise değnek cezasına şahitlerin başlaması gerekmez. Çünkü onlar bunun usul ve şeklini bilmeye bilirler ve bu durum zulme yol açabilir.

Recm cezası, ibretli olması için bir meydanda erkek ayakta, kadın ise tercih edilen görüşe göre göğsüne kadar bir çukura sokularak kendisine ölünceye kadar küçük taşlar atılmak suretiyle infaz edilir. Hz. Peygamber`in Gâmidiyeli kadın için, göğsüne kadar bir çukur açtırdığı nakledilir (Zeylaî, a.g.e., III, 325; eş-Şevkânî, a.g.e., VII, 109).

Recmle öldürülen kimse yıkanır. Kefenlenir, cenaze namazı kılınır ve defnedilir. Çünkü Hz. Peygamber, recmedilen Mâiz için Kendi ölülerinize yaptığınız şeyleri ona da yapınız" (Zeylai, a.g.e, III, 320) buyurmuştur.

REFES VE CİDÂL

Refes; cinsel ilişki, çirkin ve fahiş söz veya kadınların yanında cinsel ilişkiden söz edilmesi anlamlarını kapsar. Cidâl ise, "müfâale" vezninde bir mastar olup; mücadele ve münakaşa etmek, cedelleşmek anlamına gelir.

Hac veya umre sırasında ihramlı kimseye yasaklanan fiillerden üç tanesi bir âyette zikredilmiştir. Bunlar "refes", "cidâl" ve "füsûk"tur. Füsûk; günahlar, ma`siyetler, isyanlar demektir. Zina, isyan ve çirkin sözler başka zamanlarda da yasaktır. Fakat ihramlı iken bunların haramlığı daha şiddetlidir. Çünkü hacla ilgili olarak bu yasaklama aşağıdaki âyette özel olarak vurgulanmıştır:

"Hac ayları bilinen aylardır. İşte kim bu aylarda hac yapmak üzere ihrama girerse, artık hac sırasında kadına yaklaşmak veya ona kötü söz söylemek, günah işlemek ve kavga etmek yoktur. Siz ne hayır yaparsanız, Allah onu bilir" (el-Bakara, 2/197).

Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Kim hac yapar, hac sırasında cinsel temastan kaçınır ve günah işlemezse, annesinden doğduğu gündeki gibi günahlarından kurtulur" (Buhârî, Hac, 4, Muhsar, 9,10; Müslim, Hac, 438; Nesaî, Hac, 4; İbn Mâce, Menâsik, 3).

İhramlı kimse Arafat`ta vakfeden önce cinsel temasta bulunsa, haccı fasit olur; gelecek yıl kaza etmesi gerekir. Ayrıca bir ceza kurbanı kesmesi gerekir. Cinsel temasa yol açabilecek, öpme, şehvetle dokunma gibi fiiller de, boşalma olsun veya olmasın kurban cezasını gerektirir (bk. el-Kâsânî, Bedâyiu`s-Sanâyi`, II, 183-206, 216-219; İbnül-Hümâm, Fethul-Kadîr, II, 255; eş-Şîrazî, el-Mühezzeb, I, 204-212; İbn Kudame, el-Muğnî, III, 295-344; eş-Şevkânî, Neylü`l, Evtâr, V, 8, 9; ez-Zühaylî, el-FıkhuI İslâmî ve Edilletuh, Dimaşk 1405/1985, III, 230 vd.; Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslam İlmihali, İstanbul 1992, s. 594 vd.).

RESİM

İnsanın özlem ve duygularını estetik kurallar çerçevesinde çizgi ve renklerle düz bir satıh üzerinde figürlü veya figürsüz olarak yansıtılmasına dayanan sanat dalı.

İslam dini her konuya dair, bir bakış açısı ortaya koyup her hususta görüş ve düşünceyi yansıttığı gibi resimle ilgili olarak da bir bakış açısı belirtmiştir.

Allah`ın birliği inancına dayanan İslâm dini, bu inancı korumak için son derece titizlik gösterir. Akla ve kalbe, gizli ve açık bir şekilde girebilecek her tür şirk ve putperestlik yolunu kapatır. Onun için de, resim konusunda hassas davranır. Çünkü çoğunlukla, sevilen kimselerin hatıralarını devam ettirmek gibi bir niyetle başlayan resim ve heykel işi, sonunda Allah`a şirk koşmaya, resmi ve heykeli yapılan kimseleri yüceltmeye varır. Onun için İslâm bu kapıyı kapatmıştır.

Hz. Peygamber İslamın ilk döneminde, ne suretle olursa olsun, resimli eşya kullanılmasını yasakladı. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s) şirkle mücadele halindeydi; insanları putlara, heykellere, resimlere ibadetten uzaklaştırıyordu. Nitekim resim ve heykeli şiddetle yasaklayan hadisler bu dönemde söylenmiştir.

"Her kim bir canlı resmi yaparsa Allah ona o resme can verinceye kadar azab eder. Ressam resmine katiyyen ruh veremez ve ebediyen azab olunur" (Tecrid-i Sarih Tercümesi, VI, s. 533).

"Şu resimleri yapanlar yok mu? İşte onlar, kıyamet gününde, haydi yaptığınız resimlere can veriniz, diye azab olunacaklardır" (Tecrid, XII, 116).

İslamın kuvvetlenip güçlenmesiyle tazim ifade etmeyen resimlerin yapılmasına müsaade olunmuştur. Nitekim İslâm bilginlerinin çoğu, manzara resimlerinin, yarım(Mesela belden yukarı) insan ve diğer ruh taşıyan hayvanların resimlerinin yapılmasında ve kullanılmasında bir sakınca görmemişlerdir. Yalnız tam insan ve ruh taşıyan hayvan resimleri hakkında alimlerden bir kısmı, tazim olmaksızın kullanmayı kerahetle caiz görmüş, bir kısmı da görmemiştir.

Fotoğrafın durumu nedir? Bu hususta da bazı alimler bunun caiz olduğunu, bir kısmı da olmadığını savunmuştur. Caiz görenler, fotoğraf belirli vasıtalarla gölgeyi hapsetmekten ibarettir, yasaklanan resimlerden değildir, çünkü yasaklanan resim, daha önce yapılmamış bir resmi yapmak, Allah`ın yarattığı bir hayvana benzetmeye çalışmaktır, halbuki herhangi bir aletle alınan fotoğrafta bu anlam yoktur, derler. Caiz görmeyenler de resim konusunda olduğu gibi fotoğraf konusunda da şiddet gösterir ve kerahati üzerinde ısrar ederler. Yalnız bunlar da pasaport, nüfus cüzdanı, ehliyet gibi zorunlu haller ve şüphelileri tanıma dolayısıyla çekilen ve tazim niyeti yahut inancı sarsma olmayan resim ve fotoğraflara ruhsat verirler (Yusuf el-Kardâvî, İslâm`da Helal ve Haram, s. 128).

İslâm inançlarına ve adabına ters düşen her türlü resim haramdır. Kadın resimlerinin çıplak veya yarı çıplak çizilmesi, fitne doğuracak yerlerinin belirtilmesi, gazete, dergi ve sinemalarda gösterilmesi haramdır. Bunları çizen, çeken, yayınlayan, evlerde ve dairelerde bulunduran, onları görmeye niyetlenen manen sorumludur. Kâfir, fasık ve zalimlerin resimleri de aynı hükümdedir. Bir müslüman, Allah`ın varlığını inkâr eden bir liderin, Hz. Muhammed (s.a.s)`in peygamberliğini reddeden bir kimsenin, müslüman olduğunu söylediği halde, Allah`ın indirdiğinden başkasıyla hükmeden kişilerin resimlerini asması helal değildir.

Namaz kılan bir kimsenin karşısında resim bulunmaması gerekir.

REVÂTİB(DEVAMLI YAPILAN AMELLER)

Devamlı yapılan iş ve amel; ücret, maaş; farz namazlarla berâber kılınan sünnetler. Ratib kelimesinin çoğuludur.

Namazlar farz, vacib ve nâfile olmak üzere üçe ayrılır. Sabah iki, öğle dört, ikindi dört, akşam üç ve yatsı dört rek`at olmak üzere toplam on yedi rek`at farz namaz vardır. Bunlar farz-ı ayndır. Yani her yükümlü müslümanın bizzat yerine getirmesi gereken farzlardır (bkz. Namaz). Haftada iki rek`at cum`a namazı farzdır (el-Cum`a, 62/9-11). Cenâze namazı ise farz-ı kifâyedir (et-Tevbe, 9/84). Yatsı namazından sonra kılınan üç rek`at vitr namazı vâcibtir (Kâf, 50/40; Buhârî, Deavât, 69; Müslim, Zikr, 5, 6; Ebû Dâvud, Vitr,I). İkişer rek`at Ramazan ve Kurban bayramı namazları vâcibtir (el-Kevser, 108/2).

Farz ve vâcib dışında fazla olarak kılınan namazlara nâfile denir. Çoğulu nevâfil`dir. Kulun kendiliğinden Allah rızası için kılması nedeniyle bunlara tatavvu` namazı da denir. Sünnet namazlar nâfile kapsamına girer. Ancak her nâfile, sünnet değildir. Sünnet Hz. Peygamberin kıldığı ve ümmetini de kılmaya teşvik ettiği nâfile namazlardır. Nâfile namazlar da kendi arasında revâtib ve regâib diye ikiye ayrılır. Farzlardan önce ve sonra kılınan sünnetler revâtib; kuşluk ve teheccüd namazları gibi nâfile namazlar ise regâib adını alır. Bu duruma göre, revâtib namazlar müekked ve gayri müekked sünnetleri içine alır. Bunlar; sabah namazından önce iki; öğle namazından önce dört, sonra iki; ikindiden önce dört; akşamın farzından sonra iki; yatsının farzından önce dört, sonra iki olmak üzere günde yirmi rek`attır. Bunlardan on iki rek`atı müekked sünnet olup, Hz. Peygamber`in devamlı kıldığı ve ümmetini teşvik buyurduğu namazlardır. Hadiste şöyle buyurulur: "Kim gece ve gündüzde on iki rek`at namaz kılmaya devam ederse, Allah onun için cennette bir köşk bina eder. Bunlar; sabah namazından önce iki; öğleden önce dört, sonra iki; akşam namazından sonra iki ve yatsı namazından sonra iki rek`at” (Tirmizî, Salât,189; Nesâî, Kıyâmül-Leyl, 66; İbn Mâce, İkâme, 100).

Gayri müekked sünnetler ise Hz. Peygamberin kimi zaman terk ettiği sünnetlerdir. Bunlara mendub sünnetler de denir. Mendub, müstehab, mergübun fih ve hasen gibi kelimeler, birbirine yakın eş anlamlı kelimelerdir. Yapılması güzel ve iyi olan şeyler demektir. İkindiden önce dört, yatsıdan önce dört rek`at namazlar gayri müekked revâtib sünnetlerdir. Klâsik İslâm hukuku kaynaklarında revâtib namazlar, daha çok "nâfile namaz" başlığı altında yer alır (el-Mevsılî, el-İhtiyâr, I, 65).

RİBÂ (FÂIZ)

Artma, çoğalma, şişme, gelişme ve yetişme, mübadeleli akitlerde taraflardan birinin hakkı kabul edilen ve akit sırasında şart koşulan karşılıksız fazlalık anlamında bir Islâm hukuku terimi. "Ribâ" kelimesi arapça mastar olup, sözcüğün kökeninde "mutlak çoğalma" anlamı vardır.

Cins ve miktarı bir olan iki şey biri diğeriyle mübadele edildiğinde bir taraf için kabul edilen malın fazlasına riba veya faiz denir (Ibnül-Hümâm, Fethul-Kadîr, V, 277). Ayarları aynı olan 100 gr. altını, peşin veya vadeli yüzyirmi gr. altınla mübadele etmek gibi... Böyle bir işlemde 100 gr. altın veren, aynı miktarda altın alma hakkına sahip olur. Burada 100 gr. altın ana para (re`sül-mal), 20 gr. fazlalık ise ribâ adını alır (Elmalılı, Hak Dini Kur`ân Dili, II, 952, 953).

Riba sözcüğü yerine Türkçede daha çok "faiz" terimi kullanılır. Faiz; taşan, taşkın, dolu, ödünç verilen para için alınan kâr gibi anlamlara gelir. Elmalılı Hamdi Yazır ribâ ile faizin aynı anlama geldiğini belirtirken şöyle der: "Ribâ; sözlükte, ziyâdelenmek, fazlalanmak anlamına mastar olup, faiz dediğimiz özel fazlalığın adı olmuştur... Câhiliyye devrinde asıl borca "re`sül-mâl", ziyadesine ise "ribâ" adı verilirdi. Bugünkü faiz işlemleri nitelik bakımından câhiliyye devrının bu âdetinden başka bir şey değildir. Zaman zaman faiz miktarının ve şekillerinin azalması veya çoğalması muâmelenin niteliğini değiştirmez. Işte cahilî Arap örfünde ribâ tam anlamıyla günümüzdeki nükudun (nakit paraların) faizi veya nemâsı tabir olunan fazlasıdır. Karzdan (ödünç para) başka borçlar da (düyün) tatbiki dahi böyledir. Şüphe yok ki sözlükte bunun en uygun ismi ribâ, ziyade, artık olması gerekir. Buna faiz veya nemâ tabirinin kullanılması "Alım-satım ancak ribâ gibidir" (el-Bakara, 2/275) âyetinin delâletiyle, alım satım ve ticarete benzetilerek yanlış bir kullanmadır (Elmalılı, a.g.e., II, 952, 953).

