11-30-2023, 09:19 AM
Fıkıh Ansiklopedisi S ve Ş Harfi İle Başlayanlar
SAAT ÇANI
Evlerimizdeki duvar saatlarının saat başlarında çıkardıkları sesin kilise çanına benzediği, bu yüzden mahzurlu olduğu söyleniyor, doğru mudur?
Saatının sesini dahi başkalarına has seslere benzetmek istemeyen ve yeni ifadesi ile özgün olmasını isteyen bir sisteme ancak temenna çekilir ve saygı duyulur. Işin bir yönü budur. Diğer yönden Rasulüllah Efendimiz (sav)`in zil (ceras) hakkında şunları söylediği sahih hadis kitaplarında sabittir:
"Melekler, aralarında köpek ve çan bulunan yolcularla arkadaşlık etmezler".(Müslim, Libas 103; Buharî, Cihad 46; Tirmizî, Cihad 25; Daimî, Istîzân 44; Müsned, NI/263)
"Çan şeytanın düdükleridir".(Müslim, Libas 104; Ebu Davûd, Cihad 46, Hâtem 6)
"Her çan ile beraber bir şeytan vardır".(el-Câmi`us-Sağîr (Feyzu`1-Kadîr), VI/392)
"Çan (zil, ceras) bulunan eve melekler girmez".(Ebu Davûd, Hâtem 6; Nesâî, Zinet 54; Müsned, N/366, 372, VI/242) Buhari zilin (çanın) mahzurunu anlatmak üzere çalgı başlıkaltında Rasulüllah Efendimiz (sav)`in, develerin boynuna gerdanlık (zille beraber olanı kastediyor olmalıdır) asılmasını yasaklamasını zikreder.(bk. Buharî, Cihad 139) Bundan hareketle zilin hoş görülmeyişindeki sebebi (illeti) bazıları, hayvanın boynunda ses çıkararak düşmanın yer tesbiti yapmasına imkân vermesi (Azımabâdî, Avnü`1-Mâbûd, XI/292), bazılar da göz değmesini önlemede tesirin ondan görülmesi şeklindeki batıl inanç olarak anlamışlardır.(Münavî, Feyzu`1-Kadir, VI/392) Bazılar da zilin kilise çanına benzediği için sesinin çirkin olması yüzünden meleklerin ondan nefret etmesini illet saymışlardır.(Davudoğlu, Müslim Serhi, IX/496) Zil (çan) olan eve meleğin girmeyeceğini bildiren hadis-i şerifi göz önünde bulundurursak, birinci sebebin, nazarlık olarak sadece zilin takılmadığını düşünerek de ikinci sebebin illet (hükmün sebebi) olmaktan uzak olduğunu söyleyebiliriz. O takdirde bu hükmün illeti olarak önümüzde sadece zillerin kilise çanına benzemeleri kalır. Öyleyse evlerde ve camilerdeki duvar saatlerinin saat başlarında ya da yarım saatlerde kilise çanını andıracak biçimde sesler çıkarması mahzurludur diyebiliriz. Çünkü kilise çanı duymuş olanlar, ikisi arasındaki son derece benzerliği hemen farkedeceklerdir. Yoksa zilin yani ceras`in kök anlamındaki "ses çıkarma"(bk. Ibnü`1-Esîr, En-Nihaye, I/260) ma`nâsına bakarak "zil" denen her şeyin yasak olduğunu sanmamak gerekir. O durumda kapı zili, telefon zili, bizi uyandırmak için kurduğumuz saatin zili vb. de mahzurlu zannedilir. Oysa biz Harun er-Reşid`in çalar saat kullandığını, hatta Alman Kralına hediye olarak gönderdiğini biliyoruz. Ezanın ilk okunuşunda, çan çalınması teklifinin reddedilmiş olması da bize, bundaki illetin hiristiyanlara benzemek olduğunu gösterir. Ne var ki, böyle çana benzeyen zillerin kullanılmasındaki mahzur tenzihen mekruh olma düzeyindedir, büyük haram değildir. Şam`ın eski ulemasından bir cemaat büyük çanın mekruh olduğunu, küçüğünün mekruh sayılmadığını söylemişlerdir.(Davudoğlu, agek.) Ama büyüğü ile küçüğüne bir sınır çizilmediğine göre biz çan sesini andıran bütün saat zillerini mekruh kabul edebiliriz (Allah`u a`lem).
SABIR
Acıya katlanma, sıkıntı ve meşakkatlere karşı soğukkanlılıkla mukavemet etme, aklın ve dinin gösterdiği yolda sebat etmeye sabır denir .
Sabır ruhun bir melekesidir, güzel bir huydur. Tahammülü zor ve nefse ağır gelen şeylere katlanmak ancak sabır ile olur. Bir hakkı müdafaa ve muhafaza etmek için gösterilen sebat, sabretmekle mümkündür. Allah`ın emirlerini yerine getirmek, aklın ve dinin hoş görmediği ve nefsin meşrû olmayan istek ve arzularına mukavemet edebilmek, hayatta elde olmadan başa gelen ve insana büyük elem ve keder veren bela ve musîbetlere karşı koyabilmek ve bunların üstesinden gelebilmek için sabırlı olmak ve sabretmeye alışmak lazımdır.
Bütün faziletlerin anası, hayatta muvaffak olmanın ve kemale ermenin sırrı bu güzel özelliktir. Her türlü rezaletin sebebi sabırsızlık veya gerektiği kadar sabır gösterememektir. Sabır her faziletin üstünde bir değer taşır. "Şüphesiz Allah Teâlâ sabredenlerle beraberdir" (el-Bakara, 2/153, 155).
Sabrın sonu selamettir, başarıdır. Sabır acıdır. Fakat sonucu tatlıdır. Hz. Peygamber (s.a.s); "Sabreden başarıya ulaşır` ; "Sabır başarının anahtarıdır"; "Sabır bir ışıktır"; "Sabır cennet hazinelerinden bir hazinedir"; "Sana sıkıntı veren şeylere karşı sabretmende bir çok hayır vardır" buyurarak sabrın faziletini anlatmıştır.
Hz. Peygamber (s.a.s); "Sabır, acı bir olayın yaptığı sarsıntıya karşı ilk anda gösterilen tahammüldür" (Buhârî, Cenâiz, 32) sözüyle bir felaketle ilk karşılaştığı zamandaki sabrın önemini vurgulamıştır. Sabretmek, mahkûmiyete, meskenete ve zillete razı olmak, haksız tecavüzlere, insan haysiyetine gölge düşürecek saldırılara katlanmak ve bunlara ses çıkarmamak anlamına gelmez.Çünkü meşru olmayan şeylere karşı sabretmek caîz değildir. Bunlara karşı içten elem duymak ve bunlarla mücadele etmek gerekir. Insanın kendi gücü ve iradesiyle üstesinden gelebileceği kötülüklere katlanması ya da karşılayabileceği ihtiyaçları karşısında gevşemesi sabır değil, acizlik ve tembelliktir. Rasulullah (s.a.s); Ya Rabbi! Acizlikten ve tenbellikten sana sığınırım" (Buhari, Cihad, 25) diye dua etmiştir.
Bazı sıkıntılar vardır ki, kulun irade ve gücünü aşar. Böyle felaketler başa geldiği zaman heyecana kapılmadan ve şikayet etmeden takdir-i ilâhiye razı olup sabretmek müminlerin özelliklerindendir. Nitekim Cenab-ı Allah Kuran-ı Kerimde sabr-ı cemili (güzel sabır) emretmektedir. (Yusuf, 12/18). Rasulullah (s.a.s) Sabr-ı cemil şikayet edilmeyen sabırdır" buyurmuştur. Aslında elden bir şey geldiği zamanlarda sabırsızlık gelmediği zamanlarda sabırsızlık göstermenin bir faydası yoktur ve lüzumsuz bir harekettir.
Kur`ân-ı Kerim`in yetmişten fazla ayetinde zikredilen sabır, insan tabiatına aykırı olan zorunlu hallere uymak ve güçlüklere karşı koymak demektir. Sabrın gâyesi, beklenmedik olaylar, içine düşülen güçlükler karşısında tedirgin olmamak, paniğe kapılmamak ve tahammül göstermektir. Allah Teâlâ sabredenlere mükâfatını hesapsızca vereceğini müjdelemiş ve onları övmüştür.
Mü`minler, çoğu zaman sırf inandıkları için Allah düşmanlarının zulüm ve kötülüklerine hedef olurlar; çeşitli işkencelere uğrar, onlarla savaşmak zorunda kalırlar. Işte bu durumda sabır, mü`minin güç kaynağı, imanının koruyucusudur. Hz. Musâ`ya inananlara Firavun eziyet etmek isteyince onlar: "Ey Rabbimiz, üzerimize sabır yağdır ve bizi müslüman olarak öldür" (el-Araf 7/126) diye duâ etmişlerdi. Sevgili Peygamberimiz ve ilk müslümanların, yapılan işkence ve eziyetlere nasıl sabır ve tahammül gösterdikleri bilinen bir husustur.
Ibadetlerin nefsimize ağır gelen yönleri de sabırla hafifler. Böylece huzur içinde günde beş vakit namaz kılar, sıcak yaz günlerinde hiç bir sıkıntı duymadan oruç tutarız. Diğer ibadetler ve ahlâkî davranışlarda böyledir. Aşağıdaki âyetler bunu göstermektedir:
"Her kim sabreder ve suç bağışlarsa, bu hareket arzu edilen en iyi işlerdendir" (eş-Şurâ, 42/43); "Içinizden mücahitleri ve sabredenleri belirtelim diye sizleri mutlaka imtihan ederiz. Haberlerinizi de denetleriz" (Muhammed, 47/31).
Çoğu zaman insan nefsine uyar; Allah Teâlâ`nın emirlerine uyup yasaklarından kaçınmak ona zor gelir, nefse hoş gelen fena arzularını tatmin etmek ister, iyilik ve faziletlerden kaçınır. Meselâ; cebindeki parasını eğlence ve zevkleri için harcamak, bir yoksula vermekten daha hoş gelir. Bir çocuk için oyun oynamak, ders çalışmaktan daha ilgi çekici görünür. Gezip tozmak, çalışıp kazanmaya tercih edilir.
Işte bu durumda, insanın, kendisine zor gelse bile, iyi olanı, faydalı olanı seçmesi, sabır ve tahammülle onu yerine getirmeye çalışması çok güzel bir davranıştır.
Ayrıca insanlar hayat boyunca, bolluk veya yokluk içinde kalabilir, sağlıklı iken hastalanır, sel, deprem, yangın gibi felâketlerle karşılaşabilir; bütün bu durumlarda insanın en büyük dayanağı sabırdır. Aksine davranış, insanı Allah Teâlâ`ya isyana ve nankörlüğe sürükler. Cenab-ı Hak bu konuda şöyle buyurmuştur: "Doğrusu kim Allah`tan korkar ve düştüğü felâkete sabrederse; muhakkak ki Allah iyilik edenlerin mükafatı boşa, çıkarmaz" (Yusuf, 12/90).
Peygamberler sabrın en büyük örnekleridir. Çünkü onlar bütün güçlükleri sabırla karşılamışlardır. Dileğimiz Allah (c.c.)`ın bizi, "belâlarına çok sabreden ve nimetlerine çok şükreden" kullarından eylemesi olmalıdır (Ibrahim, 14/5).
Sabrın sonu selâmettir. Sabır, iman ve ibadetin, ilim ve hikmetin, kısaca bütün faziletlerin başıdır. Sabırlı insan iyi insandır. Iyi işler yapıp birbirine hakkı ve sabrı tavsiye edenlerin kurtuluşa ereceklerini Allah Teâlâ haber vermiştir. Sabır zafere giden yoldur (el-Asr, 103/1-3).
Peygamber Efendimiz; "Sabır ve tahammül gösteren kimseyi Cenab-ı Hakk sabırlı kılar. Sabırdan daha hayırlı ve geniş bir nimet hiç bir kimseye verilmemiştir" (Tirmizi, Birr, 76).
"Hoşlanmadığın şeye sabretmende büyük fayda vardır" (Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 307) buyurmuştur.
Ayrıca Cenab-ı Hakk şöyle buyuruyor:
"Muhakkak sizi biraz korku, biraz açlık ve mallardan, canlardan, ürünlerden biraz eksiltmekle deneriz; sabredenleri müjdele" (el-Bakara, 2/ 155).
Bu ve benzeri âyetlerden Allah Teâlâ`nın insanları çeşitli sıkıntılara uğratarak imtihan ettiğini ve bu imtihanı sabredenlerin kazandığını öğreniyoruz.
Sabırla bütün zorluklar halledilmekte, her türlü engel aşılmaktadır. Onun için atalarımız: Sabırla koruk, helva olur" demişlerdir.
Hz. Peygamber şöyle buyuruyor:
"Mü`minin işi hayrete şayandır. Zira işinin hepsi onun için hayırlıdır. Bu özellik yalnız mü`mine özgüdür. Zira sevinirse şükreder. Bu ise onun için hayırlıdır. Başına belâ gelirse sabreder. Bu da onun için hayırlıdır" (Riyâzüs-Sâlihin, 1, 54).
Bizim için mutlaka hayırlı olduğuna inandığımız sabır, bütün peygamberlerin ortak sıfatıdır. Allahın dinini tebliğ ederken hepsi çeşitli sıkıntılara uğramış, kendilerine eziyet edilmiş, yurtlarından çıkarılmış. Hükümdarlar tarafından zindana atılmış ama onlar daima sabretmişlerdi. Kuran-ı Kerimde peygamberlerin sabrını dile getiren pek çok ayet-i kerime vardır. Rasulullahın hayatı ise baştan sona en güzel sabır örnekleri ile doludur. Bu sebeple her müslümana düşen görev, kurtuluşun sabırda olduğunu düşünerek, Allahtan sabır dilemek ve sabırlı olmaktır.
SAÇ BOYAMA
Insanların saçları genel olarak sarı, kızıl, kahverengi veya siyah renkte olur. Insan bedeninde saça, kana, deriye renk veren maddelere "pigment" denir. Bedende üç ana pigment vardır.
1. Melânin: Kahverengi olup, küçük tanecikler halindedir.
2. Karoten: Sarı renkte olup, bu pigment bitkilerde de bulunur. Tereyağına ve havuca bu pigment renk verir.
3. Hemoglobin: Kanın kırmızı rengini bu pigment sağlar.
Pigment, güneşin ışınlarını emer. Derideki melânin de özel hücreler yapar. Bu hücrelere "melânosit" denir. Melâninin açık veya koyu renkli olmasında oksitlenmenin büyük etkisi vardır. pigmentin tanecikleri az oksitlenirse renkleri açık olur, oksitlenme çoğalınca renkleri koyu kahverengiye kadar varır. Saçlarda, tüylerde pigment oluşmasının esasları da derideki gibidir. Saç telleri dibindeki melânositler kalıtıma göre saça renk verirler. Saçlardaki renk farkları taneciklerin yayılışına, oksitlenme derecesine bağlıdır. Açık renk kızıl saçlarda melâninden başka bir demir pigment daha bulunur.
Saçların rengini koruyabilmesi için, saçların bulunduğu deri tabakası gerektiği gibi beslenmelidir. Beslenme iyi olmazsa, özellikle "B" vitamini, bakır eksikliği olursa, saçlarda beyazlaşma görülür. Besin iyi ayarlanırsa, saçların yeniden normal rengini aldığı olur.
Diğer yandan yaşlılıkla ilgili saç ağarmalarının besinle ilgisi yoktur; vitamin tedavisiyle ve besinle saçlar normal rengine girmez. Çünkü yaşlılıktaki ağarma melânin hücrelerinin artık işini göremez hale gelmesinden olur. Kimi zaman ruhi sıkıntı sonunda saçların birdenbire ağardığı görülmüşse de, bunun nedeni bilimce kesin olarak açıklanamamıştır. Ancak bu gibi sarsıntıların bezlerin işleyişini etkilediğinde şüphe yoktur.
Saçının rengi açık olan veya saçı ağaran kimsenin bunu boyatmasının Islâm`a göre hükmünü şu şekilde belirlemek mümkündür. İslam`ın çıkışından önce yahudi ve hıristiyanlar güzel görünme ve süslenmenin Allah`a kullukla bağdaşmayacağını düşünerek, saçı boyayıp rengini değiştirmekten kaçınırlardı. Hz. Peygamber, ashabına bağımsız bir kişilik kazandırmak için saçı ve sakalı kına veya başka bir boya maddesi ile boyayabileceklerini bildirdi. Ebû Hüreyre (r.a)`tan nakledilen bir hadiste şöyle buyurulur: "Yahudi ve Hıristiyanlar (saçlarını) boyamaz. Siz onların aksini yapınız: yani saçlarınızı boyayınız" (Buhârî, Enbiyâ, 50; Libas, 67; Müslim, Libas, 80; Ebû Dâvud, Tereccül, 18; Nesâî, Zîne, 14). Ancak hadisteki emir bağlayıcı olmayıp mendupluk bildirir. Nitekim uygulamada Hz. Ebû Bekir, Ömer, Ali, Ka`b ve Enes (r.anhüm) gibi bazı sahabeler saçlarını boyamamıştır.
Diğer yandan kullanılacak boyada siyah renk tercih edilmemelidir. Çünkü saç boyası genellikle yaşlı erkeklerin beyazlaşan saçları için söz konusu olur. Siyah renk yaşlı kimseyi, olduğundan çok genç gösterir. Bu durum kınalama veya boyayı amacından saptırabilir. Nitekim Mekke`nin fethi günü Hz. Ebû Bekr`in yaşlı babası Ebû Kuhâfe`nin saçlarının ağaç çiçekleri gibi beyazlaştığını gören Rasûlüllah (s.a.s) şöyle buyurmuştur: "Bu beyaz saçı değiştiriniz ve siyahtan sakınınız" (bk. Ebû Dâvud, Tereccül, 18; Nesâî, Zîne, 15; Ahmed b. Hanbel, I,165, 356, II, 261, 499, III,160, 322). Ancak saçı beyazlaşan kimse genç olursa, onun siyaha boyamasında bir sakınca görülmemiştir. Nitekim Sa`d b. Ebî Vakkas, Ukbe b. Âmir, Hasan, Hüseyin ve Cerîr gibi sahabelerin bu rengi tercih ettikleri nakledilmiştir (Yusuf el-Kardâvî, el-Halâl vel-Harâm fil-Islâm, Terc. Mustafa Varlı, Ankara 1970, s. 102, 103).
Boya malzemesi olarak Allah elçisi kınayı tavsiye etmiştir: "Saçın beyazlığını değiştirmek için kullandığınız şeylerin en iyisi kına ve keten bitkisidir" (Ebû Dâvud, Tereccül, 18; Tirmizî, Libâs, 20; Nesâî, Zîne, 16; Ibn Mâce, Libâs, 32; Ahmed b. Hanbel, V, 147, 150, 154). Hz. Enes b. Mâlik, Hz. Ebû Bekr`in saçlarını kına ve ketenle, Hz. Ömer`in ise yalnız saf kına ile boyadığını nakletmiştir (el-Kardâvî, a.g.e., s. 103).
Sonuç olarak erkek veya kadının beyazlaşan saçlarını sarı veya kızıl renge boyamaları müstehap görülmüş; siyaha boyamaları ise, sağlam görüşe göre, caiz görülmemiştir. Ancak genç kimsenin siyah boya kullanmasında da bir sakınca yoktur. Diğer yandan boya malzemesi olarak kına ve vesîme denilen, boya sanayinde kullanılan bir bitkinin tercih edilmesi tavsiye edilmiştir (Ibn Âbidîn, Reddül-Muhtâr, Terc. Ahmed Davudoğlu, Istanbul 1982-1988, XV, 378, XVII, 314). El, ayak veya başa sürülen kınanın katıolan malzemesi temizlendikten sonra deri veya saçlarda bıraktığı renk, suyun deriye nüfûzuna engel değildir. Bu yüzden abdest veya gusle mani olmaz (Ibn Âbidin, a.g.e., I, 224).
SAÇ KREMI
Saçı parlatmak için sürülen kremlerin bazılarında alkol var. Bunları kullanmanın hükmü nedir?
Saça sürülen krem, hacmi bulunan ve saçı kapladığından ötürü, altına suyun ulaşmasına engel olan bir krem ise, abdestte ve gusle engel olacağından, kullanılması zaten câiz değildir. Değilse câizdir. Alkole gelince; İslamın yasakladığı şey, her cinsiyle alkol değil, "hamr", yani sarhoş edici olan alkol türüdür. Alkolün, meselâ metil alkol gibi sarhoş etme özelliği olmayanı haram değildir. Bu yüzden kullanılan maddedeki alkol türü bilinmelidir.
SADAKA-İ FITIR
Ramazan bayramı sadakası. Buna zekatul-fıtır veya yalnız fıtır da denir. Yaratılış şükranesi olmak üzere sevap kazanmak kasdiyle verilir. Fıtır sadakası Hicret`in ikinci senesinde zekat farz olmadan önce vacib olmuştur. Hür müslüman ve asıl ihtiyacından fazla nisap miktarı bir mala sahip olan kişilerin vermesi gerekir.
Akıl ve büluğ şart değildir. Akıl hastalarının ve delilerin velileri onların mallarından fıtır sadakası verirler. Ramazanda oruç tutmamış olanlar da fıtır sadakası verirler.
Sadaka-i fıtrın edasının vakti, bayram sabahıdır. O günden önce ölen ve zengin iken fakir düşen kimselere sadaka-i fıtır vacib olmaz. Bayram gecesi güneş doğmadan önce doğan çocuğun fitresini vermek vacibtir. Fitre bayram sabahından önce ve sonra her ne zaman verilse sahihtir ve eda olur; onun kazası yoktur. Fakat müstehap olan sabah namazı ile bayram namazı arasında veya birkaç gün önce vermektir. Fitreyi bayramdan sonra vermek caiz ise de, bir vacib geciktirilmiş olacağından iyi değildir.
Sadaka-i fıtır, zekat gibi malın değil, başın zekâtıdır. Bunun için asıl ihtiyaçlardan fazla olan malın büyüyücü olması, üzerinden bir yılın geçmesi ve ticaret malı olması şart değildir. Bayram sabahı nisaba malik olan kişiye bile sadaka-i fıtır vacibtir. Nisap, gümüşe göre ikiyüz dirhem (561.2) gr. değerindeki bir maldır. Nisap miktarı mal, sadaka-i fıtır vacib olduktan sonra telef olsa yine fitre vermek lazımdır. Bu miktar bir mala sahip olan bir kimse kendisi için, baliğ olmayan malsız çocukları için, hizmetinde bulunanlar için, sadaka-i fıtır vermesi vacibtir. Hanımı ve büyük çocuğunun fitrelerini vermesi üzerine vacib değildir. Fakat yanında bulunan büyük çocuğunun ve hanımının fitrelerini kendilerine sormadan verebilir. Malı olan küçük çocuğun fitresi kendi malından verilir.
Sadaka-i fıtır, buğday, arpa, kuru hurma, kuru üzümden verilir. Buğday veya buğday unundan yarım sa`, (520 dirhem 1459 gr.), ötekilerden ise bir sa` (1040 dirhem 2918 gr.) verilir (bak: Sa`). Bu dört maddenin herhangi birine göre vermek caizdir. Bu miktar aynen verilebileceği gibi, kıymet olarak da verilebilir. Fakirin menfaatine uygun olanı vermek daha faziletlidir. Sadaka-i fıtrın rüknü, onu ehline vermektir. Zekat kimlere verilirse sadaka-i fıtırda onlara verilir. Fitre yalnız bir fakire verilmeli, onu bir kaç fakire vermek için parçalamamalıdır. Sadaka-i fıtır verirken niyet etmek gerekir. Ancak fakire Sadaka-i fıtr olduğunu söylemeye gerek yoktur. Sadaka-i fıtr öncelikle mükellefin bulunduğu yerdeki fakirlere verilmelidir. Başka yerlere göndermek mekruhtur. Gönderilecek olan kişiler akraba veya daha muhtaç kişilerse mekruh olmaz.