Bir şeyin nitelikleri değişmedikçe, adının değişmesi, hükmünün değişmesini gerektirmez. Buna göre, ribanın hükümleri aynı hukukî özellikleri taşıyan faize de uygulanır. Bu, icâre akdine, kira akdi demek gibidir ki, her ikisi de aynı anlama gelen sözlerdir.

Islâmiyet toplumla ilgili sosyal ve ekonomik problemleri çözerken tedric prensibine uymuştur. Faizcilik, Arapların özellikle yüksek tabakalarının yararlandıkları önemli bir kazanç yolu idi. Bunu bir hamlede kaldırmak uygun değildi. Bu yüzden, içkinin yasaklanışında olduğu gibi, ribânın yasaklanışı da belli merhaleler geçirmiştir.

Ebû Hureyre`den, Hz. Peygamber`in şöyle dediği nakledilmiştir: "Mirac gecesi, karınları evler gibi (büyük) olan bir topluluğun yanına geldim. Onların karınlarında dışarıdan görünen yılanlar vardı. Cebrâil (a.s)`e bunların kimler olduğunu sorduğumda; Bunlar faiz yiyenlerdir" cevabını verdi" (Ibn Mâce, Ticârât, 58; Ahmed b. Hanbel, Müsned II, 353, 363). Mirac olayı 621 m. yıllarında Mekke`de vuku bulduğuna göre, faizin ileride yasaklanabileceğine daha o günden işaret edilmiş olmaktadır. Yine Mekke`de inen bir âyette fâizin malı arttırmayacağı bildirilmiştir (er-Rum, 30/39). Medine`de inen bir âyette ise, Tevrat`ta yahudilere faizin yasaklandığı, ancak bu yasağla uymadıkları için kendilerine helal kılınan bazı temiz ve güzel şeylerin haram kılındığı belirtilmiştir (en-Nisa, 4/160,161). Şu âyetle ise kısmî yasaklama getirilmiştir:

"Ey iman edenler, ribayı öyle kat kat arttırılmış olarak yemeyin" (Âlu Imran, 3/130). Burada fâhiş ribâ adı verilen mürekkeb fâiz kastedilmiştir.

Kur`ân-ı Kerim azı ve çoğu hakkında bir ayırım yapmaksızın ribayı şu âyetlerle mutlak olarak yasaklamıştır:" Âllah alış-verişi helal ve faizi ise haram kılmıştır" (el-Bakara, 2/275); "Kim de haram olan bu ribayı helal diye yemeye dönerse, içte onlar cehennemliktir, o ateşte ebedî olarak kalacaklardır" (el-Bakara, 2/275); Ey iman edenler! Allah`tan korkun ve (câhiliyette işledığınız) faiz hesabından arta kalanı bırakın; eğer gerçek mü`minler iseniz. Yok eğer bu faizi terketmezseniz; bilin ki, Allah`a ve Peygamberine karşı bir harbe girmiş olursunuz. Eğer ribâdan tevbe ederseniz, ana paranız sizindir. Böylece ne zulmetmiş ve ne de zulme uğramış olmazsınız" (el-Bakara, 2/278, 279).

Müfessirlerin çoğuna göre, ribâ âyetleri, Taif`te oturan Beni Sakîf kabilesinin faiz problemiyle ilgili olarak inmiştir. Bu kabilenin Hz. Peygamberle yaptığı Taif anlaşmasında faiz alacak-verecekleri lağvedilmişti. Mekke`deki Muğîre oğulları, Benî Sakîf`ten Amr b: Umeyr oğullarına olan faiz borçlarını ödemeyince, aralarında düşmanlık doğdu. Durum Mekke valisi Attab b. Esîd (ö. 13/634) tarafından Hz. Peygamber`e yazıldı. Bu soru üzerine ribâ âyetleri indi ve Hz. Muhammed, vâliye âyeti yazdı. Ayrıca hükme razı olurlarsa ne âlâ, aksi halde onlara harp ilan etmesini bildirdi. Bunun üzerine Taifliler faiz istemekten vazgeçtiler (et-Taberî, Tefsîr, 105, 106; Elmalılı, a.g.e., II, 972). Mekke ve Taif`in fethi 8. Veda haccı ise 10. hicret yılında vuku bulmuştur. Hz. Peygamber Veda haccı sırasında Mekke`de faiz yasağı uygulamasını şu ifadelerle başlatmıştır: Dikkat ediniz! câhiliyye devrinden kalma faizin hepsi kaldırılmıştır. Kaldırdığım faizin ilki, amcam Abbas b. Abdilmuttalib`in faizidir" (Müslim, Hac, 147; Ebû Davud, Büyü`, 5).

İslam`ın yasakladığı ribâ iki kısma ayrılır. Nesîe ve fazlalık ribası.

A. Nesîe ribası (ribe`n-nesîe). Cahiliye devrinde bilinen ve uygulanan ribâ çeşidi budur. Bu, satım akdinden veya ödünç (karı) vermekten doğan bir borç için vade durumuna göre eklenen faizdir. Borç vadesinde ödenmeyince yeni anlaşmalarla faiz ilave edilir. Kur`ân-ı Kerîm`de bu çeşit ribaya işaret edilerek, yasak hükmü getirilmiştir:" Ey iman edenler gerçek mü`minler iseniz Allah`tan korkun, faizden henüz alınmamış olup da kalanı bırakın" (el-Bakara, 2/278, 279).

B. Fazlalık ribâsı (ribel-fadl). Bu, hadîs-i şeriflerde yer alan ribâ çeşidi olup, mislî tür malı, misliyle, iki ivazdan (bedelden) birisini diğerimiz üzerine ziyadeyle satmaktır. Meselâ bir ölçek buğdayı, iki ölçek buğdayla peşin veya vadeli olarak trampa etmek gibi...

Ubâde b. es-Sâmit`ten Hz. Peygamber`in şöyle dediği nakledilmiştir: "Altın altınla, gümüş gümüşle, buğday buğdayla, arpa arpayla, hurma hurmayla ve tuz tuzla misli misline, birbirine eşit ve peşin olarak trampa edilirler. Ama bunların cinsleri ayrı olursa peşin olmak şartıyla, istediğiniz gibi satış yapınız" (Müslim, Müsâkat, 81; Ebû Davud, Büyü`,18; Ahmed b. Hanbel, V, 314, 320). Bu hadisin Tirmizî`deki rivâyetinde şu ilave vardır: "Her kim bu şekil mübâdelede fazla verir veya alırsa şüphesiz ribâ yapmış olur" (Tirmizî, Büyü`, 23).

Islâm hukukçularının çoğunluğu bu hadiste sayılan altı maddeyi "örnek kabılinden" sayarken, yalnız Zâhirîler, yasak hükmünün sadece bu altı maddeye ait olduğunu söylemişlerdir. Buna bağlı olarak ribanın illeti de tartışılmıştır.

Hanefilere göre, faizin illeti mislî mallarda cins ve miktar birliğidir. Ölçü ile alınıp satılan şeylerde cins ve ölçü birliği, tartı ile alınıp satılan şeylerde ise cins ve tartı birliği ortak niteliktir. Bu duruma göre faizin hükmü, yalnız hadiste zikredilen altı maddeye değil, ortak özelliğe sahip olan tüm maddelere uygulanır. Bir hadiste şöyle buyurulur: "Faiz ancak altında veya gümüşte yahut ölçülen veya tartılan ya da yenilen veya içilen Şeylerde cereyan eder" (Imam Mâlik, el-Muvatta`, Büyü`, 44; Zeylaî, Nasbu`r-Râye, V, 36-37). Nesîe (veresiye satış) ribasının illeti ise vadedir. Mislî olan şeylerin aynı cinsle veya değişik cinsteki şeylerle vadeli mübâdelesinde bu çeşit riba gerçekleşir. Ancak vadenin bağlayıcı olmadığı karz-ı hasen ve nakit para karşılığı veresiye satışlarla selem akdi, toplumun bu muamelelere ihtiyacı nedeniyle özel nass (âyet hadis)larla meşrû kılınmıştır.

Şâfiî hukukçulara göre, altın ve gümüşte ribâ illeti para olma (semenlik) özelliği, hadiste sayılan diğer dört maddede ise illet "yiyecek maddesi" olmalarıdır.

Asr-ı saadette ribâ uygulaması örnekleri:

Altının altınla değisimi eşit ağırlıkta ve peşin olarak yapılır. Hz. Peygamber devrinde dinar adı verilen altın para, yaklaşık 4 gram ağırlığında altından ibarettir. Böyle bir para ile altın zinet eşyası alınmak istense, gerçekte altın altınla mübadele edilmiş olur. Bu hesaba göre 60 gram altına eş değer olan 15 dinara 40 gramlık bir bilezik alırsak, 20 gram fazlalık faiz olur. Bunun aksine 10 dinara, 60 gram ağırlığındaki bileziği satın almak da aynı sonucu doğurur.

Hayber`in fethinden sonra Allah Rasûlüne ganimet olarak getirilen boncuk ve altından oluşan bir gerdanlığı Fudâle b. Ubeyd 12 dinara satın almıştı. Altınlarını ayırınca yalnız bunların 12 dinardan fazla olduğunu gördü. Durumu Allah Rasûlüne anlatılınca;" Âltınlar ayrılmadan satın alınmaz" buyurdu (Müslim, Müsâkât, 17).

Gümüşün para birimi dirhemdir. Bir dirhem yaklaşık 3,2 gram gümüş ihtiva eder. Gümüşten yapılan ziynet eşyası ve benzerlerinin gümüş para karşılığında satımı hâlinde de, altın konusunda arzedilen sakıncalar ortaya çıkar, Muâviye devrinde savaş ganimeti olan gümüş bir kap, bu kabın ağırlığından farklı miktarda dirhem (gümüş para) karşılığında satılmak istenince, bir sahabi, Ubâde b. Sâmit`in naklettiği altı ribevî madde hadisini hatırlatmış ve satışın ancak eşit ağırlıktaki gümüşler arasında olabileceğini belirtmiştir (Müslim, Müsâkat, 80; bkz. Ibn Mâce, Mukaddime,II).

Altın veya gümüş paranın kendi cinsleriyle mübâdele edilirken peşin ve eşit ağırlıkta olmasının istenmesi, paranın maden değerinin (gerçek değeri) üstünde veya altında nominal (izafi) bir değer kazanmasını engellemiştir. Yani para ile, kendi cinsinden imal edilen altın veya gümüş ziynet eşyaları arasında bir fiyat farkının oluşmasını, başka bir deyimle, o devirlerde enflasyonun oluşmasına İslam`ın faiz yasağının engel teşkil ettiği söylenebilir.

Altın ve gümüş, biri diğeriyle, peşin olmak şartıyla, farklı ağırlıklarda mübâdele edilebilir. Hz. Ömer, altı ribevî madde hadisini naklettikten sonra şunu ilâve etmiştir: "Bu maddelerin birbirleriyle mübadelesinde, alıcı senden eve girip çıkıncaya kadar mühlet istese bile verme. Çünkü sizin için ramâ`dan, yani ribâdan korkuyorum" (Mâlik, Muvatta`, Büyü`, 33).

Hurmanın hurma ile mübâdelesinde şu örnek dikkat çekicidir. Bilâl (r.a) Hz. Peygamber`e ikram etmek üzere iyi cins hurma getirdi. Allah`ın elçisi bu hurmayı nereden aldığını sorunca, Bilâl şöyle dedi: "Bizde âdi bir hurma vardı. Nebî (s.a.s)`e yedirmek için, ben onun iki ölçeğini bu iyi hurmanın bir ölçeğine sattım". Bunun üzerine Allah`ın elçisi şöyle buyurdu: Eyvah, eyvah! Ribânın ta kendisi, ribânın ta kendisi. Bunu böyle yapma. Fakat hurma satın almak istersen, kendi hurmanı başka bir satım akdi ile sat. Onun satış bedeli ile istediğin hurmayı satın al" (Buhâri, Vekâle,11). Buna göre, aynı cins misli mallar trampa edilecekse, eşit olarak mübâdele edilmeli, eğer kalite farkı gibi nedenlerle taraflardan birisi veya ikisi buna razı değillerse, mübâdele edilecek malların kıymeti para ile takdir edilerek değisim yoluna gidilmelidir.

Böylece faiz yasağının amacının, tarafların aldanmasını önlemek ve haksız kazanca engel olmak noktasında toplandığı anlaşılmaktadır.