ŞAFİİLERE GÖRE AVRET
1. Namazda: Erkeğin ve câriyenin avreti, göbekle diz kapağı arasıdır. Göbek ve diz kapağı avret değildir. Ancak her ikisinden de bir parça kapatılmalıdır ki avretin onlara sınır olan kısımları tamamen kapatılabilmiş olsun.
Hür kadının avreti bütün bedeni olup, bundan sadece yüz ve iki el istisna edilir.
Namazda iken kapatma imkânı olduğu halde avreti açılırsa namazı bâtıl olur. Ancak rüzgar v.s. ile açılır da hemen ânında kapatırsa veya yanılarak açar da yine hemen kapatırsa, namazı bâtıl olmaz. Ama bunun haricinde, hayvan veya çocuk v.b. tarafından açılırsa bâtıl olur.
Avretini kapatacak kadar elbisesi olmaz, fakat vakit çıkmadan bulacağını ümid ederse, namazı vaktin sonunda kadar beklemesi vacibtir. Örtünün şartı, cildin rengini göstermemesidir. (Ebu`l-Fadl Veliyyüddîn el-Basîr, en-Nihâye, I/57, Kahire (tarihsiz))
2. Namaz dışında: Yabancı erkeklere karşı, kadının yüz ve elleri dahil, bütün bedeni avrettir. Ancak kâfir olan kadına karşı yüzü ve elleri avret değildir. Ahlâki bozuk kadınlar, müslüman olsalar bile, avret hususunda kâfir gibidirler.Müslüman kadının, evindeki hizmeti esnasında açılan boynu ve kolları avret değildir.
Erkeğin namaz dışında avreti, bakana göre değişir. Mahremi olan kadınlara ve erkeklere göre, göbekle diz kapağı arasıdır. Yabancı kadınlara göre ise, bütün bedeni avrettir.
Ihtiyaç olmaksızın kendi avretine bakmak mekruhtur.
Kadının avreti konusunda biraz daha açıklık getirirsek, şunları söyleyebiliriz. Kadının erkeğe karşı avreti yedi gurupta mutâlâa edilir:
1- Yabancı erkeğe karşı her tarafı avret olmakla beraber, Şâfiilerin çoğuna göre de, kadının yüzü ve elleri avret değildir. Avret olan kısımlar, kadından kopmaları halinde de avrettirler. Bakılması haram olan yere dokunulması da öncelikle haramdır.
2- Kocasına karşı hiçbir yeri avret değildir. Ancak karı-kocanın birbirlerinin tenâsül uzuvlarına bakmaları bâzılarına göre mekruhtur:
3- Mahremlerine karşı, göbekle dizkapağı arası avrettir. Mahremin kâfir olup olmaması aynıdır. Ancak mahremin nikâhını câiz gören bir kâfir olursa, ona açılamaz ve onunla halvette bulunamaz.
4- Evlenme gâyesiyle bakan erkeğe, kadın, yüzünü ve ellerini gösterebilir Hattâ bu sünnettir.
5- Tedâvi halinde, ihtiyaç duyulan her yerini, ihtiyaç miktarınca gösterebilir.
6- Şahitlik ve alış-veriş v.s. muamelelerde sadece yüzünü gösterebilir.
7- Câriye satışında, tanınmasını temin edecek kadâr yerlerine bakılabilir.
Ayrıca kadın ya da mahrem öğretici yoksa ve perde arkasından öğretmek de mümkün değilse, vâcib olan ilimleri öğretme gâyesiyle, erkek kadına bakabilir. (en-Nihâye, I/102-105; Mezheplerin bu konudaki görüşleri için ayrıca bk.Abdurrahman el-Cezîrî, el-Fıkhu ale`l-Mezâhibi`l-Erba`a, I/188,194 Kahire (Tarihsiz) üçüncü baskı.)
SAHİPSİZ ARAZİ VE MÜLKE EL KOYUP, ONU İŞLETMEKLE DİNEN MÜLK SAYILIR MI?
İslam hukukuna göre cahiliyyette ve İslamiyette ihya edilip işlenmemiş bir arazi, etrafına bir duvar çekip işletilmekle temelluk edilmiş olur.
Yine bunun gibi Rum, Semud, Ad gibi kavimlerden kalan arazi ihya ile temelluk edilebilir. Ancak İslam Devleti müdahale etme hakkına sahiptir. İsterse temelluke mani olabilir.
İslam döneminde ve İslam hakimiyeti altındaki arazi temellük edildikten sonra sahibi bilinmezse;
a) Hanefi ve Malıki mezheblerine göre yine ihya ile temellük edilebilir.
b) Şafii mezhebine göre beytulmal`e aittir.
c) Hanbeli mezhebine göre ise; Kamu menfaatına uygun bir şekilde dağıtımı yapılacaktır (el-Fıkh`ul-İslami ve edilletühü).
ŞAHIS ADINA KURBAN KESMEK
Siyasi liderler ve bazı büyük zatlar geldiğinde, ya da temel atmalarda kurban kesiliyor. Bu caiz midir? Eti yenir mi?
Alimlerimiz, hükmü bildirilmeyen şeylerde asıl olan onların mübah olmasıdır anlamındaki "El-Aslu fil-eşyâi el-ibahatü" şeklindeki fıkıh kaidesine bir de, ibadetlerde asıl olan ise kaçınmaktır, yapmaktır, anlamında "Vel-aslu fil-ibâdâti el-men`u" cümlesini eklerler. Bunun manası şudur: Ibadet ancak şâriin (şeriat koyucunun) koymasıyla olur. O`nun koyduğu ibadetleri yapmakla mükellef olduğumuz gibi, koymadıklarını da yapmamakla mükellefiz. Ibadet anlamında dinin ne kendisini, ne zamanını ne de mekânını, O`nun bildirmesi olmadan Allah`ın Resûlü (s.a) dahi tayın edemez. Bunlar "tevfîkî"dir, yani ancak şariin belirlemesiyle ve belirlediği kadar bilinebilirler. Kurbanın da nerede, nasıl ve ne için kesileceğini yine Şeriat sahibi bildirmiştir. Yani kurban da bir ibadettir. O`nun gerçeğini biz akılla kavrayamayız. Öyleyse onu şeriat sahibinin belirlediği alanın dışında da çıkaramayız. Çıkarmamız ya da bid`at veya küfürle sonuçlanır. Küfür mutlak cehennemdir. Bid`atın varacağı son nokta ise yine orasıdır. Bu yüzden:
"Bir insan için kurban kesilmesi küfürdür ve kesilen meyte (leş) hükmündedir, yenmez... Hacıların ya da gazilerin kudümü (gelişleri) için hayvan kesilmesi de küfürdür" denmiştir. (Fetavay-i Hindiye NI/277 ) Yeni alınan araba, ev, atılan temel vb. şeyler de aynıdır. Yalnız bazı alimler burada bir inceliğe dikkat çekerler. Efendim, Resulullah Efendimiz: "Allah`tan başkası için boğazlayana Allah lânet etsin" buyurmuşlardır. (Hakim, Müstedrek N/153 (Ayrıca bk. Hindi, Kenz XVI/74)) Başkası için demek, başkasının adı zikredilerek boğazlamak, yani "Bismillah = Allah`ın adıyla" yerine "Bismifilan = falanın adıyla, falanın adına" diyerek kesmektir. Binaenaleyh, bir büyük zatın gelişine, ev ya da araba almasına duyduğu sevinçten ötürü kurban keserse bu küfür olmadığı gibi, kesilen hayvan da meyte (leş) hükmüne girmez, eti yenir derler. (Bu görüşlerin uzunca tartışması için bk. Şeyh Davud, Eseddü`l-Cihad Risalesi (Ictihat Tartışması, Terc. Sükrü Özen, içerisinde) s. 255 vd.) Durum böyle olmakla beraber bunun mahzursuzunu, mahzurlusundan ayırmak zor olduğu ve avam insanlara bid`at kapısını açmamak için bu tür vesilelerle kurban kesmemek gerekir. Ille de kesmek istenirse gelişine sevindiği kimsenin yolunda ya da önünde değil, böyle sevinçli bir güne kendisine bahşeden Allah için ayrı bir yerde kesip etini tasadduk etmeli veya yemelidir. Aksi halde "Bismillah = Allah adına" diyerek kesse dahi bir kimsenin yoluna, bir evin temeline, bir arabanın tekerine vs. kesilen, kanı oraya buraya sürülen kurban en azından çirkin bir bid`attır, küfrü gerektirmese dahi günahı gerektirir ve etinin yenmesi de şüpheli olur. Zaten bu kurbanı görenler, filan falanın gelişi için, ya da filan iş için kurban kesti derler ki, bu da onun kesiliş gayesinin Allah için olmadığını gösterir.
ŞAHİTLİK
Islâm`da bazı konularda iki kadının şahitliğinin, bir erkeğin şahitliğine denk tutulması, kadına hakaretten değil, "fıtratın ve tabiîliğin gözetilmesinden dolayıdır. Çünkü Islâm toplumunda kadın çarsıya pazara ancak ihtiyacı ölçüsünde çıkar ve şahitlik gerektiren konulara çok az muttalî olur. Duygusal yapısından ve yaratılışından ötürü, gördüğü olaylardan da çok çabuk etkilenir ve bir tarafın lehine haklılık ve haksızlığına bakmadan, tavır koyuverir. Psikolojik araştırma ve istatistikler bunun böyle olduğunu bilimsel yöntemlerle ispatlamıştır. Yine bu tür olaylar, kadın. genellikle ilgilendirmeyen olaylardır. Bu yüzden unutması ve olayın oluş biçimini hatırlayamaması normal bir olgudur. Ama iki tane olmaları halinde bu ihtimal ortadan kalkar.
Kaldı ki, tamamen kadınların ilgi sahası olan doğum, bekâret, emzirme (rada) gibi konularda erkeğin değil, kadının şahitliği geçerlidir. Yani bu konunun isabetlilik derecesi, "fıtrat" ve Islâm toplumu düşünülürse anlaşılabilir.
Kadının hakim ve devlet başkanı olamayışındaki hikmet de, yine onun duygusal yaratılışı ile ilgilidir. Söylediğimizi tekrar edersek; konuya teorik olarak bakıp, daha insancıl görüneni savunma yerine, pratik ve gerçekçi açıdan bakıp, insanî olanı almak daha akıllıca olsa gerektir. Tekrar edelim; tarihte kadınların hâkim olduğu hangi ülke yıkımla sonuçlanmamıştır? Öyleyse Rasûlüllah Efendimiz doğru söylemiştir: "Idarelerini bir kadına teslim eden milletler iflah olmayacaklardır". (Buhârî, Megâzî 82, fiten 18; Tirmizî fiten 75; Nesâî, kudât 8;Mûsned V/43, 51, 38, 47.) Şu anda ikiyüze yakın devletin kaçının başı kadındır? Kadın haklarını savunduklarını sanan ülke insanları, niçin yüzde doksandokuz oranında erkek idareciler seçiyorlar? Diğerlerini bir tarafa bırakalım, kadın erkek eşitliğinden sözeden hangi ülkenin parlamentosunda, hiç olmazsa erkeklerin yarısı kadar kadın vardır?
ŞAHİTLİKTE HIRSIZLIK VE ZAMAN AŞIMI
Zina, hırsızlık ve şarap içme cezalarının (had) uygulanabilmesi için bu suçlara şahit olanların açık bir özür olmadıkça gecikmeden şahitlik yapmaları gerekir. Çünkü suçun işlendiği tarihle şahitlik etme tarihi orasında uzun bir süre geçerse töhmet ve fitne ihtimalı artar. Uzun süre sustuktan sonra şahitlik yapılması, davalıya duyulan kini akla getirir. Diğer yandan şahit, böyle bir geciktirmeyi "şantaj" aracı olarak kullanmaya da kalkışabilir. Hz. Ömer (r.a)`ın şöyle dediği nakledilmiştir: "Had cezasını gerektiren bir suça, suçun işlediği sırada değil, sonradan şahitlik eden bir topluluk, içlerinde bulunan bir kinden dolayı şahitlik yapmış sayılır. Bu yüzden onların şahitlikleri kabul edilmez" (ez-Zühaylî, a.g.e., VI, 49).
Bir yerde hâkimin bulunmaması, mesafenin uzaklığı, yolun tehlikeli oluşu açık özür sayılır. Bu özürler nedeniyle şahitliğin gecikmesi mümkün ve caizdir.
Ebû Hanîfe`ye göre zaman aşımı süresi hâkimin takdirine bırakılmıştır. Çünkü şahitlik yapmak için olayla hâkim önüne çıkma arasında geçebilecek süreler yer ve çevre şartlarına göre değişiklik arz eder. Ebû Yûsuf ve Imam Muhammed`e göre zaman aşımı süresi bir ay ve daha fazla olan bir süredir. Eğer süre bir aydan kısa ise bu zaman aşımı sayılmaz. Çünkü bir ay sürelerin en kısasıdır. Bir aydan az olan süreler peşin (acıl) hükmünde olur (es-Serahsî, el-Mebsût, 1. Baskı, Beyrut 1398/1978, IX, 50; ez-Zühaylî, a.g.e., VI, 49).
Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelîlere göre, zina *, kazf * (zina iftirası) ve şarap içme ile ilgili hadler konusunda yapılacak şahitlik zaman aşımına uğramaz. Çünkü zina hakkındaki şahitliğin zikredildiği âyet genel anlam ifade eder. Gecikme nedenliye şahitliğin düşeceğine ait bir delil de yoktur. Diğer yandan şahitliğin gecikmesi bir özürden veya şahidin kaybolmasından ötürü olabilir. Had cezası ise mutlak ihtimalle düşmez (bk. Ibnü`l-Hümâm, Fethu`l-Kadîr, Bulak 1315, IV, 161; Ibn Kudâme, el-Muğnî, 3. baskı, Kahire 1970, VIII, 207).
Ikrarda Zaman Aşımı Müctehitler, zina ikrarı için bir zaman aşımı süresinin bulunmadığı konusunda görüş birliği içindedir. Çünkü insan kendisi aleyhinde bulunmakla itham edilemez. Buna göre, bir süre geçtikten sonra hâkim önünde yapılacak ikrarla zina sabit olur. Ancak Mâlikîler dışında çoğunluğa göre böyle bir kimse had hükmü verilmezden veya had cezasının bir bölümü uygulandıktan sonra bile ikrarından dönse veya kaçsa had düşer (Ibnü`l-Hümâm, a.g.e., IV, 120; Ibn Kudâme, a.g.e., VIII,197; eş-Şirâzî, el-Mühezzeb, II, 271).
ŞAKA
Güldürmek veya eğlendirmek kasdıyla söylenen söz veya yapılan davranış, latıfe, mizah.
Insan şahsiyetini, onurunu rencide eden bütün söz ve hareketler, kul hakkını çiğnemektir. Toplum düzeni, bütün fertlerin haklarına riayet ve onlarla ünsiyet etmekle, görüşüp anlasabilmekle sağlanır. Kendi hakkının çiğnenmesini arzu etmeyen insanın, bir başkasının hakkını gözetmesi kaçınılmazdır. Hukuka riayeti temin için Yüce Allah, insanların mallarına tecavüzü haram kıldığı gibi, insan şahsiyetini kırıcı olan her türlü alayı, gıybet, yalan, iftira, dedikodu ve benzeri sözlü tecavüzleri de haram kılmıştır. Bu cümleden olmak üzere çoğu kere muhatabı küçük düşürecek şekilde yapılan fiilî ve sözlü şakalar da Hz. Peygamber`in hadîsi ile yasaklanmıştır: "Kardeşinle mücadele ve şaka etme" (Tirmizî, Birr, 58). Mizahı çok yapan bazı sahabe hakkında Kur`anî hüküm de (el-Hadîd, 57/16) nazıl olmuştur. Yalanla eş anlamlı şakalar, bizzat yalan olduğu için haramdır. Ancak şaka, yalan, alay, hakaret gibi aşağılayıcı manada olmamak ve aşırı gitmemek kaydıyla yapılırsa buna müsaade edilmiştir.
Hz. Peygamber (s.a.s) ve ashabının arkadaşlarıyla şakalaştığı görülmüştür. Ebû Hureyre`den: Ashab, Rasûlullah`a, "Ya Rasûlullah, sen de bizimle şaka yapıyorsun" dediler. Rasûlullah, "Ben sadece doğruyu konusurum, haktan başka bir şey söylemem" (Tirmizî, Birr, 57) buyurdu.
Ibn Abbas`tan: Bir adam, "Allah Rasûlü şaka yapar mıydı?" diye sordu. "Evet" diye cevap verdim. "Peki Rasûlüllah nasıl şaka yapardı?" deyince "Hz. Peygamber (s.a.s) hanımlarından birisine geniş bir elbise giydirdi . "Bu elbiseyi giy, Allah`a şükret, eteğini de gelin eteği gibi sürü" buyurdu, dedim."
Hz. Enes`ten: Allah`ın Rasûlü, insanların en güzel ahlâka sahip olanı idi. Ebu Umeyr adında bir kardeşim vardı. Rasûlüllah gelip kardeşimi görünce "Ebû Umeyr, kuş ne yapıyor?" diye sorardı. Kardeşim kuşla oynardı. Bazı namaz vakitlerinde Rasûlüllah bizim evde olur, bir seccade serilmesini emreder, seccadeyi süpürür ve sular, sonra üzerinde namaza dururdu. Biz de arkasında namaz kılardık. Seccade, hurma lifinden yapılmıştı.
Enes b. Mâlik`ten: Bir adam, Rasûlüllah`ın yanına geldi, onu devesine bindirmek istedi, Rasûlüllah da, "Biz de seni dişi devenin yavrusuna bindirelim" dedi. Adam, "Ya Rasûlüllah, devenin yavrusuna nasıl bineyim?" diye sorunca, Rasûlüllah, "Bütün develeri dişi deve doğurmaz mı?" buyurdu .
Hz. Enes`den: Zahir adında bir bedevî, çölden Rasûlüllah`a hediyeler getirmişti. Dönüp gitmek isterken, Rasûlüllah da ona hediyeler verdi ve; "Zahir, bizim çölde yaşayanımızı temsil eder, biz de onun şehirde yaşayanını temsil ederiz" buyurdu. O, çirkin biri olduğu halde, Rasûlüllah onu çok severdi. O, alışveriş ederken Rasûlüllah arkasından gelir, onu kucaklar, kendisini adama göstermez ve "Ben kimim?" diye sorardı. Adam döndüğü zaman Rasûlüllahı tanır, sırtını Rasûlüllah`ın göğsünden ayırmazdı. Rasûlüllah "Bu köleyi kim satın alacak" diye sorar, adam da "Ya Rasûlüllah, o halde beni değersiz buluyorsun" derdi. Rasûlüllah (s.a.s) "Allah katında değersiz değilsin, onun katında değerin yüksektir" buyururdu.
Enes (r.a) "Rasûlüllah hanımlarıyla beraber olduğu zaman insanların en hoşu ve en şakacısıydı" demiştir. Peygamberimiz (s.a.s) fazla tebessüm etmeyi ve nezaketle şaka yapmayı severdi.
Aişe vâlidemiz anlatır: "Bir gün Allah`ın resûlu benimle koşarak yarıştı ve ben kendisini geçtim. Zamanla şişmanladığımda benimle tekrar koştu ve bu sefer beni o geçti." Yine bir gün Âişe vâlidemizle Hz. Sevde annemiz Peygamberimizle bir yemekte bulamaç aşını yerken Sevde (r.a) "Bu yemeği sevmiyorum" dedi. Âişe (r.a): "Yemezsen yemeği yüzüne sürerim." dedi Bu konuşma esnasında önce Hz. Âişe, Hz. Sevde`nin yüzüne, sonra Hz. Sevde, Hz. Âişe`nin yüzüne birer parmak bulamaç sürerek şakalaşmışlar, Hz. Peygamber de bunları devamlı bir gülümsemeyle izlemiştir.
Hz. Süheyb anlatıyor: Gözüm ağrıdığı halde hurma yiyordum. Bunu gören Hz. Peygamber: "Gözün ağrıdığı halde hurma mı yiyorsun?" dediler. Ben de: "Ey Allah`ın Rasûlü, ben ancak ağrımayan tarafla yiyorum" cevabını verince Rasûlüllah azı dişleri görünecek derecede tebessüm ettiğini gördüm.
Sahâbe`den Nüeyman el-Ensarî (r.a) şakacı bir kimseydi. Medine`ye tâze meyve ve süt gelince hemen onlardan alıp Rasûlüllah`a getirerek "Ey Allahın Rasûlü, bunu senin için satın aldım ve sana hediye ettim" derdi. Birkaç gün sonra malın sahibi Nüeyman`dan malının bedelini istediği zaman, o kişiyi Resûlüllah`a getirip: "Ey Allah`ın Resûlü, şu adamcağızın mallarının bedelini versene" derdi. Rasûlüllah da "Ey Nüeyman, sen onu bize hediye etmedin mi?" diye sorduklarında, Nüeyman: "Ya Rasûlüllah, alırken onun parası yanımda yoktu. Senin de ondan yemeni istiyordum, onun için alıp getirdim" deyince, Rasûlüllah güler ve parasını verirdi .
Işte bunlar sevimli şakalardır. Sınırları taşmamak, başkasını incitmemek şartıyla arada sırada bu tür şaka yapmak müstehaptır. Az ve yerinde olan şakayı Peygamber Efendimiz de tasvip etmişlerdir. Ancak, şakaların devamlı yapılmasından sakınmak gerekir. Bir kısım mübahlar vardır ki onlara devam edildiği takdirde günaha dönebilirler. Şakanın eziyet, sıkıntı verici ve rahatsız edici olanı yasaktır.
Hz. Peygamber (s.a.s) ve ashabının yaptığı bu tür şakalar, kırıcı ve yalan cinsinden olmayan şakalardır. Böylesi şakalar ise insanlar arasında muhabbeti arttırır. Ancak her işte olduğu gibi şakada da aşırı gitmemelidir.
El şakaları ve öldürtücü, yaralayıcı aletlerle yapılan şakalar tehlikeli olabileceğinden yasaklanmıştır. "Her kim kardeşine -isterse ana baba bir kardeşi de olsa- (korkutmak üzere) demirle işaret ederse, onu bırakmaya kadar melekler o kimseye lanet ederler. " "Sakın sizden biriniz (din) kardeşine silah ile işaret etmesin. Çünkü işaret eden kimse bilmez ki belki Şeytan o silahı elinden kaydırır, işaret edilen adamı vurur da bu yüzden cehennemden bir çukura yuvarlanır" (Riyâzu`s-Salihîn, III, 293).
Kocanıneşi ile şakalaşması ve oynaşması, aralarındaki sevgiyi arttıracağı için tasvip, hatta teşvik edilmiştir (Ebû Davud, Edeb, 84,85,149,7; Ibn Mâce, Cihad, 40; Ahmed b. Hanbel, II, 352, 364, 3/67, 5/32).
SAKAL
Yetişkin erkeklerin yanak, çene ve yüzlerinin alt kısımlarında çıkan kıllar.
İnsanları en güzel şekilde yaratan Cenab-ı Allah peygamberleri vasıtasıyla kulluk görevlerini onlara bildirdiği ve öğrettiği gibi, kılık-kıyafetlerini de belirlemiştir.
Allah Teâlâ, insanların bedenlerinde saç, sakal ve diğer kılları yaratmış, peygamberleri de bunlardan bir kısmının giderilmesini veya kısaltılmasını, bir kısmının da kesilmeyerek uzatılmasını tebliğ etmiş ve bu konuda insanları uyarmışlardır.
Allah Teâlâ (c.c), "Peygamber size neyi getirip verdi ise onu kabul edin, alın ve sizi yasakladığı şeyden de sakının" (el-Haşr, 59/7) ve "Allah`ın Rasulünde sizin için güzel örnekler vardır" (el-Ahzâb, 33/21) meallerindeki âyetlerinde buyurduğu gibi, mü`minlere sîrette, sûrette, ahlâkta, âdette ve hayatın bütün dallarında, Rasulu (s.a.s)`un sünnetine uymalarını emretmiştir. Rasulullah (s.a.s)`ın sünnetine uymak, İslâmiyet`i daha doğru anlamanın, daha doğru yaşamanın yegâne yoludur.
Allah (c.c)`ın: "Peygambere itaat eden, Allah`a itaat etmiş olur" (en-Nisa, 4/80) âyet mealinde buyurduklarından hareket ederek, Rasulullah (s.a.s)`a itaatin her şeyden önce farz hükmünü taşıdığını göz önüne alırsak, onun sünnetine sarılmanın önem ve ciddiyeti kendiliğinden ortaya çıkar.
Rasûlullah (s.a.s) ümmetini, kılık kıyafet ve dış görünüşleri bakımından müşriklere benzemekten alıkoymuş; "Kim bir kavme benzerse, onlardandır" (Ebu Davud, Libas, 4) hadisiyle de müslümanları uyarmıştır. Özellikle sakal bırakmaları hususunda mü`minlere tavsiyelerde bulunmuş, çeşitli hadisleriyle de sakalın müslüman için taşıdığı önemi belirtmiştir.
Hz. Aişe (r.anha)`den rivayet edilen bir hadislerinde "On şey fıtrattandır: Bıyıkları kesmek; sakalı salıvermek; misvak ile ağzı, dişleri temizlemek; su ile burnu temizlemek; tırnakları kesmek; kirlerin barınabileceği yerleri yıkamak; koltuk altındaki kılları gidermek, kasıkları tıraş etmek; necaset yolunu su ile pak eylemektir" (Müslim, Tahare, 56; Ebu Davud Tahare, 29; Nesâî, Zine, I) buyurmuşlardır. Diğer hadislerinde ise, "Bıyıkları Çok kısaltın, sakalları ise bırakın"; "Müşriklere muhalefet edin; bıyıkları kısaltın, sakalları çoğaltın"; "Bıyıkları kesin, sakalları bırakın. Böylece Mecusîlere benzemeyin " (Buharî, Libas, 64; Müslim, Tahare, 54) buyurmuşlar ve mü`minleri sakal bırakmaya teşvik etmişlerdir.
Sakal, hadiste de buyurulduğu gibi, yaratılış icabı erkeklerde bulunması gereken ve daha önceki peygamberlerin sünneti olan bir kılıktır. Müteaddid Hadislerde sakalların tabii halleri üzere terk edilmesi ve uzatılması emredilmektedir. Kısaltılması konusunda herhangi bir cevaz görülmemektedir. Asırlardır her devirdeki İslâm âlimleri ile bütün mü`minler bu tabii hali benimsemişler ve kendilerinde uygulamışlardır.
Bu Hadislerden anlaşıldığına göre, bütün peygamberlerle birlikte Rasul-i Ekrem de sakalını bırakmış ve sakal bırakmayı emretmiştir. Hz. Peygamber ve ashabının sakallarını traş ettiklerine dair hiç bir kayıt yoktur. Ancak Hz. Peygamber (s.a.s) sakalının ucundan ve yanlarından alırdı (Tirmizi, Edeb, 17). İmam Malik, "Müslüman, çoğunluk sakalını ne şekilde bırakıyorsa o kadar bırakmalı, fazlasını kesmeli, böyle yapmak menduptur. Çünkü bu fazlalığın kesilmemesi, çirkin görünmeye sebeb olur. Sakalı kısaltmanın bir sınırı yoktur. En uygunu, şekli güzelleştirecek biçimde kısaltmaktır" der. İmam Bâcî Abdullah İbn Ömer ve Ebu Hureyre`den nakledilen tatbikata dayanılarak bir tutamdan fazlasının kesilebileceğini söylemiştir.
Dürrül-Muhtar`da sakalın bir tutam boyunda olmasının sünnet olduğu ifade edilmektedir. Aynı şekilde, ekseriyetin görüşüne göre bir tutamdan fazlasını kesmek de sünnettir.
Sakal bırakmak ve buna bağlı olarak sakalı traş etmek konusunda âlimler değişik kanaatlere varmışlardır. Bu alimlerin bir kısmına göre sakal bırakmak farz, kesmek haram; bazılarına göre sakal bırakmak sünnet, kesmek mekruhtur, kimisine göre de müstehaptır. Bunların görüş ve delillerine gelince: Sakal bırakmak farz, traş etmek ise haramdır şeklinde olan birinci görüş, alimlerin cumhuruna aittir. Delilleri ana hatlarıyla şöyledir:
a) Hz. Peygamber (s.a.s) bir hadis-i şeriflerinde sakal bırakmayı emretmiştir. Emirler mendup veya mübah olduğunu ifade ettiğine dair bir delil bulunmadıkça vucub için olurlar. "Sakalları bırakın " emri de sakal bırakmanın farz olmasını gerektirir.
b) Aynı şekilde, Hz. Peygamber (s.a.s) müşrik veya mecusilere benzememeyi emretmiştir. Sakalı traş etmek onlara benzemektir. Bu da haramdır.
c) Sakal traşı, Nisa süresinin 119. ayetinde sözü edilen Allah`ın yarattığı şeyi değiştirmek demektir. Şeytana uyularak yapılân bu hareket de yasaktır. d) Sakal, erkekleri kadınlardan ayıran bir özelliktir. Sakalını traş eden erkekler kadınlara benzemektedirler. Erkeklerin kadınlara benzemesi de dinen yasaklanmıştır.
Sakal bırakmak sünnet, traş etmekse mekruhtur görüşünde olanlar Şafiî mezhebinden İmam Nevevi, Râzi, Gazzalî, Şeyh Zekeriyya el-Ensari, İbn-i Hacer, Remli, Hatib, Şirbini gibi zatlardır. Bu görüşü savunanlar şöyle demişlerdir.
a) Hadis-i şerifteki emir, sakal bırakmanın farz olmasını gerektirmez. Zira aynı şekilde Hz. Peygamber (s.a.s), Yahudi ve Hıristiyanlara benzememek için saçların boyanmasını emretmiş, fakat Sahabeden bazı kimseler saçlarını boyamamışlardır. Bu olay bu gibi emirlerin vücub için olmadığını gösterir.
b) Müşriklere din ve imanla ilgili konularda benzemek haramdır. Örf ve âdetlerle ilgili hususlarda ise haram değildir. Zira Rasûlüllah (s.a.s)`de rahiplerinkine benzer bir takunya giymiştir. Şayet bu gibi hususlarda benzemek kesin olarak yasak olsaydı, Hz. Peygamber bunu yapmazdı.
c) Örf ve âdetlerde bile olsa konu sadece müşriklere benzeme noktasından ele alındığı zaman aksine sakal bırakmanın haram olması gerektiği hükmüne varılır. Zira bugün birçok rahip ve gayr-i müslimler de sakal bırakmaktadırlar.
d) Peygamberlerin sünnetlerinden sayılan on şey alimlerin çoğunluğu tarafından sünnet veya müstehap olarak değerlendirilmektedir. Sakal da bunlardan biri olduğuna göre bu da öyle değerlendirilmelidir. Çünkü bunların hepsi temizlik ve iyi görünüşlü olmak gibi güzel âdetlerdir. Rasûlüllah (s.a.s) ümmetine en güzel âdetleri tavsiye etmiştir.
Sakal bırakmak müstehap, (sünnet-i zevaid) traş etmek ise mübahtır görüşünü savunanlar şöyle derler: Sakal bırakmak, yemek, içmek, oturmak, giyinmek gibi Hz. Peygamber`in insan olduğu için tabii olarak yapmış olduğu âdetleridir. Bu itibarla sakal bırakmak ibadetle ilgili sünnet değil, Hz. Peygamber (s.a.s)`in gelenek kasdiyle yapmış olduğu sünnetidir. Buna sünnet-i zevdid de denir. Mahmud Şeltut ve Muhammed Ebu Zehra gibi zamanımızın bazı âlimlerinin görüşü bu şekildedir. Buna göre sakal bırakmak faziletli olmakla birlikte, sakal traşı mübahtır. Sakal bırakılmadığı veya traş edildiği takdirde aleyhte bir hüküm terettüp etmez. İçinde bulunulan çevreye göre hareket etmek yerinde olur.
Sakalın adeta bir parçası olan bıyığa gelince; Hz. Peygamber (s.a.s)`den üst dudağının kenarları görünecek şekilde bıyığı kısaltmak veya tamamen kesmek şeklinde rivayetler vardır. Asıl alınan görüşe göre bıyığı kısaltmak da tamamen traş etmek de sünnettir: Mükellef dilediği şekilde hareket etmekte serbesttir.
Ancak bıyıkların yan taraflarından alıp ortada az birşey bırakmak caiz görülmemiştir. Şir`a şerhinde Hz. Ömer`in bıyıklarının iki ucunu uzattığından söz edilerek bunun bir sakıncası olmadığı açıklanmıştır.
(Sakal ve bıyığın hükümleri ve bu konudaki görüş ve ictihadlar için bk. İbn-i Abidin, II, 113, V, 261; el-Mehhel, I,183-189; Şevkânî, Neylül-Evtar, I, 137-138; el-Mezahibül-Erbea, II, 44-46; Şerhu`n-Nevevî (İrşadüşşarinin kenarında), II, 261-265; İânetü`t-Tâlıbin, II, 340; Fethü`r-Rabbânî, XVII, 313-314;ş Mahmut Şeltut, el-Fetâvâ, 227-229; İslâmda Helal ve Haram, Yusuf el-Kardâvî, (Terc. Mustafa Varlı), 107-109; Muhammed Ebu Zehra, İslâm Hukuku Metedolojisi (Terc. AbdülKadir Şener), 51-52; Zekeriyya Kandehlevi, Vucübu ı`fail-Iihye).
SAKAL BIRAKMAK İÇİN HANIMDAN İZİN ALINMALI MI?
Sakalı seyrek olanların sakal bırakması nasıl olacak? Kesmesi mi daha doğru? Sakal bırakırken hanımlara sorulması gerekir mi?
Sakal bırakmamaya şerî bir sebep yoksa seyrektir diye sakal bırakmamak olmaz. Sakalı seyrek olandan istenen de seyrek sakal bırakmasıdır. Herhalde ona, "Niçin filanca gibi gür sakal bırakmadın?" diye sorulmayacaktır. Sakal bırakmaktan gaye, yakışıklı olmak olsaydı öyle bir şey denebilirdi. Halbuki sakalı Allah Rasulü Efendimiz "fıtrat" tan, yani Allah (cc)`ın seçtiği ve görmek istediği yaratılış biçiminden olarak nitelemiş (bk. Müslim, taharet 56; Ebu Davûd, taharet 29; Nesâi, zinet 1), Allah da fıtratını değiştirilmesi için ugraşanların cehennemlik olduklarını bildirmiştir (K. Nisâ (4) 117-121). Fıtratın gereği olan bir konuda hanımdan ya da herhangi bir kimseden izin istemek ise birisinin malı için bir başkasından izin istemesine benzer. Rasûlüllah Efendimiz (sav) "yaratana isyan söz konusu olduğunda, yaratılana itaat edilmez" hadisi şerifiyle bu konuya ışık tutar. Tıpkı bunun gibi, meselâ kadın da başını kapatmak için kocasından izin almak zorunda Ancak farzla sünnet tearuz ettiğinde farzın tercih edileceği de ittifakla kabul edilen fıkhî bir esastir.
SALÂT VE SELÂM`I KISALTARAK YAZMAK
Peygamber efendimizin ismi geçtikten sonra "Sallallahü aleyhi ve sellem" kısaca (s.a.v.),şeklinde yazmanın hatalı olduğunu söylüyorlar, doğru mu?
Alah Rasûlü`nün adı anıldığında "Salât ve selâm" okumak; "Şüphesiz Allah ve O`nun melekleri peygambere "salât" ederler. Ey inananlar, siz de onâ teslimiyette salât ve selâm edin (el-Ahzâb 33/51l)" âyetinin gereğiolarak farzdır denmiştir. Rasûlüllah`ın kendisi de: "asıl cimri, yanında, ben anıldığım hâlde bana salât okumayandır" (30 Bu ve benzeri hadisler ve kaynakları için bk. el-Hindî I/488 vd. "Yanında anıldığım halde bana salât okumayanın burnu yerde sürünsün"... (32 agk. Ayrıca, Elmalı VI/3923) buyurmuştur. Bir mecliste defalarca ismi anılırsa bir defa salât ve selâm yeterlidir, diyenler varsa da, doğru olanın, her seferinde söylemenin vâcip olmasıdır. (33 agk.) Onun ismini yazmakla söylemek arasında saygı bakımından bir fark yoktur. Yani "salât ve selâm"i yine yazmak gerekir. (34 Kâdihân NI/422) Ancak yazının, konuşulan sözlerin bir işareti ve bir rumuzu olduğunu ve (sa., s.a.v.) gibi işaretlerin de, meselâ "Alleyhissalâtü ve`s selâm"dan başka türlü okunamayacağını hesaba katarsak, bu rumuzları yazanın bu görevi yerine getirmiş olacağını söyleyebiliriz. Çünkü mühim olan, okuyanın, Allah Rasûlü`nün ismi anıldığında bu saygı duasını kasıtlı olarak söylemesidir, yoksa hiç düşünmeden okuması değildir. Ancak tercih yapmak gerekirse, açıkça yazmanın, rumuz halinde yazmaktan daha iyi olacağı söylenebilir. Hadis nakletme edebini anlatan kitaplarda da böyle söylenir.
SALÂT" VE "SELÂM"I TEKRARLAMAK
Kitap okurken yahut sohbet yapılırken Rasûlüllah`ın (s.a.) Ismi geçtiği her yerde "salât-ü selâm" getirmeli miyiz?
Bir mecliste bir konu konuşulur ya da bir kitap okunurken, Rasûllüllah`a bir defa "salât`ü selâm" okumak yeterlidir, diyenler vardır ama, en güzeli her defasında söylenmesidir. Suyûtî"yi vefatından sonra rüyasında cennette gören bir dostu, bu makama ne ile eriştiğini sorunca, "Şu kadar bin hadis yazdım Rasûlüllah`tan, ya da, Râsûlüllah buyurdu, denen her yerde ona salât ve selâmı ihmal etmedim. Işte bu makama erişmemin sebebi budur." dediği nakledilir.
ŞAPKA
Başa giyilen başlık anlamında latince "cappa"dan alınma bir kelime. Günümüzde, erkek ve kadınların sokağa çıkarken gerek süs olarak, gerekse yağmur ve güneşten başlarını korumak gayesiyle giydikleri başlığın genel adıdır. Bununla birlikte, şapkaya benzediğinden, ocak ve soba borularının tepesine konulan ve rüzgârın dumanı içeriye doğru savurmasına engel olan sac külahlara da şapka denilmektedir. Aynı şekilde, gemi direğinin tepesindeki tekerlekçiğe ve yazıda, harfi uzatma veya inceltme amacıyla kullanılan işarete de şapka denildiği bilinmektedir.
Erkek şapkaları çeşit çeşittir; kasket, fötr, silindir, melon, bere, hasır, panama vb. Kadın şapkaları ise, modaya göre yıldan yıla değişiklik gösterir (muhtelif devirlere ait erkek şapkalarıyla değişik kadın şapkaları için bak: Yeni Türk Ansiklopedisi, X, 3818; Okyanus Türkçe Sözlük, 111, 2712).
Insanlar, tarihin ilk çağlarından itibaren çeşitli şapkalar (başlıklar) giymişlerdir. XIX. yüzyılın 2. yarısından sonra pek çok çeşidi olan şapkalar, yukarda yazıldığı şekilde standartlaştı. Osmanlı Türk toplumunda başlığın özel bir yeri vardı. Saray ve saraydaki yüksek rütbeli memurlar kırk üç çeşit farklı serpuş (başlık) giyiyorlardı. Hiç kimse kendisine ait olmayan rengi ve şekli kullanamazdı. Hükümet ve devlet görevlilerine ayrılan başlık sayısı yirmi yedi idi. Sadrazamdan vezir habercisine kadar herkesi başlıklarından tanımak mümkündü. Ordu mensuplarının başlık çeşidi altmış üç idi. Yeniçeri ağasından en basit ere kadar bütün rütbeliler başlıklarından tanınabilirdi. Din adamları on altı, halk ise yirmi dört değişik serpuşa sahipti. Osmanlı devletinin son zamanlarına kadar, müslümanlarla gayr-i müslimlerin birbirinden ayrılması için giyimleri, bu arada giydikleri başlıklar farklı farklıydı (M. Z. Pakålın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, 111, 188; Yeni Türk Ansiklopedisi, X, 3818).
Osmanlı devletinin nüfusunu teşkil eden müslümanlarla gayr-i müslimlerin, yalnızca giydikleri başlıklar değil, ayakkabılarına varıncaya kadar tüm kıyafetleri biri birlerinden farklıydı. Bu durum, Osmanlı devletinin yıkılması ve onun yerine Türkiye Cumhuriyeti Devleti`nin kurulmasına kadar - tedrici olarak bir takım değişiklikler olmasına rağmen - devam etmiştir.
Türkiye Cumhuriyeti`nin ilk cumhurbaşkanı M.K. Atatürk, Cumhuriyetin 1923 yılında ilanından sonra, bir takım reform hareketlerine girişti ve herkesçe bilinen inkılapları aşamalı olarak gerçekleştirmeye başladı. Bu cümleden olarak Osmanlı döneminin simgelerini ortadan kaldırmaya ve dinî kaynaklı giyim farklılıklarının yurttaşlar arasında ayırım yaratmasını önlemeye yönelik adımlar attı. Giyim konusundaki bu yeniliklerin başında şapka geliyordu. Çünkü Atatürk`e göre şapka batılı ve modern olmanın simgesiydi, uygar kıyafetin ayrılmaz bir parçasıydı. Bunun dışında kalan (fes, sarık, külah vb.) başlıklar, Türk ulusunun kıyafeti olamazdı. Nitekim 24 Ağustos 1925 tarihinde, Kastamonu`ya yaptığı bir gezide, elinde Panama şapkası biçiminde geniş kenarlı beyaz bir şapka olduğu halde halka şöyle seslendığını görüyoruz:
"Arkadaşlar, Turan kıyafetini araştırıp canlandırmağa yer yoktur. Uygar ve milletlerarası kıyafet, bizim için, çok cevherli milletimiz için lâyık bir kıyafettir. Onu giyeceğiz, ayakta iskarpin veya fotin, bacakta pantolon, yelek, gömlek, kravat, yakalık, ceket ve tabiatıyla bunları tamamlamak üzere başta siper-i şemsli serpuş. Bu serpuşun adına şapka denir. Redingot gibi, bonjur gibi, smokin gibi, frak gibi, işte şapkamız!
Arkadaşlar, kesin olarak söylüyorum, korkmayınız! Bu gidiş zaruridir. Bu zaruret bizi yüksek ve önemli bir sonuca götürüyor. Isterseniz bildireyim ki, bu kadar yüksek ve önemli bir sonuca varmak için, gerekirse bazı kurbanlar da verelim. Bunun önemi yoktur..." (K. Z. Gençosman, Atatürk Ansiklopedisi, Istanbul 1981, X, 67).
M.K. Atatürk, bu konuşmasında, inkılâbından asla tavız vermeyeceğini ifade etmesine rağmen, şapka giyilmesi hususunda kesin bir emir vermemiştir. Ancak kadın-erkek herkesin giymesini içtenlikle arzu ettiğini bildirmiştir. Akşamleyin Ankara`ya döndüğünde, kendisini karşılamaya gelenlerin tamamının şapkalı olduğunu görmüştür (Yeni Türk Ansiklopedisi, X, 3818).
Bundan bir kaç gün sonra toplanan (2 Eylül 1341/1925) bakanlar kurulu, devlet memurlarına şapka giyme mecburiyeti getiren 2413 no`lu kararnameyi çıkarır. Ardından da 15 Kasım 1925 tarihinde Konya milletvekili Refik Bey ve arkadaşları Meclise şapka giyilmesi ile ilgili kanun teklifini verirler. Bursa milletvekili Nureddin Paşa bu kanunun Teşkılatı Esasıye Kanununa (Anayasa) aykırı olduğunu ileri sürerek geri alınmasını ister. Ancak çoğunluğun lehte oy kullanması sonucu 671 sayılı "Şapka Iktisası Hakkında Kanun" 25 Kasım 1925 tarihinde kabul edilir ve 28.11.1925 günü 230 sayılı Resmi Gazetede yayınlanarak yürürlüğe girer. Kanun şu üç maddeden oluşmaktadır:
1- Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri ile genel ve yerel yönetim görevlileri, her türlü kuruluşta görevli memurlar ve müstahdemler Türk milletinin giymiş olduğu şapkayı giymek mecburiyetindedir. Türkiye halkının da genel başlığı şapka olup, buna aykırı bir alışkanlığın devamını hükümet meneder.
2- Iş bu kanun, yayınlandığı tarihten itibaren geçerlidir.
3- Iş bu kanun, Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Yürütme Kurulu üyeleri tarafından yürütülür (Bak. Bekir Sıtkı Yalçın - Ismet Gönülal, Atatürk Inkılabı, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Ankara 1984, 99 vd.).
Şapka Kanunu ülkede önemli bir direnişle karşılaştı. Yasa T.B.M .M .`nde kabul edildiği gün Erzurum`da protesto gösterileri oldu. Bunun üzerine bu ilde sıkıyönetim ilan edildi ve gösteriye katılanlar Sıkıyönetim Mahkemesine verildi. Rize, Sivas, Maraş, Giresun, Kırşehir, Kayseri, Tokat, Amasya, Trabzon ve Gümüşhane`de yasayı protestoya yönelik eylemler gerçekleştirildi. Bu eylemlere katıldığı ileri sürülen birçok kişi Istiklal Mahkemelerinde yargılandı; bunların bazıları ölüm, bazıları da ağır hapis cezalarına çarptırıldı. Ölüm cezasına çarptırılanlardan biri de Iskilipli Atıf Hoca`dır. Aslında Atıf Hoca, protesto eylemlerine bizzat katılmamış, fakat adı geçen kanunun yayınlanmasından yaklaşık bir buçuk yıl önce (1340/1924) yazıp neşrettiği "Frenk Mukallitligi ve Şapka" adlı risalesinden dolayı Ankara Istiklal Mahkemesince suçlu bulunarak idama mahkum edilmiş ve 4 Şubat 1926 tarihinde hüküm infaz edilmiştir (Iskilipli Atıf Hoca, Frenk Mukallitliği ve Islâm, IXX, Çile Yayınevi, Istanbul).
1939`da Türk Ceza Kanunu`nun 526. maddeşiyle şapkadan başka başlık giymeyi alışkanlık haline getirmenin cezası üç aya kadar hapis olarak belirlendi. 1961 ve 1982 Anayasaları, öbür devrim yasaları gibi 671 sayılı yaşanın Anayasaya aykırılığının ileri sürülemeyeceğini hükme bağlamıştır (Ana Britannica, XX, 237).
Şapka giymenin fikhî hükmü:
Hiç şüphe yok ki, şapka bizatihi haram değildir. Zaten hiç bir Islâm âlimi, onun bizatihi haram olduğunu iddia etmemiştir. Ancak küfür alameti olarak kabul edildiği ve hakikaten gayr-i müslimlerin dînî kıyafeti olduğu dönemlerde, hemen hemen tüm Islâm âlimleri tarafından giyilmesine karşı çıkılmış, onu giyenler, niyetlerine göre kâfir ya da günahkâr kabul edilmişlerdir.
Biliyoruz ki, Islâm dininde bir şeyin kesin olarak haram sayılabilmesi, dolayısıyla onu işlemenin günah ya da küfür kabul edilebilmesi için hakkında açık bir nas olması gerekir. Aksi halde -peygamberler dahil- hiç bir kimse keyfî olarak, Allah`ın helâl kıldığını haram, haram kıldığını da helâl sayamaz. Ancak, hakkında kesin ve açık bir nas olmayan hususlarda Islâm âlimlerinin ictihad yoluyla bir kanaate varmaları mümkündür.