Islâm hukukçularının çoğunluğuna göre, nakit para borçlarında, geri ödeme tarihine kadar paranın satın alma gücünün düşmesi veya yükselmesi dikkate alınmaz. Ancak Imam Ebû Yusuf altın veya gümüş para dışındaki madenî paraların (felsler) satın alma gücünde meydana gelebilecek değişmeler, borçların ödenmesinde dikkate alınır. Satın alma gücünde ki düşme veya yükselme halinde, borç satım akdinden doğmuşsa akit tarihi; ödünç (karz) akdinden doğmuşsa kabz (teslim etme) tarihi esas alınarak, madenî paranın altın veya gümüş para karşılığı itibariyle ödeme yapılır. Ebû Yusuf bu görüşüyle madenî paralarda enflasyon farkını faiz olarak kabul etmemektedir. Ancak onun bu görüşü, kendi devrindeki altın veya gümüş paradan doğan borçları kapsamına almamaktadır. Ibn Âbidîn bu noktayı özellikle belirtmiştir (Ibn Âbidîn, Reddül-Muhtâr, IV, 24, Resâil, II, 63, 64; Tenbîhu`r-Ruküd alâ Mesâili`n-Nuküd, Mecmuatu`r-Resâil, II, 52; el-Fetâvâl-Bezzâziye, (Hindiyye kenarında), c. IV, 510).

Ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı devletinde altın karşılığı olarak banknot çıkarılmıştı. Bunlar onaltıncıve onyedinci yüzyıllarda bazı Avrupa ülkelerinde çıkarılan şemsili kâğıt paraların benzeri ve devamı niteliğindedir. Onyedinci yüzyılda Ingiltere ve Isveçte resmî darphaneler kendilerine bırakılan altın ve mücevherleri emânet olarak muhafaza ediyorlardı. Ancak, devlet mâlî sıkıntılar yüzünden bu güveni kötüye kullanınca, sarraflar teşkılatlandılar ve halkın elindeki kıymetli eşyayı da saklamaya başladılar. Işte sarrafların emanet bırakanlara verdiği "Goldsmith`s notes" denilen makbuzlar, para yerine kullanılan ilk yazılı belgelerdir (Feridun Ergin, Iktisat, 560, 570).

Osmanlılarda, Ibraz edildiklerinde altın karşılığının ödeneceği taahhüt olunan banknotlarla, karşılık gösterilen altın arasında giderek satın alma gücü farkı meydana gelmiştir. Bu durum, fels ve mağşuş paralarla altın ve gümüş paralar arasında meydana gelen satın alma gücü farkı ile aynı niteliktedir. Borçların banknotla ödenmesinde bu enflasyon farkının ilâve edilmesi faiz sayılmamıştır. Meselâ, 1879 M. tarihli bir kararnamede, borçlar kâime ile ödenirken, 450 kuruşluk kâime yerine bir yüzlük altın (1 altın lira) veya borçları ödeme gününde, bir altın kaç kâime ederse o kadar kâime ödenmesi emrolunmuştur. Günümüzde kâğıt para, önceki yüzyıllarda para fonksiyonu olan mübâdele vâsıtalarının yerine geçen, devletin desteklediği ve halkın muâmelelerde kullanmasıyla tedâvülünü örfleştirdiği bir para çeşidi olmuştur. Bu yüzden altın, gümüş veya diğer madenî paralara uygulanan faiz hükümleri kâğıt paraları da kapsamına alır. Ancak kâğıt paralar piyasada, itibarî (nominal) değerle dolaştıkları için, aynı nitelikteki madenî (fels ve mağşûş para) paraların benzeridir. Aralarındaki fark şudur: Ebû Yusuf`a göre, tedâvülden kalkması veya satın alma gücünde değişiklik olması halinde felsin kıymeti, satım akdinde akit tarihi, karzda teslim tarihindeki altın veya gümüş paranın kıymeti üzerinden hesaplanmıştır. Bu, bir enflasyon farkından çok, aynı anda tedavülde bulunan iki para arasında "kur ayarlaması" olarak düşünülebilir.

RIBÂT

Ip, bağ, sağlam yapı, kervansaray, ülke sınırı, sınırda nöbet beklemek. "Sınırda nöbet tutan" anlamında "murâbıt" şeklinde de kullanılmaktadır. Kur`ân-ı Kerim`de bir ayette, "savaş için bağlanıp (ribât) beslenen atlar" (el-Enfâl, 8/60) başka bir ayette de, "sınırda düşmana karşı nöbet tutmak" (Alu Imrân, 3/200) anlamında kullanılmaktadır. Hadis-i şeriflerde Allah yolunda savaşmak için atların hazır tutulması anlamında kullanılmakla beraber (Ibn Mace, Cihad, 14, Edeb, 10; Ahmed b. Hanbel, I, 12, 395, VI, 458) daha çok nöbet tutmayı ifade etmektedir.

Fıkıhçılar ribatı şöyle tanımlamaktadırlar: "Ribât, müslümanları kâfirlere karşı korumak için sınırlarda beklemektir. Sınır ise, halkının düşmandan korkusu olduğu her yerdir. Ribât "ribâtul-Hayl" (at bağlamak)`dan gelmektedir. Süvarılerin atlarını bağlayıp nöbet tutmaları olayından adını alan ribât, sınırlarda at bulunsun bulunmasın nöbet tutmak için oluşturulmuş mekânların adı olmuştur (Ibn Kudâme, el-Muğnî, VIII, 356).

Hadis-i Şerifler Allah yolunda nöbet tutmanın faziletinin büyüklüğünü değişik şekillerde ifade etmektedirler:

"Allah yolunda bir gece nöbet (ribât) beklemek bir ay`ı oruç ve ibadetle geçirmekten daha hayırlıdır. Ölürse dünyada yaptığı ameli ve rızkı devam eder. Kabır azabından da emin olur" (Buhârî, Cihâd, 73; Müslim, Imare, 163; Nesaî, Cihad, 39).

"Allah yolunda sınırda bir gün nöbet tutmak, dünya ve üzerinde bulunanlardan daha hayırlıdır" (Buhârî, Cihad, 73).

"Allah yolunda düşmana karşı nöbet tutan kimselerin dışında bütün ölülerin amel defterleri kapanır. Murabıtların ise, iyi amelleri kıyamet gününe kadar yazılmaya devam eder ve bu kimseler kabır azabı konusunda emindirler" (Ebu Davud, Cihad, 15; Tirmizi, Fedailul-Cihad,II).

"Iki göz vardır ki onlara ateş değmez: "Allah korkusundan ağlayan göz ile Allah yolunda nöbet bekleyen göz" (Tirmizî, Fedâilu`l-Cihad, 12).

Ribât başlangıçta sadece sınırda nöbet tutma işini ifade eden bir kavramken sonraları, bu işin kurumlaşmasıyla daha yerleşik ve kapsamlı bir muhtevaya sahip olmuştur. Ilk önceleri ribât cihada hazır halde bulundurulan atların (hayl) bağlandığı ve ulakların binek değiştirdikleri ve konakladıkları yerlerin adıydı. Cihad farızasını yerine getirmek, Islâm tebliğini diğer insanlara ulaştırmak ve bu tebliğe direnen güçlerin tecavüz ve tehditlerinden Islâm yurdunu korumak için sınırlarda düşmanı gözetlemek ve onun hareketlerini zamanında ve süratli bir şekilde gerideki kuvvetlere bildirmek kaçınılmaz bir ihtiyaçtı. Bunun için, Islâm devletinin tehlikeli sınırlarında müstahkem yapılar inşa edildi. Bu mekanlar aynı zamanda düşman toprakları içerisinde harekâtta bulunacak müfrezelerin de toplanma yerleriydi. Ayrıca bir düşman saldırısı tehlikesi sözkonusu olduğu zaman çevredeki halk için ribâtlar bir sığınma yerleriydi. Ribât, zamanla kendine has bir mimari üslûp kazandı. Karşılamış olduğu ihtiyaca göre şekillenen ribâtlar, sağlam bir savunma suru ile çevrelenmiş içinde silah ve erzak deposu, ahırı, mücahitler için hücreleri, yüksekçe bir gözetleme ve işaret kulesini kapsayan mustehkem bir mevki olarak inşa edilmekteydi. Ancak, ribâtlar her zaman böyle gelişmiş yapılar şeklinde değildi. Bazı yerlerde tahkim edilmiş ve bir gözetleme kulesi bulunan basit sınır karakollarıydılar. Eski coğrafyacılar tarafından sadece Maveraünnehir`de on binden fazla ribat bulunduğu rivayet edilmektedir. Düşman saldırısına karşı açık deniz sahillerinde de çok sayıda ribât vardı. Buna göre Filistin ve Mağrib`e kadar bütün Kuzey Afrika sahilleri boyunca birbirini görecek tarzda kuleleri olan ribâtlar bulunmaktaydı. Bu ribatlardaki ateş kuleleri ile Sebte`den (Cebeli Tarık) Iskenderiye`ye bir gece gibi kısa bir zamanda haber ulaştırılabildiği rivâyet edilmektedir. Öte taraftan Sicilya ve Malta takım adalarında da ribâtlar vardı. Endelüs`te ise hem sahil şeridi hem de kara hududu boyunca ribâtlar kurulmuştu.

Filistin sahillerindeki ribâtlar müslüman esirlerin kurtarılmaları amacıyla da kullanılmışlardır. Ribâtlardaki kulelerden yaklaşan hristiyan gemileri gözetlenir ve bunların taşıdığı müslüman esirler halkın katılımıyla toplanan paralarla fidye ödenerek kurtarılırlardı.

Ribâtların çoğu ribâtın fazileti hakkında varid olan hadislere ittiba eden gönüllü müslümanlar tarafından inşa edilmişlerdir. Aynı şekilde buralarda nöbet bekleyen müfrezeler de gönüllülerden oluşmakta ve bunlara murâbitûn denilmekteydi. Ancak, bu iş devleti idare edenlerin görevleri arasında bulunmakta olup, ihtiyaç ölçüsünde ribât inşa etmek için gerekli faaliyetleri yürütüyorlardı. Ribâtta zaman, nöbet, eğitim ve ibâdet ile geçirilmekteydi.

Tunus`ta bulunan ve zamanımıza kadar varlığını koruyan Susa ribâtı, ribât kurumunun eski bütün özelliklerini taşımakta olup, bir örnek teşkil etmektedir. Bu yapı, dört tarafı duvarla çevrilmiş, köşelerde ve yanlarda kuleleri yükselen mustahkem bir binadır. Tek giriş kapısına sahip olan ve içerdeki bir merdivenle orta avlusuna inilen bu ribatın avlusu kapalı revaklar ve hücrelerle çevrilıdır. Birinci katına iki merdivenle çıkılmakta ve avlusunun üç yönü hücrelerle çevrili bulunmakta, dördüncü tarafta ise mescid yer almaktadır. Birinci katın üzeri düz bir çatı ile örtülmüştür. 20 m. yükseklikteki işaret kulesinin kapısı buraya açılmaktadır.

Ribâtların en parlak dönemi IX. asırdır. XI. ve XII. asırlarda ribâtlar cihada yönelik fonksiyonlarını kaybetmiş ve zamanın sadece zikir ve ibadetle geçirildiği mekanlar (Tekke-Zaviye) haline getirilmişlerdir. Ancak, bu asırlarda hristiyan Ispanya ile sıcak savaş halinde bulunan Mağrib bölgesinde ribâtlar cihada yönelik görevlerini yerine getirmeye devam etmişlerdir. Bir kısım ribâtlar, devletin yol güvenliğini ve kervanların konaklama ihtiyaçlarını sağlamaya yönelik kurumlar haline dönüştüler ki bu yapılar bu fonksiyonlarından dolayı kervansaray adını aldılar. Selçuklular dönemi, kervansaray tipi ribâtların çokça inşa edildiği bir dönem olup, Nizamülmülk`ün siyasetnâme adlı yapıtına göre devletin başlıca görevlerinden biri de bu tür ammenin hizmetine yönelik yapılar inşa etmektir.

Kuzey Afrika`da XII. asırdan sonra ribatlar yavaş yavaş bir şeyhin etrafında toplanan müridleri barındıran tekkeler şeklini aldılar.

Ribât görevini yerine getiren kimseler için kullanılan murabıt kelimesinin çoğulu olan "murabitün" Mağrib`de kurulan ve temel öğesi cihâd farızasını yerine getirmek olan devlete ad olmuştur. Abdullah b. Yaşın adındaki bir Islâm davetçisinin Lamtuna Berberileri arasında tebliğ faaliyetinde bulunmuş ve gördüğü tepki üzerine Aşağı Senegalda, Nijer nehrinde bulunan bir adaya sığınmış ve burada Ribât adını verdiği bir tekke kurmuştu. Onun ısrarlı çalışmaları sonucu bu ribât özellikle Lamtuna kabilesine mensup bin kadar savaşçı bir derviş grubun merkezi haline geldi. Bu mücahidlerin, Abdullah b. Yaşın`e olan bağlılıkları tamdı. Son derece cesur bu topluluk, murabitün olarak adlandırıldı ve onların kurduğu devlet bu adla anıldı. Abdullah b. Yaşın`in Sanhaca kabileleri arasında giriştiği yoğun tebliğ faaliyetleri semeresini verdi ve ihtida eden büyük kitlelerin sarsılmaz lideri konumuna gelerek askerî bir gücü eline geçirdi. Arkasından atadığı komutanlar ile fetih hareketlerine girişti. Murâbıtlar verdikleri başarılı savaşlarla, devletin hudutlarını Atlas Okyanusundan Tunusu ve oradan da Endelüs`e kadar genişletmişler ve hristiyanlarla başarılı savaşlar yapmışlardı.