Bu noktadan hareketle Kur`ân-ı Kerîm`i incelediğimizde, ne şapka ne de başka bir kıyafetle ilgili herhangi bir hüküm göremeyiz. Lâkin Cenab-ı Allah`ın, mü`minleri sürekli olarak inanç ve davranış bakımından kâfirlere benzemekten sakındırdiğini görebiliriz .
O halde Islâm âlimlerinin şapka hakkındaki olumsuz kanaatlerinin dayanağı nedir? Islâm din bilginlerini bu kanaata sevkeden sebep, Peygamber (s.a.s)`in, sürekli olarak müslümanları gayr-i müslimlere benzemekten sakındırması ve bu konuda hassasiyet göstermesidir. Nitekim Rasûlüllah (s.a.s): Bir kavme benzemeye çalışan, o kavimdendir" (Ahmed b. Hanbel 11, 50; Ebu Davud, Libas, 4) ve "Bizden başkasına benzemeye özenen bizden değildir" (Tirmizî, Isti`zân, 7) buyurmakla, şeklen dahi olsa, bir müslümanın kâfirlere benzemesine karşı olduğunu göstermiştir. Rasûlüllah (s.a.s)`in, şeklen dahi olsa, müslümanların gayr-i müslimlere benzemeye özenmelerine karşı oluşu haklı bir nedene dayanıyordu. O da, gayr-i müslimlere benzemeye özenen müslümanların, zamanla dejenere olarak Islâm`dan uzaklaşmaları ya da ondan tamamen kopmaları endişesiydi. Zira Allah Resûlü; "Kişi inandığı gibi yaşamazsa yaşadığı gibi inanmaya başlar" gerçeğini çok iyi biliyordu.
Şunu hemen belirtelim ki, hadisin metninde geçen "teşebbüh" kelimesi, yukarda görüldüğü gibi, tesâdüfi bir benzemeyi değil, benzemeye çalışmayı yani bir kimsenin benzemek istediği kişileri bilerek ve isteyerek taklıd etmeye çalışmasını ifade etmektedir. Yoksa bir gayr-i müslim, Islâma girmek gibi bir niyeti olmaksızın, müslümanlara mahsus bir alâmeti taşımakla, müslüman sayılamıyacağı gibi; "gayr-i müslimlere benzeme kasdı olmaksızın, soğuk vb. sebeplerle onlara mahsus alâmetleri giyen bir müslüman da kâfir sayılmaz" (Fetevâ-yı Hindiye, II, 276, Bulak 1310 h.). Hele hele kâfirlerin şiârı olmayan bir takım kıyafet ve davranışlarda gayr-i müslimlere benzeyen kimse asla tekfir edilemez (Ali el-Kârî, Şerhu`ş-Şifâ, II, 522, Istanbul 1309 h.).
Ancak "Mecûsilerin mümeyyiz vasfı olan şapkalarını ve zimmîlerin küfrün şiârından olan kalensövelerini, onlara benzemek kasdıyla giymek ya da hristiyan ve mecûsilere ait olan zünnarı kuşanmak küfür sayılmıştır" (Şeyhzâde, Hâşiyetü Şeyhzâde alâ Tefsîr el-Kâdî el-Beydâvî, I, 108, Matbaatü`s-Sultâniyye, Dâr`ül-Hilâfe, 1282 h.; Ali el-Kârî, Şerhu`l-Fıkhı`l-Ekber, 167. Mısır, 1323 h.; M. Ertuğrul Düzdağ, Şeyhülislâm Ebussuûd Efendi Fetvaları Işığında XVI. Asır Türk Hayatı, Istanbul 1983, 118).
Islâm dininde niyetler çok önemlidir. Hattâ amellerden de önce gelir ve ameller onlara göre değer kazanır. Bunun içindir ki Islâm âlimleri; "Küfre niyet eden kimse o andan itibaren kâfirdir" diyorlar. Böyle bir kimse, dış görünüşü itibariyle müslümanlara benzese de kâfirdir. Kaldı ki, Allah`a, O`nun Resûlüne ve sair dinî zaruretlere iman ve itikadı olmadığı için, seve seve kâfirlerin kendilerine mahsus alâmet ve şiârlarını giyinmiş ve kabul etmiş olursa, artık bu kimsenin küfründe şüphe etmek bile caiz değildir.
Büyük fakihlerin ekserisi "Kafirlere mahsus ve onların kıyafet alâmeti olan kalensöve yani şapkayı bir zaruret olmadan kendi arzusu ile giymek küfürdür. Zira bu alamet-i küfürdür. Onun için bunu, ancak mecûsilik, hıristiyanlık, yahudilik gibi küfrün çeşitlerinden birini seçenler ve kalpleri küfür rengi ile boyanmış olanlar giyebilirler. Esasen zâhir alâmetlerle bâtınî işlere istidlâl ve onun üzerine hükm etmek aklen ve şer`an makbul ve mu`teber bir yoldur" diyorlar.
Fukahâdan bazıları ise; "Mecûsi, hıristiyan ve sair kâfir milletlere mahsus ve onların kıyafet âdeti olan kalensöve yani şapkayı kendi arzusu ile giyen bir müslüman, onlara benzemiş ve onları taklıd etmiş olduğu için günahkâr olursa da kâfir olmaz" diyorlar (Iskilipli Atıf Hoca, Frenk Mukallitliği ve Islâm, Istanbul 1975, 21).
Haddizatında İslam`ın ilk dönemlerinde, Mekke`de yaşayan müslümanlarla müşriklerin kılık ve kıyafetleri biri birlerinden farklı değildi. Hicretin ilk yıllarında da Medine`de çoğunlukta olan yahudiler, ne âdette, ne giyimde, ne de başka özel bir alâmette müslümanlardan ayırdedilemezlerdi. Sonraları müslümanlar çoğalıp güçlendikten ve kendilerine cihad izni verildikten sonra, Rasûlüllah (s.a.v)`ın direktifleri doğrultusunda, gerek âdette gerekse kılık ve kıyafette gayr-i müslimlerden yavaş yavaş ayrılmaya başladılar. Ki bu ayrılık o gün için bir zaruretti. Zira Islâm ile küfür karşı karşıya gelmişti ve bunun için safların belirginleşmesi, netleşmesi gerekiyordu. Buna binaen müslümanlar, inançları ve davranışlarıyla kâfirlerden ayrıldıkları gibi dış görünüşleriyle de onlardan ayrılmak durumundaydılar ve gayr-i müslimlerin kimlikleri niteliğindeki kıyafetlerini taşımaları yakışık almazdı. Müslümanların kendilerine has kimlikleri, kıyafetleri olmalıydı.
Işte bu şekilde, müslümanlar başlangıçta bizzat kendileri gayr-i müslimlere benzememeye özen gösterdikleri halde, kendi devletlerini kurup büyük bir güç haline geldikten sonra durum değişti. Bu sefer egemenlikleri altındaki zimmîlere müslümanlardan farklı bir şekilde giyinme mecburiyeti getirdiler. Peygamberimizin vefatından çok sonra getirilen bu uygulamanın gerekçesi şuydu:
Bazı fıkıh kitaplarında Ömer Ibn Hattâb veya Ömer Ibn Abdü`l-Azız`den gelen rivayetlere dayanılarak, zimmîlerin müslümanlardan kıyafetleriyle ayrılmalarının gerekli olduğu kaydedilmekte ve şöyle denilmektedir:
"Zimmiler, müslümanlarla içiçe olduklarından kendilerine müslüman muamelesi yapılmaması için onların tanınmaları gerekir. Mümkündür ki, onlardan birisi yolda aniden ölür ve bilinmeden namazı kılınarak müslüman mezarlığına gömülür" (Reddü`lMuhtar, Istanbul 1307, 111, 377).
Evet dikkatin ve sakınmanın elzem olduğu Islâm fetihlerinin ilk çağlarında bu ayırım belki gerekliydi. Fakat yukardaki gerekçenin yeterli olduğu söylenemez. Zira hayatta iken ne Allah`a ne de Peygamberi`ne inanmayan, Islâm ahkâmından hiçbirini uygulamayan bir kimseye, ölümünden sonra ona müslüman muamelesi yaparak yıkamak, cenaze namazını kılmak ve Islâm mezarlığına gömmek ona hiçbir yarar sağlamaz. Ona bu muameleyi bilmeden yapanlar da haliyle bu yaptıklarından sorumlu olmazlar.
Müslümanların kıyafetleriyle de gayr-i müslimlerden ayrılması gerektiği, hele şapka vb. alâmetlerin -zaruret hali hariç- asla giyilmemesi gerektiğini savunan merhum Iskilipli Atıf Hoca`nın konuya yaklaşımı şöyledir:
"Her devletin alâmet-i mahsusayı haiz bir çeşit bayrağı vardır ki o bayrak hangi vapurun, zırhlının, tayyarenin, mektebin, binanın üzerinde bulunursa, o devletin olduğuna hükmolunur. Meselâ bizim Yavuz zırhlısı bütün müştemilatı itibariyle Ingiliz, Alman ve Fransız zırhlılarına benzediği halde, yalnız şanlı bayrağının alâmet-i farikası ile onlardan ayrılır. Bu alâmeti görenler bizim zırhlımız olduğuna hükm ederler. Başka devletlerin bayrağının bizim zırhlıya çekilmesi siyaseten, örfen, âdeten ve kanunen yasaktır. Onun için bunun mürtekibi, hiyanet-i vataniye, cinayeti ve ecnebî taraftarlığı suçuyla itham edilerek idamına hükm olunur. Bunun için medenî memleketlerden hiç birisinin bayrağını bizim vapurlara, zırhlılara çekmek suretiyle onları taklıd ve teşebbühe yeltenmeye hiç bir kimse cesaret gösteremez.
Işte bunun gibi "Bizden başkasına benzeyen, bizden değildir" hadis-i şerîfi ile müslümanların, şiâr ve alâmet-i küfürde gayrı müslimlere benzemeye yeltenmeleri yasaklanmıştır. Binaenaleyh bizim zırhlıda başka devletlerin bayrağını görenler o zırhlının bizim olmadığına hükm edecekleri gibi şapka, haç ve sâir küfür alâmeti giyen ve takınanların Islâmî milliyetten çıkıp kâfirler sınıfına iltihak etmiş olduklarına hükm ederler" (Iskilipli Atıf Hoca, a.g.e, 24).
Unutmamak lâzım ki, bir zamanlar şapkanın küfür alâmeti sayılması gibi "baş açık gezmek de kâfirlerin âdetlerinden sayılıyordu. Bugün ise baş açık dolaşmak müslümanlar arasında yaygınlaşmıştır. Dolayısıyle küfür sayılmaz" (Ali el-Kârî, Şerhu`ş Şifa", II, 522). Nitekim eskiden "başı açık dolaşan, sokakta yemek yiyen, sakalını tıraş etmiş veya müzik dinleyen kişilerin şahitliği de kabul edilmezdi. Günümüzde bu örf ve kurallar değişmiştir. Çünkü bu davranışlar zamanımızda yaygın bir alışkanlık halini almıştır" (Yusuf el Kardavî, Islâm Hukuku Teori ve Pratik, Istanbul 1983, 179).
Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: Zamana, mekana ya da örf ve âdetlere bağlı olan hükümler; zamanın, mekanın yahut örf ve âdetlerin değişmesine paralel olarak değişebilirler. Hakkında kesin ve açık nas bulunan, değişken bir dayanağa istinad etmeyen hükümler ise asla değişmezler. Bu hususu göz önünde bulundurarak şapkayı bu açıdan değerlendirmek gerekir. Binaenaleyh kafirleri taklıd etme, onlara benzemeye özenme gibi bir niyet taşımaksızın şapkanın giyilmesinde bir sakınca yoktur. Ve ister dine dayalı olsun ister laik olsun, hiçbir yönetim, kendi vatandaşlarından herhangi bir zümreyi başka bir zümrenin dininden kaynaklanan örf ve âdetlerini taklıde zorlamaya hakkıyoktur.
ŞARAP FABRİKASINDA ÇALIŞMAK CAİZ MİDİR?
Şarap fabrikasında çalışmak caiz değildir. Çünkü bu müessese, İslam`ın kabul etmediği ve kendisiyle amansız bir şekilde mücadele ettiği içkiyi imal eden bir müessesedir. Burada çalışmak Allah`a karşı gelmek anlamını ifade ettiği gibi, insanların ruh, akıl ve bedeni ifsad etmek için çalışmak anlamını da ifade eder. Bunun için Peygamber (sav) içki içeni lanetlediği gibi onu yapanı ve meydana gelmesi için çalışanı da lanetlemiştir. Peygamber (sav) buyuruyor: "Allah, içkiyi, onu içeni, sunanı, satın alanı, satanı, sıkanı ve kendisi için sıkılmasını isteyeni, taşıyanı, kendisi için taşınanı lanetlemiştir."
Şarap fabrkasında çalışmak haram olduğu gibi, İslam`ın yasakladığı her şeyde çalışıp, yardımcı olmak da haramdır.
SARHOŞLUK
Sıvı veya katı bir takım maddelerin kullanılması sonucu aklın örtülmesi ve kişinin iradesini kontrol edemez duruma gelmesi. Yerle göğü, erkekle kadını ayıramayacak derecede alkol veya bir uyuşturucu alana "sarhoş" denir.
Ebû Hanîfe`ye göre, yaş üzümden yapılan içkiye "şarap (hamr)", buğday, arpa, darı vb. maddelerden yapılana ise "nebîz" * denir. Kendi ihtiyarı ile az veya çok şarap içene sarhoş olsun veya olmasın içki cezası uygulanır. Nebiz içene ise sarhoş olmadıkça had cezası uygulanmaz.
Çoğunluk Islâm fakihlerine göre, her sarhoşluk veren madde şarap hükmündedir. Delil şu hadistir: "Her sarhoşluk veren şey hamr (şarap)`dır. Her hamr da haramdır" (Buhârî, Edeb, 80; Ahkâm, 22; Müslim, Eşribe, 73-75, 64, 69). Çoğunluk Islâm hukukçularına göre, sözüne hezeyan (saçma sapan sözler) hakim olan ve ne söylediğini bilmeyen kimse sarhoş sayılır. Bu yüzden içkinin azı da çoğu da haddi gerektirir.
Sarhoşluk mübah veya haram bir yolla meydana gelme durumuna göre sonuç doğurur.
1. Mübah yolla sarhoş olmak: Ilaç içmek, bal yemek veya haram bir içkiyi zorlama sonucu içmekten dolayı sarhoş olmak "baygınlık" hükmünde olup, haddi gerektirmez. Bu yüzden de böyle bir sarhoşluk sırasında işlenen fiillerden dolayı mâli yükümlülükler hariç sorumluluk söz konusu değildir. Söz ve akitleri geçerli değildir. Bu şekildeki sarhoş, uyuyan veya baygın olan kimseye benzer (el-Kâsânî, Bedâyiu`s-Sanâyi`, Mısır 1327/1909, V,112; AbdülKadir Ûdeh, et-Teşrîul-Cinâîl-Islâmî, Kahire 1959, I, 561-564; Hamdi Döndüren, Delilleriyle Islâm Hukuku, Istanbul 1983, s. 138, 139).
2. Haram yolla sarhoş olmak: Islâm`ın haram kıldığı bir içkiyi kendi ihtiyarı ile kullanma sonucu sarhoş olmaktır. Bu şekildeki sarhoşun, söz ve fiillerinden sorumlu olup olmaması konusunda iki görüş vardır:
Hanefîlere, bir kısım Şâfiîlere ve Mâlikîlerin çoğuna göre; sarhoş, söz ve fiillerinden tam olarak sorumludur; akitleri, alış-veriş ve talak gibi tasarrufları geçerlidir; namaz, oruç gibi ibadetlerden sorumludur. Haddi gerektiren bir suç işlerse ayılınca cezası uygulanır. Bu görüş, "suç suçu meşrû kılmaz" prensibine dayanır. Hatta böyle bir kimse suçları çift işlemiş sayılır. Meselâ sarhoşken birisini öldürse iki suç işlemiş olur. Içki kullanma suçu ve adam öldürme suçu (Ebû Zehrâ Usulül-Fıkh, Kahire (t.y), s. 345 Ömer Nasuhi Bilmen, Istilâhât-ı Fıkhıyye Kâmusu, I, 234-235).
Muhammed el-Pezdevî (ö. 493/ tı 1099) şöyle der: "...Sarhoştan şer`î yükümlülükler kalkmadığına göre, ona şer`î hükümlerin de uygulanması gerekir; çünkü sarhoşluk aklı yok eden bir şey olmayıp, aklı bastıran bir zevktir. Ma`siyete sebep olduğu için o, bir özür sayılamaz" (Pezdevî, el-Usûl, Keşfül-Esrâr kenarında, IV, 1475).
Diğer yandan Hanefiler, istihsan yoluyla sarhoşun irtidadını geçerli saymamıştır. Çünkü sarhoşken itikadın değişmesi söz konusu olmaz ve evli ise, nikâhına da zarar gelmez.
Ahmed b. Hanbel`e ve Şâfiî`ye nisbet edilen iki görüşten birisine göre, ne söylediğini bilmeyecek derecede sarhoş olanın akitleri geçerli değildir. Çünkü şuuruna sahip olmayan kimse, irade beyanında bulunmuş sayılamaz. Özellikle şüphe sonucu düşen kısas ve had cezaları sarhoşa uygulanamaz. Burada şuura sahip olmamak şüphe derecesindedir. Hadis-i şerifte şöyle buyurulur: "Gücünüzün yettiği kadar şüphelerle had cezalarını düşürünüz" (Ebû Dâvud, Salât, 14; Tirmizî, Hudûd, 2).
Ibn Teymiyye (ö. 728/1327) bu konuda değişik bir görüşe sahiptir. O, sarhoş olmadan önceki iradeyi araştırır. Eğer kişi, sırf suç işlemek amacıyla içki içmiş ve sarhoş olunca da önceden planlanan suçu işlemiş olursa, tam sorumluluk söz konusu olur. Suç, önceden düşünülmeksizin, sarhoşluk sırasında işlenmişse, ceza öncekine nisbetle hafifletilir (Ibn Teymiyye, Muhtaşaru`l-Fetâvâ, s. 650).
SARIK
Başa giyilen giysiler (başlıklar) üzerine sarılan tülbend veya şala verilen ad.
Başı soğuk ve sıcaktan korumak ve daha güzel görünmek için erkekler, eski zamanlardan beri başlarına taktıkları başlıklar üzerine değişik şekil ve renklerde kumaşlar sarmışlardır. Bölgelere, iklimlere, örf ve âdetlere, milletlere, dinlere, sosyal ve dini statülere göre değişik sarık şekilleri vardır. Arabistan çöl ikliminin gereği olarak cahiliye Arapları da başlarına sarık sarıyorlardı. Hz. Peygamber ve Ashab-ı Kiram da, Islâm öncesinde olduğu gibi Islâmdan sonra da sarığı, günlük normal bir giysi olarak kullanmışlardır. Hz. Peygamber`in yeni müslüman olanlara emir veya tavsiye ettiği özel bir sarık şekli olmamış, bu hususta oluşan örf ne ise öyle devam edilmiştir. Tirmizî`nin rivayet ettiği, Müşriklerle aramızdaki fark, başlıkların üzerine sarık sarmaktır" (Tirmizi, Libas, 42) hadisi, yine Tirmizî`nin bildirdiğine göre isnadı sağlam olmayan yani, Rasûlüllah (s.a.s)`e aid oluşunda şüphe olan ve başkaları tarafından da benzeri rivayet edilmeyen hadis anlamına gelen Hasen-garîb bir hadistir ve ravilerinden ikisinin kimliği tam bilinmemektedir. Sarığın mutlaka kullanılması gereken islâmi bir kisve olduğunu ifade eden sahih bir hadis de yoktur. Aslında Hz. Peygamber ve Ashab-ı kiram sarık sarıyorlardı. Meselâ Mekke Fethi günü Rasûlüllah (s.a.s)`in siyah bir sarık sardığı, sarığın ucunu (taylesân) iki omuzu arasına sarkıttığı (Tirmizî, Libas,12; Ebû Dâvud, Libas, 51)... şeklinde rivayetler vardır. Fakat sarık, dinî bir kisve değil, örfün gereği olan bir âdet ve alamettir. Zamanla sarık, müslümanlara özgü bir kıyafet haline dönüşmüş ve adeta alâmet-i fârıka haline gelmiştir. Mesela Osmanlılarda, sadece müslümanlar başlıklarına sarık sarabilirler; gayr-i müslimler sarık kullanamazlar, ancak kendi özel kıyafetlerini giyebilirlerdi. Sosyal, idarî, askerî, ilmî vb. statülere göre farklı sarık şekilleri vardı. 25 Kasım 1925`te çıkarılan Şapka Iktisâsı (şapka giyilmesi) kanunu ile erkeklerin şapkadan başka bir şey giymeleri yasaklanınca sarık da yasaklanmış oldu.
Hz. Peygamber`in günlük kıyafeti ne ise, onunla namaz kılıyor, ibadet için ilave bazı özel giysiler giymiyordu. Sarıkla namaz kılması da böyledir. Sarıkla kılınan namazların sarıksız kılınanlardan daha üstün olduğu hakkında rivayet edilen hadisler sahih değil, hatta uydurmadır. Güvenilir hadis kaynaklarında görülmeyen, sadece zayıf ve uydurma haberlerin yer aldığı Deylemî`nin el-Firdevsi, Ibn Asâkir`in Tarihu Dımeşk`inde rivayet edilen; "Sarıkla kılınan namaz, sarıksız kılınan 25 namaza, sarıklı cuma da sarıksız 70 cumaya bedeldir. Melekler sarıklı olarak cuma namazını müşahade eder ve güneş batıncaya kadar, sarıkla namaz kılanlara dua ederler",
"Sarıklı kılınan iki rekat, sarıksız 70 rekattan daha hayırlıdır", "Sarıkla kılınan namaza on bin sevap vardır" hadisleri hakkında; Ibn Hacer (Lisânûl-Mîzân, III-244), Suyûtî, Ibn Arrâk, Aliyyul-Kârî, Sehâvî gibi, hadis diye uydurulmuş sözleri tanımada uzman olan hadis imamları, yukarıda geçen bu hadislerin tamamının uydurma olduğunu belirtmişlerdir. Bu hadislerin uydurma olduğunun iki delili vardır: 1. Bu uydurmalarda vadedilen faziletler, vahyin ışığı altında oluşan Islâm akl-ı seliminin kabul edemeyeceği kadar fazladır. 2. Bu hadislerin hiç birisi güvenilir hadis kaynaklarında yoktur ve ravileri zayıf, metruk veya hadis uyduran kimselerdir. Bu tür uydurmalar müslümanları ihlâs ve gayretten kopararak basit şekillere ve tembelliğe sevketmekte, dini doğru anlamalarını önlemektedir. Fazilet, namaz kılanın dış görünümünde değil, kalbi ve gönlü ile, huşû içinde namaz kılabilmesindedir (Daha geniş bilgi için bak: Nâsiruddin el Elbani, Silsiletul-Ehâdîsud-Daîfe, vel-Mevdûa, s. 158-162)
SARIK SARAR VEYA BAŞINA TAKKE KOYAR. İSLAM DİNİNDE BUNUN YERİ VAR MIDIR?
Sarık ve takke mübah şeylerdendir. Herkes sarık sarma veya takke giyme hususunda serbesttir. Zira İslam dini, müslümanlara sarık sarma veya takke takma mecburiyeti getirmemiştir. Yeter ki küfre Şi`ar olarak kabul edilen şey başa konulmasın (Papazlara has olan külah gibi). Yalnız namaz için başka sarık sarmak herkes için sünnettir. Allah`ın Resulü (sav) şöyle buyurmaktadır: "Sarıkla kılınan iki rekat namaz, sarıksız olarak kılınan yetmiş rek`attan daha hayırlıdır. Bunun için namazda sarığı ihmal etmemek daha uygundur. Sarığın kaç metre olması hakkında bir şey varid olmamıştır. O örfe bağlı bir şeydir. Takkenin, sarığın yerini tutup tutmadığı hakkında ihtilaf vardır. İbn Hacer`e göre, sarığın yerini tutmaz. Buğyetü`l-Müsterşidin isimli kitapta kayd edildiğine göre onun yerini tutar.
SAAT ÇANI
Evlerimizdeki duvar saatlarının saat başlarında çıkardıkları sesin kilise çanına benzediği, bu yüzden mahzurlu olduğu söyleniyor, doğru mudur?
Saatının sesini dahi başkalarına has seslere benzetmek istemeyen ve yeni ifadesi ile özgün olmasını isteyen bir sisteme ancak temenna çekilir ve saygı duyulur. Işin bir yönü budur. Diğer yönden Rasulüllah Efendimiz (sav)`in zil (ceras) hakkında şunları söylediği sahih hadis kitaplarında sabittir:
"Melekler, aralarında köpek ve çan bulunan yolcularla arkadaşlık etmezler".(Müslim, Libas 103; Buharî, Cihad 46; Tirmizî, Cihad 25; Daimî, Istîzân 44; Müsned, NI/263)
"Çan şeytanın düdükleridir".(Müslim, Libas 104; Ebu Davûd, Cihad 46, Hâtem 6)
"Her çan ile beraber bir şeytan vardır".(el-Câmi`us-Sağîr (Feyzu`1-Kadîr), VI/392)
"Çan (zil, ceras) bulunan eve melekler girmez".(Ebu Davûd, Hâtem 6; Nesâî, Zinet 54; Müsned, N/366, 372, VI/242) Buhari zilin (çanın) mahzurunu anlatmak üzere çalgı başlıkaltında Rasulüllah Efendimiz (sav)`in, develerin boynuna gerdanlık (zille beraber olanı kastediyor olmalıdır) asılmasını yasaklamasını zikreder.(bk. Buharî, Cihad 139) Bundan hareketle zilin hoş görülmeyişindeki sebebi (illeti) bazıları, hayvanın boynunda ses çıkararak düşmanın yer tesbiti yapmasına imkân vermesi (Azımabâdî, Avnü`1-Mâbûd, XI/292), bazılar da göz değmesini önlemede tesirin ondan görülmesi şeklindeki batıl inanç olarak anlamışlardır.(Münavî, Feyzu`1-Kadir, VI/392) Bazılar da zilin kilise çanına benzediği için sesinin çirkin olması yüzünden meleklerin ondan nefret etmesini illet saymışlardır.(Davudoğlu, Müslim Serhi, IX/496) Zil (çan) olan eve meleğin girmeyeceğini bildiren hadis-i şerifi göz önünde bulundurursak, birinci sebebin, nazarlık olarak sadece zilin takılmadığını düşünerek de ikinci sebebin illet (hükmün sebebi) olmaktan uzak olduğunu söyleyebiliriz. O takdirde bu hükmün illeti olarak önümüzde sadece zillerin kilise çanına benzemeleri kalır. Öyleyse evlerde ve camilerdeki duvar saatlerinin saat başlarında ya da yarım saatlerde kilise çanını andıracak biçimde sesler çıkarması mahzurludur diyebiliriz. Çünkü kilise çanı duymuş olanlar, ikisi arasındaki son derece benzerliği hemen farkedeceklerdir. Yoksa zilin yani ceras`in kök anlamındaki "ses çıkarma"(bk. Ibnü`1-Esîr, En-Nihaye, I/260) ma`nâsına bakarak "zil" denen her şeyin yasak olduğunu sanmamak gerekir. O durumda kapı zili, telefon zili, bizi uyandırmak için kurduğumuz saatin zili vb. de mahzurlu zannedilir. Oysa biz Harun er-Reşid`in çalar saat kullandığını, hatta Alman Kralına hediye olarak gönderdiğini biliyoruz. Ezanın ilk okunuşunda, çan çalınması teklifinin reddedilmiş olması da bize, bundaki illetin hiristiyanlara benzemek olduğunu gösterir. Ne var ki, böyle çana benzeyen zillerin kullanılmasındaki mahzur tenzihen mekruh olma düzeyindedir, büyük haram değildir. Şam`ın eski ulemasından bir cemaat büyük çanın mekruh olduğunu, küçüğünün mekruh sayılmadığını söylemişlerdir.(Davudoğlu, agek.) Ama büyüğü ile küçüğüne bir sınır çizilmediğine göre biz çan sesini andıran bütün saat zillerini mekruh kabul edebiliriz (Allah`u a`lem).
SABIR
Acıya katlanma, sıkıntı ve meşakkatlere karşı soğukkanlılıkla mukavemet etme, aklın ve dinin gösterdiği yolda sebat etmeye sabır denir .
Sabır ruhun bir melekesidir, güzel bir huydur. Tahammülü zor ve nefse ağır gelen şeylere katlanmak ancak sabır ile olur. Bir hakkı müdafaa ve muhafaza etmek için gösterilen sebat, sabretmekle mümkündür. Allah`ın emirlerini yerine getirmek, aklın ve dinin hoş görmediği ve nefsin meşrû olmayan istek ve arzularına mukavemet edebilmek, hayatta elde olmadan başa gelen ve insana büyük elem ve keder veren bela ve musîbetlere karşı koyabilmek ve bunların üstesinden gelebilmek için sabırlı olmak ve sabretmeye alışmak lazımdır.
Bütün faziletlerin anası, hayatta muvaffak olmanın ve kemale ermenin sırrı bu güzel özelliktir. Her türlü rezaletin sebebi sabırsızlık veya gerektiği kadar sabır gösterememektir. Sabır her faziletin üstünde bir değer taşır. "Şüphesiz Allah Teâlâ sabredenlerle beraberdir" (el-Bakara, 2/153, 155).
Sabrın sonu selamettir, başarıdır. Sabır acıdır. Fakat sonucu tatlıdır. Hz. Peygamber (s.a.s); "Sabreden başarıya ulaşır` ; "Sabır başarının anahtarıdır"; "Sabır bir ışıktır"; "Sabır cennet hazinelerinden bir hazinedir"; "Sana sıkıntı veren şeylere karşı sabretmende bir çok hayır vardır" buyurarak sabrın faziletini anlatmıştır.
Hz. Peygamber (s.a.s); "Sabır, acı bir olayın yaptığı sarsıntıya karşı ilk anda gösterilen tahammüldür" (Buhârî, Cenâiz, 32) sözüyle bir felaketle ilk karşılaştığı zamandaki sabrın önemini vurgulamıştır. Sabretmek, mahkûmiyete, meskenete ve zillete razı olmak, haksız tecavüzlere, insan haysiyetine gölge düşürecek saldırılara katlanmak ve bunlara ses çıkarmamak anlamına gelmez.Çünkü meşru olmayan şeylere karşı sabretmek caîz değildir. Bunlara karşı içten elem duymak ve bunlarla mücadele etmek gerekir. Insanın kendi gücü ve iradesiyle üstesinden gelebileceği kötülüklere katlanması ya da karşılayabileceği ihtiyaçları karşısında gevşemesi sabır değil, acizlik ve tembelliktir. Rasulullah (s.a.s); Ya Rabbi! Acizlikten ve tenbellikten sana sığınırım" (Buhari, Cihad, 25) diye dua etmiştir.
Bazı sıkıntılar vardır ki, kulun irade ve gücünü aşar. Böyle felaketler başa geldiği zaman heyecana kapılmadan ve şikayet etmeden takdir-i ilâhiye razı olup sabretmek müminlerin özelliklerindendir. Nitekim Cenab-ı Allah Kuran-ı Kerimde sabr-ı cemili (güzel sabır) emretmektedir. (Yusuf, 12/18). Rasulullah (s.a.s) Sabr-ı cemil şikayet edilmeyen sabırdır" buyurmuştur. Aslında elden bir şey geldiği zamanlarda sabırsızlık gelmediği zamanlarda sabırsızlık göstermenin bir faydası yoktur ve lüzumsuz bir harekettir.
Kur`ân-ı Kerim`in yetmişten fazla ayetinde zikredilen sabır, insan tabiatına aykırı olan zorunlu hallere uymak ve güçlüklere karşı koymak demektir. Sabrın gâyesi, beklenmedik olaylar, içine düşülen güçlükler karşısında tedirgin olmamak, paniğe kapılmamak ve tahammül göstermektir. Allah Teâlâ sabredenlere mükâfatını hesapsızca vereceğini müjdelemiş ve onları övmüştür.
Mü`minler, çoğu zaman sırf inandıkları için Allah düşmanlarının zulüm ve kötülüklerine hedef olurlar; çeşitli işkencelere uğrar, onlarla savaşmak zorunda kalırlar. Işte bu durumda sabır, mü`minin güç kaynağı, imanının koruyucusudur. Hz. Musâ`ya inananlara Firavun eziyet etmek isteyince onlar: "Ey Rabbimiz, üzerimize sabır yağdır ve bizi müslüman olarak öldür" (el-Araf 7/126) diye duâ etmişlerdi. Sevgili Peygamberimiz ve ilk müslümanların, yapılan işkence ve eziyetlere nasıl sabır ve tahammül gösterdikleri bilinen bir husustur.
Ibadetlerin nefsimize ağır gelen yönleri de sabırla hafifler. Böylece huzur içinde günde beş vakit namaz kılar, sıcak yaz günlerinde hiç bir sıkıntı duymadan oruç tutarız. Diğer ibadetler ve ahlâkî davranışlarda böyledir. Aşağıdaki âyetler bunu göstermektedir:
"Her kim sabreder ve suç bağışlarsa, bu hareket arzu edilen en iyi işlerdendir" (eş-Şurâ, 42/43); "Içinizden mücahitleri ve sabredenleri belirtelim diye sizleri mutlaka imtihan ederiz. Haberlerinizi de denetleriz" (Muhammed, 47/31).
Çoğu zaman insan nefsine uyar; Allah Teâlâ`nın emirlerine uyup yasaklarından kaçınmak ona zor gelir, nefse hoş gelen fena arzularını tatmin etmek ister, iyilik ve faziletlerden kaçınır. Meselâ; cebindeki parasını eğlence ve zevkleri için harcamak, bir yoksula vermekten daha hoş gelir. Bir çocuk için oyun oynamak, ders çalışmaktan daha ilgi çekici görünür. Gezip tozmak, çalışıp kazanmaya tercih edilir.
Işte bu durumda, insanın, kendisine zor gelse bile, iyi olanı, faydalı olanı seçmesi, sabır ve tahammülle onu yerine getirmeye çalışması çok güzel bir davranıştır.
Ayrıca insanlar hayat boyunca, bolluk veya yokluk içinde kalabilir, sağlıklı iken hastalanır, sel, deprem, yangın gibi felâketlerle karşılaşabilir; bütün bu durumlarda insanın en büyük dayanağı sabırdır. Aksine davranış, insanı Allah Teâlâ`ya isyana ve nankörlüğe sürükler. Cenab-ı Hak bu konuda şöyle buyurmuştur: "Doğrusu kim Allah`tan korkar ve düştüğü felâkete sabrederse; muhakkak ki Allah iyilik edenlerin mükafatı boşa, çıkarmaz" (Yusuf, 12/90).
Peygamberler sabrın en büyük örnekleridir. Çünkü onlar bütün güçlükleri sabırla karşılamışlardır. Dileğimiz Allah (c.c.)`ın bizi, "belâlarına çok sabreden ve nimetlerine çok şükreden" kullarından eylemesi olmalıdır (Ibrahim, 14/5).
Sabrın sonu selâmettir. Sabır, iman ve ibadetin, ilim ve hikmetin, kısaca bütün faziletlerin başıdır. Sabırlı insan iyi insandır. Iyi işler yapıp birbirine hakkı ve sabrı tavsiye edenlerin kurtuluşa ereceklerini Allah Teâlâ haber vermiştir. Sabır zafere giden yoldur (el-Asr, 103/1-3).
Peygamber Efendimiz; "Sabır ve tahammül gösteren kimseyi Cenab-ı Hakk sabırlı kılar. Sabırdan daha hayırlı ve geniş bir nimet hiç bir kimseye verilmemiştir" (Tirmizi, Birr, 76).
"Hoşlanmadığın şeye sabretmende büyük fayda vardır" (Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 307) buyurmuştur.
Ayrıca Cenab-ı Hakk şöyle buyuruyor:
"Muhakkak sizi biraz korku, biraz açlık ve mallardan, canlardan, ürünlerden biraz eksiltmekle deneriz; sabredenleri müjdele" (el-Bakara, 2/ 155).
Bu ve benzeri âyetlerden Allah Teâlâ`nın insanları çeşitli sıkıntılara uğratarak imtihan ettiğini ve bu imtihanı sabredenlerin kazandığını öğreniyoruz.
Sabırla bütün zorluklar halledilmekte, her türlü engel aşılmaktadır. Onun için atalarımız: Sabırla koruk, helva olur" demişlerdir.
Hz. Peygamber şöyle buyuruyor:
"Mü`minin işi hayrete şayandır. Zira işinin hepsi onun için hayırlıdır. Bu özellik yalnız mü`mine özgüdür. Zira sevinirse şükreder. Bu ise onun için hayırlıdır. Başına belâ gelirse sabreder. Bu da onun için hayırlıdır" (Riyâzüs-Sâlihin, 1, 54).
Bizim için mutlaka hayırlı olduğuna inandığımız sabır, bütün peygamberlerin ortak sıfatıdır. Allahın dinini tebliğ ederken hepsi çeşitli sıkıntılara uğramış, kendilerine eziyet edilmiş, yurtlarından çıkarılmış. Hükümdarlar tarafından zindana atılmış ama onlar daima sabretmişlerdi. Kuran-ı Kerimde peygamberlerin sabrını dile getiren pek çok ayet-i kerime vardır. Rasulullahın hayatı ise baştan sona en güzel sabır örnekleri ile doludur. Bu sebeple her müslümana düşen görev, kurtuluşun sabırda olduğunu düşünerek, Allahtan sabır dilemek ve sabırlı olmaktır.
SAÇ BOYAMA
Insanların saçları genel olarak sarı, kızıl, kahverengi veya siyah renkte olur. Insan bedeninde saça, kana, deriye renk veren maddelere "pigment" denir. Bedende üç ana pigment vardır.
1. Melânin: Kahverengi olup, küçük tanecikler halindedir.
2. Karoten: Sarı renkte olup, bu pigment bitkilerde de bulunur. Tereyağına ve havuca bu pigment renk verir.
3. Hemoglobin: Kanın kırmızı rengini bu pigment sağlar.
Pigment, güneşin ışınlarını emer. Derideki melânin de özel hücreler yapar. Bu hücrelere "melânosit" denir. Melâninin açık veya koyu renkli olmasında oksitlenmenin büyük etkisi vardır. pigmentin tanecikleri az oksitlenirse renkleri açık olur, oksitlenme çoğalınca renkleri koyu kahverengiye kadar varır. Saçlarda, tüylerde pigment oluşmasının esasları da derideki gibidir. Saç telleri dibindeki melânositler kalıtıma göre saça renk verirler. Saçlardaki renk farkları taneciklerin yayılışına, oksitlenme derecesine bağlıdır. Açık renk kızıl saçlarda melâninden başka bir demir pigment daha bulunur.
Saçların rengini koruyabilmesi için, saçların bulunduğu deri tabakası gerektiği gibi beslenmelidir. Beslenme iyi olmazsa, özellikle "B" vitamini, bakır eksikliği olursa, saçlarda beyazlaşma görülür. Besin iyi ayarlanırsa, saçların yeniden normal rengini aldığı olur.
Diğer yandan yaşlılıkla ilgili saç ağarmalarının besinle ilgisi yoktur; vitamin tedavisiyle ve besinle saçlar normal rengine girmez. Çünkü yaşlılıktaki ağarma melânin hücrelerinin artık işini göremez hale gelmesinden olur. Kimi zaman ruhi sıkıntı sonunda saçların birdenbire ağardığı görülmüşse de, bunun nedeni bilimce kesin olarak açıklanamamıştır. Ancak bu gibi sarsıntıların bezlerin işleyişini etkilediğinde şüphe yoktur.
Saçının rengi açık olan veya saçı ağaran kimsenin bunu boyatmasının Islâm`a göre hükmünü şu şekilde belirlemek mümkündür. İslam`ın çıkışından önce yahudi ve hıristiyanlar güzel görünme ve süslenmenin Allah`a kullukla bağdaşmayacağını düşünerek, saçı boyayıp rengini değiştirmekten kaçınırlardı. Hz. Peygamber, ashabına bağımsız bir kişilik kazandırmak için saçı ve sakalı kına veya başka bir boya maddesi ile boyayabileceklerini bildirdi. Ebû Hüreyre (r.a)`tan nakledilen bir hadiste şöyle buyurulur: "Yahudi ve Hıristiyanlar (saçlarını) boyamaz. Siz onların aksini yapınız: yani saçlarınızı boyayınız" (Buhârî, Enbiyâ, 50; Libas, 67; Müslim, Libas, 80; Ebû Dâvud, Tereccül, 18; Nesâî, Zîne, 14). Ancak hadisteki emir bağlayıcı olmayıp mendupluk bildirir. Nitekim uygulamada Hz. Ebû Bekir, Ömer, Ali, Ka`b ve Enes (r.anhüm) gibi bazı sahabeler saçlarını boyamamıştır.
Diğer yandan kullanılacak boyada siyah renk tercih edilmemelidir. Çünkü saç boyası genellikle yaşlı erkeklerin beyazlaşan saçları için söz konusu olur. Siyah renk yaşlı kimseyi, olduğundan çok genç gösterir. Bu durum kınalama veya boyayı amacından saptırabilir. Nitekim Mekke`nin fethi günü Hz. Ebû Bekr`in yaşlı babası Ebû Kuhâfe`nin saçlarının ağaç çiçekleri gibi beyazlaştığını gören Rasûlüllah (s.a.s) şöyle buyurmuştur: "Bu beyaz saçı değiştiriniz ve siyahtan sakınınız" (bk. Ebû Dâvud, Tereccül, 18; Nesâî, Zîne, 15; Ahmed b. Hanbel, I,165, 356, II, 261, 499, III,160, 322). Ancak saçı beyazlaşan kimse genç olursa, onun siyaha boyamasında bir sakınca görülmemiştir. Nitekim Sa`d b. Ebî Vakkas, Ukbe b. Âmir, Hasan, Hüseyin ve Cerîr gibi sahabelerin bu rengi tercih ettikleri nakledilmiştir (Yusuf el-Kardâvî, el-Halâl vel-Harâm fil-Islâm, Terc. Mustafa Varlı, Ankara 1970, s. 102, 103).
Boya malzemesi olarak Allah elçisi kınayı tavsiye etmiştir: "Saçın beyazlığını değiştirmek için kullandığınız şeylerin en iyisi kına ve keten bitkisidir" (Ebû Dâvud, Tereccül, 18; Tirmizî, Libâs, 20; Nesâî, Zîne, 16; Ibn Mâce, Libâs, 32; Ahmed b. Hanbel, V, 147, 150, 154). Hz. Enes b. Mâlik, Hz. Ebû Bekr`in saçlarını kına ve ketenle, Hz. Ömer`in ise yalnız saf kına ile boyadığını nakletmiştir (el-Kardâvî, a.g.e., s. 103).
Sonuç olarak erkek veya kadının beyazlaşan saçlarını sarı veya kızıl renge boyamaları müstehap görülmüş; siyaha boyamaları ise, sağlam görüşe göre, caiz görülmemiştir. Ancak genç kimsenin siyah boya kullanmasında da bir sakınca yoktur. Diğer yandan boya malzemesi olarak kına ve vesîme denilen, boya sanayinde kullanılan bir bitkinin tercih edilmesi tavsiye edilmiştir (Ibn Âbidîn, Reddül-Muhtâr, Terc. Ahmed Davudoğlu, Istanbul 1982-1988, XV, 378, XVII, 314). El, ayak veya başa sürülen kınanın katıolan malzemesi temizlendikten sonra deri veya saçlarda bıraktığı renk, suyun deriye nüfûzuna engel değildir. Bu yüzden abdest veya gusle mani olmaz (Ibn Âbidin, a.g.e., I, 224).
SAÇ KREMI
Saçı parlatmak için sürülen kremlerin bazılarında alkol var. Bunları kullanmanın hükmü nedir?
Saça sürülen krem, hacmi bulunan ve saçı kapladığından ötürü, altına suyun ulaşmasına engel olan bir krem ise, abdestte ve gusle engel olacağından, kullanılması zaten câiz değildir. Değilse câizdir. Alkole gelince; İslamın yasakladığı şey, her cinsiyle alkol değil, "hamr", yani sarhoş edici olan alkol türüdür. Alkolün, meselâ metil alkol gibi sarhoş etme özelliği olmayanı haram değildir. Bu yüzden kullanılan maddedeki alkol türü bilinmelidir.
SADAKA-İ FITIR
Ramazan bayramı sadakası. Buna zekatul-fıtır veya yalnız fıtır da denir. Yaratılış şükranesi olmak üzere sevap kazanmak kasdiyle verilir. Fıtır sadakası Hicret`in ikinci senesinde zekat farz olmadan önce vacib olmuştur. Hür müslüman ve asıl ihtiyacından fazla nisap miktarı bir mala sahip olan kişilerin vermesi gerekir.
Akıl ve büluğ şart değildir. Akıl hastalarının ve delilerin velileri onların mallarından fıtır sadakası verirler. Ramazanda oruç tutmamış olanlar da fıtır sadakası verirler.
Sadaka-i fıtrın edasının vakti, bayram sabahıdır. O günden önce ölen ve zengin iken fakir düşen kimselere sadaka-i fıtır vacib olmaz. Bayram gecesi güneş doğmadan önce doğan çocuğun fitresini vermek vacibtir. Fitre bayram sabahından önce ve sonra her ne zaman verilse sahihtir ve eda olur; onun kazası yoktur. Fakat müstehap olan sabah namazı ile bayram namazı arasında veya birkaç gün önce vermektir. Fitreyi bayramdan sonra vermek caiz ise de, bir vacib geciktirilmiş olacağından iyi değildir.
Sadaka-i fıtır, zekat gibi malın değil, başın zekâtıdır. Bunun için asıl ihtiyaçlardan fazla olan malın büyüyücü olması, üzerinden bir yılın geçmesi ve ticaret malı olması şart değildir. Bayram sabahı nisaba malik olan kişiye bile sadaka-i fıtır vacibtir. Nisap, gümüşe göre ikiyüz dirhem (561.2) gr. değerindeki bir maldır. Nisap miktarı mal, sadaka-i fıtır vacib olduktan sonra telef olsa yine fitre vermek lazımdır. Bu miktar bir mala sahip olan bir kimse kendisi için, baliğ olmayan malsız çocukları için, hizmetinde bulunanlar için, sadaka-i fıtır vermesi vacibtir. Hanımı ve büyük çocuğunun fitrelerini vermesi üzerine vacib değildir. Fakat yanında bulunan büyük çocuğunun ve hanımının fitrelerini kendilerine sormadan verebilir. Malı olan küçük çocuğun fitresi kendi malından verilir.
Sadaka-i fıtır, buğday, arpa, kuru hurma, kuru üzümden verilir. Buğday veya buğday unundan yarım sa`, (520 dirhem 1459 gr.), ötekilerden ise bir sa` (1040 dirhem 2918 gr.) verilir (bak: Sa`). Bu dört maddenin herhangi birine göre vermek caizdir. Bu miktar aynen verilebileceği gibi, kıymet olarak da verilebilir. Fakirin menfaatine uygun olanı vermek daha faziletlidir. Sadaka-i fıtrın rüknü, onu ehline vermektir. Zekat kimlere verilirse sadaka-i fıtırda onlara verilir. Fitre yalnız bir fakire verilmeli, onu bir kaç fakire vermek için parçalamamalıdır. Sadaka-i fıtır verirken niyet etmek gerekir. Ancak fakire Sadaka-i fıtr olduğunu söylemeye gerek yoktur. Sadaka-i fıtr öncelikle mükellefin bulunduğu yerdeki fakirlere verilmelidir. Başka yerlere göndermek mekruhtur. Gönderilecek olan kişiler akraba veya daha muhtaç kişilerse mekruh olmaz.