RİYA

İş, söz ve davranışlarda gösterişe yer verme; bir iyiliği veya salih bir ameli Allah`ın rızasını kazanmak niyetiyle değil, insanların beğenisi için yapma. Bu davranışta bulunan kimseye riyakâr veya müraî denir.

Riya, insanlar arasında manevî nüfûz, şan ve şöhret, maddî çıkar sağlamak için yapılır. Dünyaya âit bu tür maddî ve manevî çıkarları elde etmek için, dinin insanlar tarafından kutsal değerlere karşı beslenen bağlılık ve hürmet duygularının âlet edilmesi, riyanın en kötü şeklidir. Bu tür davranışlar, hilekârlık ve yalancılıktır. İnsan şeref ve haysiyetine hakarettir.

Riyakâr kişinin söz ve davranışlarındaki samimiyetsizlikleri, diğer insanlar tarafından kısa zamanda anlaşılır. Bunlara kimse güvenmez.

Riyanın her çeşidi ahlaksızlık olduğu halde, ibadetlerde riyakâr olmak çok daha büyük bir ahlâksızlıktır. Rasûlüllah Efendimiz; Muhakkak ki, sizin için en çok korktuğum şey, küçük şirk, yani riyadır, " (Tirmizi, Hudut, 24) buyurmuştur. İbadet, Allah için yapılır. Allah`ın rızası dışında bir amaçla; gösteriş olarak ibadet yapmak, Allah rızasını ortadan kaldırır. Gösteriş için ve bir çıkar düşüncesiyle Kur`ân okumak, namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek, hacca gitmek, sadaka vermek, ibadetleri boşa çıkarır. Allah Teâlâ;

"Ey iman edenler! Sadakalarınızı, insanlara gösteriş için malını harcayan, Allah`a ve âhiret gününe inanmayan kimse gibi başa kakmak ve eziyet etmek suretiyle boşa çıkarmayın. Çünkü onun bu gösterişinin hâli, üzerinde az bir toprak bulunan bir kaya parçasının hâline benzer ki, ona şiddetli bir yağmur isabet edince üzerindeki toprağı temizleyip kendisini katı bir taş hâlinde bırakır" (el-Bakara, 2/264) buyurmuştur. Şu halde, Allah`ın emrini ve rızasını düşünerek değil de, dindar görünmek için ibadet etmek, âlim ve bilgili desinler diye ilimle uğraşmak, cömert tanınmak için zekât ve sadaka vermek, riyadan ibaret kötü bir davranışın ötesinde bir anlam ifade etmemektedir. Rasûlüllah şöyle buyurmuştur:

"Her kim duyulsun diye bir iş işlerse, Allah onun kıymetsizliğini duyurur. Her kim gösteriş olsun diye bir iş yaparsa, Allah da onun gösteriş yapmasını ve değersizliğini ortaya çıkarır" (Müslim, Zühd, 38); "Şüphesiz riya şirktir" (İbn Mace, Fiten, 16). ,

Dünyevî menfaat söz konusu olunca ameller boşa çıkar. Yine Rasûlüllah (s.a.s) şöyle buyurur: "Gösteriş için oruç tutan, namaz kılan, sadaka veren kimse Allah`a şirk koşmuştur" (et-Tergib ve`r-Terhib, I, 32). Hadis-i Kudsî`de de Cenab-ı Allah şöyle buyurur: "Ben ortakların ortaklığından en müstağnî olanıyım. Her kim bir iş yapar da, onda, benden başkasını ortak kılarsa onu da, o ortaklığını da terk ederim" (Müslim, Zühd, 46).

Riya çok değişik şekillerde yapılmakla birlikte, bunlarda ortak özellik, dindarlık veya dürüstlük görüntüsü altında, insanlar arasında çıkar sağlamak, şan ve şöhrete ulaşmak arzusudur. Sevmedikleri kişileri seviyormuş gibi görünen, onlara yağ çeken, öven ve böylece menfaat sağlamaya çalışan riyakârlara da bol bol rastlanır.

Allah`a ve insanlara karşı samimi davranarak riyadan uzak durmak mümkün olduğu kadar ibadetleri gizli yapmak, Allah rızasını insanların övgüsü, isteği, yergisi, korkusu ve çıkar düşüncesine tercih etmek müslümanın prensibidir.

RUH

İnsana hayat veren ve onu, düşünen, anlayan, idrak eden bir kişi haline sokan maddî olmayan, ölümsüz varlık. Can, nefes, öz, nefis, ilham, vahiy, cebrail vb. anlamları vardır.

Rûh kavramının, insanın yaşam ve var oluşuyla ilişkilendirilmiş bir şekilde tarih boyunca üzerinde durulmuş, mahiyeti hakkında çeşitli açıklamalar getirilmiş ve tezler ileri sürülmüştür. Ancak, rûhun madde dışı bir yapıya sahip olması onun tanımlanmasını imkânsız kılmakta ve ileri sürülen görüşleri askıda bırakmaktadır.

Bazılarına göre rûhlar latif cisimlerdirler ve vücuttaki damarlar vasıtasıyla bedende dolaşan ve ona hayatiyet kazandıran havaî varlıklardırlar. Pnevma denilen ve maddî olarak düşünülen rûh, birçok felsefi ekole göre bedeni sadece ayakta tutan hayat kuvvetinden ibaret sayılmayıp, bizzat nefsin kendisidir (Paul Janet-Gabriel Seaille s, Metalib ve Mezahib, çev. M. Hamdi Yazır, İstanbul 1978, 145; ayrıca bk. Ali et-Tehanevî, Keş-Şafu İstilahatı`l-funun, İstanbul 1984, I, 541). Bununla birlikte çok eskilerden beri, maddî özelliklerden tamamen somutlanmış bir rûh kavramının varlığı değişik topluluk ve kültürlerce kabul görmüştür. İnsanlık tarihi boyunca, cismanî cesetten farklı, onun içine yerleşmiş maddesiz ve ölümsüz bir varlığın bulunduğuna inanılmıştır.

İnsanlık tarihinin belki de ilk dönemlerine kadar uzanan ve insanları üzerinde düşündürmeye sevkeden ruh kavramının doğuşunu ilk insanın Allah`dan vahiy alan bir peygamber olmasıyla izah etmek mümkündür. Ruh, insanların vahiy çizgisinden sapmalar gösterip, putperest yönelişlere meyletmeleriyle birlikte, değişik anlamları içeren ve tapınma, korku, ümit gibi hisleri harekete geçiren bir doğa üstü varlık haline geldi. İlkel puta tapıcılık dinlerinde, cansız, donuk cisimlerden yapılan şekil verilmiş putlar veya kutsal sayılan diğer cansız varlıklar, hareketsiz oldukları ve yerlerinden kımıldamaya güç yettiremeyecekleri bilindiği halde onlara tapınılır ve onlardan isteklerde bulunulurdu. Bu, çağdaş putperest toplumlarda devam eden bir davranış şekli olarak varlığını sürdürmektedir. İnsanların böyle bir yola sapmalarının sebebi, tapındıkları bu cisimlerde ruhî bir kuvvetin ve yaptırım gücünün var olduğuna inanılmasıdır.

Rûh konusunda tarih boyunca temelde iki akım sürekli karşıt doktrinler geliştirerek düşüncelerini ispatlamaya çalışmışlardır. Bunlardan biri, maddî âlemin dışındâ maddesiz, manevî bir âlemin ve bu âleme mensup varlıkların mevcudiyetini kabul edenlerin oluşturduğu grup; diğeri de madde dışında başka bir varlığı tanımayan eski tabirle Maddiyyün denilen Materyalistlerin oluşturduğu ekol. Ancak ruhun varlığını kabul eden din ve düşünceler, onun tanımlanması ve mahiyeti hakkında birbirinden oldukça farklı anlayışlara sahip olmuşlardır.

Eski Mısırlılarda ve Çinlilerde ikili bir rûh inancı hâkimdi. Mısırlılar, ölümden sonra rûh (soluk)`un birinin cesedin yanında kaldığına, tinsel (ruhî) olan diğerinin de ölüler diyarına gittiğine inanmaktaydılar. Çinliler ise insanın ölümüyle birlikte kaybolan bir rûh yanında, ölümden sonra da yaşayan ve kendisine tapınılması gereken üstün bir rûhun (Hun) varlığına inanmaktaydılar. Hintliler ise öldürdükleri düşman savaşçılarının sağ ellerini keserlerdi. Böylece inançlarına göre ölüm sonrası yaşamlarında silah kullanmaları engellenmiş olurdu.

Yunan felsefesinde rûh kavramının içerdiği anlam, dönemlere ve felsefe akımlarına göre değişiklikler göstermiştir. Epikuroscular ruhun beden gibi atomlardan meydana geldiğini ileri sürerlerken, Platoncular ise, rûhu ilahlarla soy birliğine sahip, madde ve cisimden soyut bir tözsel ilke olarak kabul ediyorlardı. Batı felsefesinde rûh üzerindeki tartışmalar ortaçağ ve sonrasında devam etmiştir.

Hristiyanlıktaki ruh anlayışı, antik batının putperest etkisiyle vahiy gerçeğinden farklı bir platforma oturtulmuştur. Meselâ, Allah bir rûh olarak telakki edilir ve Ruhul-Kudüs (Cebrail), teslis inancının bir unsuru olarak Allah`a şirk koşulur. Öte taraftan, İnsanlara ait rûhlar konusunda da birtakım gerçek dışı ve mesnetsiz iddialar ortaya atılmıştır. Meselâ, İncil`de "Rûh, rüzgar gibi, istediği yere eser. Rab ile birleşen onunla bir ruh olur" (bk. P. Janet-G. Seailles, a.g.e., 148) denilmektedir.

Bazı dinlerde, ölümsüz olan rûhların bir bedenden başka bir bedene geçtiğine inanılmaktadır. Rûh göçü (tenasuh) adıyla anılan bu inanışa göre, ölen bir kimsenin rûhu tekrar başka bir bedenle dünyaya döner ve bu sonsuza dek böylece sürüp gider. Hint inançlarında yer etmiş olan bu düşünce eski Mısır`da da oldukça yaygındı. Onlara göre, kötü rûhlar hayvan bedenlerine hulül ettirilerek iyileşip iyileşmedikleri denenir, iyi rûhlar ise üç bin yıllık bir cennet yaşamından sonra yeniden dünyaya dönerler. Cesedlerin mumyalanmasının sebebi, yeniden dünya yaşamına dönecek olan rûhların kendi bedenlerini bulmalarını sağlamaktır. Bu ilkel rûh göçü inancı günümüzde de kendisine taraftar bulabilmekte ve bazı toplumlarda kitle inancı şeklinde varlığını sürdürmektedir.

Eski batı toplumlarının çoğu ruh göçü inancına sahip olmuşlardır. Antik Yunan filozoflarından Pythagoras, ruh göçüne inanmakta, Platon ise bilginin önceki yaşamdan kalan bir birikim olduğu iddiasını desteklemek için rûh göçünü delil olarak ileri sürmekteydi. Rûh kavramı hakkında tarih öncesi devirlerden beri süregelmekte olan ve her çağda üstüne yeni bir şeyler eklenen nazariyelerin birer hayal ürünü ve vehimden ibaret olduğu bir gerçektir. (bk. Tenasüh mad.).

Allah Teâlâ, Hz. Adem`le başlayan ve Hz. Muhammed (s.a.s) ile son bulan vahiy süreci içerisinde insan oğlunu bir çok gaybî meselede bilgilendirmiştir. Madde dışı âleme dair bilinen bilgilerden sağlıklı ve güvenilir olanı sadece, Allah`ın peygamberleri aracılığıyla insanlara ulaştırmış olduğu bilgilerdir. Kur`ân-ı Kerîm`de insanı canlı kılan anlamdaki ruhun mahiyeti hakkında hemen hemen hiç bir bilgiye yer verilmemiş olmasından hareketle; ilahî hikmetin, ruhun hakikatini, Allah`ın insanoğluna vermiş olduğu ve bütün bilginin yanında çok cüz`i kalan malumatın dışında tuttuğu söylenebilir.

Kur`ân-ı Kerim`de rûh kelimesi değişik bir kaç anlamda kullanılmıştır.