ŞAFİİLERE GÖRE AVRET
1. Namazda: Erkeğin ve câriyenin avreti, göbekle diz kapağı arasıdır. Göbek ve diz kapağı avret değildir. Ancak her ikisinden de bir parça kapatılmalıdır ki avretin onlara sınır olan kısımları tamamen kapatılabilmiş olsun.
Hür kadının avreti bütün bedeni olup, bundan sadece yüz ve iki el istisna edilir.
Namazda iken kapatma imkânı olduğu halde avreti açılırsa namazı bâtıl olur. Ancak rüzgar v.s. ile açılır da hemen ânında kapatırsa veya yanılarak açar da yine hemen kapatırsa, namazı bâtıl olmaz. Ama bunun haricinde, hayvan veya çocuk v.b. tarafından açılırsa bâtıl olur.
Avretini kapatacak kadar elbisesi olmaz, fakat vakit çıkmadan bulacağını ümid ederse, namazı vaktin sonunda kadar beklemesi vacibtir. Örtünün şartı, cildin rengini göstermemesidir. (Ebu`l-Fadl Veliyyüddîn el-Basîr, en-Nihâye, I/57, Kahire (tarihsiz))
2. Namaz dışında: Yabancı erkeklere karşı, kadının yüz ve elleri dahil, bütün bedeni avrettir. Ancak kâfir olan kadına karşı yüzü ve elleri avret değildir. Ahlâki bozuk kadınlar, müslüman olsalar bile, avret hususunda kâfir gibidirler.Müslüman kadının, evindeki hizmeti esnasında açılan boynu ve kolları avret değildir.
Erkeğin namaz dışında avreti, bakana göre değişir. Mahremi olan kadınlara ve erkeklere göre, göbekle diz kapağı arasıdır. Yabancı kadınlara göre ise, bütün bedeni avrettir.
Ihtiyaç olmaksızın kendi avretine bakmak mekruhtur.
Kadının avreti konusunda biraz daha açıklık getirirsek, şunları söyleyebiliriz. Kadının erkeğe karşı avreti yedi gurupta mutâlâa edilir:
1- Yabancı erkeğe karşı her tarafı avret olmakla beraber, Şâfiilerin çoğuna göre de, kadının yüzü ve elleri avret değildir. Avret olan kısımlar, kadından kopmaları halinde de avrettirler. Bakılması haram olan yere dokunulması da öncelikle haramdır.
2- Kocasına karşı hiçbir yeri avret değildir. Ancak karı-kocanın birbirlerinin tenâsül uzuvlarına bakmaları bâzılarına göre mekruhtur:
3- Mahremlerine karşı, göbekle dizkapağı arası avrettir. Mahremin kâfir olup olmaması aynıdır. Ancak mahremin nikâhını câiz gören bir kâfir olursa, ona açılamaz ve onunla halvette bulunamaz.
4- Evlenme gâyesiyle bakan erkeğe, kadın, yüzünü ve ellerini gösterebilir Hattâ bu sünnettir.
5- Tedâvi halinde, ihtiyaç duyulan her yerini, ihtiyaç miktarınca gösterebilir.
6- Şahitlik ve alış-veriş v.s. muamelelerde sadece yüzünü gösterebilir.
7- Câriye satışında, tanınmasını temin edecek kadâr yerlerine bakılabilir.
Ayrıca kadın ya da mahrem öğretici yoksa ve perde arkasından öğretmek de mümkün değilse, vâcib olan ilimleri öğretme gâyesiyle, erkek kadına bakabilir. (en-Nihâye, I/102-105; Mezheplerin bu konudaki görüşleri için ayrıca bk.Abdurrahman el-Cezîrî, el-Fıkhu ale`l-Mezâhibi`l-Erba`a, I/188,194 Kahire (Tarihsiz) üçüncü baskı.)
SAHİPSİZ ARAZİ VE MÜLKE EL KOYUP, ONU İŞLETMEKLE DİNEN MÜLK SAYILIR MI?
İslam hukukuna göre cahiliyyette ve İslamiyette ihya edilip işlenmemiş bir arazi, etrafına bir duvar çekip işletilmekle temelluk edilmiş olur.
Yine bunun gibi Rum, Semud, Ad gibi kavimlerden kalan arazi ihya ile temelluk edilebilir. Ancak İslam Devleti müdahale etme hakkına sahiptir. İsterse temelluke mani olabilir.
İslam döneminde ve İslam hakimiyeti altındaki arazi temellük edildikten sonra sahibi bilinmezse;
a) Hanefi ve Malıki mezheblerine göre yine ihya ile temellük edilebilir.
b) Şafii mezhebine göre beytulmal`e aittir.
c) Hanbeli mezhebine göre ise; Kamu menfaatına uygun bir şekilde dağıtımı yapılacaktır (el-Fıkh`ul-İslami ve edilletühü).
ŞAHIS ADINA KURBAN KESMEK
Siyasi liderler ve bazı büyük zatlar geldiğinde, ya da temel atmalarda kurban kesiliyor. Bu caiz midir? Eti yenir mi?
Alimlerimiz, hükmü bildirilmeyen şeylerde asıl olan onların mübah olmasıdır anlamındaki "El-Aslu fil-eşyâi el-ibahatü" şeklindeki fıkıh kaidesine bir de, ibadetlerde asıl olan ise kaçınmaktır, yapmaktır, anlamında "Vel-aslu fil-ibâdâti el-men`u" cümlesini eklerler. Bunun manası şudur: Ibadet ancak şâriin (şeriat koyucunun) koymasıyla olur. O`nun koyduğu ibadetleri yapmakla mükellef olduğumuz gibi, koymadıklarını da yapmamakla mükellefiz. Ibadet anlamında dinin ne kendisini, ne zamanını ne de mekânını, O`nun bildirmesi olmadan Allah`ın Resûlü (s.a) dahi tayın edemez. Bunlar "tevfîkî"dir, yani ancak şariin belirlemesiyle ve belirlediği kadar bilinebilirler. Kurbanın da nerede, nasıl ve ne için kesileceğini yine Şeriat sahibi bildirmiştir. Yani kurban da bir ibadettir. O`nun gerçeğini biz akılla kavrayamayız. Öyleyse onu şeriat sahibinin belirlediği alanın dışında da çıkaramayız. Çıkarmamız ya da bid`at veya küfürle sonuçlanır. Küfür mutlak cehennemdir. Bid`atın varacağı son nokta ise yine orasıdır. Bu yüzden:
"Bir insan için kurban kesilmesi küfürdür ve kesilen meyte (leş) hükmündedir, yenmez... Hacıların ya da gazilerin kudümü (gelişleri) için hayvan kesilmesi de küfürdür" denmiştir. (Fetavay-i Hindiye NI/277 ) Yeni alınan araba, ev, atılan temel vb. şeyler de aynıdır. Yalnız bazı alimler burada bir inceliğe dikkat çekerler. Efendim, Resulullah Efendimiz: "Allah`tan başkası için boğazlayana Allah lânet etsin" buyurmuşlardır. (Hakim, Müstedrek N/153 (Ayrıca bk. Hindi, Kenz XVI/74)) Başkası için demek, başkasının adı zikredilerek boğazlamak, yani "Bismillah = Allah`ın adıyla" yerine "Bismifilan = falanın adıyla, falanın adına" diyerek kesmektir. Binaenaleyh, bir büyük zatın gelişine, ev ya da araba almasına duyduğu sevinçten ötürü kurban keserse bu küfür olmadığı gibi, kesilen hayvan da meyte (leş) hükmüne girmez, eti yenir derler. (Bu görüşlerin uzunca tartışması için bk. Şeyh Davud, Eseddü`l-Cihad Risalesi (Ictihat Tartışması, Terc. Sükrü Özen, içerisinde) s. 255 vd.) Durum böyle olmakla beraber bunun mahzursuzunu, mahzurlusundan ayırmak zor olduğu ve avam insanlara bid`at kapısını açmamak için bu tür vesilelerle kurban kesmemek gerekir. Ille de kesmek istenirse gelişine sevindiği kimsenin yolunda ya da önünde değil, böyle sevinçli bir güne kendisine bahşeden Allah için ayrı bir yerde kesip etini tasadduk etmeli veya yemelidir. Aksi halde "Bismillah = Allah adına" diyerek kesse dahi bir kimsenin yoluna, bir evin temeline, bir arabanın tekerine vs. kesilen, kanı oraya buraya sürülen kurban en azından çirkin bir bid`attır, küfrü gerektirmese dahi günahı gerektirir ve etinin yenmesi de şüpheli olur. Zaten bu kurbanı görenler, filan falanın gelişi için, ya da filan iş için kurban kesti derler ki, bu da onun kesiliş gayesinin Allah için olmadığını gösterir.
ŞAHİTLİK
Islâm`da bazı konularda iki kadının şahitliğinin, bir erkeğin şahitliğine denk tutulması, kadına hakaretten değil, "fıtratın ve tabiîliğin gözetilmesinden dolayıdır. Çünkü Islâm toplumunda kadın çarsıya pazara ancak ihtiyacı ölçüsünde çıkar ve şahitlik gerektiren konulara çok az muttalî olur. Duygusal yapısından ve yaratılışından ötürü, gördüğü olaylardan da çok çabuk etkilenir ve bir tarafın lehine haklılık ve haksızlığına bakmadan, tavır koyuverir. Psikolojik araştırma ve istatistikler bunun böyle olduğunu bilimsel yöntemlerle ispatlamıştır. Yine bu tür olaylar, kadın. genellikle ilgilendirmeyen olaylardır. Bu yüzden unutması ve olayın oluş biçimini hatırlayamaması normal bir olgudur. Ama iki tane olmaları halinde bu ihtimal ortadan kalkar.
Kaldı ki, tamamen kadınların ilgi sahası olan doğum, bekâret, emzirme (rada) gibi konularda erkeğin değil, kadının şahitliği geçerlidir. Yani bu konunun isabetlilik derecesi, "fıtrat" ve Islâm toplumu düşünülürse anlaşılabilir.
Kadının hakim ve devlet başkanı olamayışındaki hikmet de, yine onun duygusal yaratılışı ile ilgilidir. Söylediğimizi tekrar edersek; konuya teorik olarak bakıp, daha insancıl görüneni savunma yerine, pratik ve gerçekçi açıdan bakıp, insanî olanı almak daha akıllıca olsa gerektir. Tekrar edelim; tarihte kadınların hâkim olduğu hangi ülke yıkımla sonuçlanmamıştır? Öyleyse Rasûlüllah Efendimiz doğru söylemiştir: "Idarelerini bir kadına teslim eden milletler iflah olmayacaklardır". (Buhârî, Megâzî 82, fiten 18; Tirmizî fiten 75; Nesâî, kudât 8;Mûsned V/43, 51, 38, 47.) Şu anda ikiyüze yakın devletin kaçının başı kadındır? Kadın haklarını savunduklarını sanan ülke insanları, niçin yüzde doksandokuz oranında erkek idareciler seçiyorlar? Diğerlerini bir tarafa bırakalım, kadın erkek eşitliğinden sözeden hangi ülkenin parlamentosunda, hiç olmazsa erkeklerin yarısı kadar kadın vardır?
ŞAHİTLİKTE HIRSIZLIK VE ZAMAN AŞIMI
Zina, hırsızlık ve şarap içme cezalarının (had) uygulanabilmesi için bu suçlara şahit olanların açık bir özür olmadıkça gecikmeden şahitlik yapmaları gerekir. Çünkü suçun işlendiği tarihle şahitlik etme tarihi orasında uzun bir süre geçerse töhmet ve fitne ihtimalı artar. Uzun süre sustuktan sonra şahitlik yapılması, davalıya duyulan kini akla getirir. Diğer yandan şahit, böyle bir geciktirmeyi "şantaj" aracı olarak kullanmaya da kalkışabilir. Hz. Ömer (r.a)`ın şöyle dediği nakledilmiştir: "Had cezasını gerektiren bir suça, suçun işlediği sırada değil, sonradan şahitlik eden bir topluluk, içlerinde bulunan bir kinden dolayı şahitlik yapmış sayılır. Bu yüzden onların şahitlikleri kabul edilmez" (ez-Zühaylî, a.g.e., VI, 49).
Bir yerde hâkimin bulunmaması, mesafenin uzaklığı, yolun tehlikeli oluşu açık özür sayılır. Bu özürler nedeniyle şahitliğin gecikmesi mümkün ve caizdir.
Ebû Hanîfe`ye göre zaman aşımı süresi hâkimin takdirine bırakılmıştır. Çünkü şahitlik yapmak için olayla hâkim önüne çıkma arasında geçebilecek süreler yer ve çevre şartlarına göre değişiklik arz eder. Ebû Yûsuf ve Imam Muhammed`e göre zaman aşımı süresi bir ay ve daha fazla olan bir süredir. Eğer süre bir aydan kısa ise bu zaman aşımı sayılmaz. Çünkü bir ay sürelerin en kısasıdır. Bir aydan az olan süreler peşin (acıl) hükmünde olur (es-Serahsî, el-Mebsût, 1. Baskı, Beyrut 1398/1978, IX, 50; ez-Zühaylî, a.g.e., VI, 49).
Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelîlere göre, zina *, kazf * (zina iftirası) ve şarap içme ile ilgili hadler konusunda yapılacak şahitlik zaman aşımına uğramaz. Çünkü zina hakkındaki şahitliğin zikredildiği âyet genel anlam ifade eder. Gecikme nedenliye şahitliğin düşeceğine ait bir delil de yoktur. Diğer yandan şahitliğin gecikmesi bir özürden veya şahidin kaybolmasından ötürü olabilir. Had cezası ise mutlak ihtimalle düşmez (bk. Ibnü`l-Hümâm, Fethu`l-Kadîr, Bulak 1315, IV, 161; Ibn Kudâme, el-Muğnî, 3. baskı, Kahire 1970, VIII, 207).
Ikrarda Zaman Aşımı Müctehitler, zina ikrarı için bir zaman aşımı süresinin bulunmadığı konusunda görüş birliği içindedir. Çünkü insan kendisi aleyhinde bulunmakla itham edilemez. Buna göre, bir süre geçtikten sonra hâkim önünde yapılacak ikrarla zina sabit olur. Ancak Mâlikîler dışında çoğunluğa göre böyle bir kimse had hükmü verilmezden veya had cezasının bir bölümü uygulandıktan sonra bile ikrarından dönse veya kaçsa had düşer (Ibnü`l-Hümâm, a.g.e., IV, 120; Ibn Kudâme, a.g.e., VIII,197; eş-Şirâzî, el-Mühezzeb, II, 271).
ŞAKA
Güldürmek veya eğlendirmek kasdıyla söylenen söz veya yapılan davranış, latıfe, mizah.
Insan şahsiyetini, onurunu rencide eden bütün söz ve hareketler, kul hakkını çiğnemektir. Toplum düzeni, bütün fertlerin haklarına riayet ve onlarla ünsiyet etmekle, görüşüp anlasabilmekle sağlanır. Kendi hakkının çiğnenmesini arzu etmeyen insanın, bir başkasının hakkını gözetmesi kaçınılmazdır. Hukuka riayeti temin için Yüce Allah, insanların mallarına tecavüzü haram kıldığı gibi, insan şahsiyetini kırıcı olan her türlü alayı, gıybet, yalan, iftira, dedikodu ve benzeri sözlü tecavüzleri de haram kılmıştır. Bu cümleden olmak üzere çoğu kere muhatabı küçük düşürecek şekilde yapılan fiilî ve sözlü şakalar da Hz. Peygamber`in hadîsi ile yasaklanmıştır: "Kardeşinle mücadele ve şaka etme" (Tirmizî, Birr, 58). Mizahı çok yapan bazı sahabe hakkında Kur`anî hüküm de (el-Hadîd, 57/16) nazıl olmuştur. Yalanla eş anlamlı şakalar, bizzat yalan olduğu için haramdır. Ancak şaka, yalan, alay, hakaret gibi aşağılayıcı manada olmamak ve aşırı gitmemek kaydıyla yapılırsa buna müsaade edilmiştir.
Hz. Peygamber (s.a.s) ve ashabının arkadaşlarıyla şakalaştığı görülmüştür. Ebû Hureyre`den: Ashab, Rasûlullah`a, "Ya Rasûlullah, sen de bizimle şaka yapıyorsun" dediler. Rasûlullah, "Ben sadece doğruyu konusurum, haktan başka bir şey söylemem" (Tirmizî, Birr, 57) buyurdu.
Ibn Abbas`tan: Bir adam, "Allah Rasûlü şaka yapar mıydı?" diye sordu. "Evet" diye cevap verdim. "Peki Rasûlüllah nasıl şaka yapardı?" deyince "Hz. Peygamber (s.a.s) hanımlarından birisine geniş bir elbise giydirdi . "Bu elbiseyi giy, Allah`a şükret, eteğini de gelin eteği gibi sürü" buyurdu, dedim."
Hz. Enes`ten: Allah`ın Rasûlü, insanların en güzel ahlâka sahip olanı idi. Ebu Umeyr adında bir kardeşim vardı. Rasûlüllah gelip kardeşimi görünce "Ebû Umeyr, kuş ne yapıyor?" diye sorardı. Kardeşim kuşla oynardı. Bazı namaz vakitlerinde Rasûlüllah bizim evde olur, bir seccade serilmesini emreder, seccadeyi süpürür ve sular, sonra üzerinde namaza dururdu. Biz de arkasında namaz kılardık. Seccade, hurma lifinden yapılmıştı.
Enes b. Mâlik`ten: Bir adam, Rasûlüllah`ın yanına geldi, onu devesine bindirmek istedi, Rasûlüllah da, "Biz de seni dişi devenin yavrusuna bindirelim" dedi. Adam, "Ya Rasûlüllah, devenin yavrusuna nasıl bineyim?" diye sorunca, Rasûlüllah, "Bütün develeri dişi deve doğurmaz mı?" buyurdu .
Hz. Enes`den: Zahir adında bir bedevî, çölden Rasûlüllah`a hediyeler getirmişti. Dönüp gitmek isterken, Rasûlüllah da ona hediyeler verdi ve; "Zahir, bizim çölde yaşayanımızı temsil eder, biz de onun şehirde yaşayanını temsil ederiz" buyurdu. O, çirkin biri olduğu halde, Rasûlüllah onu çok severdi. O, alışveriş ederken Rasûlüllah arkasından gelir, onu kucaklar, kendisini adama göstermez ve "Ben kimim?" diye sorardı. Adam döndüğü zaman Rasûlüllahı tanır, sırtını Rasûlüllah`ın göğsünden ayırmazdı. Rasûlüllah "Bu köleyi kim satın alacak" diye sorar, adam da "Ya Rasûlüllah, o halde beni değersiz buluyorsun" derdi. Rasûlüllah (s.a.s) "Allah katında değersiz değilsin, onun katında değerin yüksektir" buyururdu.
Enes (r.a) "Rasûlüllah hanımlarıyla beraber olduğu zaman insanların en hoşu ve en şakacısıydı" demiştir. Peygamberimiz (s.a.s) fazla tebessüm etmeyi ve nezaketle şaka yapmayı severdi.
Aişe vâlidemiz anlatır: "Bir gün Allah`ın resûlu benimle koşarak yarıştı ve ben kendisini geçtim. Zamanla şişmanladığımda benimle tekrar koştu ve bu sefer beni o geçti." Yine bir gün Âişe vâlidemizle Hz. Sevde annemiz Peygamberimizle bir yemekte bulamaç aşını yerken Sevde (r.a) "Bu yemeği sevmiyorum" dedi. Âişe (r.a): "Yemezsen yemeği yüzüne sürerim." dedi Bu konuşma esnasında önce Hz. Âişe, Hz. Sevde`nin yüzüne, sonra Hz. Sevde, Hz. Âişe`nin yüzüne birer parmak bulamaç sürerek şakalaşmışlar, Hz. Peygamber de bunları devamlı bir gülümsemeyle izlemiştir.
Hz. Süheyb anlatıyor: Gözüm ağrıdığı halde hurma yiyordum. Bunu gören Hz. Peygamber: "Gözün ağrıdığı halde hurma mı yiyorsun?" dediler. Ben de: "Ey Allah`ın Rasûlü, ben ancak ağrımayan tarafla yiyorum" cevabını verince Rasûlüllah azı dişleri görünecek derecede tebessüm ettiğini gördüm.
Sahâbe`den Nüeyman el-Ensarî (r.a) şakacı bir kimseydi. Medine`ye tâze meyve ve süt gelince hemen onlardan alıp Rasûlüllah`a getirerek "Ey Allahın Rasûlü, bunu senin için satın aldım ve sana hediye ettim" derdi. Birkaç gün sonra malın sahibi Nüeyman`dan malının bedelini istediği zaman, o kişiyi Resûlüllah`a getirip: "Ey Allah`ın Resûlü, şu adamcağızın mallarının bedelini versene" derdi. Rasûlüllah da "Ey Nüeyman, sen onu bize hediye etmedin mi?" diye sorduklarında, Nüeyman: "Ya Rasûlüllah, alırken onun parası yanımda yoktu. Senin de ondan yemeni istiyordum, onun için alıp getirdim" deyince, Rasûlüllah güler ve parasını verirdi .
Işte bunlar sevimli şakalardır. Sınırları taşmamak, başkasını incitmemek şartıyla arada sırada bu tür şaka yapmak müstehaptır. Az ve yerinde olan şakayı Peygamber Efendimiz de tasvip etmişlerdir. Ancak, şakaların devamlı yapılmasından sakınmak gerekir. Bir kısım mübahlar vardır ki onlara devam edildiği takdirde günaha dönebilirler. Şakanın eziyet, sıkıntı verici ve rahatsız edici olanı yasaktır.
Hz. Peygamber (s.a.s) ve ashabının yaptığı bu tür şakalar, kırıcı ve yalan cinsinden olmayan şakalardır. Böylesi şakalar ise insanlar arasında muhabbeti arttırır. Ancak her işte olduğu gibi şakada da aşırı gitmemelidir.
El şakaları ve öldürtücü, yaralayıcı aletlerle yapılan şakalar tehlikeli olabileceğinden yasaklanmıştır. "Her kim kardeşine -isterse ana baba bir kardeşi de olsa- (korkutmak üzere) demirle işaret ederse, onu bırakmaya kadar melekler o kimseye lanet ederler. " "Sakın sizden biriniz (din) kardeşine silah ile işaret etmesin. Çünkü işaret eden kimse bilmez ki belki Şeytan o silahı elinden kaydırır, işaret edilen adamı vurur da bu yüzden cehennemden bir çukura yuvarlanır" (Riyâzu`s-Salihîn, III, 293).
Kocanıneşi ile şakalaşması ve oynaşması, aralarındaki sevgiyi arttıracağı için tasvip, hatta teşvik edilmiştir (Ebû Davud, Edeb, 84,85,149,7; Ibn Mâce, Cihad, 40; Ahmed b. Hanbel, II, 352, 364, 3/67, 5/32).
SAKAL
Yetişkin erkeklerin yanak, çene ve yüzlerinin alt kısımlarında çıkan kıllar.
İnsanları en güzel şekilde yaratan Cenab-ı Allah peygamberleri vasıtasıyla kulluk görevlerini onlara bildirdiği ve öğrettiği gibi, kılık-kıyafetlerini de belirlemiştir.
Allah Teâlâ, insanların bedenlerinde saç, sakal ve diğer kılları yaratmış, peygamberleri de bunlardan bir kısmının giderilmesini veya kısaltılmasını, bir kısmının da kesilmeyerek uzatılmasını tebliğ etmiş ve bu konuda insanları uyarmışlardır.
Allah Teâlâ (c.c), "Peygamber size neyi getirip verdi ise onu kabul edin, alın ve sizi yasakladığı şeyden de sakının" (el-Haşr, 59/7) ve "Allah`ın Rasulünde sizin için güzel örnekler vardır" (el-Ahzâb, 33/21) meallerindeki âyetlerinde buyurduğu gibi, mü`minlere sîrette, sûrette, ahlâkta, âdette ve hayatın bütün dallarında, Rasulu (s.a.s)`un sünnetine uymalarını emretmiştir. Rasulullah (s.a.s)`ın sünnetine uymak, İslâmiyet`i daha doğru anlamanın, daha doğru yaşamanın yegâne yoludur.