Allah Teâlâ, Hz. Âdem (a.s)`ın cesedini topraktan şekillendirdikten sonra ona kendi rûhundan üflemiş ve böylece Adem (a.s) hayat kazanmıştır. Yine, insanı ana rahminde yarattıktan sonra, ona kendi rûhundan üflemiş ve onu rûh sahibi canlı bir insan haline getirmiştir: "Her şeyi en güzel şekilde yaratan, insanı önce balçıktan vareden sonra insan soyunu adi bir suyun özünden yaratan, sonra şekil verip düzelten, ona kendi ruhundan üfleyen... O`dur" (es-Secde, 32/7-9); "Hani bir zaman Rabbin melekler: "Ben balçıktan bir insan yaratacağım; Şeklini tamamlayıp rûhumdan üflediğim zaman hemen ona secde edin" demişti" (es-Sa`d, 38/71-72) Ana karnında insan yaratılışının aşamaları ve rûhun ona üfürülüşü hak. ayrıca bk. Buhari, Enbiya, I ; Müslim, Kader, I ). İsa (a.s)`ın babasız olarak yaratılışı anlatılırken de rûh, aynı anlamda kullanılır: "Irzını koruyan Meryem`i de hatırla. Biz ona ruhumuzdan üfledik..." (el-Enbiya, 21/91: Ayrıca bk. Et-Tahrim, 66/12). İsa (a.s) bundan dolayı rûhullah (Allah`ın rûhu) olarak da isimlendirilmiştir (bk. Buharî, Tefsiru Sûre, 2; Tevhid, 19; Müslim, İman, 322; Ahmed b. Hanbel, III, 368).

Yine ruh kelimesi Cebrail (a.s)`ın karşılığı olarak kullanılmaktadır. Bu anlamda, "Ruhul-Kudüs" ve "Ruhul-Emin" terkipleri ile geçmektedir: "De ki; "Kur`ânı, Ruhul-Kudüs (Cebrail), Rabbimin katından hak olarak indirdi" "...Meryemoğlu İsa`ya da açık mucizeler verdik ve onu Ruhu`l-Kudüs ile te`yid ettik" (el-Bakara, 2/87, 253); "Uyarıcılardan olasın diye, bu Kur`ân-ı açık bir Arapça lisanıyla senin kalbine, "Ruhul-Emin" (Cebrail) indirmiştir" (eş-Şuara, 26/ 193-195).

Bazı âyetlerde de rûh kelimesi ile Allah, Teâlâ`nın vahyi, yani âyetleri kastedilir: "Allah meleklerini, vahyi (ruh) ile, kullarından dilediğine göndererek..." (en-Nahl, 16/2; ayrıca bk. el-Mü`min, 40/15; eş-Şûra, 42/52).

Dört âyette rûh, Allah Teâlâ`nın emrine bağlanmıştır (el-İsra, 17/85; en-Nahl, 16/2; el-Mü`min, 40/15; eş-Şûra, 42/52). Rûhu Allah`ın emrine bağlayan ve muhtevasından ruh ile neyin kastedildiği açıkça anlaşılmayan;

"Ey Muhammed! Sana ruhtan sorarlar. De ki; "Ruh, Rabbimin emrindendir (O`nun bildiği bir iştir) size ancak az bir bilgi verilmiştir" (el-İsra, 17/85) mealindeki âyet, ruh konusu üzerindeki tartışmaların odak noktasını oluşturmaktadır. Müfessirler bu âyette ruhtan Cebrail`in, İsa (a.s)`ın, Kur`ân`ın ve Hz. Ali (r.a)`a isnad edilen ve fakat doğruluğu çok şüpheli sayılan tuhaf bir yaratık kılığındaki bir meleğin kastedildiği şeklinde değişik görüşler ileri sürmüşlerdir. Kelamcıların ve müfessirlerin çoğuna göre ise bu âyette sorulan ruh, cesede hayat veren şeydir (Kurtubî, el-Cami li Ahkâmil-Kur`ân, Beyrut 1966, X, 323-324; Fâhreddin er-Râzî, Tefsirül-Kebir, XXI, 36). Görüş sahibi müfessirler, peygamberden, insanı canlı kılan bu ruhun mahiyeti, insan bedeninde gördüğü fonksiyonu, cisimle birleşmeşinin şekli ve yaşama olan bağlantısının sorulduğunu ileri sürmüşler ve işte bu şeyin Allah`tan başka hiç bir kimse tarafından bu yönlerinin bilinmediğini kabul etmişlerdir (bk. Kurtubî, aynı yer).

Er-Râzî, ruhun; mahiyetinin kadîm veya hadis (sonradan yaratılıp yaratılmadığı) olduğu, cesedlerin ölümünden sonra bâki mi kaldığı, yoksa onunda fena mı bulduğu; ruhun saadeti ve şekavetinin ne olduğu vb. açılarından öğrenilmek istendiğini; Allah Teâlâ`nın da buna cevap olarak: "De ki ruh Rabbimin emrindedir" mealindeki âyeti indirdiğini söylemektedir (er-Râzî, a.g.e., XXI, 37). Evet, ruhun yaradılışının Allah Teâlâ`nın en büyük fiillerinden biri olduğunu ortaya koymakta; insanın, varlığı hakkında kesin bilgisi olmasına rağmen, nefsinin hakikatını kavramaktan aciz olduğunu bildirmektedir (Kurtubî, aynı yer).

Kelamcılar insan terimi üzerinde dururlarken, insan olarak isimlendirilen şeyin cesed mi, ruh mu yahut da her ikisi mi olduğu konusunda değişik görüşler ileri sürmüşlerdir. İleri sürülen bir takım delillere göre, insan olarak isimlendirilen ve muhatap alınan şeyin görünen bu cesed olmadığı; onun ölümüyle yaşamaya devam eden ruhun insan olarak adlandırıldığı isbata çalışılmıştır. Nassların kesin olarak ortaya koyduğu gibi ruh, cesedin ölümünden sonra yaşamaya devam etmekte; ceza ve mükafat ile muhatap olmaktadır. Allah Teâlâ, Kur`ân-ı Kerim`de "Allah yolunda öldürülenlere ölüler demeyin; bilakis onlar diridirler; fakat siz farkında değilsiniz" (el-Bakara, 2/ 154) buyurmaktadır.

Rasûlüllah (s.a.s); Âllah`ın peygamberleri ölmezler. Onlar bir dünyadan ötekine nakledilirler" ve "kabır ya Cennet bahçelerinden bir bahçedir ya da Cehennem çukurlarından bir çukurdur" buyurmaktadır. Bu ifadeler, insan olarak isimlendirilen varlığın, cesedin ölümünden sonra da yaşamaya devam eden ruhun olduğuna delalet etmektedir. Yani insan bu cesed ve kalıptan başka bir şeydir (Râzî, a.g.e., XXI, 41).

Her ne kadar ruhun mahiyeti, niteliği, fonksiyonları vb. yönlerinin insan bilgi ve idrakinin ötesinde olduğu, bu âyete (el-İsra, 17/85) dayanılarak kabul edilmişse de; bazı âlimler ruh hakkında konuşma hususunda bir sakınca görmemişler ve onu izah etmeye çalışmışlardır. Alusî, ruhun ulvî (yüce), nuranî ve hayat sahibi olan bir varlık olduğu görüşündedir. Ancak ona göre ruh, mahiyet itibariyle duyu organlarıyla hissedilebilecek cisimler gibi değildir. Bu, bir anlamda suyun gül içinde dolaşması gibidir. O, ne hulûlü ve ne de ayrılmayı kabul etmez. Bedende dolaştığı sürece ona bağlı olarak tüm organlara hayat verir. İbn Kayyım el-Cevziyye de aynı görüştedir.

Kur`ân-ı Kerim`de; "Rabbın, Ademoğlunun sûlblerinden zürriyetlerini çıkarmış, onları kendi nefislerine şahit tutarak; "Ben, sizin Rabbiniz değil miyim?" demiş, onlar da; "Evet şahidiz, Sen bizim Rabbimizsin " diye cevap vermişlerdi. Bu kıyamet gününde, `Bizim bundan haberimiz yoktu" dememeniz içindir" (el-A`raf, 7/172) meâlindeki ayetin tefsirinde âlimler çeşitli görüşler ileri sürmüşlerdir. Bu görüşler hakkındaki farklılıklar, Allah Teâlâ`nın, insanlara; bu soruyu sormasının ne zaman, insanın yaradılışı ve gelişiminin hangi aşamasında ve ne şekilde olduğu gibi konular çerçevesinde ortaya çıkmıştır. Tirmizî`nin naklettiği bir hadiste Rasûlüllah (s.a.s) şöyle buyurmaktadır: "Allah Teâlâ, Adem`i yarattığında onun sırtını sıvazlamış ve kıyamet gününe kadar Allah Teâlâ`nın onun zürriyetinden yaratacağı her insan onun sırtından düşmüştür...” (İbn Kesîr, Hadislerle Kur`an-ı Kerim tefsiri, Terc. Bekir Karlığa-Bedrettin Çetiner, İstanbul 1985, VII, 3135). Başka bir hadiste de şöyle denilmektedir: "Allah Teâlâ Adem`in sülbünden Nu`man yani Arafat`ta ahit almıştır. Onun sülbünden yarattığı her zürriyeti çıkarmış, önünde yaymış, saçmış, onlarla doğrudan konuşup;

"Ben sizin Rabbiniz değil miyim? demişti. Onlar şöyle demişlerdi: "Evet, biz buna şahidiz. " (İbn Kesir, a. g. e. , VII, 3133).Müfessirler bu konuda deliller çerçevesinde değişik görüşler ileri sürmüşlerse de, insanların Adem (a.s)`ın yaradılışından sonra topluca yaratılmış oldukları, dolayısıyla "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" sorusuyla, ruhların muhatap olduğu sonucu da çıkarılabilir. Nitekim Ubey b. Ka`b`dan gelen bir rivâyette o; "Rabbin Ademoğullarının sülblerinden zürriyetlerini çıkarmış." âyeti hakkında şöyle demiştir: "Allah Teâlâ, kıyamet gününe kadar ondan olacakların tamamını o gün huzurunda toplamış, önce onları ruh haline getirmiş, sonra onlara şekil vermiş, sonra da onları kendi nefisleri üzerine şahit tutarak "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diye sormuştu... (İbn Kesir, a.g.e., VII, 3136-3147). Bu rivâyetten açıkça anlaşıldığı gibi, ruhların, anlayan, idrak eden ve kelâma muhatap olup cevap verebilen kişilik kazanmış yapıda yaratılmış oldukları kabul edilmektedir. Ebu Hureyre (r.a) de bu konuda şöyle demiştir: "İlim erbabı, ruhların bedenlerden önce olduğu ve Allah`ın onları konuşturup şahit kıldığı hususunda ittifak etmişlerdir" (İbn Kesir, a.g.e., VII, 3145).

Rasûlüllah (s.a.s)`den nakledilen "Ruhlar toplu cemaatlerdir. Onlardan birbiriyle tanışanlar kaynaşır, tanışmayanlar da ayrılırlar" (Buharî, Enbiya, I; Müslim, Birr, 159) hadis-i şerifi de ruhların bedenlerden önce yaratılmış olduğuna işarettir (İbn Hacer el-Askalânî, Fethul-Bârî, Mısır 1959, VII, 179-180). Bedrüddin el-Aynî, bu hadisi şerhederken şöyle demektedir:

"Bu delil, ruhların (cesed için) araz olmadığını, onların cesetlerden önce mevcut olduklarını ve cesedin yok olmasından sonra da var olmaya devam edeceklerini ortaya koymaktadır" (Umdetul-Karî, Mısır 1972, XII, 371). Ruhların toplu olarak yaratıldıkları ve sonra da cesedlere dağıtıldıkları söylenmektedir (a.g.e., aynı yer). Görüldüğü gibi alimler, bu konu ile alakâlı âyet ve hadislerin tefsirinde ruhların bedenlerden önce toplu olarak bir defada yaratıldıkları, Allah Teâlâ`nın "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" Sorusuna muhatab oldukları ve sonra da insanın ana rahminde yaratılmasıyla cesedlere nefhedildikleri sonucuna varmaktadırlar.

Ruhun anne karnındaki cenine nefhedilmesi (üfürülmesi), insanın rahimde oluşumu ve gelişmesi hadis-i şerifte şu şekilde ifade edilmiştir: "Şüphesiz sizden birinizin teşekkülâtı annesinin karnında kırk günde toplanır. Sonra orada o kadar bir müddette bir pıhtı olur. Sonra o kadar müddette orada bir parça et haline gelir. Sonra, Allah ona bir melek gönderir. Meleşe; "Amelini, ecelini, rızkını, Şakî ve sa`id olacağını yazması şeklinde dört kelime emrolunur. Sonra da ona ruh üfürülür..." (Buhârî, Enbiya, I). Abdullah b. Mes`ud (r.a)`dan rivayet edilen bu hadis, Müslim tarafından ruhun üfürülmesi, dört emirden önce zikredilerek rivayet edilmektedir (Müslim, Kader, I).