Allah (c.c)`ın: "Peygambere itaat eden, Allah`a itaat etmiş olur" (en-Nisa, 4/80) âyet mealinde buyurduklarından hareket ederek, Rasulullah (s.a.s)`a itaatin her şeyden önce farz hükmünü taşıdığını göz önüne alırsak, onun sünnetine sarılmanın önem ve ciddiyeti kendiliğinden ortaya çıkar.
Rasûlullah (s.a.s) ümmetini, kılık kıyafet ve dış görünüşleri bakımından müşriklere benzemekten alıkoymuş; "Kim bir kavme benzerse, onlardandır" (Ebu Davud, Libas, 4) hadisiyle de müslümanları uyarmıştır. Özellikle sakal bırakmaları hususunda mü`minlere tavsiyelerde bulunmuş, çeşitli hadisleriyle de sakalın müslüman için taşıdığı önemi belirtmiştir.
Hz. Aişe (r.anha)`den rivayet edilen bir hadislerinde "On şey fıtrattandır: Bıyıkları kesmek; sakalı salıvermek; misvak ile ağzı, dişleri temizlemek; su ile burnu temizlemek; tırnakları kesmek; kirlerin barınabileceği yerleri yıkamak; koltuk altındaki kılları gidermek, kasıkları tıraş etmek; necaset yolunu su ile pak eylemektir" (Müslim, Tahare, 56; Ebu Davud Tahare, 29; Nesâî, Zine, I) buyurmuşlardır. Diğer hadislerinde ise, "Bıyıkları Çok kısaltın, sakalları ise bırakın"; "Müşriklere muhalefet edin; bıyıkları kısaltın, sakalları çoğaltın"; "Bıyıkları kesin, sakalları bırakın. Böylece Mecusîlere benzemeyin " (Buharî, Libas, 64; Müslim, Tahare, 54) buyurmuşlar ve mü`minleri sakal bırakmaya teşvik etmişlerdir.
Sakal, hadiste de buyurulduğu gibi, yaratılış icabı erkeklerde bulunması gereken ve daha önceki peygamberlerin sünneti olan bir kılıktır. Müteaddid Hadislerde sakalların tabii halleri üzere terk edilmesi ve uzatılması emredilmektedir. Kısaltılması konusunda herhangi bir cevaz görülmemektedir. Asırlardır her devirdeki İslâm âlimleri ile bütün mü`minler bu tabii hali benimsemişler ve kendilerinde uygulamışlardır.
Bu Hadislerden anlaşıldığına göre, bütün peygamberlerle birlikte Rasul-i Ekrem de sakalını bırakmış ve sakal bırakmayı emretmiştir. Hz. Peygamber ve ashabının sakallarını traş ettiklerine dair hiç bir kayıt yoktur. Ancak Hz. Peygamber (s.a.s) sakalının ucundan ve yanlarından alırdı (Tirmizi, Edeb, 17). İmam Malik, "Müslüman, çoğunluk sakalını ne şekilde bırakıyorsa o kadar bırakmalı, fazlasını kesmeli, böyle yapmak menduptur. Çünkü bu fazlalığın kesilmemesi, çirkin görünmeye sebeb olur. Sakalı kısaltmanın bir sınırı yoktur. En uygunu, şekli güzelleştirecek biçimde kısaltmaktır" der. İmam Bâcî Abdullah İbn Ömer ve Ebu Hureyre`den nakledilen tatbikata dayanılarak bir tutamdan fazlasının kesilebileceğini söylemiştir.
Dürrül-Muhtar`da sakalın bir tutam boyunda olmasının sünnet olduğu ifade edilmektedir. Aynı şekilde, ekseriyetin görüşüne göre bir tutamdan fazlasını kesmek de sünnettir.
Sakal bırakmak ve buna bağlı olarak sakalı traş etmek konusunda âlimler değişik kanaatlere varmışlardır. Bu alimlerin bir kısmına göre sakal bırakmak farz, kesmek haram; bazılarına göre sakal bırakmak sünnet, kesmek mekruhtur, kimisine göre de müstehaptır. Bunların görüş ve delillerine gelince: Sakal bırakmak farz, traş etmek ise haramdır şeklinde olan birinci görüş, alimlerin cumhuruna aittir. Delilleri ana hatlarıyla şöyledir:
a) Hz. Peygamber (s.a.s) bir hadis-i şeriflerinde sakal bırakmayı emretmiştir. Emirler mendup veya mübah olduğunu ifade ettiğine dair bir delil bulunmadıkça vucub için olurlar. "Sakalları bırakın " emri de sakal bırakmanın farz olmasını gerektirir.
b) Aynı şekilde, Hz. Peygamber (s.a.s) müşrik veya mecusilere benzememeyi emretmiştir. Sakalı traş etmek onlara benzemektir. Bu da haramdır.
c) Sakal traşı, Nisa süresinin 119. ayetinde sözü edilen Allah`ın yarattığı şeyi değiştirmek demektir. Şeytana uyularak yapılân bu hareket de yasaktır. d) Sakal, erkekleri kadınlardan ayıran bir özelliktir. Sakalını traş eden erkekler kadınlara benzemektedirler. Erkeklerin kadınlara benzemesi de dinen yasaklanmıştır.
Sakal bırakmak sünnet, traş etmekse mekruhtur görüşünde olanlar Şafiî mezhebinden İmam Nevevi, Râzi, Gazzalî, Şeyh Zekeriyya el-Ensari, İbn-i Hacer, Remli, Hatib, Şirbini gibi zatlardır. Bu görüşü savunanlar şöyle demişlerdir.
a) Hadis-i şerifteki emir, sakal bırakmanın farz olmasını gerektirmez. Zira aynı şekilde Hz. Peygamber (s.a.s), Yahudi ve Hıristiyanlara benzememek için saçların boyanmasını emretmiş, fakat Sahabeden bazı kimseler saçlarını boyamamışlardır. Bu olay bu gibi emirlerin vücub için olmadığını gösterir.
b) Müşriklere din ve imanla ilgili konularda benzemek haramdır. Örf ve âdetlerle ilgili hususlarda ise haram değildir. Zira Rasûlüllah (s.a.s)`de rahiplerinkine benzer bir takunya giymiştir. Şayet bu gibi hususlarda benzemek kesin olarak yasak olsaydı, Hz. Peygamber bunu yapmazdı.
c) Örf ve âdetlerde bile olsa konu sadece müşriklere benzeme noktasından ele alındığı zaman aksine sakal bırakmanın haram olması gerektiği hükmüne varılır. Zira bugün birçok rahip ve gayr-i müslimler de sakal bırakmaktadırlar.
d) Peygamberlerin sünnetlerinden sayılan on şey alimlerin çoğunluğu tarafından sünnet veya müstehap olarak değerlendirilmektedir. Sakal da bunlardan biri olduğuna göre bu da öyle değerlendirilmelidir. Çünkü bunların hepsi temizlik ve iyi görünüşlü olmak gibi güzel âdetlerdir. Rasûlüllah (s.a.s) ümmetine en güzel âdetleri tavsiye etmiştir.
Sakal bırakmak müstehap, (sünnet-i zevaid) traş etmek ise mübahtır görüşünü savunanlar şöyle derler: Sakal bırakmak, yemek, içmek, oturmak, giyinmek gibi Hz. Peygamber`in insan olduğu için tabii olarak yapmış olduğu âdetleridir. Bu itibarla sakal bırakmak ibadetle ilgili sünnet değil, Hz. Peygamber (s.a.s)`in gelenek kasdiyle yapmış olduğu sünnetidir. Buna sünnet-i zevdid de denir. Mahmud Şeltut ve Muhammed Ebu Zehra gibi zamanımızın bazı âlimlerinin görüşü bu şekildedir. Buna göre sakal bırakmak faziletli olmakla birlikte, sakal traşı mübahtır. Sakal bırakılmadığı veya traş edildiği takdirde aleyhte bir hüküm terettüp etmez. İçinde bulunulan çevreye göre hareket etmek yerinde olur.
Sakalın adeta bir parçası olan bıyığa gelince; Hz. Peygamber (s.a.s)`den üst dudağının kenarları görünecek şekilde bıyığı kısaltmak veya tamamen kesmek şeklinde rivayetler vardır. Asıl alınan görüşe göre bıyığı kısaltmak da tamamen traş etmek de sünnettir: Mükellef dilediği şekilde hareket etmekte serbesttir.
Ancak bıyıkların yan taraflarından alıp ortada az birşey bırakmak caiz görülmemiştir. Şir`a şerhinde Hz. Ömer`in bıyıklarının iki ucunu uzattığından söz edilerek bunun bir sakıncası olmadığı açıklanmıştır.
(Sakal ve bıyığın hükümleri ve bu konudaki görüş ve ictihadlar için bk. İbn-i Abidin, II, 113, V, 261; el-Mehhel, I,183-189; Şevkânî, Neylül-Evtar, I, 137-138; el-Mezahibül-Erbea, II, 44-46; Şerhu`n-Nevevî (İrşadüşşarinin kenarında), II, 261-265; İânetü`t-Tâlıbin, II, 340; Fethü`r-Rabbânî, XVII, 313-314;ş Mahmut Şeltut, el-Fetâvâ, 227-229; İslâmda Helal ve Haram, Yusuf el-Kardâvî, (Terc. Mustafa Varlı), 107-109; Muhammed Ebu Zehra, İslâm Hukuku Metedolojisi (Terc. AbdülKadir Şener), 51-52; Zekeriyya Kandehlevi, Vucübu ı`fail-Iihye).
SAKAL BIRAKMAK İÇİN HANIMDAN İZİN ALINMALI MI?
Sakalı seyrek olanların sakal bırakması nasıl olacak? Kesmesi mi daha doğru? Sakal bırakırken hanımlara sorulması gerekir mi?
Sakal bırakmamaya şerî bir sebep yoksa seyrektir diye sakal bırakmamak olmaz. Sakalı seyrek olandan istenen de seyrek sakal bırakmasıdır. Herhalde ona, "Niçin filanca gibi gür sakal bırakmadın?" diye sorulmayacaktır. Sakal bırakmaktan gaye, yakışıklı olmak olsaydı öyle bir şey denebilirdi. Halbuki sakalı Allah Rasulü Efendimiz "fıtrat" tan, yani Allah (cc)`ın seçtiği ve görmek istediği yaratılış biçiminden olarak nitelemiş (bk. Müslim, taharet 56; Ebu Davûd, taharet 29; Nesâi, zinet 1), Allah da fıtratını değiştirilmesi için ugraşanların cehennemlik olduklarını bildirmiştir (K. Nisâ (4) 117-121). Fıtratın gereği olan bir konuda hanımdan ya da herhangi bir kimseden izin istemek ise birisinin malı için bir başkasından izin istemesine benzer. Rasûlüllah Efendimiz (sav) "yaratana isyan söz konusu olduğunda, yaratılana itaat edilmez" hadisi şerifiyle bu konuya ışık tutar. Tıpkı bunun gibi, meselâ kadın da başını kapatmak için kocasından izin almak zorunda Ancak farzla sünnet tearuz ettiğinde farzın tercih edileceği de ittifakla kabul edilen fıkhî bir esastir.
SALÂT VE SELÂM`I KISALTARAK YAZMAK
Peygamber efendimizin ismi geçtikten sonra "Sallallahü aleyhi ve sellem" kısaca (s.a.v.),şeklinde yazmanın hatalı olduğunu söylüyorlar, doğru mu?
Alah Rasûlü`nün adı anıldığında "Salât ve selâm" okumak; "Şüphesiz Allah ve O`nun melekleri peygambere "salât" ederler. Ey inananlar, siz de onâ teslimiyette salât ve selâm edin (el-Ahzâb 33/51l)" âyetinin gereğiolarak farzdır denmiştir. Rasûlüllah`ın kendisi de: "asıl cimri, yanında, ben anıldığım hâlde bana salât okumayandır" (30 Bu ve benzeri hadisler ve kaynakları için bk. el-Hindî I/488 vd. "Yanında anıldığım halde bana salât okumayanın burnu yerde sürünsün"... (32 agk. Ayrıca, Elmalı VI/3923) buyurmuştur. Bir mecliste defalarca ismi anılırsa bir defa salât ve selâm yeterlidir, diyenler varsa da, doğru olanın, her seferinde söylemenin vâcip olmasıdır. (33 agk.) Onun ismini yazmakla söylemek arasında saygı bakımından bir fark yoktur. Yani "salât ve selâm"i yine yazmak gerekir. (34 Kâdihân NI/422) Ancak yazının, konuşulan sözlerin bir işareti ve bir rumuzu olduğunu ve (sa., s.a.v.) gibi işaretlerin de, meselâ "Alleyhissalâtü ve`s selâm"dan başka türlü okunamayacağını hesaba katarsak, bu rumuzları yazanın bu görevi yerine getirmiş olacağını söyleyebiliriz. Çünkü mühim olan, okuyanın, Allah Rasûlü`nün ismi anıldığında bu saygı duasını kasıtlı olarak söylemesidir, yoksa hiç düşünmeden okuması değildir. Ancak tercih yapmak gerekirse, açıkça yazmanın, rumuz halinde yazmaktan daha iyi olacağı söylenebilir. Hadis nakletme edebini anlatan kitaplarda da böyle söylenir.
SALÂT" VE "SELÂM"I TEKRARLAMAK
Kitap okurken yahut sohbet yapılırken Rasûlüllah`ın (s.a.) Ismi geçtiği her yerde "salât-ü selâm" getirmeli miyiz?
Bir mecliste bir konu konuşulur ya da bir kitap okunurken, Rasûllüllah`a bir defa "salât`ü selâm" okumak yeterlidir, diyenler vardır ama, en güzeli her defasında söylenmesidir. Suyûtî"yi vefatından sonra rüyasında cennette gören bir dostu, bu makama ne ile eriştiğini sorunca, "Şu kadar bin hadis yazdım Rasûlüllah`tan, ya da, Râsûlüllah buyurdu, denen her yerde ona salât ve selâmı ihmal etmedim. Işte bu makama erişmemin sebebi budur." dediği nakledilir.
ŞAPKA
Başa giyilen başlık anlamında latince "cappa"dan alınma bir kelime. Günümüzde, erkek ve kadınların sokağa çıkarken gerek süs olarak, gerekse yağmur ve güneşten başlarını korumak gayesiyle giydikleri başlığın genel adıdır. Bununla birlikte, şapkaya benzediğinden, ocak ve soba borularının tepesine konulan ve rüzgârın dumanı içeriye doğru savurmasına engel olan sac külahlara da şapka denilmektedir. Aynı şekilde, gemi direğinin tepesindeki tekerlekçiğe ve yazıda, harfi uzatma veya inceltme amacıyla kullanılan işarete de şapka denildiği bilinmektedir.
Erkek şapkaları çeşit çeşittir; kasket, fötr, silindir, melon, bere, hasır, panama vb. Kadın şapkaları ise, modaya göre yıldan yıla değişiklik gösterir (muhtelif devirlere ait erkek şapkalarıyla değişik kadın şapkaları için bak: Yeni Türk Ansiklopedisi, X, 3818; Okyanus Türkçe Sözlük, 111, 2712).
Insanlar, tarihin ilk çağlarından itibaren çeşitli şapkalar (başlıklar) giymişlerdir. XIX. yüzyılın 2. yarısından sonra pek çok çeşidi olan şapkalar, yukarda yazıldığı şekilde standartlaştı. Osmanlı Türk toplumunda başlığın özel bir yeri vardı. Saray ve saraydaki yüksek rütbeli memurlar kırk üç çeşit farklı serpuş (başlık) giyiyorlardı. Hiç kimse kendisine ait olmayan rengi ve şekli kullanamazdı. Hükümet ve devlet görevlilerine ayrılan başlık sayısı yirmi yedi idi. Sadrazamdan vezir habercisine kadar herkesi başlıklarından tanımak mümkündü. Ordu mensuplarının başlık çeşidi altmış üç idi. Yeniçeri ağasından en basit ere kadar bütün rütbeliler başlıklarından tanınabilirdi. Din adamları on altı, halk ise yirmi dört değişik serpuşa sahipti. Osmanlı devletinin son zamanlarına kadar, müslümanlarla gayr-i müslimlerin birbirinden ayrılması için giyimleri, bu arada giydikleri başlıklar farklı farklıydı (M. Z. Pakålın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, 111, 188; Yeni Türk Ansiklopedisi, X, 3818).
Osmanlı devletinin nüfusunu teşkil eden müslümanlarla gayr-i müslimlerin, yalnızca giydikleri başlıklar değil, ayakkabılarına varıncaya kadar tüm kıyafetleri biri birlerinden farklıydı. Bu durum, Osmanlı devletinin yıkılması ve onun yerine Türkiye Cumhuriyeti Devleti`nin kurulmasına kadar - tedrici olarak bir takım değişiklikler olmasına rağmen - devam etmiştir.
Türkiye Cumhuriyeti`nin ilk cumhurbaşkanı M.K. Atatürk, Cumhuriyetin 1923 yılında ilanından sonra, bir takım reform hareketlerine girişti ve herkesçe bilinen inkılapları aşamalı olarak gerçekleştirmeye başladı. Bu cümleden olarak Osmanlı döneminin simgelerini ortadan kaldırmaya ve dinî kaynaklı giyim farklılıklarının yurttaşlar arasında ayırım yaratmasını önlemeye yönelik adımlar attı. Giyim konusundaki bu yeniliklerin başında şapka geliyordu. Çünkü Atatürk`e göre şapka batılı ve modern olmanın simgesiydi, uygar kıyafetin ayrılmaz bir parçasıydı. Bunun dışında kalan (fes, sarık, külah vb.) başlıklar, Türk ulusunun kıyafeti olamazdı. Nitekim 24 Ağustos 1925 tarihinde, Kastamonu`ya yaptığı bir gezide, elinde Panama şapkası biçiminde geniş kenarlı beyaz bir şapka olduğu halde halka şöyle seslendığını görüyoruz:
"Arkadaşlar, Turan kıyafetini araştırıp canlandırmağa yer yoktur. Uygar ve milletlerarası kıyafet, bizim için, çok cevherli milletimiz için lâyık bir kıyafettir. Onu giyeceğiz, ayakta iskarpin veya fotin, bacakta pantolon, yelek, gömlek, kravat, yakalık, ceket ve tabiatıyla bunları tamamlamak üzere başta siper-i şemsli serpuş. Bu serpuşun adına şapka denir. Redingot gibi, bonjur gibi, smokin gibi, frak gibi, işte şapkamız!
Arkadaşlar, kesin olarak söylüyorum, korkmayınız! Bu gidiş zaruridir. Bu zaruret bizi yüksek ve önemli bir sonuca götürüyor. Isterseniz bildireyim ki, bu kadar yüksek ve önemli bir sonuca varmak için, gerekirse bazı kurbanlar da verelim. Bunun önemi yoktur..." (K. Z. Gençosman, Atatürk Ansiklopedisi, Istanbul 1981, X, 67).
M.K. Atatürk, bu konuşmasında, inkılâbından asla tavız vermeyeceğini ifade etmesine rağmen, şapka giyilmesi hususunda kesin bir emir vermemiştir. Ancak kadın-erkek herkesin giymesini içtenlikle arzu ettiğini bildirmiştir. Akşamleyin Ankara`ya döndüğünde, kendisini karşılamaya gelenlerin tamamının şapkalı olduğunu görmüştür (Yeni Türk Ansiklopedisi, X, 3818).
Bundan bir kaç gün sonra toplanan (2 Eylül 1341/1925) bakanlar kurulu, devlet memurlarına şapka giyme mecburiyeti getiren 2413 no`lu kararnameyi çıkarır. Ardından da 15 Kasım 1925 tarihinde Konya milletvekili Refik Bey ve arkadaşları Meclise şapka giyilmesi ile ilgili kanun teklifini verirler. Bursa milletvekili Nureddin Paşa bu kanunun Teşkılatı Esasıye Kanununa (Anayasa) aykırı olduğunu ileri sürerek geri alınmasını ister. Ancak çoğunluğun lehte oy kullanması sonucu 671 sayılı "Şapka Iktisası Hakkında Kanun" 25 Kasım 1925 tarihinde kabul edilir ve 28.11.1925 günü 230 sayılı Resmi Gazetede yayınlanarak yürürlüğe girer. Kanun şu üç maddeden oluşmaktadır:
1- Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri ile genel ve yerel yönetim görevlileri, her türlü kuruluşta görevli memurlar ve müstahdemler Türk milletinin giymiş olduğu şapkayı giymek mecburiyetindedir. Türkiye halkının da genel başlığı şapka olup, buna aykırı bir alışkanlığın devamını hükümet meneder.
2- Iş bu kanun, yayınlandığı tarihten itibaren geçerlidir.
3- Iş bu kanun, Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Yürütme Kurulu üyeleri tarafından yürütülür (Bak. Bekir Sıtkı Yalçın - Ismet Gönülal, Atatürk Inkılabı, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Ankara 1984, 99 vd.).
Şapka Kanunu ülkede önemli bir direnişle karşılaştı. Yasa T.B.M .M .`nde kabul edildiği gün Erzurum`da protesto gösterileri oldu. Bunun üzerine bu ilde sıkıyönetim ilan edildi ve gösteriye katılanlar Sıkıyönetim Mahkemesine verildi. Rize, Sivas, Maraş, Giresun, Kırşehir, Kayseri, Tokat, Amasya, Trabzon ve Gümüşhane`de yasayı protestoya yönelik eylemler gerçekleştirildi. Bu eylemlere katıldığı ileri sürülen birçok kişi Istiklal Mahkemelerinde yargılandı; bunların bazıları ölüm, bazıları da ağır hapis cezalarına çarptırıldı. Ölüm cezasına çarptırılanlardan biri de Iskilipli Atıf Hoca`dır. Aslında Atıf Hoca, protesto eylemlerine bizzat katılmamış, fakat adı geçen kanunun yayınlanmasından yaklaşık bir buçuk yıl önce (1340/1924) yazıp neşrettiği "Frenk Mukallitligi ve Şapka" adlı risalesinden dolayı Ankara Istiklal Mahkemesince suçlu bulunarak idama mahkum edilmiş ve 4 Şubat 1926 tarihinde hüküm infaz edilmiştir (Iskilipli Atıf Hoca, Frenk Mukallitliği ve Islâm, IXX, Çile Yayınevi, Istanbul).
1939`da Türk Ceza Kanunu`nun 526. maddeşiyle şapkadan başka başlık giymeyi alışkanlık haline getirmenin cezası üç aya kadar hapis olarak belirlendi. 1961 ve 1982 Anayasaları, öbür devrim yasaları gibi 671 sayılı yaşanın Anayasaya aykırılığının ileri sürülemeyeceğini hükme bağlamıştır (Ana Britannica, XX, 237).
Şapka giymenin fikhî hükmü:
Hiç şüphe yok ki, şapka bizatihi haram değildir. Zaten hiç bir Islâm âlimi, onun bizatihi haram olduğunu iddia etmemiştir. Ancak küfür alameti olarak kabul edildiği ve hakikaten gayr-i müslimlerin dînî kıyafeti olduğu dönemlerde, hemen hemen tüm Islâm âlimleri tarafından giyilmesine karşı çıkılmış, onu giyenler, niyetlerine göre kâfir ya da günahkâr kabul edilmişlerdir.
Biliyoruz ki, Islâm dininde bir şeyin kesin olarak haram sayılabilmesi, dolayısıyla onu işlemenin günah ya da küfür kabul edilebilmesi için hakkında açık bir nas olması gerekir. Aksi halde -peygamberler dahil- hiç bir kimse keyfî olarak, Allah`ın helâl kıldığını haram, haram kıldığını da helâl sayamaz. Ancak, hakkında kesin ve açık bir nas olmayan hususlarda Islâm âlimlerinin ictihad yoluyla bir kanaate varmaları mümkündür.
Bu noktadan hareketle Kur`ân-ı Kerîm`i incelediğimizde, ne şapka ne de başka bir kıyafetle ilgili herhangi bir hüküm göremeyiz. Lâkin Cenab-ı Allah`ın, mü`minleri sürekli olarak inanç ve davranış bakımından kâfirlere benzemekten sakındırdiğini görebiliriz .