Ruhun ölümlülüğü ve ölümsüzlüğü üzerinde de tartışmalar yapılmıştır. Ruh, ölümden sonra nerede kalmaktadır? Her insanın ömrü, Allah tarafından takdir edilmiş olup, ne bir artma ve ne de bir eksilmeye tabi tutulmaz. Allah`ın takdir etmiş olduğu zaman dolunca, ya bir sebeb çerçevesinde ya da sebebsiz olarak insan ölür. Yani, ölüm meleği (Azrail) tarafından ruh kabzolunur, bedenden geri alınır. ölümden sonra ruhun kıyamet gününe kadar geçici olarak kalacağı aleme "Berzah alemi" denir. Berzah âlemi, dünya ile ahiret arasında bir geçiş yeridir ve bu iki alemden de farklı olup, mahivetini ancak Allah Teâlâ bilmektedir. Ancak, Berzah aleminde ceza ve mükafatın ruhlar üzerinde etkili olacağını, "Kabır ya Cennet bahçelerinden bir bahçe veya Cehennem çukurlarından bir şukurdur" (Tirmizi, Kıyâmet, 26) hadisi bildirmektedir.

Alimlerin çoğunluğuna göre (ki doğru olan görüş budur), ruhlar beka (süreklilik) için yaratılmışlardır. Ezeli değildirler; ancak, ebedidirler, ölen, insanın cesedidir. Ruhun bedenden ayrıldıktan sonra, kıyamet gününde tekrar bedenine dönünceye kadar, Allah`ın nimet ve azabına muhatap olacağı bir gerçektir.

Şehidlerle alakalı (el-Bakara, 2/ 184) âyet buna delalet etmektedir. Yine Allah Teala; "Her nefis ölümü tadacaktır" (Alû İmran, 3/185) buyurmaktadır. Nefsin ölümü tatması, bedenin ölümü esnasında ölüm acısını hissetmesi, bedenden ayrılırken acı duymasıdır. Tadmak için diri ve duyarlı olmak gerekmektedir. Nefsin ölümü, ruhun bedenden ayrılmasıdır. Bedenden ayrılan ruh, içinde kazandığı şekli bedensiz olarak sürdürür.

Bazı alimler; "Sûr`a üflendi, göklerde ve yerde bulunanlar, korkudan düşüp bayıldılar. Ancak Allah`ın dilediği müstesna" (ez-Zümer, 39/68) meâlindeki âyete dayanarak; kıyamet gününde Allah`ın dilediği bazı kimseler hariç, yerde ve gökte bulunanların hepsinin öleceğini söylemişlerdir. Bu "bayılmak" anlamındaki "sa`k" kelimesini ölüm olarak değerlendirmelerinden kaynaklanmaktadır. Bu doğru değildir. Çünkü Allah Teâlâ; "Orada (Cennette) ilk ölümden başka ölüm tadmazlar" (ed-Duhan, 44/56) buyurmaktadır. Âyet, Cennet ehlinin, dünyada öldükten sonra bir daha ölmeyeceklerini haber vermekte ve ruhun ölümsüzlüğünü dile getirmektedir. Zira, Cennetteki ruhlar, kıyamette tekrar ölselerdi, ikinci kez ölümü tadmış olurlardı ki bu, zikredilen âyete ters düşmektedir.

Kurtubî`nin hocası olan Ahmed b. Amr şöyle demektedir: "Ölüm, mutlak yokluk değil, bir halden diğer bir hale geçmektir. Şehidlerin Allah indinde diri ve rızıklandırılmakta olmaları, kendilerine verilen nimetten ötürü sevinmeleri de bunu gösterir. Şehidler diri olduklarına göre peygamberler de diri olmalıdırlar. Nitekim Peygamber (s.a.s), Mirac gecesinde, Mescid-i Aksa`da ve göklerde peygamberlerin ruhlarıyla karşılaşmış, onlarla görüşmüştür. Öte taraftan Hz. Peygamber (s.a.s), kendisine selam veren herkese selamını iade edeceğini haber vererek bedeninin ölümüyle, ruhunun ölmediğini ve verilen selam ve salatların kendisine ulaşacağını bildirmektedir.

Sûr`a üflendiği zaman, henüz dünyada bulunan bütün canlılar derhal ölürler. Fakat, daha önce ölümü tatmış ve bedeninden ayrılmış olan ruhlar ise Sûr`un dehşetinden düşüp bayılırlar. Ruhların içinde Hz. Musa`dan sonra ilk ayılan Hz. Peygamber (s.a.s) olacaktır (Buhârî, Tefsir, 9; Müslim, Fedail, 10, 161, 162).

Bazı düşünürlere göre, ruh maddeden ayrı olup; ne âlemin içindedir, ne de dışındadır. Onun bir şekli, biçimi ve kişiliği yoktur. Kimilerine göre ise, ruh, bedenin arazlarındandır. Ruhlar ancak beden ile birbirinden ayırdedilebilirler. Bedenin ölümünden sonra ruh tamamen yok olur. Görüldüğü gibi ileri sürülen bu görüşler birer faraziye niteliğinde olup, dayanaktan yoksundurlar. Bu tür gaybî meselelerle alakalı sağlıklı bilgiler, ayet ve Hadislerde verilen bilgilerle sınırlıdır.

Ayet ve Hadislerde öldükten sonra ruh; çıkma, inme, alınma, dönme, gök kapılarının kendisine açılması gibi fiillerle nitelendirilmektedir: "Ölüm sarhoşluğu içinde bulunan zalimler melekler, ellerini uzatmış ; "Nefislerinizi çıkarınız" (derlerken) onların halini görsen” (el-En`am, 6/93); "Ey mutmain olan nefis! Razı olmuş ve olunmuş olarak Rabbine dön, kullarımın arasına katıl, Cennetime gir" (el-Fecr, 89/27-30); Bu nasslar ruhun bir kişiliğe sahip olduğuna işaret etmektedirler. Yine bir âyeti kerimede "Nefse ve onu şekillendirene and olsun” (eş-Şems, 91/97) buyurularak, nefsin düzenlenerek bir şekle sokulduğu ortaya konulmaktadır.

Anlaşıldığına göre, muhtemelen ruh, bedene girmeden önce belirli bir şekle sahip değildir ve o durumu hakkında insanoğlunun hiç bir bilgisi yoktur. Anne karnında oluşan insan bedenine üflendikten sonra bir kişiliğe sahip olur. Ancak, ruh bedenle birlikte gelişir, olgunlaşır ve bir kişilik kazanır. Zaman, bedeni yıpranır fakat ruh, zamanın yıpratıcılığından etkilenmez. Kişinin iyi işleri, ibadetleri ruhu güzelleştirir, kuvvetlendirir ve olgunlaştırır. Kötü ameller ise ruhu çirkinleştirir. İbn Kayyim el-Cevziyye şöyle demektedir: "Yüce Allah, bedeni ruha kalıp olarak düzeltmiştir. Beden ruhun kalıbıdır. Ruh bedeninden bir şekil alır ve onunla diğerlerinden ayrılır. Ruhun taşıdığı özellikler ve kabıliyetler bedene tesir eder. Bundan dolayı beden, ruhun iyilik veya kötülüğünden etkilenir. Dünyada bedenle ruh kadar birbirine sıkı sıkıya bağlı olan ve birbirini etkileyen başka bir şey yoktur. Bundan dolayı ruh, bedenden ayrılınca, iyi bedende olan ruha; "Ey mutmain nefis, çık!" diye hitab edilir. Kötü bedende olan ruha da "Ey habis nefis, çık" denilir. Yüce Allah "Allah, öldükleri sırada nefisleri (ruhları) alır, ölmeyenleri de uykularından (bedenlerinden alıp kendinden geçirir); sonra ölümüne hükmettiğini yanında tutar, ötekilerini de belli bir süreye kadar (bedenlerine) gönderir..." (ez-Zümer, 39/42) âyetiyle nefislerin alındığını, sonra bazılarının bırakıldığını bildirmiştir. Tutulup bırakılmak, bir ferdiyyeti gerektirir. Hz. Peygamber (s.a.s) de "Ölenin gözü, alınan ruhunun ardından bakakalır" demiş; meleğin kabzolunan ruhun elinden tuttuğunu, bu sırada yer yüzünde benzeri görülmemiş bir koku meydana getirdiğini haber vermiştir. Eğer ruh, bir arazdan ibaret olsaydı, kokusu olmazdı. Çünkü arazın kokusu olmaz, arazın elinden de tutulmaz. Kendisinden koku gelmesi, elinden tutulması, onun insan şeklini koruduğunu gösterir" (İbn Kayyim, Kitabu`r-Ruh, s. 46-47).

Hadislere göre kabzolunan ruhlar göklere çıkarılmakta, orada melekler iyi ruhları selamlamakta, nihayet, Rabbin huzuruna sokulmaktadırlar:

"Mü`minin ruhu çıktığı vakit, onu iki melek karşılar, yukarıya çıkarırlar. Sema ehli "Güzel bir ruh yer tarafından geldi. Allah sana ve yaşattığın cesede salat eylesin " derler. Peşinden onu Rabbine (c.c) götürürler. Sonra "Bunu hududun sonuna kadar götürün" buyurur. Kâfirin ruhu çıktığı vakit, sema ehli; Pis bir ruh yer tarafından geldi" derler ve "Bunu hududun sonuna kadar götürün denilir" (Müslim, Cenne, 17). İyi amelle beslenmiş ruh, dünyadaki şeklinden daha mükemmel, daha parlak daha nurlu olmakta, ibadeti vücuduna ruh olarak yansımaktadır. Günahlarla bulanmış ruh ise dünyadaki şekline benzemekle beraber çirkin bir hal almaktadır.

Yine Hadislerden öğrendiğimize göre iyi ruhlar, yeşil kuşlar haline girip, Cennetin ağaçlarına konmaktadır. Bu, ruhların, başka şekillere de girebileceğini gösterir. Fakat her durumda ruhlar, birbirinden ayırdedilir. Ve kendi kişiliklerini muhafaza ederler.

İbn Kayyim el-Cevziyye ise, ruhların bedenlerden daha net olarak birbirinden ayırdedilebileceğini söylemektedir. Bedenlerin birbirine benzemesi, ruhların benzemesinden fazladır. Ruhun, kendisini diğer ruhlardan ayırdedecek özellikleri ve sıfatları bedenin ayırdedici özellik ve sıfatlarından daha çoktur. Mü`min ve kâfirin bedenleri birbirine benzer ama, ruhları farklıdır. İki öz kardeş bedence birbirine benzerler, fakat ruhları asla benzemez. Düşünce ve davranışları çok farklıdır. Bu iki ruh, bedenlerinden ayrılınca, ayrılmaları gayet açık biçimde ortaya çıkar.

Yüce ruhlar -ki melaikelerdir- bir beden içinde bulunmadan birbirinden ayırdedildiğine, cinler de yine birbirinden farklı olduklarına göre; bir beden içinde gelişen insan ruhları da elbette birbirinden ayrıdırlar ve ayırdedici özelliklerini korurlar (bk. İbn Kayyim el-Cevziyye, Kitabu`r-Ruh).

Akaid kitapları genellikle ruhun, kabırde cesedine döneceğini bildirir. Bu inanç "Gerçekten ölü kabrine konulduğu vakit, kendisini getirenlerin oradan ayrılırken ayakkabılarının seslerini pekala işitir" (Müslim, Cenne, 17) şeklinde rivayet edilen hadise istinat etmektedir. Bu konuda İslâm âlimlerinin görüşleri şu şekildedir:

a) Ruh, kabırde cesede girecektir. b) Cesetten ayrılan ruh, kabırde değil, ancak kıyamette bedene girecektir.

c) Cesetten ayrılan ruh, artık hiç bir zaman cesede girmeyecektir. İbn Kayyim el-Cevziyye, ruhların kabırlerde cesedlerine döneceğini bildiren bazı hadislere dayanarak, öldükten sonra ruhun, kabırde cesede döneceğini, fakat bu dönüşün, dünyadaki bedene hayat vermesi şeklinde olmayacağını söylemektedir. Ona göre ruhun, bedenle beş türlü irtibatı (ilişkisi) vardır. Kabırde ruhun cesetle irtibatı, uykuda bedenle irtibatına benzer. Kabırde ruhun bedene dönmesi, bedenle bizim fark edemeyeceğimiz biçimde irtibat kurmasıdır. İbn Kayyim, bu görüşünü ruhun bedene döneceğine dair naklettiği uzun bir hadise dayandırmaktadır. (bk. el-Cevâhir fi Tefsiril-Kur`ân, IX, 117).

Ruh hakkında âyet ve hadisler dışında ileri sürülen bütün görüşler kabule ve redde açıktır. Çünkü mutlak bilgi anlamında bir bağlayıcılıkları bulunmamaktadır.

"Sana ruh`tan sorarlar. De ki; Ruh, Rabbimin emrindendir. Size ancak az bir bilgi verilmiştir" (el-İsra, 17/85) âyetindeki ruhtan, insanı canlı kılan ruhun kastedilmediğini ve dolayısıyla, insanın ruhu hakkında âlimlerin konuşmalarının câiz olduğunu ileri sürenlerin, ruh hakkında ortaya koymuş oldukları görüşler, hiç bir zaman ruhun mahiyetinin gerçekliği hakkında ne tatmin edici olmuştur ve ne de aklın ve hayalin ürünü olmaktan ileri gitmiştir. Çünkü bilgi verilmeyen konu, tamamıyla gayb alemiyle alakalıdır ve gayba dair bilgileri de Allah`tan başka kimsenin bilmesi söz konusu değildir.

Ruh Çağırma Ruhun varlığını kabul eden fakat hakkında sapık ve gerçek dışı bir anlayışa sahip olan kimseler, ölmüş insanların ruhlarıyla irtibat kurulabileceğini ve böylece, gayb âleminden bilgi alınabileceğini ileri sürmüşlerdir. Bu kimseler düzenlemiş oldukları ruh çağırma seanslarıyla insanları kandırmakta ve onların cehaletlerinden istifade ederek menfaat elde etmektedirler. Ruh, Allah Teâlâ`nın emrinde ve denetiminde olan bir varlıktır. Onun insanlar tarafından çağrılıp bazı istekleri yerine getirmeşinin mümkün olduğuna inanmanın hiç bir dayanağı yoktur.


RUH ÇAĞIRMA :

Varlık dünyasının sadece bizim beş duyumuzla algılayabildiklerimizden ibaret olmadığını, meleklerden söz ederken bir parça anlatmaya çalışmıştık. Gerçekten de bizim boyumuzun yetiştigi dünya, yetişemediğinin yanında çok küçük kalır. Bunu aklımızla anlayabiliyoruz. Öyleyse aklımızı biraz daha çalıştırmak zorundayız. Anadan doğma kör olan bir adam düşünün. Bu adamın gözle algılanabilen renklerden hiçbir haberi olamaz. Kendisine şekilleri ve boyları aynı olan iki kalem verseniz ve şu kırmızı, şu da yeşildir, deseniz, o kalemleri eliyle şöyle bir yoklar ve hiçbir fark hissetmeyince kendisiyle eğlendiğinizi bile zannedebilir. Hattâ o, görmenin bile ne olduğunu bilemez. Fakat buna rağmen aklını kullanırsa kendisinin hiç hissetmediği bir renk âleminin bulunduğuna karar verebilir. Işte bizim beş duyumuz değil de, altı ya da daha fazla duyumuz olsa idi, acaba şimdi hissedemediğimiz başka dünyaları öğrenemeyecek miydik? Elbette öğrenecektik. Çünkü varlık âleminin sadece bizim bildiklerimiz olmadığını gösteren birçok olayla karşılaşıyoruz. Sağlam rüyalar, bunlardan sadece bir tanesi. Öyleyse..? Bilinmeyenler bilinenlerden, görünmeyenler görünenlerden daha fazladır. Madde, mânâya esirdir. Mânâyi hiç kabul etmeyip maddeye esir olan, her ikisine de esir olur. Melekler, cinler ve şeytanlar hep o göremediğimiz mânâ âleminin varlıklarıdır. Yani mânâ âleminin de kötü olanları vardır. Öyleyse göremediğimiz,duyamadığımız, fakat vicdanımızın sesinden dinlediğimiz o âlemi bir bilenden öğrenmeliyiz ki, oranın şerleriyle ilişki kurmayalım. Işte bu bilenler peygamberlerdir. Bunları şunun için söylüyoruz :

Bedenimiz gıdaya muhtaç olduğu gibi, ruhumuz da muhtaçtır. Sadece maddeye inanan insanlar, birgün kendilerinde bir boşluk ve bir eksiklik hissediyorlar. Daralıyor, sıkıntı duyuyor ve bir arayış içerisine giriyorlar. Bu durumun, ruhların acıkması olduğunu anlamıyorlar ama, madde dünyası kendilerine dar geliyor ve ellerini dünyanın perdesinden mânâ âlemine doğru uzatıyorlar. Tanımadıkları, bir bilene sormadıkları o dünyadan, körün odun diye yılana sarılması gibi, ellerine geleni alıyorlar. Çoğu zaman o âlemin kötüleriyle karşılaşıyorlar ama, kötü olduğunu anlamadan, susuz insanın çamaşır suyu diklemesi gibi kabulleniyorlar, çünkü ruhları o kadar muhtaçtır ki, kendi dünyası ile ilgili olarak bulduğu herşeyi iyi kötü ayıramadan kabulleniyor. Halbuki, Peygamberligin önderliğinde ruhuna, o âlemin en güzel gıdalarını takdim edebilir ve "doygunluk ve olgunluğa" erebilirdi.

Bütün bunları, ruh çağırma olayının, aslında mânâya inanmayanların suratına kendi elleriyle çarptıkları bir tokat olduğunu anlatmak için söylüyoruz.

Konunun öbür yönüne dönersek; bu adamların "ruh çağırma" diye, önce kendilerini kandırdıklarını peşinen söyleyebiliriz. Gerçi bu tür ruh çağırma celselerinde, bir takım seslerin çıktığı, bir takım kıpırdanmaların olduğu, hattâ bir takım varlıkların görüldüğü ve hattâ bunların fotograf makinesiyle resimlerinin çekildiği bir gerçektir. Yani işin olağanüstü bir yönü vardır. Ancak bu esrarengiz güç onların dediği gibi ruh değil, insanlarla her fırsatta kolayca ilişkide bulunabilen cinlerdir. Onlar insanların bu tür zaaflarını ve bilgisizliklerini fırsat bilir ve bununla, onlar gibi daha yüzlercesini saptırabilirler. Sebep, bu zavallı insanların bir delik bulup ellerini, ötesini görmedikleri o delikten içeri sokmaları ve ellerine geleni yakalayıvermeleridir.

Evet, insanlar öldükten sonra da ruhlar kalıcıdır. Ancak, tekrar dünyaya gelmeleri ve görünmeleri mümkün değildir. Onlar ya nimet, ya da azap görmektedirler. Halbuki, çağrıldığı sanılanlardan hiçbir ruh kendi başına gelenleri anlatmış değildir. Peygamberimiz Bedir savaşı günü bir kuyuya atılan kâfir leşlerine: "Nasıl, rabbinizin size söylediklerinin doğru olduğunu gördünüz mü? Ben, Rabbimin bana vaadettiğinin doğru olduğunu gördüm" diye hitap edince bir sahabi, "ey Allah`ın elçisi, bu ölü insanlar sizin söylediklerinizi duyarlar mi?" diye sormuş. Peygamberimiz de: "Benim söylediklerimi siz onlardan daha iyi duyuyor değilsiniz. Ne var ki onlar bana cevap veremezler" buyurmuştur. (Mûslim, cenâiz26. ) Herhalde Peygamber`e cevap vermeyen ruhların; bu adamlara cevap verebilmesi mümkün olamaz.

Rukye (üfürükcülerin okudukları şeyler)

Dua, efsun, muska; sihirbaz ve üfürükçülerin okudukları şeyler.

İbn Hacer el-Askalanî, alimlerin şu üç şartın bulunmasıyla rukyenin caiz olacağı üzerinde görüş birliği içerisinde olduklarını bildirmektedir:

a) Allah Teala`nın kelamıyla (âyetlerle), isimleri veya sıfatlarıyla olması;

b) Arap diliyle veya başka bir dille anlaşılır olacak şekilde yapılması;

c) Yapılan rukyenin bizzat faydasının dokunduğuna değil, umulan faydanın Allah Teâlâ tarafından gönderildiğine inanılması (Fethul-Barî, X, 206).

Rukye, mubah, haram ve şirk olmak üzere üş çeşittir.

1- Mubah olan Rukye: Kur`ân-ı Kerim`den ayetlerle Allah Teâlâ`nın isim ve sıfatlarıyla, arapça ve anlamı anlaşılır bir dille yapıldığı takdirde mubahtır. Hz. Aişe (r.anh)`dan rivâyet edilen bir hadis-i şerifte şöyle denilmektedir: "Rasûlüllah (s.a.s) son hastalığında muavvizeteyni okuyup kendisine üflüyordu. Hastalığı ağırlaştığı zaman onları okuyarak üzerine üflüyor ve onların bereketi için elini meshediyordum" (Buharî, Tıb, 32; Müslim, Selâm, 51-52).

Yine Hz. Aişe (r.anh) Rasûlüllah (s.a.s)`ın hastalığından bahsederken şunları söylemektedir: "Rasûlüllah (s.a.s) yatağa düştüğü zaman, İhlas süresi ve Mu`avvizeteyn`in tamamını okuyarak avucuna üfledi ve sonra elleriyle yüzünü ve vücudunun elinin yetiştiği her tarafını meshetti" (Buharî, Tıb, 39).

Yine akrep sokmasına karşı Fatiha ile rukye yapıldığına dair hadis varid olmuştur (Buharî, Tıb, 33). Ve yine Rasûlüllah (s.a.s)`ın hastalanan bazı kimselere, Mu`avvizeteyn okuyup, onları sağ eliyle meshettiği ve peşinden de şöyle söylediği rivâyet edilmektedir "Ey insanların Rabbi olan Allah`ım hastalığı gider; buna şifa ver. Şifa veren yalnız sensin. Senin şifandan başka şifa yoktur. Hastalık bırakmayan şifa ver" (Buhari, Tıb, 37).

Bu anlamda rivâyet edilen hadisler çoktur. Bazı alimler Rasûlüllah (s.a.s)`in; "Göz değmesi ve hummanın dışında rukye yoktur" (Buharî, Tıb, 17) hadisine dayanarak, göz değmesi, yılan ve akrep sokması dışında rukyenin caiz olmadığı kanatine varmışlardır. Ancak diğer bazı alimler de bu hadisin, rukyenin en fazla faydalı olacağı anlamına sarfedildiğini, "Zülfikardan başka kılıç yoktur" sözüne kıyas yaparak cevaplandırmışlardır. Çünkü diğer Hadislerde görüldüğü gibi, Rasûlüllah (s.a.s) başka şeyler için de rukyeye cevaz vermiştir.

2- Haram olan rukye: Anlaşılmaz sözler, anlamsız kesik harfler, bilinmeyen isimler, bilenlerin Arapçadan başka bir dille rukye yapması, demir, tuz kullanarak veya ip bağlayarak rukye yapılması haram kılınmıştır. Fayda verdiği tecrübe edilmiş uygulamalar bunun dışındadır.Şabir (r.a)`dan şöyle rivayet edilmektedir:

"Rasûlüllah (s.a.s) ruky`e yapılmasını yasakladı. Amr ibn Hazm`ın çocukları gelip şöyle dediler: "Ya Rasûlüllah! Biz bir tür rukye yapardık ve onunla akrep sokmalarına karşı korunurduk". Rasûlüllah; "Ona dönün onda bir kötülük görmüyorum. Sizden her kim kardeşine fayda vermeye güç yetirirse ona faydalı olsun" (Müslim, Selam, 63) demişti. el-İzz b. Abdüsselam`dan anlamı bilinmeyen harflerle yapılan rukye sorulduğu zaman, küfrü gerektirecek anlamlar içerip içermediğinin bilinmemesinden dolayı buna cevaz vermemiştir.

3- Şirk olan Rukye: Allah Teâlâ`dan başkasına dua ederek, sığınarak veya yardım dilenerek yapılan rukye, şirktir. Meleklerin, peygamberlerin, cinlerin ve benzeri varlıkların isimleriyle rukye yapmak gibi... Bunların tamamı Allah Teâlâ`ya şirk koşmaktır. Nitekim Rasûlüllah (s.a.s) şöyle buyurmaktadır: "Efsun, nazarlık boncuklar, ve muhabbet için yapılan muhabbet muskaları şirktir" (Ebu Davud, Tıb, 17; İbn Mace, Tıb, 39; Ahmed b. Hanbel, I, 381). Yine; "İçinde şirk bulunmayan şeyle rukye yapmakta bir kötülük yoktur" (Müslim, Selam, 64) buyurmaktadır. İbn Hacer bu konuyu şöyle açıklamaktadır: "Bazı rukyelerde şirk bulunmaktadır. Çünkü onu yapanlar kendilerine dokunan zararı defetmek ve lavda elde etmeyi Allah`tan başka kimselerden istemektedirler" (İbn Hacer el-Askalanî, Fethul-Barî, X, 260).

Müslüman, tamamıyla Allah Teâlâ`ya tevekkül etmekten başka şeylerden fayda dilemez. Nitekim Rasûlüllah (s.a.s) şöyle buyurmaktadır:

"Ümmetimden yetmiş bin kişi hesapsız olarak Cennete girecektir. Onlar, efsun yapmayanlar, teşe`um etmeyenler, vücudlarını dağlamayanlar ve ancak Rablerine tevekkül edenlerdir" (Buhârî, Tıb, 17; Müslim, İman, 372). Kendiliğinden, istenmediği halde müslüman kardeşine rukye yapması bunun dışındadır. Bu Rasûlüllah (s.a.s)`in şu hadisine göre müstehaptır.: "İçinizden her kim kardeşine yardım etmeye güç yetiriyorsa bunu yapsın" (Müslim, Selâm, 63).