O halde Islâm âlimlerinin şapka hakkındaki olumsuz kanaatlerinin dayanağı nedir? Islâm din bilginlerini bu kanaata sevkeden sebep, Peygamber (s.a.s)`in, sürekli olarak müslümanları gayr-i müslimlere benzemekten sakındırması ve bu konuda hassasiyet göstermesidir. Nitekim Rasûlüllah (s.a.s): Bir kavme benzemeye çalışan, o kavimdendir" (Ahmed b. Hanbel 11, 50; Ebu Davud, Libas, 4) ve "Bizden başkasına benzemeye özenen bizden değildir" (Tirmizî, Isti`zân, 7) buyurmakla, şeklen dahi olsa, bir müslümanın kâfirlere benzemesine karşı olduğunu göstermiştir. Rasûlüllah (s.a.s)`in, şeklen dahi olsa, müslümanların gayr-i müslimlere benzemeye özenmelerine karşı oluşu haklı bir nedene dayanıyordu. O da, gayr-i müslimlere benzemeye özenen müslümanların, zamanla dejenere olarak Islâm`dan uzaklaşmaları ya da ondan tamamen kopmaları endişesiydi. Zira Allah Resûlü; "Kişi inandığı gibi yaşamazsa yaşadığı gibi inanmaya başlar" gerçeğini çok iyi biliyordu.
Şunu hemen belirtelim ki, hadisin metninde geçen "teşebbüh" kelimesi, yukarda görüldüğü gibi, tesâdüfi bir benzemeyi değil, benzemeye çalışmayı yani bir kimsenin benzemek istediği kişileri bilerek ve isteyerek taklıd etmeye çalışmasını ifade etmektedir. Yoksa bir gayr-i müslim, Islâma girmek gibi bir niyeti olmaksızın, müslümanlara mahsus bir alâmeti taşımakla, müslüman sayılamıyacağı gibi; "gayr-i müslimlere benzeme kasdı olmaksızın, soğuk vb. sebeplerle onlara mahsus alâmetleri giyen bir müslüman da kâfir sayılmaz" (Fetevâ-yı Hindiye, II, 276, Bulak 1310 h.). Hele hele kâfirlerin şiârı olmayan bir takım kıyafet ve davranışlarda gayr-i müslimlere benzeyen kimse asla tekfir edilemez (Ali el-Kârî, Şerhu`ş-Şifâ, II, 522, Istanbul 1309 h.).
Ancak "Mecûsilerin mümeyyiz vasfı olan şapkalarını ve zimmîlerin küfrün şiârından olan kalensövelerini, onlara benzemek kasdıyla giymek ya da hristiyan ve mecûsilere ait olan zünnarı kuşanmak küfür sayılmıştır" (Şeyhzâde, Hâşiyetü Şeyhzâde alâ Tefsîr el-Kâdî el-Beydâvî, I, 108, Matbaatü`s-Sultâniyye, Dâr`ül-Hilâfe, 1282 h.; Ali el-Kârî, Şerhu`l-Fıkhı`l-Ekber, 167. Mısır, 1323 h.; M. Ertuğrul Düzdağ, Şeyhülislâm Ebussuûd Efendi Fetvaları Işığında XVI. Asır Türk Hayatı, Istanbul 1983, 118).
Islâm dininde niyetler çok önemlidir. Hattâ amellerden de önce gelir ve ameller onlara göre değer kazanır. Bunun içindir ki Islâm âlimleri; "Küfre niyet eden kimse o andan itibaren kâfirdir" diyorlar. Böyle bir kimse, dış görünüşü itibariyle müslümanlara benzese de kâfirdir. Kaldı ki, Allah`a, O`nun Resûlüne ve sair dinî zaruretlere iman ve itikadı olmadığı için, seve seve kâfirlerin kendilerine mahsus alâmet ve şiârlarını giyinmiş ve kabul etmiş olursa, artık bu kimsenin küfründe şüphe etmek bile caiz değildir.
Büyük fakihlerin ekserisi "Kafirlere mahsus ve onların kıyafet alâmeti olan kalensöve yani şapkayı bir zaruret olmadan kendi arzusu ile giymek küfürdür. Zira bu alamet-i küfürdür. Onun için bunu, ancak mecûsilik, hıristiyanlık, yahudilik gibi küfrün çeşitlerinden birini seçenler ve kalpleri küfür rengi ile boyanmış olanlar giyebilirler. Esasen zâhir alâmetlerle bâtınî işlere istidlâl ve onun üzerine hükm etmek aklen ve şer`an makbul ve mu`teber bir yoldur" diyorlar.
Fukahâdan bazıları ise; "Mecûsi, hıristiyan ve sair kâfir milletlere mahsus ve onların kıyafet âdeti olan kalensöve yani şapkayı kendi arzusu ile giyen bir müslüman, onlara benzemiş ve onları taklıd etmiş olduğu için günahkâr olursa da kâfir olmaz" diyorlar (Iskilipli Atıf Hoca, Frenk Mukallitliği ve Islâm, Istanbul 1975, 21).
Haddizatında İslam`ın ilk dönemlerinde, Mekke`de yaşayan müslümanlarla müşriklerin kılık ve kıyafetleri biri birlerinden farklı değildi. Hicretin ilk yıllarında da Medine`de çoğunlukta olan yahudiler, ne âdette, ne giyimde, ne de başka özel bir alâmette müslümanlardan ayırdedilemezlerdi. Sonraları müslümanlar çoğalıp güçlendikten ve kendilerine cihad izni verildikten sonra, Rasûlüllah (s.a.v)`ın direktifleri doğrultusunda, gerek âdette gerekse kılık ve kıyafette gayr-i müslimlerden yavaş yavaş ayrılmaya başladılar. Ki bu ayrılık o gün için bir zaruretti. Zira Islâm ile küfür karşı karşıya gelmişti ve bunun için safların belirginleşmesi, netleşmesi gerekiyordu. Buna binaen müslümanlar, inançları ve davranışlarıyla kâfirlerden ayrıldıkları gibi dış görünüşleriyle de onlardan ayrılmak durumundaydılar ve gayr-i müslimlerin kimlikleri niteliğindeki kıyafetlerini taşımaları yakışık almazdı. Müslümanların kendilerine has kimlikleri, kıyafetleri olmalıydı.
Işte bu şekilde, müslümanlar başlangıçta bizzat kendileri gayr-i müslimlere benzememeye özen gösterdikleri halde, kendi devletlerini kurup büyük bir güç haline geldikten sonra durum değişti. Bu sefer egemenlikleri altındaki zimmîlere müslümanlardan farklı bir şekilde giyinme mecburiyeti getirdiler. Peygamberimizin vefatından çok sonra getirilen bu uygulamanın gerekçesi şuydu:
Bazı fıkıh kitaplarında Ömer Ibn Hattâb veya Ömer Ibn Abdü`l-Azız`den gelen rivayetlere dayanılarak, zimmîlerin müslümanlardan kıyafetleriyle ayrılmalarının gerekli olduğu kaydedilmekte ve şöyle denilmektedir:
"Zimmiler, müslümanlarla içiçe olduklarından kendilerine müslüman muamelesi yapılmaması için onların tanınmaları gerekir. Mümkündür ki, onlardan birisi yolda aniden ölür ve bilinmeden namazı kılınarak müslüman mezarlığına gömülür" (Reddü`lMuhtar, Istanbul 1307, 111, 377).
Evet dikkatin ve sakınmanın elzem olduğu Islâm fetihlerinin ilk çağlarında bu ayırım belki gerekliydi. Fakat yukardaki gerekçenin yeterli olduğu söylenemez. Zira hayatta iken ne Allah`a ne de Peygamberi`ne inanmayan, Islâm ahkâmından hiçbirini uygulamayan bir kimseye, ölümünden sonra ona müslüman muamelesi yaparak yıkamak, cenaze namazını kılmak ve Islâm mezarlığına gömmek ona hiçbir yarar sağlamaz. Ona bu muameleyi bilmeden yapanlar da haliyle bu yaptıklarından sorumlu olmazlar.
Müslümanların kıyafetleriyle de gayr-i müslimlerden ayrılması gerektiği, hele şapka vb. alâmetlerin -zaruret hali hariç- asla giyilmemesi gerektiğini savunan merhum Iskilipli Atıf Hoca`nın konuya yaklaşımı şöyledir:
"Her devletin alâmet-i mahsusayı haiz bir çeşit bayrağı vardır ki o bayrak hangi vapurun, zırhlının, tayyarenin, mektebin, binanın üzerinde bulunursa, o devletin olduğuna hükmolunur. Meselâ bizim Yavuz zırhlısı bütün müştemilatı itibariyle Ingiliz, Alman ve Fransız zırhlılarına benzediği halde, yalnız şanlı bayrağının alâmet-i farikası ile onlardan ayrılır. Bu alâmeti görenler bizim zırhlımız olduğuna hükm ederler. Başka devletlerin bayrağının bizim zırhlıya çekilmesi siyaseten, örfen, âdeten ve kanunen yasaktır. Onun için bunun mürtekibi, hiyanet-i vataniye, cinayeti ve ecnebî taraftarlığı suçuyla itham edilerek idamına hükm olunur. Bunun için medenî memleketlerden hiç birisinin bayrağını bizim vapurlara, zırhlılara çekmek suretiyle onları taklıd ve teşebbühe yeltenmeye hiç bir kimse cesaret gösteremez.
Işte bunun gibi "Bizden başkasına benzeyen, bizden değildir" hadis-i şerîfi ile müslümanların, şiâr ve alâmet-i küfürde gayrı müslimlere benzemeye yeltenmeleri yasaklanmıştır. Binaenaleyh bizim zırhlıda başka devletlerin bayrağını görenler o zırhlının bizim olmadığına hükm edecekleri gibi şapka, haç ve sâir küfür alâmeti giyen ve takınanların Islâmî milliyetten çıkıp kâfirler sınıfına iltihak etmiş olduklarına hükm ederler" (Iskilipli Atıf Hoca, a.g.e, 24).
Unutmamak lâzım ki, bir zamanlar şapkanın küfür alâmeti sayılması gibi "baş açık gezmek de kâfirlerin âdetlerinden sayılıyordu. Bugün ise baş açık dolaşmak müslümanlar arasında yaygınlaşmıştır. Dolayısıyle küfür sayılmaz" (Ali el-Kârî, Şerhu`ş Şifa", II, 522). Nitekim eskiden "başı açık dolaşan, sokakta yemek yiyen, sakalını tıraş etmiş veya müzik dinleyen kişilerin şahitliği de kabul edilmezdi. Günümüzde bu örf ve kurallar değişmiştir. Çünkü bu davranışlar zamanımızda yaygın bir alışkanlık halini almıştır" (Yusuf el Kardavî, Islâm Hukuku Teori ve Pratik, Istanbul 1983, 179).
Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: Zamana, mekana ya da örf ve âdetlere bağlı olan hükümler; zamanın, mekanın yahut örf ve âdetlerin değişmesine paralel olarak değişebilirler. Hakkında kesin ve açık nas bulunan, değişken bir dayanağa istinad etmeyen hükümler ise asla değişmezler. Bu hususu göz önünde bulundurarak şapkayı bu açıdan değerlendirmek gerekir. Binaenaleyh kafirleri taklıd etme, onlara benzemeye özenme gibi bir niyet taşımaksızın şapkanın giyilmesinde bir sakınca yoktur. Ve ister dine dayalı olsun ister laik olsun, hiçbir yönetim, kendi vatandaşlarından herhangi bir zümreyi başka bir zümrenin dininden kaynaklanan örf ve âdetlerini taklıde zorlamaya hakkıyoktur.
ŞARAP FABRİKASINDA ÇALIŞMAK CAİZ MİDİR?
Şarap fabrikasında çalışmak caiz değildir. Çünkü bu müessese, İslam`ın kabul etmediği ve kendisiyle amansız bir şekilde mücadele ettiği içkiyi imal eden bir müessesedir. Burada çalışmak Allah`a karşı gelmek anlamını ifade ettiği gibi, insanların ruh, akıl ve bedeni ifsad etmek için çalışmak anlamını da ifade eder. Bunun için Peygamber (sav) içki içeni lanetlediği gibi onu yapanı ve meydana gelmesi için çalışanı da lanetlemiştir. Peygamber (sav) buyuruyor: "Allah, içkiyi, onu içeni, sunanı, satın alanı, satanı, sıkanı ve kendisi için sıkılmasını isteyeni, taşıyanı, kendisi için taşınanı lanetlemiştir."
Şarap fabrkasında çalışmak haram olduğu gibi, İslam`ın yasakladığı her şeyde çalışıp, yardımcı olmak da haramdır.
SARHOŞLUK
Sıvı veya katı bir takım maddelerin kullanılması sonucu aklın örtülmesi ve kişinin iradesini kontrol edemez duruma gelmesi. Yerle göğü, erkekle kadını ayıramayacak derecede alkol veya bir uyuşturucu alana "sarhoş" denir.
Ebû Hanîfe`ye göre, yaş üzümden yapılan içkiye "şarap (hamr)", buğday, arpa, darı vb. maddelerden yapılana ise "nebîz" * denir. Kendi ihtiyarı ile az veya çok şarap içene sarhoş olsun veya olmasın içki cezası uygulanır. Nebiz içene ise sarhoş olmadıkça had cezası uygulanmaz.
Çoğunluk Islâm fakihlerine göre, her sarhoşluk veren madde şarap hükmündedir. Delil şu hadistir: "Her sarhoşluk veren şey hamr (şarap)`dır. Her hamr da haramdır" (Buhârî, Edeb, 80; Ahkâm, 22; Müslim, Eşribe, 73-75, 64, 69). Çoğunluk Islâm hukukçularına göre, sözüne hezeyan (saçma sapan sözler) hakim olan ve ne söylediğini bilmeyen kimse sarhoş sayılır. Bu yüzden içkinin azı da çoğu da haddi gerektirir.
Sarhoşluk mübah veya haram bir yolla meydana gelme durumuna göre sonuç doğurur.
1. Mübah yolla sarhoş olmak: Ilaç içmek, bal yemek veya haram bir içkiyi zorlama sonucu içmekten dolayı sarhoş olmak "baygınlık" hükmünde olup, haddi gerektirmez. Bu yüzden de böyle bir sarhoşluk sırasında işlenen fiillerden dolayı mâli yükümlülükler hariç sorumluluk söz konusu değildir. Söz ve akitleri geçerli değildir. Bu şekildeki sarhoş, uyuyan veya baygın olan kimseye benzer (el-Kâsânî, Bedâyiu`s-Sanâyi`, Mısır 1327/1909, V,112; AbdülKadir Ûdeh, et-Teşrîul-Cinâîl-Islâmî, Kahire 1959, I, 561-564; Hamdi Döndüren, Delilleriyle Islâm Hukuku, Istanbul 1983, s. 138, 139).
2. Haram yolla sarhoş olmak: Islâm`ın haram kıldığı bir içkiyi kendi ihtiyarı ile kullanma sonucu sarhoş olmaktır. Bu şekildeki sarhoşun, söz ve fiillerinden sorumlu olup olmaması konusunda iki görüş vardır:
Hanefîlere, bir kısım Şâfiîlere ve Mâlikîlerin çoğuna göre; sarhoş, söz ve fiillerinden tam olarak sorumludur; akitleri, alış-veriş ve talak gibi tasarrufları geçerlidir; namaz, oruç gibi ibadetlerden sorumludur. Haddi gerektiren bir suç işlerse ayılınca cezası uygulanır. Bu görüş, "suç suçu meşrû kılmaz" prensibine dayanır. Hatta böyle bir kimse suçları çift işlemiş sayılır. Meselâ sarhoşken birisini öldürse iki suç işlemiş olur. Içki kullanma suçu ve adam öldürme suçu (Ebû Zehrâ Usulül-Fıkh, Kahire (t.y), s. 345 Ömer Nasuhi Bilmen, Istilâhât-ı Fıkhıyye Kâmusu, I, 234-235).
Muhammed el-Pezdevî (ö. 493/ tı 1099) şöyle der: "...Sarhoştan şer`î yükümlülükler kalkmadığına göre, ona şer`î hükümlerin de uygulanması gerekir; çünkü sarhoşluk aklı yok eden bir şey olmayıp, aklı bastıran bir zevktir. Ma`siyete sebep olduğu için o, bir özür sayılamaz" (Pezdevî, el-Usûl, Keşfül-Esrâr kenarında, IV, 1475).
Diğer yandan Hanefiler, istihsan yoluyla sarhoşun irtidadını geçerli saymamıştır. Çünkü sarhoşken itikadın değişmesi söz konusu olmaz ve evli ise, nikâhına da zarar gelmez.
Ahmed b. Hanbel`e ve Şâfiî`ye nisbet edilen iki görüşten birisine göre, ne söylediğini bilmeyecek derecede sarhoş olanın akitleri geçerli değildir. Çünkü şuuruna sahip olmayan kimse, irade beyanında bulunmuş sayılamaz. Özellikle şüphe sonucu düşen kısas ve had cezaları sarhoşa uygulanamaz. Burada şuura sahip olmamak şüphe derecesindedir. Hadis-i şerifte şöyle buyurulur: "Gücünüzün yettiği kadar şüphelerle had cezalarını düşürünüz" (Ebû Dâvud, Salât, 14; Tirmizî, Hudûd, 2).
Ibn Teymiyye (ö. 728/1327) bu konuda değişik bir görüşe sahiptir. O, sarhoş olmadan önceki iradeyi araştırır. Eğer kişi, sırf suç işlemek amacıyla içki içmiş ve sarhoş olunca da önceden planlanan suçu işlemiş olursa, tam sorumluluk söz konusu olur. Suç, önceden düşünülmeksizin, sarhoşluk sırasında işlenmişse, ceza öncekine nisbetle hafifletilir (Ibn Teymiyye, Muhtaşaru`l-Fetâvâ, s. 650).
SARIK
Başa giyilen giysiler (başlıklar) üzerine sarılan tülbend veya şala verilen ad.
Başı soğuk ve sıcaktan korumak ve daha güzel görünmek için erkekler, eski zamanlardan beri başlarına taktıkları başlıklar üzerine değişik şekil ve renklerde kumaşlar sarmışlardır. Bölgelere, iklimlere, örf ve âdetlere, milletlere, dinlere, sosyal ve dini statülere göre değişik sarık şekilleri vardır. Arabistan çöl ikliminin gereği olarak cahiliye Arapları da başlarına sarık sarıyorlardı. Hz. Peygamber ve Ashab-ı Kiram da, Islâm öncesinde olduğu gibi Islâmdan sonra da sarığı, günlük normal bir giysi olarak kullanmışlardır. Hz. Peygamber`in yeni müslüman olanlara emir veya tavsiye ettiği özel bir sarık şekli olmamış, bu hususta oluşan örf ne ise öyle devam edilmiştir. Tirmizî`nin rivayet ettiği, Müşriklerle aramızdaki fark, başlıkların üzerine sarık sarmaktır" (Tirmizi, Libas, 42) hadisi, yine Tirmizî`nin bildirdiğine göre isnadı sağlam olmayan yani, Rasûlüllah (s.a.s)`e aid oluşunda şüphe olan ve başkaları tarafından da benzeri rivayet edilmeyen hadis anlamına gelen Hasen-garîb bir hadistir ve ravilerinden ikisinin kimliği tam bilinmemektedir. Sarığın mutlaka kullanılması gereken islâmi bir kisve olduğunu ifade eden sahih bir hadis de yoktur. Aslında Hz. Peygamber ve Ashab-ı kiram sarık sarıyorlardı. Meselâ Mekke Fethi günü Rasûlüllah (s.a.s)`in siyah bir sarık sardığı, sarığın ucunu (taylesân) iki omuzu arasına sarkıttığı (Tirmizî, Libas,12; Ebû Dâvud, Libas, 51)... şeklinde rivayetler vardır. Fakat sarık, dinî bir kisve değil, örfün gereği olan bir âdet ve alamettir. Zamanla sarık, müslümanlara özgü bir kıyafet haline dönüşmüş ve adeta alâmet-i fârıka haline gelmiştir. Mesela Osmanlılarda, sadece müslümanlar başlıklarına sarık sarabilirler; gayr-i müslimler sarık kullanamazlar, ancak kendi özel kıyafetlerini giyebilirlerdi. Sosyal, idarî, askerî, ilmî vb. statülere göre farklı sarık şekilleri vardı. 25 Kasım 1925`te çıkarılan Şapka Iktisâsı (şapka giyilmesi) kanunu ile erkeklerin şapkadan başka bir şey giymeleri yasaklanınca sarık da yasaklanmış oldu.
Hz. Peygamber`in günlük kıyafeti ne ise, onunla namaz kılıyor, ibadet için ilave bazı özel giysiler giymiyordu. Sarıkla namaz kılması da böyledir. Sarıkla kılınan namazların sarıksız kılınanlardan daha üstün olduğu hakkında rivayet edilen hadisler sahih değil, hatta uydurmadır. Güvenilir hadis kaynaklarında görülmeyen, sadece zayıf ve uydurma haberlerin yer aldığı Deylemî`nin el-Firdevsi, Ibn Asâkir`in Tarihu Dımeşk`inde rivayet edilen; "Sarıkla kılınan namaz, sarıksız kılınan 25 namaza, sarıklı cuma da sarıksız 70 cumaya bedeldir. Melekler sarıklı olarak cuma namazını müşahade eder ve güneş batıncaya kadar, sarıkla namaz kılanlara dua ederler",
"Sarıklı kılınan iki rekat, sarıksız 70 rekattan daha hayırlıdır", "Sarıkla kılınan namaza on bin sevap vardır" hadisleri hakkında; Ibn Hacer (Lisânûl-Mîzân, III-244), Suyûtî, Ibn Arrâk, Aliyyul-Kârî, Sehâvî gibi, hadis diye uydurulmuş sözleri tanımada uzman olan hadis imamları, yukarıda geçen bu hadislerin tamamının uydurma olduğunu belirtmişlerdir. Bu hadislerin uydurma olduğunun iki delili vardır: 1. Bu uydurmalarda vadedilen faziletler, vahyin ışığı altında oluşan Islâm akl-ı seliminin kabul edemeyeceği kadar fazladır. 2. Bu hadislerin hiç birisi güvenilir hadis kaynaklarında yoktur ve ravileri zayıf, metruk veya hadis uyduran kimselerdir. Bu tür uydurmalar müslümanları ihlâs ve gayretten kopararak basit şekillere ve tembelliğe sevketmekte, dini doğru anlamalarını önlemektedir. Fazilet, namaz kılanın dış görünümünde değil, kalbi ve gönlü ile, huşû içinde namaz kılabilmesindedir (Daha geniş bilgi için bak: Nâsiruddin el Elbani, Silsiletul-Ehâdîsud-Daîfe, vel-Mevdûa, s. 158-162)
SARIK SARAR VEYA BAŞINA TAKKE KOYAR. İSLAM DİNİNDE BUNUN YERİ VAR MIDIR?
Sarık ve takke mübah şeylerdendir. Herkes sarık sarma veya takke giyme hususunda serbesttir. Zira İslam dini, müslümanlara sarık sarma veya takke takma mecburiyeti getirmemiştir. Yeter ki küfre Şi`ar olarak kabul edilen şey başa konulmasın (Papazlara has olan külah gibi). Yalnız namaz için başka sarık sarmak herkes için sünnettir. Allah`ın Resulü (sav) şöyle buyurmaktadır: "Sarıkla kılınan iki rekat namaz, sarıksız olarak kılınan yetmiş rek`attan daha hayırlıdır. Bunun için namazda sarığı ihmal etmemek daha uygundur. Sarığın kaç metre olması hakkında bir şey varid olmamıştır. O örfe bağlı bir şeydir. Takkenin, sarığın yerini tutup tutmadığı hakkında ihtilaf vardır. İbn Hacer`e göre, sarığın yerini tutmaz. Buğyetü`l-Müsterşidin isimli kitapta kayd edildiğine göre onun yerini tutar.
Kar©glan Başağaçlı Raşit Tunca