RÜŞVET

Haksız bir menfaat elde etmek için kişilere çıkar sağlama; lehe hüküm vermesi için hâkime verilen mal veya para; başkasının malını haksızlıkla yeme yollarından biri. Rüşvetle ya hak edilmeyen bir menfaat ele geçirilmekte veya başkasının hakkına tecâvüz edilmektedir.

Rüşvet yalnız alan için değil veren ve aracılık yapan için de harâmdır. Allah Teâlâ; "İnsanların mallarından bir kısmını bile bile, günâh işleyerek ele geçirmek için iş başındakilere yedirerek mallarınızı aranızda haksızlıkla yemeyin" (el-Bakara, 2/188) buyurmuştur.

Rüşvetin devlet dairelerine, özellikle mahkemelere girmesi çok büyük bir suçtur. Rasul-i Ekrem Efendimiz "Hüküm vermede rüşvet verene ve alana Allah lânet etsin " (Tirmizi, Ahkâm, 9) diye beddua etmiştir. Bir memurun rüşvetle haksızlık yapması çok kötü bir iştir. Rüşvet, bir hakkı araştırmak, bir işi yapmak için de alınamaz. Bu zaten memurun görevidir. Devlet memurlarının hediye almaları da dinimizce rüşvet sayılmıştır. Peygamberimizin, zekat toplamak için gönderdiği bir memurun, dönüşünde:

"Bu sizindir, şu da bana verilen hediyedir" demesine Rasûlüllah (s.a.s) kızmış ve "Eğer doğru söylüyorsan, git, anne-babanın evinde otur ve bu hediyeler sana gelsin, görelim " (Müslim, İmare, 26-30) buyurmuş, böylece memura ancak rüşvet düşüncesi ile hediye verilebileceğini anlatmıştır.

Rüşvet dört kısım da ele alınabilir.

1- Hakim veya idareci olabilmek için verilen rüşvet.

2- Hakimin lehinde hüküm vermesini sağlamak için verilen rüşvet.

3- Bir kimse ile idarecinin arasını düzeltmek karşılığında üçüncü kişiye verilen rüşvet. Burada rüşvet veren ya idareciden gelecek bir zararı önlemek veya meşru bir menfaat elde etmek istemektedir.

4- Bir kimsenin malına ve canına bir zarar vereceğinden korktuğu kişiye verdiği rüşvet.

Birinci ve ikinci maddede tarafların her ikisi için de vermek veya almak haramdır. Üçüncü madde yalnız alana haram, verene haram değildir. Dördüncü maddede de hüküm aynıdır. Çünkü bir müslümanın müslüman kardeşinin malına canına zarar vermemesi gerekir.

Ayrıca rüşvet kabul eden hâkimin vermiş olduğu hüküm geçerli değildir. Aynı zamanda böyle bir hâkim adalet sıfatını kaybeder ve fasık olur, görevine de son verilir. Devlet görevinde çalışan memurların ve hâkimin almış olduğu hediyeler de rüşvet sayılır. Çünkü onlar bu görevde olmasalardı kendilerine hediye verilmeyecekti. Hediye vermekten maksatları işlerini gördürmektir. Hatta rüşvet alan hâkim doğru karar vermiş olsa bile yine aldığı haramdır. Çünkü hüküm vermek onun görevidir. Ayrıca başka bir şey alması gerekmez.

Rüşvet alan bir kimse almış olduğu mala dinen sahip olamaz; onu geri vermesi gerekir. Bir kimsenin dinine gelecek bir zararı önlemek için rüşvet vermesi bir çare işe verebilir. Bu, verene haram olmaz. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s) dine dil uzatan şairlere ve aleyhte bulunmalarını istemediği kimselere bir şeyler verirdi. Bu konuda müellefe-i kulub`a zekattan pay verilmiş olması yeterli bir delildir (İbn Abidin, IV, 303, vd., V, 272).

Rüşvet toplumsal bir hastalıktır. Rüşvetin yaygınlaştığı yerlerde halkın birbirine ve devlete karşı besledikleri güven duygusu yok olur. Herkes yapılan işlerden, özellikle mahkemelerde verilen kararlardan şüphe eder; her işin, her kararın arkasında rüşvet var zanneder, rüşvetsiz iş yapılmayacağına inanır. Bu inanca namuslu insanların da kapılması, rüşveti toplumsal bir felaket haline getirir. Artık doğru dürüst hiç bir şey yapılamaz olur. Giderek devlet çarkı işlemez, işler zamanında yapılamaz hale gelir; haksızlık her yanı sarar, diğer ahlâksızlıklar çoğalır. Bütün bunların alışkanlık haline gelmesi, toplum hayatını temelinden sarsar hatta büsbütün çökertir. Rüşvet liberal ekonomilerde ve demokratik rejimlerde çok sık rastlanan toplumsal bir hastalıktır.

Rüşvetin sadece topluma değil, onu alana da zararı vardır. Az çok dini inancı olan insanlar, er geç yaptıkları işin kötülüğünü anlayacak ve vicdanları rahatsız olacaktır. Asıl önemlisi de dünyada üç-beş kuruşluk menfaat sağlamak için rüşvet alanların Allah`ın lanetine müstehak olmaları ve dünyaları için ahiretlerini kaybetmeleridir. İslâm`ın hâkim olduğu toplumlarda rüşvet olayı asgari sınıra çekilir. Zira Hz. Peygamber`in rüşvet alana da verene de lanet ettiği ve ikisinin de cehennemlik olduğunu ifade ettiğini bilen müslümanlar mutlaka bundan uzak dururlar.

HERHANGI BİR İŞE GİREBİLMEK İÇİN YÖNETİCİYİ GÖRÜP RÜŞVET VERMEK İCAB EDERSE BÖYLE BİR MESELE İÇİN RÜŞVET VERMEK CAİZ MİDİR?

Herhangi bir işe girebilmek için az olsun çok olsun rüşvet vermek haramdır. Peygamber (av) şöyle buyurmuş: Allah (c.c.)hem rüşvet verene, hem alana lanet etmiştir.

Böyle bir iş için rüşvet vermek caiz değildir. Rızık Allah`a aittir. O herkesin rızkını tekeffül etmiştir. Şurada iş sahası bulunmazsa burada bulunur. Rüşvet sadece iki yerde verilebilir.

1- Haksız bir yerde hapis ve işkenceye maruz kalındığında.

2- Malın elden gitmeye maruz kalındığı zaman rüşvet vermek çare ise ona başvurabilir (Şirvani,İbn Abidin). Veren Allah`ın indinde mesul değildir. Fakat alan Allah`ın lanetine müstahaktır.

RÜŞVETİN HARAM OLMAYANI

Babamın Gediz Nehri kıyısında arazisi vardı. Bir ara Gediz yer değiştirdi, sonra yine aynı yerine geldi: Bu arada babam da öldü. Ancak o arazının babamın olduğunu ispat edemiyoruz. Tapu-kadastrodan rüşvet istiyorlar. Kesin babama ait olan bu araziyi geri alabilmemiz için rüşvet verirsek günah işlemiş olur muyuz?

Rüşvet; hakkı olmayan birşeye ulaşmak, ya da hakkını hakkı olmayan yolları elde etmek için verilen şeydir. Buna göre başka yolla alamadığı hakkını elde etmek ve dinini ve ırzını zalimlerden korumak için verilen şey, verene göre rüşvet değildir. (ibn Âbidîn VI/423-24) Ama alan için rüşvettir ve en çirkin haramlardandır. Sözünü ettiğiniz hakkınızı elde edebilmek için başka çâreniz yoksa rüşvet vermenizde dinen sakınca yoktur. Ancak şartları sonuna kadar zorlamanız gerekir. Tâ ki, başkasının haram işlemesine de sebep olmuş olmayasınız. (Alâuddîn Âbidîn 269; Rasûlüllah Efendimiz (s.a.s.) islâm`a dil uzatan şairleri susturmak için onlara para vermiş ve birisi için: "Yâ Bilâl, şunun dilini benden kes" buyurmuştur. (Aynı kaynak); ayrıca bk. ibn Nüceym`den "islâm Hukukunda Rüşvetin Durumu" adıyla tercüme ettiğimiz risalesi; Kardâvî, el-Helâl ve-I-haram 306, 309- 310) Bu, aynı zamanda "emr bi`l- ma`rûf`un da gereğidir.

RÜYANIN MAHİYETİ NEDİR? BİZE NE DERECE IŞIK TUTABİLİR?

Rüya, akıl ve deney ötesi alemin dünyadaki en güzel örneği olarak Allah (cc)`in varlığının ve kudretinin delillerinden bir delil, zaman ve mekânın izafi (göreli) olduğunun isbatı, ruhu vasıtasıyla insanın iki hatta üç buutlu irrasyonel hayatının güzel bir örneğidir. Ibn Şirin rüyaları ikiye ayırır, diğer Islâm alimleri genellikle üçe ayırırlâr:1. Allah (cc)`tan, açık-seçik ya da bir sembol suretinde gelen müjde ve uyarılar. Resulüllah Efendimiz (sav)`in "Artık vahiy yok, sadık rüyalar vardır", "Sadık rüyalar Nübüvvetin kırkaltı parçasından biridir" dediği rüya budur. Rüyanın nübüvvetle ilgisi olduğu için yalan rüya anlatanın peygamberlik iddia etmek gibi büyük bir günah işlediği söylenmiş, Efendimiz, "Iftiranın en çirkini, görmediği rüyayı görmüş gibi anlatmaktır" buyurmuştur. 2. Şeytanın korkutmaları aslında herhangi bir şeye işaret etmeyen ve bir anlam taşımayan korkunç rüyaların çoğu bu kabildendir. Bunda cinler de etkili olabilir ve insana yanıltıcı ya da korkulu rüyalar gösterebilir. Bazı insanların büyük bir zat olduklarını kendilerine ve başkalarına rüya ile telkin edebilir ve şeriata zıt fikirlerle sapan ve saptıranlar yetiştirebilir. Böyle durumlarda şeriatın zahirini ölçü almak gerekir. Tarih boyunca kendisi de inanarak mehdi olduklarını söyleyen yüzlerce insan ve belki de meşhur Ahmed El-Kadıyani bu tür şerir güçlerin esiridirler.3. Yorgunluk, korku, açlık, susuzluk, sıkıntı, fazla yemek yeme gibi çeşitli sebeplerden ötürü insanın kendi nefsinin anlamsız ve asılsız konuşmaları, hayal ve hülyalar. Bu üç tür rüyanın sadece birncisi değer taşıdığı ve hangisinin sahih hangisinin sakat olduğu bilinemediğinden Ehli sünnet itikadınca rüya ile ihticac edilmez, yani rüya delil tutulamaz. Istiharenin rüyaya yatma şekli ise sünnetle anlatılan istihareye uygun değildir.Adetli kadının, cünubun, kâfirin, sarhoşun ve çocuğun gördüğü rüyalar da sahih olabilir. Bunun çok örnekleri vardır: Sadık rüyalar genellikle sabaha karşı ve özellikle de öğle kaylülesinde görülür. Açık seçik rüyalar makbuldur.Böyle sadık rüyalar görmek isteyenlerin doğru sözlü olması, yalan, gıybet ve koğuculuktan kaçınması gerekir. Rüya te`vil ilmi başlı başına bir ilimdir ve bilenleri çok azdır. Allah (cc) bu ilmi meselâ Yusuf Efendimize ilham ettiğini ve öğrettiğini söyler.Sadık rüyalar; zamanla, mekanla, mevsimle, insanın içinde bulunduğu hal ve şartlarla ilişkili olduğu için tabir edenin bunları iyi değerlendirmesi ve tabircinin bu itibarla alım ve nasihat ehli bir kimse olması gerekir. Yalancı ve düşman kimselere rüya anlatmamak salih ve işin ehli kimselere anlatmak gerekir.Rüya tabirinde en iyi yol Kur`ân-ı Kerim ve Hadis-i Şeriflerden işaretler aramaktır. Bu da rüyanın bir alime anlatılmasını gerektirir.Kendisine rüya anlatılan şahsın da hayır dileyerek dinlemesi ve her işareti değerlendirerek rüyayı tabir etmesi gerekir Gördüğü hoşa giden bir rüya için kalktığında Allah (cc)`a hamdeder. Çünkü bu bir nimettir. Sonra bunu dilerse anlatır, dilerse anlatmaz. Kötü rüya görürse onu kimseye anlatmaz. Böylece rüya zararsız olur.(Tirmizi, Dâ`avât 53) Bazı rivayetlerde kötü rüya gördüğünde kalkıp sol tarafına tükürüp ve rüyasını kimseye anlatmaz denir. Bu durumda bir miktar sadaka vermek ve muhtemel belaya onu siper edinmek de güzeldir.(Konu için bk. Nablusi, Ta`tiru`1-En`am, I/3-9; Ibn Sîrin, Müntehabu1-Kelâm, I/3 vd. Hindiyye, V/380; Heytemi; el-fetavâ`1-Hadisiyye, 3)


Kar©glan Başağaçlı Raşit Tunca
Smileys-2
Reply


Forum Jump:


Users browsing this thread: 1 Guest(s)